Fatih Sultan Mehmet Döneminde Yahudiler ve Fatih Hanın Ölümü Meselesi:
Torlak’ın isyanına kadar Türkler, Yahudileri hâkimiyetleri altına aldıkları unsurların en zararsızı olarak telâkki ediyorlardı. Fakat Bedreddin Simavî vakasında Torlak’ın oynadığı büyük rol, derhal Türk devlet erkânının gözlerini açmaya ve Yahudilere karşı da ihtiyatlı olmanın lüzumunu anlatmaya kâfî gelmiştir. Bu durum Yahudilere tesir etmiş olacak ki, İstanbul’un alınmasında bitaraflılıklarını muhafazaya mecbur olmuşlardır.
Torlak Kemal hadisesinin Türk devlet erkânının gözlerini açtığından ve İstanbul’un alınmasında tarafsızlık gösterdiklerinden bahsedilmesine rağmen bu durum, kaynaklara göre, çeşitli yorumlara müsaittir.
Fâtih’in, 19 Mayıs 1453 Salı günü «Bismillah Allahu Ekber» sedalarıyla İstanbul'u fethettikten sonra, Justinien’in, Süleyman Mâbedi’nden üstün gördüğü «Ey Süleyman! Ben seni bile mağlup ettim!» diyerek övündüğü ve 915 sene, 5 ay, 5 gün kilise olarak duran Aya-Sofya’ya girip «Secde-i Şükran» a kapanmış, iki rek’at namaz kılmış ve ilk ezanı okutmuştur. «Osmanlı İmparatorluğunun azamet ve istilâ devrinde her kal’a ve her şehir fethedildikçe riayet edilmiş eski bir an’âne vardır: Ordu içeri girip burçlara bayrak çekilirken surların üstünden ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı, bu ilk camide kılınır». Kaldıki, İstanbul’un alınması Hz. Muhammed tarafından önemli görülmüş ve onun övgüsüne nâil olmuştur. Bu kutsal şehrin fethi, Evliya Çelebi’ye göre on defa denenmiştir. Bunun için İstanbul önemliydi ve bu zafer, onbirinci kuşatmada Sultan Mehmet’e (Fâtih) nasip olmuştur.
Galanti, «Türkler ve Yahudiler» adlı eserinin 10. sahifesinde, Fatih 'in İstanbul’u fethettiği zaman orada, biri Rabbani, diğeri Karaî olmak üzere iki Musevî cemaatin in varlığından bahsetmektedir.
Ziya Şakir; Fâtih’in İstanbul’u aldığında orada büyük bir Yahudi mezarlığının olduğunu; Bizans tarihçilerinin rivayetlerine göre, XII. asırda henüz Yahudilerin İstanbul’a girmediğini, sadece bugün “Beyoğlu” adını taşıyan “Pera”da ikâmet ettiklerini kaydediyor. Yine Bizans tarihçilerinin rivayetlerinden anlaşıldığına göre, İstanbul’un fethi sırasında, şimdi «Yeni Caminin bulunduğu yerde bir Yahudi mahallesi bulunmakta ve bu caminin sahil tarafına isabet eden yerdeki kapıya «Porta ebrayka», yani «Çıfıt kapısı» denilmektedir. XII. asırda sadece Beyoğlu’nda oturan Yahudiler, onu takip eden asırlarda yavaş yavaş İstanbul içlerine sokulmuşlar ve Türkler İstanbul’u aldıklarında orada bir Yahudi mahallesi bulmuşlardır.
Galanti, ötedenberi Türkiye’ye sığınan Yahudilere, hükümet Türkiye kapılarını açmakla hiçbir siyasî düşüncede bulunmamış mı ve bunları sırf «Tanrı misafirleri» diye mi kabul etmiştir? sorusunu soruyor ve bu sorulara tarihten cevap verirken İstanbul’la ilgili olarak şöyle diyor: «Fâtih Sultan Mehmed, İstanbulu fethettikten sonra, harp esnasında ölenlerin bıraktıkları boşluk ve ahalisinin büyük bir kısmının şehri terketmesi yüzünden İstanbul’un nüfusu azalmıştı. Pek çok meziyetlere sahip olan, Fâtih , yüksek siyasî görüşü iktizasınca, yeni payitahtını emniyetli unsurlarla zenginleştirmeyi düşünerek Anadolu’nun pek çok yerinde yaşayan Ermenileri ve Yahudileri İstanbul’a davet etmiş ve bazı ahvalde de zorla getirmiştir. O sıralarda Anadolu’dan gelen Yahudiler arasında Balat, Tire, Antalya, Sinop Yahudileri vardı ki şehirlerinin isimlerine izafeten İstanbulda ibadethaneler inşa etmişlerdi. Bundan başka zorla İstanbul’a getirilen bir takım Yahudilerin inşa ettikleri ibadethaneye ‘Sürgünlerin ibadethanesi’ adı verilmiştir. Galanti’nin bu ifadesine göre, İstanbul’da Yahudi bulunmadığı ve Fatih’in İstanbul’un nüfusunu ikmâl etmek için Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan Yahudileri buraya getirttiği, hatta zor kullandığı görülüyor. Halbuki, Bâbil sürgününden sonra Yahudilerin İstanbul'da da bir tortu bırakarak Edirne tarafına geçtiklerini kaydetmiştik. Galanti, aynı zamanda, eserinin bir başka yerinde ise; «Onikinci asırda İstanbul’u ziyaret eden meşhur seyyah Benyamin de Tudele, İstanbul’da Yahudilerin ipek endüstrisiyle uğraştıklarını yazıyor» demektedir.
Başka bir kaynağa göre de Fâtih , İstanbul’u fethettikten sonra, imar işine başlamış ve şehrin nüfusunu artırmak için Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinden muhtelif unsurlara mensup insanlar getirtmiş; «Üsküp» şehrinden gelenleri «Üsküplü Mahallesi» adı verilen yere; “Mora”dan getirdiği Rum ailelerini, Haliç sahilindeki «Fener» e yerleştirmiştir. Önce «Selanik»ten getirttiği aileleri (Elli Cemaat) Yahudi Mahallesi’nde ve sonra «Sefed»den getirttiği aileleri de “Hasköy”de iskân etmiştir.
Daha sonra, muhtelif yerlerden gelen Yahudi aileleri de kendi arzularıyla «Kuzguncuk» a yerleştirilmiştir. Yahudiler, bu Kuzguncuktu «Kudüs toprağı» olarak kutsal saymışlardır. Burada ikameti arzu ettikleri gibi, cenazelerinin de oradaki mezarlığa defnedilmesini istemişlerdir.
Anlaşıldığına göre, İstanbul’da bir Yahudi mahallesi bulunmaktadır. İstanbul’a sadece Yahudiler değil diğer unsurlar da çağrılmış ve kendi istekleri doğrultusunda yer verilmiştir. Yahudi aileleri kendi istekleriyle kutsal saydıkları Kuzguncuka yerleştirilmiştir. Bu iskân işi, Galanti’nin iddia ettiği gibi, Yahudilere duyulan ihtiyaçtan ileri gelmemiştir.
Fâtih’in İstanbul’u fethi esnasında bîtaraflık gösteren Yahudiler, Rumlar gibi, husûsî imtiyazlar kazandılar. Yahudiler, fırka mücadeleleriyle birbirlerini yiyen Rumların herhangi bir taarruza karşı uzun zaman mukavemet edemeyeceklerini görüyor ve Bizans’ın son günlerinin geldiğini anlıyorlardı. Bir taraftan da, Türk hükümetinin hâkimiyeti altına giren Pimetoka, Gümülcine, Ohri, Karakarye, Yanbolu’daki Yahudilerle muhabereler ediyor; Türklerin din ve mezhebe hürmetlerini, âdilâne idarelerini, istilâ kudret ve kuvvetlerini öğreniyorlardı. Bu muhaberelerde baş rolleri II, Sultan Murad’ın Divan-ı Hümayun tercümanı levi isminde bir Yahudi oynuyordu. Aslen İspanyalı olan Levi, gençliğini İtalya, Fransa, Polonya'da geçirmiş; sonra Edirne’ye gelerek Sultan Murad'ın hizmetine girmişti. Bu zeki adam gezdiği yerlerde lisan öğrenmekle kalmamış; o tarihteki umumî siyaset hakkında da birçok şeyler öğrenmişti. Bu yüzden o da, Bizans İmparatorluğunun devamı ve bekasından ümidini kesmiş; bu imparatorluğun etrafını çeviren Türk çemberinin, yakın bir zamanda daralarak Bizanslıların hayatlarına son vereceğine kanaat getirmişti.
Bu Levi, II. Sultan Murad’ın vefatından sonra, II. Sultan Mehmet tahta geçince, saray halkı arasında tekrar saraya girmiştir. İstanbul’dan Edirne’ye sık sık gelen Yahudi tüccarlar, tercüman alarak Levi ile temasta bulunuyorlardı. Levi de bunları, vaziyetten haberdar ediyordu ve vuku bulacak harbe bitaraf kalmalarını tavsiye ediyordu. İstanbul’daki Yahudiler, Edirne’de büyük bir harb hazırlığının olduğunu haber alıyor ve kendi aralarında gizli toplantılar yaparak; Bizans’ın Türk hücumlarına karşı mukavemet edemiyeceğini ve bu süre içerisinde bitaraf kalmayı kararlaştırıp, neticeyi Fâtih’e duyuruyorlardı. Bunu bir sadakat olarak gören Fâtih, onlara, bir takım imtiyazlar verdi. Bu imtiyazların başında dinî âyinlerini serbestçe icra etmek geliyordu. Bu mesele hakkında da Şeyhülislâm Mehmet Fenarî’den bir fetva alındığı ve bu fetvanın “Mezburlar (adı geçenler) seb (sövme, sayma) olunmayıp, kadîmi üzre kimseler halleri üzere kalıp kendilerine ve cümle kimselerine ve dahi olunmak ve evlerinde suret (mukaddes şahsiyetlerin resimleri) ve mihrab olmadıkça Tevrat okuyup âyinleri üzerine ibâdetlerine kimse mani olmamak ...” şeklinde olduğu belirtilmektedir.
