Ateş
Bir Yakut efsanesinin kahramanı “Ateşin nereden gelir, onun vazifesi ve gücü nedir, onu kim yaratmıştır?” diye sorar ve sonunda, ateşin süt beyazı tahtında oturan Gök Tanrı “Ürün Ai Toyon”un oğlu olduğu sonucuna varır. Ateşin doğduğu yerin gökyüzü olduğu inancı, Altay halkları arasında oldukça yaygındır.
Bu tasavvurun temelinde nelerin yattığını, ateşin kökeni hakkındaki efsanelerden anlamak mümkündür. Turuhansk bölgesindeki Tunguzlar, ateşi gökten yeryüzüne ilk indirenin “gök gürültüsü kuşu” olduğuna inanırken, Yakutlar ateşi insanlara verenin göğün üçüncü katında yaşayan “Ulu toyon”un olduğuna inanırlar. Ulu Toyon’un “ateş kuzgun”u ise Yakut inançlarında yıldırım anlamına gelir. Balagansk bölgesi Buryatlar ise, insanlara ateşi armağan eden ve ateşin koruyucu ruhu olan “Galta ulan tengri” (galta ula: yanardağ) isimli bir tengeriye inanırlar. Bu tengri, aynı zamanda yıldırımın ve sıcağın da cini (ruhudur) olup, istese otları kökleri, nehirleri de kaynaklarıyla beraber kurutabilecek kadar kudretlidir. Bir Buryat efsanesine göre de “Sagadai Ubugun” isimli kahraman bir yıldırımın çıkardığı yangından ilk ateşi almış ve o zamandan beri insanlar ateşi kullanmaktadırlar. Altay Tatarları, insanların ilk atalarının sadece bitki ve meyve yediklerini ve ateşe ihtiyaçları olmadığı içinde ateşi bilmediklerini anlatırlar. Zamanla yedikleri değişip, yemek pişirmeye başlayıp, ateşe ihtiyaç duyduklarında, Baş Tanrı Ülgen, biri beyaz, biri siyah iki taşı birbirine sürterek gökyüzünden yeryüzüne bir kıvılcım sıçratmış ve kuru otların üzerine düşen bu kıvılcımla insanlar ateşe sahip olmuşlardır.
Buryat büyücüsünün terennüm ettiği bir ilâhide, ateşi “gündüz göğünün ortanca, gece göğünün de en küçük oğlu” olması ile tazim eder. Benzeri şekilde Yenisey Ostyakları da atalarının ateşi bir yıldırım vasıtasıyla gökyüzünden almış olduklarına ve bir büyücünün onlara ateşten nasıl faydalanacaklarını gösterdiğine inanırlar. Rivayete göre ilk başlarda bütün kabilenin tek bir ortak ateşi vardı ve herkes ihtiyacı kadar bu ateşten alırdı.
Bazı efsanelerdeyse ateşin yaratıcısı olarak zeki bir havyan vardır. Buryat efsanelerinde geçen bu tarz bir bilge hayvan, aslında bir zamanlar insan olan kirpidir. Daha hiç kimsenin, hâtta tanrıların bile ateşi bilmedikleri çok eski zamanlardan birinde, bütün herkes toplanıp, “kirpi”ye bazı konularda fikir danışmak isterler.” İlginç görünümüyle, bazı kimselerin alay etmesine son derece öfkelenen kirpi, sırlarını kendi karısı dışında hiç kimseye söylememeye karar verir ve ona da bunları kimseye söylememesi şartıyla anlatır. Kirpi, karısına nerelerde çakmak taşı bulunacağını ve bununla nasıl ateş yakılacağını anlatırken, tanrıların “kirpi”yi gizlice dinlemesi için gönderdikleri bir doğan kuşu, konuşulanları tanrılara ulaştırır. İnsanlar da böylelikle ateşin nasıl yakılacağını tanrılardan öğrenirler. O zamanlar insan olan kirpinin soyundan gelenler, daha sonra bildiğimiz kirpi hayvanına dönüşürler.
Aynı efsaneye bazı Doğu Avrupa