Yahudiler aslında, tâ Bursa’nın , 1326’da, Sultan Orhan tarafından alındığı zaman aynı endişeyi duymuşlardı. Her yerde zülüm ve işkence gördüklerinden, buna kıyasla, Bursa’yı boşaltmışlar; fakat, Türklerden bunun aksine şefkat görünce tekrar Bursa’ya geri dönmüşlerdir.
İstanbul'un fethine bir başka yönden bakacak olursak, orada da Türklerin lehine bir bekleyiş görürüz. Bunu Prof. Osman Turan’dan aynen naklediyoruz: «İslâm’ın Kur’ân ayetleri ve Hz. Muhammed’in hadisleri ile takdis ettiği Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra, aynı İlâhi sebepler ve Türklerden kazandığı yeni kudsiyet unsurları sayesinde, İstanbul’un da dördüncü Mukaddes Şehir olduğu hakkında bir şüphe olamaz. Lâkin, tarihte yaşamış kudsiyet duygularına rağmen, şehrin bu hususiyetleri üzerinde durulmamıştı. İslâm dini ve milletlerine şamil olan bu hususiyetlerin mukabil Hıristiyanlık tarihinde İstanbul’un ne böyle bir kudsiyeti vardır ve ne de ona ait bazı manevî unsurlar bütün Hıristiyan dünyasınca makbul sayılmıştır. Zira Kudüs, İskenderiye, Antakya ve Roma şehirleri Hz. İsa’nın Havarileri (Apoter) tarafından ziyaret edilmiş ve bu beldelerde kilise teşkilatları kurulmuş, fakat İstanbul Hıristiyanlıkta böyle bir manevî imtiyaz kazanamamış, sadece Şarkî Roma’nın payitahtı ve Ortodoksluğun merkezi olmuştur.
Filhakika İstanbulun bir yandan dinî bir kudsiyete sahip olmaması ve imparatorların elinde siyasî âlet olan Patrikhane’nin manevî menşe ve otoriteden mahrum bir merkez halinde bulunması, öte yandan da Asya ve Avrupa Hıristiyanları ile Ortodoks Bizanslılar arasında mevcut tarihî düşmanlık, papazlar ve keşişler müstesna, büyük Türk fethinin Katolik dünyasında ciddî bir akis bırakmamasına sebep olmuştur. Nitekim Türklere karşı Haçlı Seferleri'ni yapan Katolik Avrupa, aynı zamanda Bizanslıları da kurtarmak istiyordu. Lâkin Avrupalılar kendilerini barbar ve dinlerine düşman sayan Ortodoks Bizanslıların daimi hile ve hiyanetlerine uğramışlardı. Bu karşılıklı nefret dolayısiyledir ki 1204’te hazırlanan Haçlı Seferi İstanbul’a dönmüş, bu şehir, 'tarihinde ilk defa büyük tahribat, yağma ve kıtallere maruz kalmış, kiliseler dahi bu vahşetten kurtulamamıştır. Bu münasebetle birkaç misal kayda şayandır. Gerçekten meşhur Macar Kumandanı Hunyadi Yanoş, Kosova (1448) mağlubiyetini bir türlü unutamıyor; ama yakınları kendisini, ancak ‘Rumlar yok oluncaya kadar Hıristiyanların talihi açılmayacağından, Türklerin İstanbul’u alması lâzımdı’ diyerek teselli ediyorlardı. Venedikli Barbaro da aynı duyguları ifade ediyor: ‘Allah İstanbul’un Türklerin eline düşmesini arzu etti; Rumlar aleyhinde en sert ve acı hükmünü verdi’ diyordu.
Bu Katoliklere mukabil bir Rus Vekayinamesi’nin kanaati daha manâlıdır: ‘Rumların ahlâkî sukutları ve zulümlerine mukabil Türkler din hürriyeti ve adaleti temsil ediyor, bu sebeple İstanbul’un Sultan Mehmed’in âdil idaresine geçmesi İlâhî bir emirdir’ derken, Bizans’tan alınan Ortodoksluğa ve kültürel tesirlere rağmen, Rus efkârına da tercüman oluyordu.
Bununla beraber Fâtih Sultan Mehmed’e ve Türklere karşı Rumların düşünce ve duyguları çok daha mühim idi. Filhakika İmparator ve hükümeti Osmanlılara karşı, papanın yardımını almak ve Katolik olmak şartı ile, bir anlaşma yaptılar; Ayasofya da artık bir Katolik kilisesi oldu. Lâkin başta papazlar olmak üzere dindar halk dinlerini satan idarecilere karşı nefret duymuş ve artık kirlendiğine inandıkları bu büyük mabede bir daha girmemişlerdi. Muahhar Patrik Genadios da kahrından manastıra kapanmıştır. Bu duruma mukabil Osmanlıların Anadolu’da ve Rumeli’de hüküm süren adâlet, dinî ve İçtimaî hürriyetlerini gören Rumlar, İstanbul’da Katolik şapkası yerine Türk sarığı görmeyi tercih ediyor; Frenklerin maddi-manevî zulümlerini de unutmuyorlardı. Esasen Türkler karşısında daima yenilen Bizanslılar arasında Osmanlıların İstanbul’u alacaklarına dair öyle bir takım kehânetler ve efsaneler doğmuş ve yayılmıştır ki, bu inançlar ile de bizzat Rumlar kendilerini mahkûm etmişlerdir».
Rus Vekayinâmesi, görüldüğü gibi, Rumların ahlâkî sukut ve zulümlerine mukabil Türklerin din hürriyetini ve adaleti temsil ettiğini ve bu sebeple de İstanbul’un Türkler tarafından, alınmasının İlâhî bir emir olduğu gerçeğini belirtmekten kendini alamıyor. Yine Rumlar, Katolik şapkası yerine Türk sarığı görmeyi tercih ediyor ve İstanbul’un Türkler tarafından alınacağı gerçeğine kendilerini inandırıyor. Böyle olunca, İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde meskûn olan Yahudiler, bu haberleri rahatlıkla duymuş ve vaziyetlerini tesbit etmiş, buna göre de bitaraf kalıp, neticeyi beklemiş olabilirler. Yoksa bu, sadece Türkleri istedikleri ve onlara yakınlık duydukları için bitaraf kaldıkları anlamına gelmez. Yahudiler menfaatlerini her şeyin üstünde görürler. Yükselme devrine girmiş, dünyada sulh ve sükûnun Türklerle kaim olacağını, değil Yahudiler, bütün dünya kabul etmiştir.
Yahudilerin, Bizanslılardan hakaret ve baskı gördüklerini; gerek tarihçilerin kayıtlarından, gerekse Şeyhülislâm Molla Fenarî’nin fetvasının başına «Mezburlar seb olunmayıp» ibaresini koymasından ve gerekse Fâtih’in onlara karşı gösterdiği yakınlıktan anlıyoruz. Böyle olmasına rağmen, saray ve devlet erkânı arasında II. Murad devrinden intikal eden tercüman Levi ile meşhur «Hekim Yakup» gibi şahsiyetler eksik değildi.
Bazı araştırmacılarca Fâtih’in dördü İranlı, biri Türk, biri Arap ve biri de Musevî olmak üzere yedi Tabibi vardı. Bunlardan «Hekim Yakup», sanatta büyük şöhret kazanmıştı. “Şakayık ve Âlî” tarihlerinde de yazılı olduğu veçhile eğer Karamanlı Mehmet Paşa’nın himmet ettiği (Lârî) ismindeki İranlı tabib rekabete kalkışmasaydı, hiç şüphe yok ki Hekim Yakup Fâtih’in sıhhat ve hayatı üzerinde çok mühim bir rol oynayacaktı. ‘Hammer’in dediği gibi Belki de Mehmed-i Sânî’nin eyyâm-ı hayatını tahdit’e muvaffak olacaktı. Bir başka kaynakta ise şöyle belirtilmektedir: «Yahudiler (bunlar) İspanya, Portekiz ve Avrupa’dan kovulup bizim Cenâb-ı atıfetimizde saadet, servet ve refaha kavuştukları halde en büyük nankörlük ve hiyanetini bize yapmışlar ve Fâtih Sultan Mehmet Han’ı zehirleyerek öldürmüşlerdir.
Fâtih’in erken sayılabilecek bir yaşta ölümü, çeşitli şüphelere yol açmıştır. Bu şüphelerden biri onun zehirlenmesi ile ilgilidir. Bu şüphe de özellikle Franz Babinger’in görüşlerinden yaygınlık kazanmıştır. Babinger, Osmanlılara karşı Haçlılarla her zaman ittifak eden Venediklilerin, Eğriboz adasının alınmasından sonra, düşmanlıklarının arttığını ve bundan dolayı Fâtih’i zehirleme işine teşebbüs ettiklerini belirtmektedir. Venediklilerin bu zehirleme işine 14 defa teşebbüs ettiklerini ve sonunda İtalya’dan kaçıp Türklere sığınan, Yahudi asıllı olup ihtida eden ve Yakup adını alan Maestro Lacopo’yu bu iş için seçtiklerini; 30 yıl Saray’da çalışıp Fâtih’in de itimadını kazanıp husûsî hekimleri arasına giren Yakub’u büyük rüşvet karşılığında zehirleme işine ikna ettiklerini ileri sürmektedir.
Fâtih’in ölümünü zehirlenmeye bağlayan yazarların, özellikle Babinger’in, görüşlerini çürütmek ve Fâtih’in, ölüm sebebini ortaya çıkarmak için «Fatih’in Ölümü Meselesi» başlığı ile bir makale yazan Ş. Tekindağ, cihanşümul bir devlet kurmak imkânına sahip olan Fâtih ('Şüphesiz, İstanbul’a hâkim olmak suretiyle Hıristiyan ve İslam dünyasını hâkimiyeti altında toplamak ve cihanşümul bir devlet kurmak imkanına sahip olan Fâtih’i objektif bir düşünce ile tetkik eden müellifler mevcuttur. Bununla beraber, Hıristiyanlık taassubu ile hareket edip indi bir takım mütalaalar serdeden müellifler, mağluplar hakkında hudutsuz müsamaha gösteren Fâtih’e bazı müfrit hareketler isnat etmektedirler. Nitekim, Fâtih’in iyi bir insan olmadığı peşin hükmü ile hareket eden Babinger de, kaynakları yanlış veya İşine geldiği şekilde tefsir ederek bir takım neticelere varmak istemektedir» dedikten sonra, Fâtih’in ölümü konusundaki faraziyelere yer vermekte; Doğulu ve Batılı kaynaklarda Fâtih’in zehirlenerek öldüğüne dair bir işaret bulunmadığına temas etmektedir.
Tekindağ, Fâtih’in çağdaşı yazarların (Neşri, Dursun Bey, Edirneli Rumî vb.), Fâtih’in dört gün süren bir sancıdan sonra öldüğü ve bunun zehirlenmeden ileri gelmesinin muhtemel olduğunu söyleyen Baudler hariç, zehirlenmeden bahsetmedikleri için bu iddiaları reddetmekte ve Aşık Paşazâde’nin «vefatına sebep ayağında zahmet vardı, tabibler ilâcından âciz oldular. Âhir tabîbler cem oldular, ittifak ettiler, ayağından kan aldılar. Zahmet ziyâde oldu. Şarab-ı fariğ verdiler. Allah rahmetine vardı» demesini şu şekilde açıklamaktadır: «Umûmiyetle artiritik bünyelerde görülüp hemen bütün Osmanlı padişahlarına arız olan damla (nikris) hastalığı ile müzmin romatizma gibi şâir bedenî hastalıklara mübtelâ olan Fâtih, geçiş sırasında daha da hastalanarak, bütün müzmin hastalıklarına azan a’zalarının tıkanması eklenince yatağa düşmüş ve kendisine önce ilm-i tıbda gayretle mahir olduğu bilinen Tabîb-ı hâs Lârî müdâhale etmiş, muvaffak olamayınca da Yakup Paşa tekrar getirilmiştir. Ancak, Yakup Paşa, Karamânî Mehmed Paşa taraftarı Lârî’nin ilacını tasvip etmeyip müdahaleden çekinmesi üzerine, konsültasyon yapan tabîbler, ayağından kan almak istemişler, çaresiz kalınca da, Yusuf Paşa’nın hastaları kaybettirip tedâvi etmek üzere kullandığı meşhur şurup (şarâb-ı fariğ) u vererek sancısını azaltmak yolunu tutmuşlardır. Fakat şarab-ı fâriğ tesirini göstermemiş... vefât etmiştir.
Müphem bir ilâç hattâ zehir olarak tefsir edilen şarab-ı fâriğ'e gelince; Aşık Paşa-Zâde’nin nazmen beyân ettiği kısımda şerbet ile şarâbı aynı mânada kullandığı nazarı itibâra alınacak olursa, Şekayik’de Hekim Yakup Paşa’nın hastaları kaybettirip iyi etmek üzere kullandığı şurub (şerbet) u, şarâb-ı fâriğ olarak kabul etmek İcab eder».
Fâtih’in yakınlarından olan ve onun tarihini yazan Tursun Bey, ölüm hadisesine fazla yer vermemiştir. O, Fâtih’in bünyesinde mevrus bulunduğunu, ızdırap çektiğini, buna rağmen iradesinden bir şey kaybetmediğini; bünyesinin zayıflığının ona vaktin geldiğini hatırlattığını, bundan dolayı Allah’a yalvarmağa başlayıp Kelime-i Tevhid ile tevbe ve istiğfarı dilinden düşürmediğini, dünya malını ve saltanatı bırakarak, mübarek ruhunun Allah’a kavuştuğunu yazmaktadır.
de Lamartine de, Cihan Hakimiyeti adlı eserinde «Kanı gibi şiddetli ve hızlı bir hastalık onu pençesine almıştı. Ordusuyla yola koyulduktan kısa bir zaman sonra baş gösteren hastalık sonunda hayata gözlerini kapadı. Hizmetinde bulunan hadımlar ve hekimler ölümü ordudan gizlediler, sadece aniden hastalandığını ve İstanbul’a dönüp hamamlara devam etmesi gerektiğini duyurdular» demekte ve Bayezid’e değil, Cem Sultan’a padişahlığın verilmesini arzu eden ve o doğrultuda çalışan Mehmed Nişanı Paşa’nın, Bayezid’in ilk olarak İstanbul’a gelip yeniçerilerin kalbini kazanacağı endişesiyle, şehirde kalan garnizona emir vererek Sultan Çayırı’nda toplanmalarını istediğini, alışılmış buyruğu yerine getiren çeriler Üsküdar’a doğru yol alan hadımlar ve muhafızlarla korunan kapalı bir tahterevan gördüklerini, tahterevanın kendilerine gösterilmesini istediklerini, açılan perdelerle ancak Fatih’in ölümünün gözler önüne serildiğini, bunun üzerine devlet çapında bir cinayet olduğunu sanarak arkadaşlarını intikam almaya çağırdıklarını ve nümayiş yaparak, zor kullanarak Avrupa kıyısına ayak basıp, Yahudi mahallesini yağmaladıktan sonra, saraya hücum ederek, tahtı Cem Sultan aleyhine gasbetmekle suçladıkları Veziri Azâm’ın kafasını kestirdiklerini kaydetmektedir.
Burada da, ölüm olayına, aniden hastalandığı ve İstanbul’a dönüp hamamlara devam etmesinin gerektiğini söylemeleri ve yeniçerilerin Vezir-i Âzam’ı katledip Yahudi mahallesini yağmalamaları olayda, şüpheli bir durum olduğu intibaını uyandırmaktadır.
Danişmend, Fâtih’in ölüm sebebinin Osmanlı kaynaklarında sessiz geçiştirildiğini, bazılarının babasından vâris olan «niksir» (damla) hastalığından bahsettiklerini; ancak Aşık Paşazâde’nin şüphe uyandıracak bir ifâde kullandığını (bu ifâdeyi Tekindağ'ın. görüşü kısmında, yukarda kaydettik) ve Fâtih’in çağdaşı bu yazarın onun ağzından hekimlerin kendisine kıydığını belirten şu mısralara yer vermektedir :
Tabibler şerbeti kim verdi Hâne
O Hân içti şarabı kaane kaane
Ciğeri doğradı şerbet o Hânın
Hemin dem zaii itti yâne yâne
Dedi niçüri bana kıydı tabibler
Boyadılar ciğeri canı kaane
............................. »
Danişmend, Âşık-Paşazâde’nin «Şarab-ı Fariğ» dediği ilâcın ne olduğunu, bu ilâcı içince Fatih’in niçin «ciğeri doğranarak» hemen can vermiş ve neden dolayı müverrih Fatih’in ağzından hekimlerin kendisine «kıydıklarını» kaydetmek lüzumunu hissetmiştir? demekte ve bütün bunların faydasız veya yanlış bir tedaviden şikâyet mahiyetinde olabileceği gibi, şüpheli bir ilâca ait birtakım imâlarla tefsir edebilmek imkânının varolduğunu ve bazı kaynaklarda da bu şüpheyi teyid edilecek ifadelerin bulunduğunu kaydetmektedir. Uzunçarşılı da, Fatih’in zehirlenmek suretiyle öldüğüne dair rivayetin var olduğunu, ancak bunun hekim Lâri Acemî’nin mi, yoksa hekim Yahudi Yakub tarafından mı olduğunun kesin olarak anlaşılamadığını belirtmektedir.
Tütüncü, Fâtih’in ölümü konusunda, Baudier'in ve Babinger’in görüşlerine yer verdikten, onun 240 milyon Türk lirası karşılığında Yahudi dönmesi Yakup tarafından zehirlendiğini belirttikten sonra, benzeri bir teşebbüsün Yalco isimli başka bir Yahudi’den geldiğini kaydetmektedir. Yine o, 1866 tarihinde ölen Akademi (Encümen-i Dâniş) üyesi ve bir hekim olan Hayrullah Efendi'nin «Yahudi doktor Yakup Paşa’nın nice zamandır şürdürdüğü yanlış ve kasıtlı tedaviye, ancak bu günlerde son verecek ve Fâtih’in en verimli çağında ölümünü hazırlayacaktır» şeklindeki görüşüne temas etmekte ve Hayrullah Efendi ile aynı kanaatte olduğunu belirterek şöyle demektedir: «Kişiler ayrı ayrı, fakat teşebbüsün geldiği taraf bir olmak üzere, Fâtih, değişik tarihlerde türlü suikastlere uğradı. Bütün suikastler Venedik Cumhuriyeti tarafından idare ediliyordu. Gerçeğe yakın bir biçimde belli olan netice şudur: Fâtih, Yahudi dönmesi Yakup Paşa tarafından zehirlenerek öldürülmüştür, Bütün bu söylentilerin ışığı altında durumu değerlendirdiğimizde, Fâtih’in ölümü ile ilgili görüşleri şöyle özetleyebiliriz:
Fatih’in, atalarından mevrus olan damla hastalığından, Zehirlenmeden, Yanlış tedaviden. Bunların herhangi birinden olabileceği gibi, her üçünün birden olması da mümkündür. Bunların yanında eceli ile ölmüş olması da mümkündür. “Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane” sözüne uygun bir durum ortaya çıkıyor. Tabiî her şey bir sebebe dayanır. Ölüm olayı da, Fâtih’in cihan imparatoru olması dolayısiyle, düşmanlarının çok olabileceği, bazı kaynakların da ifade ettiği gibi, «eğer biraz daha yaşasaydı dünyaya hakim olacağı» düşüncesine itibar edersek, onun bu emeline ulaşmaması için düşmanları onu yok etmeyi düşünebilir. Vaktinden önce yok olması ise, ancak suikastle mümkündür. Bunun da Fâtih’e yakın olan ve yakınlığı da gösterişten ibaret olan birisi tarafından yapılması mümkündür. Bu durum da hekim Yakub’a, uymaktadır.
Budin muhafızı Mehmet Paşa’nın aniden ölümünün Müslümanları şüpheye düşürdüğü, bu şüphenin Yahudi Hekim başı üzerinde toplandığı ve Hekimbaşı sıkıştırılınca «Bu kırkıncı oldu. Daha önce otuz dokuz Mehmet öldürdüm. Eğer yakalanmasaydım, Peygamberinizin adını taşıyan daha çok Mehmetleri öldürecektim» diyerek suçunu itiraf ettiği ileri sürülmektedir.
Yukarıda verilen bilginin sıhhatini tetkik imkânını bulamadık. Ancak Fâtih’in erken ölümü bazı şüphelere yol açmış, bazı kaynaklar zehirlenmesi üzerinde durmuş ve bunun Yahudiler tarafından gerçekleştirildiğine yer vermiştir. Bütün bunlara rağmen Yahudiler tarafından mı, yoksa başkaları tarafından mı zehirlendiği hususu karanlıkta kalıyor. Hattâ, bu zehirlenme işinin başka bir sebebe dayanabileceği de ileri sürülüyor. «Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra, Osmanlı Devleti, İmparatorluk olmuştur. Ama Fâtih, Kayser-i Rum, yani Şarkî Roma İmparatoru olarak madalyalar bastırmıştır ve bütün saltanat devrine bakarsanız, Roma’yı da alarak Garbi ve Şarkî Roma İmparatorluklarını şahsında toplamak niyetinde olduğu anlaşılır. Belki de bu sebepledir ki, Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğü söylenir», Görüldüğü gibi, bir zehirlenme olayı var, ama bunun hangi sebepten ileri geldiği meçhuldür. Bunun bir Yahudi oyunu olabileceği insanın aklına en uygun olanıdır. Çünkü; zehirlenme olayı bir tek olmayıp tarihte bununla ilgili başka örnekler de vardır Kısaca, zehirin Yahudilerin bir silâhı olduğu ve Hz, Muhammed’i de onların zehirlediği ileri sürülmüştür. Buna sebep de; onların Kutsal Kitap’larında, «Ve Allah’ın Rabbın sana teslim edeceği bütün kavimleri bitireceksin; gözün onlara acımayacak; ve onların ilâhlarına kulluk etmeyeceksin; çünkü o sana tuzak olacaktır» şeklinde yer alan cümlelerin bulunması ve insanlara acımasız bir düşmanlık aşılanmış olması gösterilmektedir, Bu nefretin onlara, çocukluk çağında verildiğini Luther’in şöyle belirttiği kaydedilmektedir:
“Onlar, Yahudilerden gayri insanlara zehir gibi bir nefrete sahiptirler. Bu nefret onlara çocukluk çağından itibaren ebeveynleri ve hakanları tarafından telkin edilmekte ve bu zehir onlar tarafından içirilmektedir, o derecede ki bu his onların murdar iliklerine kadar İşlemiştir.
Et ve kan, ilik ve kemik nasıl değişmezse Yahudilerin kibiri ve kıskançlığı da değişmez. Onlar öyle korkacak ve öylece çürüyecektir”. Böyle bir telkin, genç dimağlara aşılanırsa, onların da, bu doğrultuda hareket etmesi normal, olsa gerektir. Çünkü kendilerini üstün ırk ve kendi dışındakileri aşağılık mahluk olarak görüp, bu uğurda da, kutsal kitaplarının emri doğrultusunda, istenilen şeyleri yapmayacaklarını iddia etmek mümkün değildir.
Avrupa’daki Yahudilerin tarihi, zincirleme bir sürgün etme, yağma, katliam ve öldürmeler dizisidir. Bunlar M.S. I. binde tek tek olaylar halinde vuku bulur ki; buna bir sükûn devri denilebilir. Ancak Yahudiler için asıl azap ve işkenceler devri, onbeşinci yüzyıldır.
1492 İspanya Zulmünden Sonra Türk ve Yahudi Münasebetleri:
Haçlı Seferleri sırasında Yahudiler, insan kurban etmek, Hristiyanların kutsal ekmeğini (hostie) kirletmekle suçlanmışlardır. Bundan dolayı Kudüs’te Yahudilere karşı Hıristiyan katliamları başlamış, binlerce idamlar olmuş ve bulundukları yerlerden sürülmüşlerdir. Bu sürgünler birbirini takip etmiş; 1290’da toptan İngiltere’den, 1394’te Fransa’dan ve, İspanya’da Müslüman hâkimiyetinin son bulmasıyla, 1492’de İspanya’dan koyulmuşlardır. Bu Yahudiler, on dört asırdan beri İspanya Hıristiyanlar arasında yaşamakta ve müsamaha ile karşılanmaktadır. Ancak bu müsamaha, birtakım hasîs menfaatlerle veya şiddetli vaazlarla halk arasında düşmanlığa yol açmıştır. Halk arasında meydana gelen bu düşmanlığı ortadan kaldırmak için sarf edilen gayretler netice vermemiştir. İspanya kralları, bu durumdan müteessir olmakla beraber, İspanya’da dinî birliğin kurulması arzusunu taşımaktadırlar. Bunun için Endülüs ve Aragon’daki Yahudiler'in kovulmasını emretmişlerdir (1483 ?4486). Bu karar yerine getirilmediğinden 31 Mayıs 1492’de, yeniden, «Yahudiler dört ay içinde, ya Hıristiyan dinini kabul edecek veya İspanya’yı terkedecek» emri verilmiştir.
Din değiştirmeyi kabul etmeyip göçü tercih eden Yahudiler’in sayısı belli değildir. Bu konuda verilen rakamlar 200.000 ile 500.000 arasında değişmektedir. Doğu Avrupa ile Afrika’nın kuzeyinde meskûn olup eski İspanyol dilini konuşan sefardete’ler bunların torunlarıdır. Yine kesin sayıları bilinmeyen diğer Yahudiler, Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kalmıştır.
Fakat bu din değiştirenler arasında eski dinlerine göre yaşayanların ve ilk dinlerine dönenlerin bulunması halkın ve ruhban sınıfının güvensizliğine yol açmıştır. Yahudiler’in din değiştirmelerindeki samimiyetsizlik, dinî meselenin kesin olarak halledilmemesine sebep olmuştur.
Bulundukları yerden kovulan Yahudiler'den İspanya’ya gelip yerleşenler, el işleri, ticaret ve kültür sahalarında kendilerini göstermişlerdir. Krallar, siyasî ve dinî sebeplerle, cebir ve şiddete baş vurmuştur. Buna karşılık İspanya Kilisesi, zor yoluyla Yahudiler’in din değiştirmesini yasaklamış; ikna ve nasihat yoluyla Hıristiyanlığa kazanılmalarına müsaade etmiştir. Buna rağmen Yahudiler, İspanya yarımadasında, Hıristiyan halktan, memurlardan, krallardan ve ruhbanlardan zulüm görmüş, işkence altında yaşamıştır. Bu zulüm ve işkenceler dayanılmaz noktaya gelince isyan etmişler ve bunun cezasını da çok ağır ödemişlerdir. Katolikler, Yahudilerin din değiştirmelerini ve kızlarını Hıristiyanlarla evlendirmelerini istemiş; buna uymayanları Engizisyon Mahkemelerinden geçirerek diri diri yakmış veya kılıçtan geçirmişlerdir. Bu zulüm İspanya’da Müslüman hâkimiyetinin kurulmasına kadar devam etmiştir. Yahudiler Müslümanları «Halâskârlarımız!» diye karşılamışlardır. İspanya’da Müslüman hâkimiyetinin sona ermesiyle yeniden Yahudilere karşı Hıristiyanların düşmanlığı ve zulmü başlamıştır. İspanya’nın altın çağının başlangıcı kabul ettikleri Kastille (Castille) Kralı IV. Henri’nin kız kardeşi Isabele ile Aragon Kralının oğlu Ferdinand evlenmiştir (1492). Bu 1492 tarihi, aynı zamanda, Gırnata Müslüman Devleti’nin çöküşü ve Kristof Colomb’un Amerikayı keşfetmesinin tarihidir. Müslüman Devletten sonra Katolik kralları, Yahudilerin zahiren Katolik olduklarını, din değiştirmelerinin sahte olduğunu, Gırnata Muharebesinde düşmanlarına gizlice yardım ettiklerini, faizler ve rehinlerle servetlerini artırdıklarını, fitneye yol açtıklarını bahane ederek şiddete baş vurmuştur: Yahudilerin ya Katolik olmaları veya memleketi terk etmeleri istenmiştir. Bu Yahudilerden 300.000 kadarı İspanya’yı terk etmiştir. Bunlardan bir kısmı Türkiye’ye, bir kısmı Portekiz’e gidip yerleşmiştir. Türkiye’ye gelenlerin torunları, bugün bile, «İspanyol Yahudisi» diye çağrılarak diğer Yahudilerden ayrılmaktadır.
Bertrand, İspanya halkının -kralların müsamahasına rağmen- Yahudilere karşı böyle bir kin duymalarını açıklığa kavuşturmuyor. Sadece siyasî ve dinî bir birlik kurma arzusundan ileri geldiğini belirtiyor. Halbuki sadece bu şartlar, halkın bu kadar hassasiyet göstermesine sebep teşkil edemez. Böyle olunca, Frisch’in bir vakayinameye dayanarak ileri sürdüğü ile Pietri’nin belirttiği sebepler ve Ziya Şakir’in «Şiddetle hüküm süren Engizisyon Mahkemesi’nin zulüm ve işkencesine tahammül edemeyerek Hıristiyan olan, fakat gizlice kendi dinlerine sadakat gösteren ve ‘Maran’ adı verilen bu dönme Yahudilerin sırlarının ifşa edilmiş» olması şeklinde mütalâa ettiği görüşler haklılık kazanıyor. Diğer hususlarda da bu kaynaklar arasında bir mutabakata rastlanır.
Avram Galanti de bu hususta şöyle diyor: «1492 yılında, İspanya Kralı Katolik Ferdinand ve eşi Isabelle zamanında İspanya Yahudilerinin memleketten çıkarılması emri verilmişti. Birkaç asırdan beri orada yerleşmiş bulunan ve dinlerine her zaman sadık kalmak isteyen Yahudilerin bir kısmı memleketi terk ederek Fransa, İngiltere, Felemenk, İtalya ve Türkiye’ye gitmişlerdir. İşleri dolayısıyla İspanya’dan ayrılmak istemeyenler, zahiren Katolik dinini kabul etmişlerse de zımnen Yahudiliği muhafaza ediyorlardı. Bundan başka ‘Tehcir', Portekiz Yahudilerine de tatbik edilmiştir.
Zahiren Katolik geçinerek İspanya ve Portekiz’de kalmış, iş ve servet sahibi olmuş Yahudiler, eski dinlerine dönmek arzusu güderek bu iki memleketten yavaş yavaş ayrılmağa ve bunların bir kısmı da 1532 senesinden itibaren Türkiye’ye iltica etmeğe başlamışlardır. Bu bilgileri veren Avram Galanti’nin kendisi de bir Yahudi'dir. Görülüyor kî; baskı, zülüm ve öldürmeler onları dinlerinden vazgeçiremiyor. Onlardan Hıristiyan olmuş olanlar, sırf menfaatleri icabı, servet sahibi olmak, çıkar sağlamak ve işkenceden kurtulmak için Katolik (Hıristiyan) görünüyor. İsteklerini elde edince, ortamı müsait bulunca eski dinlerine geri dönüyor. Zaten dönmüş göründükleri zaman bile, eski dinî yaşantılarında, gizli olarak devam ediyorlar. Böyle olunca, Müslüman olmaları nasıl izah edilir?
Galanti; 1492’de Türkiye’ye gelen Yahudiler’in manevî harslara sahip olduğunu, beraberlerinde getirdikleri matbaa sayesinde bu harsları devam ettirdiklerini, bu matbaalarda, Arapça ve Türkçe baskı yasak olduğu için, başka dillerde baskı yapıp Türkçe’den istifade edemediklerini, bundan dolayı bildikleri İspanyolca muhit içinde kaldıklarını belirtiyor. Galanti, Yahudilerin Türklerle kaynaşmamalarına bunu sebep gösteren bir tutum içine giriyor. Bunu sebep olarak görmek mümkün değildir. Asıl sebebi, Türklerle kaynaşmak istememelerinde, erimek endişelerinde aramak daha doğru olur. Çünkü Fritsch’in kaydettiği, «Yabancı fatihler gelip geçiyor. Biz itaat ederiz, ama ayakta kalırız», cümlesi bunların gayelerini en bariz bir şekilde açıklamaktadır.
İspanya Yahudilerine Türkiye kapılarını açan II, Bayezid, bunların bir kısmını Selanik ve İstanbul’a, bir kısmını da Osmanlı İmparatorluğuna tâbi olan Sakız adasına yerleştirmiştir. Türklerin hüsn-i niyyetini duyan Yâhudiler, bulundukları yerlerdeki zulme daha fazla tahammül etmeyerek, XVI. yüzyılda göçlerine devam etmişlerdir. Ispanya’dan kaçıp kurtulan Yâhudiler, önce Fransa, sonra da Almanya’da çektikleri eziyetlere dayanamayarak, Polonya ve Rusya'ya göç etmişlerdir. Fakat, XVII. yüzyılda Kazaklar, Ispanya’ya taş çıkartacak bir zulümle Yahudileri ezmiş, kılıçtan geçirmiştir. Bunların da son durağı Türkiye olmuştur, Türkler 1517’de Kudüs’ü ve bütün bölgeyi zaptedince Filistin’de bulunan 5.000 kadar Yahudi’ye dinî serbesti tanımıştır.
1522 senesinde Kanuni Sultan Süleyman Rodos adasını fethedince Sakız’da bulunan Yahudileri daha iyi şartlarla buraya yerleştirmiş ve Rodos civarında bulunan İncirli Adasındaki (Nyssiros) kükürt madenlerinin işletmesini de onlara vermiştir, Bu Rodos adasının fetih işine 1480’de Fâtih Sultan Mehmet, Mesîh Paşa’yı görevlendirmiş; fakat başarısızlıkla neticelenmiştir. Papa da adayı idare eden şövalyelerin reisini Kardinal rütbesiyle taltif etmiştir. Bunun üzerine şövalyelerin reisi zaferi ihsan eden Allah’a şükretmek için, adada oturan (St. Jean Şövalyeleri zamanında adada yahudiler varmış) Yahudileri Hıristiyan olmaya davet etmiştir. «Yahudilerin bir kısmı bu teklifi kabul etmeyerek ölümü ve esareti tercih ettiler. Diğer bir kısmı ise, yapılan işkencelere dayanamayarak Hıristiyanlığı zorla kabul etmişlerdir. 1521’de Rodos adası, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Türklerin eline geçmiş, esir edilen ve zorla Hıristiyanlığı kabul eden Musevîlerden kalanlarla, o müddet içinde doğan nesil tekrar Yahudiliğe avdet etmişlerdir.
1525/1526 yılında Türkler (Kanuni), Budapeşde’yi fethedince, Budin ve Estergon’da durumları iyi olmayan Yahudileri gemiler tahsis ederek İstanbul'a naklediyor. Peçevî, Kanunı’nin Budepeşte (932/1525) seferini anlatırken, Budin sahrasına İslâm askerlerinin ayak basmasından sonra, kalenin kadın ve erkeklerinin yalvararak toprağa yüz sürdüklerini, tasdik edip, itaatkâr olan kâfirin malına ve iyâline hüsran ermeyeceğinin ilân edildiğini kaydediyor ve şöyle devam ediyor : E’mân (aman dileme) eden kefere reâyadan ve Yahudiden talib olanlardan bir nice bin hâne ehil ve evlâdı ile gemilere konulup dâr-ul-îslâm’a sürgün oldu. Yedikule semtinde onlardan bir, nice hâne iskân ettirdiler. Ve Yahudi taifesinin kimini' Selânik’e ve kimini de sair memleketlere gönderdiler...»
1527’de, Mohaç Muharebesi’ni takiben, Budin Yahudilerini sefaletten kurtarmak için, kadırgalar tahsis edilerek istedikleri yerlere yerleştiriliyor. Sultan Süleyman’ın Macaristan’ın istilâsından sonra, oradaki Yahudilerden çoğu Türkiye’ye celbedilerek, Plevne, Niğbolu ve bilhassa Edirne’ye yerleştiriliyor. Bunlar da Türkler gibi, geniş bir hürriyet içinde, vatandaşlık haklarından tamamen istifade ediyorlar. Kanunî’nin bu lûtfunu Yahudiler. Mesih’in gelişi şeklinde yorumlayıp, takdirle karşılıyor ve «Her halde, halaskar olan Mesih geldi. Bize saadeti o getirdi» diyorlar. Benzeri bir ifadeyi Almanya'dan kaçan iki haham dile getiriyor. Onlar, Türkiye yolunun hayat yolu olduğunu ve Kudüs’e kadar emniyet içinde bulunduğunu belirtiyor ve bu rahat yere gelmelerini tenbih ediyorlar. îşte bu rahat, huzur ve emniyet yurduna akın akın devam eden Yahudi göçü zamanla da İdarî mekanizmayı ele geçirecektir. Kanunî Sultan Süleyman, Macaristan’ı çiğneyip Budin kalesine dayanınca, orada bulunan Yahudiler bir heyet teşkil ederek -başlarında Ya’sef Nassi: olduğu halde- Kanunî Sultan Süleyman’ı karşılıyor. Yâ’sef Nassi, böylece padişahın nüfuzunu kazanıyor. Bu Nassi, çeşitli yerleri gezip Yahudilere bir yurt satın almak istemiş; buna muvaffak olamayınca, kendisi gibi (dışı Hıristiyan, içi Yahudi) olan 500 kadar Yahudiyle Türkiye’ye gelmiş, sarayda nüfuz ve itibar sahibi olmuş, bu yüzden, sarayın nüfuzundan istifade ederek ırkdaşlarını memleketin her şubesine yerleştirmiştir.
Bayezid devrinden sonra, Türkiye’ye iltica eden Yahudilerin ilk işleri kendilerini himaye eden Türklerin servet ve meblâğlarını ellerine geçirmek olmuştur. Para, Yahudi eline geçince, yalnız kendi işlerini değil, devletin İdarî ve inzibatî şeklini de değiştirmiştir. Birkaç Yahudinin meskukâttan çalması ve servet yapması yükünden asırlarca Türk ve Müslüman kanı dökülmüştür.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında Ya’sef Nassi’nin Saray’a intisabiyle başlayan Yahudi nüfuzu, II. Selim zamanında gittikçe artmıştır. Ticaret, gümrük ve iltizam işleri Yahudilerin eline geçmiştir. Yahudilerin Türkiye toprağının feyziyle yaşadıkları, II. Selim’in Piyale Paşa’ya yazdığı bir hükümde şöyle ifade edilmiştir: «... Yahudiler, Türkiye toprağının feyziyle yaşarlar, Türk’ün hayat menbalarını keselerine tahvil etmeye uğraşırlar. Yahudilerin bu mesâlikleri Türkiye’nin şefkat ve atıfetine kabul edildikleri günden itibaren başlamış, o günden itibaren Türkler arasında Yahudi düşmanlığı tevlid eylemiştir ...». Türkler’de bu Yahudi düşmanlığı; Yasef Nassi’nin arkadaşlarını memleketin her köşesine yerleştirmesi, Lehistan’la Türkiye arasındaki balmumu ile Eflâk ve Boğdan’da şarap ticaretini şahsına mahsus inhisar altına alması, İstanbul’da' ki Yahudilerin akçaları kırparak meskûkâtın bozulmasına sebep olmaları, paranın değerini kaybetmesi vb. sebeplerde aranacağı gibi, Fâtih devrinden beri yüksek kademedeki devlet memuriyetlerinin dönme ve devşirmelerin eline geçmesinde aramak daha yerinde olur.
II.Murad devrinde açılan Enderun , Fatih’' ten itibaren Türk’ten başka her milleti Osmanlı idaresine ortak eden bir makina haline gelmiştir. Bu makineyi Dânişmend şöyle ifade etmektedir: «Tabiî böyle bir makinenin kurulması demek, Türk unsuru hariç olmak üzere bütün milletlerin iştirak edebileceği bir yabancı köle idaresi kurmak demektir. Bütün unsurların elbirliğine müstenid bir imparatorluk siyaseti belki faydalı ve hattâ zarurî olabilir. Fakat bu gibi imparatorlukların hepsinde bir hâkim millet esası vardır; Osmanlı sisteminin eksik tarafı işte bu hayatî esasın ihmalinde gösterilebilir. Bu vaziyet, bilhassa Fatih devrinden Kanuni devrine kadar Türklerle devşirmeler arasında şiddetli bir gerginlik ve hattâ siyasî mücadele zuhuruna sebep olmuştur. 807/1453’de İstanbul’un fethini müteakip Çandarlı Halil Paşa’nın azliyle görevden uzaklaştırılmış olan Türk unsurunun yerine Alahmut Paşa ile dönmeler ve devşirmeler zümresi geçmiştir. 24 sene süren bu dönmeler devri, son köle Gedik\Ahmet Paşa’nın (Arnavut’tur), Arnavutluk meselesinde Fâtih’e bile itaatsizlik etmesi, 882/1477 tarihinde azline ve hapsine, Karamani Mehmet Paşa ile Türk unsurunun işbaşına gelmesine sebep olmuştur. Fakat bu durum, II. Bayezit devrindeki saltanat değişikliğine kadar sürmüş, bu karışıklıktan istifadeyle Karamanî Mehmet Paşa öldürülerek, 4 sene kadar mahrum oldukları iktidar mevkiine yeniden gelmişlerdir,
«Her türlü vatan ve millet şuurundan tamamiyle mahrum oldukları için Osmanlı devletine karşı samimiyeti her türlü münakaşaya müsait bir din hissinden başka bir alâka beslemelerine imkân olmayan bu yabancılar kerhen ihtida ettirildikten sonra Osmanlı Cem’iyetine kölelikle intisab etmiş ve bundan dolayı Türk unsuruna daima kötü gözle bakmış adamlardır.» diyen Dânişmend, bu bilgileri verdikten sonra, Fâtih kıymetinde bir devlet reisinin nasıl bir zihniyetle bunları memleketin başına musallat ettiğinin de ehemmiyetle tetkikinin zarurî ve elîm bir mesele olduğunu belirtiyor. Fâtih’in ordusunda büyük miktarda Hıristiyan askerlerinin bulunduğu ve Osmanlı askerî sınıfına alınmak için, din değiştirmenin şart olmadığı kayda değer bir nokta olarak zikrediliyor. Fâtih Sultan Mehmed’in malî konularda uyguladığı siyasî tedbirlerin zaman zaman bozulduğu ve o zaman, İtalya’da istibdat idarelerinde tatbik edilen bu İktisadî- malî usûlleri mültezim olan bir çok İtalyan’ın memlekete soktuğu tahmin olunmaktadır. İşitilmedik, görülmedik bid’atlerin ihdası, bir İtalyan Yahudisi olan hekim Yakup (Jakop) Paşa’ya atfedilmekte ve tarafgirlikleri ise tenkid edilmektedir.
Kanuninin 974/1566’da, ölümü ve yerine oğlu Sultan II. Selim’in geçmesi, ile sarayda Yahudi nüfuzu daha da artmıştır. Çünkü, II. Selim'in (Sarı Selim) en sevdiği gözdelerinden olup, padişahın, kadınlığı şerefini iktisap etmiş olan Şehzade Murad’ın (III. Sultan Murad) annesi Nûr-Bânû Sultan bir Yahudi kızıdır. Kendisine ilk defa olarak Mehd-i Ulyâ (padişah anası) unvanı verilmiş ve zekâsı sayesinde, kocasını çok büyük bir dirayetle idare edip, sarayın ruhunu teşkil etmiştir. Nûr-Bânû Sultan, zekâsını kocasının ölümünde de göstermiş, ölümünü, oğlu (Sultan) Şehzade Murad Manisa’dan gelinceye kadar gizlemiştir. III. Sultan Murad, tahta çıktığı zaman, sarayda bir kadınlar saltanatı başlamıştır. Dânişmend- Sultan Murad’ın anası bir Yahudi dönmesi olan ve Osmanlı sarayında Yahudi nüfuzuna kapı açan Nûr-Bânû Sultanadır» demektedir. Nûr-Bânû Sultan sayesinde, sarayda Yahudi tesiri artmıştır. Tâ III. Mehmed devrinde Kira ve İstekira adındaki kadınlar da Yahudi olup vezirlere hükmeder duruma gelmişlerdir. Sipahiler; «Sultan Selim-i Sânı asrından beri bu Yahudi tegallubundan bıktık, usandık» diye feryad etmişlerdir. Sipahiler, birgün kendilerine verilen ulûfenin kırık bir kızıl akça olduğunu; paranın değerinin düştüğünü ve paranın azamî kısmının Yahudi Kira’nın adamları elinde toplandığını haber almış; Şeyhülislâm Sunullah Efendiden, aldıklarının helâl olup olmadığını sormuş; «Değildir» cevabını alınca gümrükleri iltizam etmiş ve Kira kadını yakalayıp büyük, oğlu ile beraber öldürmüşlerdir.
Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın muhalefetine rağmen, Sultan Selim'in iradesini kullanarak yaptırdığı Kıbrıs Seferi, Yahudi entrikası olarak gösterilmiştir. Bu entrika, saraya hulül etmiş ve itibar kazanmış Yahudiler tarafından tezgahlanmıştır. Bunlarnı en etkilisi de Joseph Nassi (Yasef Nassi) ’dir. Kanunî devrinde Saray’a girmiş olan Nassi Portekiz Yahudilerindendir; Hıristiyanlığı kabul etmiş görünmekle beraber Yahudiliğini devam ettiren “Maran”lardan (dıştan Hıristiyan içten Yahudi olan) dır. O, Engizisyon altında bulunan Yahudileri bir yere toplama, «siyonizmi gerçekleştirme emeli taşımaktadır. İstanbul’a gelmeden önce Venedik’e gidip bir ada satın almak istemiş, fakat muvaffak olamamıştır, Bunu Osmanlı İmparatorluğu’nda da denemiş; ve en müsait yer olarak Kıbrıs’ı seçmiştir. Niyeti, Kıbrıs alındıktan sonra, kendi krallığı altında Yahudiler'i orada toplamaktır. Bunun için II. Selim’i Kıbrıs’ın fethine ikna etmiştir.
Galanti, II. Selim devrinde, Kıbrıs adası Türklerin eline geçince (1570), adanın istikbâlini emniyetli unsurlarla sağlamak için, Anadolu’dan gelen Türklere, Ermenilere ve bu arada 500 Yahudi’ye de orada yerleşme emri verildiğini kaydetmektedir. Bir yeri millîleştirmek için, azınlıkları da emniyetli unsur sayıp, Kıbrıs’a göndermeleri millî siyasete uygun düşmez. Takip edilen siyaset ve o güne kadarki azınlıkların bıraktığı intiba, devlet erkânının gözünü açmış olmalıdır. Çünkü, bu azınlıkların Türkleşmesi İslâmlaşması için köklü bir teşebbüs olmadığı ortada iken, bunun, Galanti’nin dediği gibi olmasına imkân yoktur. Ancak yukarıda da izah ettiğimiz gibi, sarayda hâkimiyet kuran Yahudi tesiriyle mümkün olabilir. Bu da Yahudilerin, fırsatları nasıl değerlendirdiğini ve «Siyonizm» ideallerini gerçekleştirmek için hangi kanallardan hareket ettiğini gösterir.
Türkiye topraklarına Yahudi akını bunlarla kalmaz. 1674’de Osmanlı ordusu, Lehistan’a girerek Kamunick (Kaminik) muhasarasını yardıktan, Chockzim (Şokzim) kalesini zaptedip Rusları ric’ata mecbur ettikten sonra, burada felâket ve sefalet içinde olan Yahudiler, İstanbul ve Edirne’ye gönderilmişlerdir. Daha sonra, 1191/1782 yılında lehistan ihtilâli ye taksimi yüzünden 150-200 Yahudi hanesi, hükümetin emriyle, İzmir ve Selânik’e nakledilmiştir. Nihayet 1891 -1892 yıllarında Rusya’da uygulanan korkunç katliamlardan canlarını kurtaran Yahudiler (II. Abdülhamit devrinde), İstanbul, İzmir, Selânik ve İskenderiye’ye yerleştirilmişlerdir.
XVI. yüzyılın sonu ve XVII. yüzyılın başlarında Yahudilerin yayılması en yüksek noktasına erişmiş ve “İkinci Mâbed”in yok edilmesiyle başlayan büyük hicret hareketlerine bir sakinlik gelmiştir. 1492‘de İspanya’dan, bir müddet sonra da Portekiz ve diğer yerlerden çıkan Yahudiler; Türkiye’nin büyük ve verimli şehirleri olan İstanbul, İzmir, Selanik, Edirne, Bursa vs.’yi kendilerine yurt edinmişlerdir. Türkiye’de, İspanyolcayı terk etmemiş ve mânevi harslarını yaşatmışlardır. Bu mânevi harslarını muhafazaya âmil olan matbaaya sahip oldukları için, Türkçe ve Arapça dışındaki dillerde, eserler yayınlayarak kültürlerini devam ettirmişlerdir. İçinde bulundukları çevrenin sosyal ve kültürel durumu onlar için hiçbir şey ifâde etmemektedir. Onlar bulundukları her yerde yabancı olarak kalmışlardır. Bunu, akşamdan sabaha ne olacaklarını bilemediklerine ve hâkimiyeti altına girdikleri İmparatorların onlara paraları oranında itibar etiklerine bağlamışlardır. Yahudiler böylece paranın, mal ve mülkün her şey olduğunu; fakat kendileri için henüz bir şey ifâde etmediğini anlamış ve kendi devletlerine sahip olma yollarını denemeye girişmişlerdir.
Yahudilere göre, belirli bir yer olmadıkça, mal-mülk, hiçbir şeydir. İspanya hariç, göç ettikleri dünyanın hiçbir köşesi, onlar için bir buluşma yeri değildir. Bazı şeyler düşünür, şarkılar söyler, masallar anlatırlar ve bayramlar kutlarlar, fakat bunların hiçbirine kendilerininki gözüyle bakmazlar. Bu yaptıkları işler, fikrî bir gelişmeden doğmuyor ve zamanın fikrî hareketleri onların problemlerine çözüm getirmiyor. Yapılan harbler de onların hakları için olmuyor. İmân esaslarını yaşatmak, tabiata hükmetmek için kendilerini dinleyen bir kimse arıyor ve herşeylerinin kendi dört duvarları arasında kalmasından yakınıyorlar. Kendilerini kenara itilmiş bir topluluk olarak kabul ediyor ve kendi kültürlerine yer verilmesini istiyorlar. Ziraatçı bir millet olarak, o güne kadar, kabul edildiklerini; fakat inançlarının eskiliğinden dolayı kendilerine düşmanlık duyulduğunu ileri sürüyorlar. Ziraat insanları bir yere bağlandığı için, onları, bir yere bağlı kılmayan dünyanın bütün serbest şeyleriyle uğraşmaya başlıyorlar. İşte bütün bunlar, sıkıntı ve zulüm altında olmalarının işareti kabul ediliyor ve bir kurtarıcının, “Mesîh”in gelme zamanını sabırla bekliyorlar. Onları kurtuluşa kavuşturacak Mesîh Türkiye’de zuhûr ettiğine göre bütün şikâyetleri Türkiye’den olmalıdır. Halbuki, onların Türkiye’de nasıl bir yaşantı içinde olduğunu, o zamanki bir Yahudi yazarı şöyle anlatmaktadır: «Ecdadımın izini takibeden Sultan Bayezid, Allah’ın köleleri olan Hz. İbrahim’in zürriyetini iyi kabul etti ve bazı kralların yaptıkları gibi onları huzurundan kovmadı. Şayet bu (Bayezid’in muamelesi) olmasaydı, İspanya, Aragon, Portekiz ve Sicilya'dan kovulmuş olan yahudilerin artığı ve İsrail’in hatırası mahvolacaktı. Yine Türkiye’ye göç eden Portekizli Yahudi Samuel Usque de, bir şiirinde, «Türkiye’de hürriyetin kapılarını açık, kayıtsız ve şartsız, Yahudi dininin serbestliği için meydan bulacaksın. Bu kapılar asla kapanmaz. Orada imanını yenileştirebilirsin, yabancı örf ve âdetlerinden kendini kurtarabilirsin. Yalan-yanlış din telkinlerini terk edebilirsin, eski hakikatlerini tekrar alabilirsin» diyor. Bu Samuel Usque, Selânik’i, İsrail’in annesi olarak görüyor. Selanik, îsrail fikrinin oluşmasına merkez oluyor.
Yahudiler, İspanya’dan kovulan Yahudiler’in Türkiye’ye sığınışlarının 400. yıldönümünde, Türkler’in yapmış oldukları iyilikleri dile getirmiş ve teşekkürlerini sunmuştur. Bu vesile ile «el Tiempo» gazetesinde çıkan şu şiirin, «Eğer insanlar bize karşı oldukları zaman Osmanlılar bizimle olmasaydı: Bizi canlı canlı yutacaklar.» ibarelerinde Türklerin rolü önemle belirtilmeye çalışılmıştır.
«le Drame Juif» adlı eserde de, Yahudiler’in Osmanlı İmparatorluğu’nda fazlasiyle serbestlikten yararlandıkları, gelişip çoğaldıkları; ticaret ve endüstri ile uğraştıkları, hekim, diplomat ve maliyeci olarak çalıştıkları belirtilmektedir. Buna rağmen, Yahudiler, yine kendilerini bir yabancı olarak görmüş ve beraber yaşadıkları milletle aralarında bir uçurum bulunduğunu kabul etmiştir.
Bu hususta T. Fritsch şöyle diyor: «Yahudilik ötedenberi zamana uymayı ve zaman cereyanlarını kendi hizmetinde kullanmayı ustacasına bilmiş ve becermiştir... Yahudiler, para kuvvetiyle kamuoyunu etkilemeye gittikçe daha çok, daha kolay muvaffak oluyorlardı. İtalyan Yahudisi ve Mason Montefiore’nin soydaşlarını şu aşağıdaki sözlerle uyarması boşuna değildi: Nafile yere devletleri iflâsa sürüklüyor ve devlet istikrazları yapıyorsunuz. Milletleri aldatmak ve bunaltmak için dünyadaki bütün gazeteleri elimize geçirmediğimiz surece hâkimiyetimiz sadece bir kuruntudan ibaret kalmaya mahkumdur. Gerçekten Yahudiler bu alanda parlak başarılar elde etmişlerdir».
Yeni zaman gelişmelerinin çoğunun asıl mucudi olan Yahudiler, bunları, kendi üstünlüklerini en kolay şekilde gösterebilecekleri alanlara yöneltmişlerdir.
Yahudiler, gittikleri bütün memleketlerin zenginlik kaynaklarını ellerine geçirmelerine rağmen, Tanrı’nın «Ele geçirmek için vardığın her ülkede daima bir yabancı olarak kal» sözünü temel kabul edip her gittikleri yerde misafir olarak kalmış; kendilerini yabancı sayıp, içinde bulundukları memleketin mukadderatına bağlılık duymamışlardır. Fakat, mal- mülk sahibi olmakla ve bulundukları yerlerde hâkimiyet kurmaya çalışmakta bir beis görmemişlerdir. Böyle ayrı ayrı ülkelerde yabancı olarak kalmalarına rağmen aynı duyguları paylaşmış ve dinî yaşantılarını sürdürmüşlerdir.
1919 sene evvel, yani M. S. 70 yılında, İstiklâllerine son verilip, yer yüzüne dağıtılmış olan Yahudiler dinî ve kültürel yaşantılarını muhafaza ettirmiş, dualarında daima Filistin’i anmış ve Mesih’in gelip onları atalarının memleketine döndüreceği inancını taşımışlardır, Benzerini, 9 Mayıs 1942’de New York’da yapılan Siyonizm Kongresi’ne, D. Ben-Gourıon, sunduğu raporda, Filistin’in, ne halkı ve ne de kültürü itibariyle Türk olduğunu, Yahudilerden başka hiç kimsenin Filistin’e benimdir diye sahip çıkmadığını ve Yahudilerin hayat boyunca, oraya, İsrail’in vatanı gözüyle baktıklarını ifade etmiştir. Bu, Osmanlı İmparatorluğunun uyguladığı siyasetten ileri gelse gerekir. Galanti, «Yahudi mekteplerinde, dinî sebeplerden dolayı, her vakit İbranîce okunurdu ve okunuyor» diyor: Hattâ o, sokakta oynayan 5 - 6 yaşlarında 4 - 5 çocuğun İspanyol yahudicesiyle konuştuklarını gördüğünü; bunların niçin Türkçe konuşmadıklarını kendi kendine soruyor ve cevabını da «Çünkü, anneleri Türkçe bilmezler» diye veriyor. Halbuki bu Yahudilerin. 1492’den beri, kitle halinde Türkiye'ye gelip rahat ve huzur içinde yaşadıklarını, çeşitli kaynaklardan, geçmiş sahifelerde verdik. O zamandan beri, Yahudiler, memleketin ticaret, endüstri, san’at, gümrük işlerini ellerinde tutmuş, piyasaya hâkim olmuş; kumaş, kauçuk, çorap, ipek, çuha ve yün fabrikalarının sahibi olmuşlardır. Ayrıca altın ve gümüş işleri ve işçiliği de Yahudilerin hâkimiyetindedir. Türkiye’de ilk defa devlet otoritesine karşı gelen ve ticarete hile karıştıranların Yahudiler olduğu; o tarihe kadar Türkler’in ticaret işlerinde çok dürüst davrandıkları ve en küçük hilekârlıktan nefret ettikleri ileri sürülmektedir.
“Yahudilik tarihi ve inancı, Yahudiliğin bir gün bütün dünyayı kaplayan yeni bir inancı beklediği ve umduğu noktasında ayrıca dikkati çekici bir mahiyet arzediyor..,”. Yahudiler bu ideallerine ulaşmak için Kapitalizm’den Komünizm’e kadar bütün yolları deniyor ve kendi hedefleri için kullanıyor. Bütün dünyada başlayan bu hareketler, Türkiye’de de kendisini kısa zamanda gösteriyor. Özellikle bu hareketlerin Yahudilerle meskûn olan yerlerde vuku bulması câlib’i dikkattir. Bu beynelmilel akımlara göz attığımızda; temelinin ya Yahudiye dayandığını veya Yahudi’nin onu kendi emeli doğrultusunda kullandığını görürüz.
Beynelmilel bir hüviyete sahip olan Masonluk, gelenek ve sembolleriyle, eski Mısır’a ve Yahudiliğe dayandığı; ütopist mahiyette insanlık, dünya vatandaşlığı, enternasyonalizm gibi kozmopolit ülküleri benimser göründüğü halde, sadece kendi mensuplarının menfaatini ön plâna aldığı, Yahudi emellerine, ülkülerine vasıta olduğu, İsrail devletinin kurulması için bir araç haline geldiği ve ard plânda Yahudiliğin beynelmilel himayesinin bulunduğu ileri sürülerek, tenkide uğramıştır. Masonluk bir Yahudi örgütü olarak kurulmuş, daha sonra Yahudi olmayanları da içine almıştır.
Bir İngiliz yazarın, «Mason, sun’î bir Yahudidir» dediği kaydedilmektedir. Masonların düsturu şu esaslarda toplanır: «Hürriyet (özgürlük), Müsavat (eşitlik), Uhuvet (kardeşlik)». Buradan da bakınca, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün fikrî gelişmelerinde ve hareketlerinde, bir Yahudi unsur veya dönmeler görülür. Yahudi Prof. Avram Galanti’nin bunu teyid eden cümlelerini aynen veriyorum; «Museviler, bu memleketin yükselmesi için çok faydalı unsurdur. Ben, Türklerin terakki yolundaki satvetli adımlarına kaniim. Türklerin bu terakki ve yükselme hizmetlerine Museviler (Yahudiler) dahi iştirak etmişlerdir. İstihdaf (amaç) edilen gaye de istikbâle yardım etmektedir». Bunun için, 1738’de, İzmir, İstanbul, Selanik ve Halep’te İngiltere’ye bağlı mason mahfilleri açılmaktadır.
Din ve milliyeti reddeden, ruhî, insani ve dünyevî her meseleyi İktisadî âmille, tarihî maddecilik, sınıf mücadelesi ve işçi diktatörlüğüyle halledeceğine inanan Karl Marks’ın Mason bir haham ailesine mensup Yahudi olduğu belirtilmektedir. Marksizm’le Kapitalizm’in ikiz kardeş olduğu; her ikisinin de arkasında Yahudiliğin bulunduğu; Türkiye’de de bu tür akımların yayılması ve benimsenmesi için çalışanların başında Yahudilerin ve Yahudi dönmelerinin geldiği ileri sürülmektedir.
1889 senesinde Edvard Drurhont tarafından yazılmış «La France Juıve» isimli eserin 131. sahifesinde, Mithat Paşa için, «Macaristanlı bir hahamın oğlu olan Mithat Paşa, Türk devletinde malum yenilikleri yapmaya başlamıştır. Yahudi prensiplerine dayanan mektepler açtırmış ve bu mekteplerde ihtilâlci doktrinler öğretmiştir» denildiği kaydedilmektedir. Bunun yanında, onun asîl bir ailenin ve bir kaza kadısının oğlu olduğu ve 10 yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği de ileri sürülmektedir.
Theodor Fritsch, eserinde, şu görüşlere yer veriyor:
«Liberalizm ile Yahudi dostluğu, başlangıçta, aynı olmamasına rağmen 1830’da Paris’ten gelen, liberal dalga, liberalizmi de Yahudileştiriyor. 1830’larda düşmanların kalesi gözüyle baktıkları Üniversitelerdeki Öğrenci Cemiyetlerine girip yuvalanıyorlar. Her türlü başkaldırma ve isyan hareketlerini, genel merkez rolü oynayan Paris’ten yürütüyorlar. Almanya’da, Yahudilere diğer haklar tanınmasına rağmen, devlet makamlarına alınma hakkı tanınmıyor. Sebep olarak da; onların bu hakkı general, bakan ve hatta millî eğitim bakanı olmak için istemiş olmaları gösteriliyor. Almanya'da 1848'de siyasî partilerin zuhuru ile iki tip parti kuruluyor: Birinciler; Alman milletini ve milliyetçiliğini her şeyin üstünde tutanlar. İkinciler; Zentrum Partisiyle ilerici partiye ve sosyal demokrat partiye ayrılıyor. «Nasıl ki Zentrum Partisi mensupları (Biz hepimiz Cezvitiz) diyorsa, sosyal demokratların hepsi ya Yahudidir, ya da Yahudi dostu. Sosyal demokrasinin babası komünistlik manifestosunun yazarı Yahudi Marks (Mordehai)’dir». Yahudi kendi millî varlığının özünü ne kadar inat ve sebatla koruyorsa, onu rastgele bir milliyete büründürerek örtmekte de aynı gayreti gösterir. Yahudilik eski çağlarda da millî çözülmelerin etkenli bir mayasıdır».
«Azınlık veya heterojen gurupların, içinde bulundukları toplumun değişmesine göre politik tercihlerinin de değiştiğine ilgi çekici Örnek Yahudiler’dir. Fransa’da azınlık olan Yahudiler bu ülkede liberal, lâik ve sol akımları desteklemişlerdir. Ama Filistin’de (kendi) toplumlarına gidince, aynı kitleler, milliyetçi, muhafazakâr ve sağ eğilimlere yönelmişlerdir...
Heterojen gruplar, daima gelenekçilik karşısında olacaktır. Çünkü ‘gelenek’ onları toplumun bütünlüğü içinde ‘heterojen’ hale getiren unsurları taşımaktadır. Heterojen gruplar, lâik ve hümanist akımlara yöneleceklerdir. Çünkü din farkının kaybolması veya önemini kaybetmesi, onları dini çoğunluk içinde dinî azınlık olmaktan çıkaracaktır. Hümanist akımların gelişmesi, onları diğer kültür normları bakımından aynı duruma getirecektir.
Böylece heterojen gruplar, geleneksel kültürle ilgisi azalmış ve gelenekçilik iddiasında olmayan, dışa açık partilere yöneleceklerdir. Kültürel kıstasların yerini insanların din ve kültür vasıflariyle ilgili olmayan İktisadî kıstaslar alacaktır. Dünyanın her yerinde sol akımların öncelikle azınlıklar ve heterojen gruplar arasında tutulmasının sebebi budur. Nitekim Türkiye’de de sosyalist alanlar ilk desteğini Osmanlı döneminde azınlıklarda bulmuştur. Osmanlı Mebusan Meclisindeki Rum, Ermeni, Yahudi milletvekilleri sol ve sosyalist eğilimli idiler veya (Burjuva Hümanizmi) mânâsında bir Batılâşmaya bağlı idiler».
İşte bu azınlıklardan biri olan Yahudiler, Türkiye’nin en verimli şehirlerine yerleşip, emniyet ve huzur içinde, mal- mülk sahibi olmalarına rağmen, Filistin’e dönüp, Yahudi devletini kurup Beyt Ha Mikdaşı ( = Süleyman Mabedi) inşa edip dinî âyinlerini serbestçe İcra etme idealini taşıyan Siyonizm’i düşünüyorlardı. Siyonizm, Yahudi milliyetçiliği için toplanma noktasıdır. Bu siyonizmi değerlendiren Atilhan, «Dünya üzerinde yekdiğeriyle çarpışmakta olan ve gayeleri arzı istilâ ve bütün mevcudatı istismar olan ana cereyanların direktif aldığı bugünkü Siyonizmin bir cephesi de demokrasidir ...» demektedir. Yahudilerin, Filistin'e ulaşmak için gizli komünist partisine iltihak etmelerini tavsiye eden ve Cenevre’de çıkan «Filistin Haberleri» broşürünün 24 Temmuz 1947 tarihli sayısında yer alan yazıyı Prof. Abraham Galanti’nin eserinden aynen veriyoruz: «Anadolu Ajansının, Cenevre özel muhabirinin 3 Ağustos 1947 tarihli bir telgrafı İstanbul gazetelerinin 4 Ağustos tarihli nüshalarında intişar etmiştir. Telgraf metni şöyledir:
‘Cenevre’de iki aydan beri çıkan «Filistin Haberleri’ 24 Temmuz 1947 tarihli sayısında (1946 -1947 siyasî icmali) başlığı altında bir muhtıranın genel hatlarını neşretmektedir. Bu muhtıra Yahudi idaresi tarafından Birleşmiş Milletler komisyonuna tevdi edilmiştir ve 9 fasla ayrılmıştır ki 71 sayfalık bir broşürdür. Bu broşürde İngiliz- Amerikan komisyonunun raporundan ve bundan doğan neticelerden bahsedilmekte ve bu muhtıranın neşrindenberi vukubulan hâdiseler gözden geçirilmektedir. Yahudi idaresi bugün Türkiye’den Yemen’e ve Irak’tan Fas’a kadar bütün Müslüman Orta - Şark’ta yaşamakta olan 900.000 kadar Yahudinin içinde bulundukları korkunç şartların bir tablosunu çiziyor. Muhtırada ileri sürüldüğüne göre, Yahudi gençliği için iki şarttan birini seçmek mecburiyeti vardır.
Bu da tehlikeli yollardan Filistine erişmek, yahut ta, hâkimiyetleri altında küçültücü bir hayat sürmek zorunda kaldıkları insani duygulardan uzak derebeylik hükümetlerine karşı savaşmak için gayri-kanuni bir komünist partisi’ne iltihak etmektir.
Yahudi idaresinin muhtırasında, Yahudilerin bütün memleketlerde tedricen soyulmaları yolunda ne gibi usûller kullanıldığı, Yahudilerin ticaret hayatından ihraç edilmiş oldukları Türkiye’de bir sömürge idaresinin örsü ile ateşi başına vurmuş bir yerli halkın çekici arasında ezildikleri anlatılmaktadır.
Cenevre Sionist Mecmuası’nda bahsolunan rapor, sene iptidasında kaleme alınan İngiliz- Amerikan komisyonunun tahkikatı üzerine Yahudi ajanının neşredip Birleşmiş Milletler komisyonuna tevdi ettiği rapordur.
Bu rapor üzerine ifadesine başvurulan İstanbul Yahudi Cemaati Reisi Henri Seriano, böyle bir rapordan haberdar olmadığını ve Türkiye’de yaşayan Yahudilerin bütün Türk vatandaşları gibi eşit muamele gördüklerini beyan ederim diyor.
Yahudiler bu duyguyu ve İspanya’da geliştirmiş oldukları Yahudi Mistisizmi’ni, Kabbala’yı gittikleri yerlere yaymışlardır. XIII. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Kabbala’nın iki kitabından biri olan Zohar’da kurtuluşun ve «Mesih» in gelmesinin yakın olduğu kehâneti yer almaktadır. Kabbala, mistik bazı izahlarla «Mesîh»in geliş tarihinden bahsetmektedir. Mesih’in gelişi, oraya buraya dağılmış olan Yahudilerin atalarının topraklarına dönüşün müjdecisi kabul edilmektedir. Mesih’in gelişi ile ilgili çok çeşitli tarihler üzerinde durulmuş; sonunda 1648 veya 1666 tarihinde karar kılınmıştır.
İzmir'de Mordehay Sevi adında bir Yahudinin oğlu olan Sabatay Sevi, çocukluğunda Kabbala üzerinde çalışmış ve Yahudilerin bekledikleri “Mesih” inancı ona cazip gelmiştir. Buna göre kendisini hazırlamış ve günü gelince de «Mesîh»liğini ilân etmiştir. Mesih'i bir kurtarıcı olarak bekleyen Yahudiler arasında bir hareket başlamıştır.
Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder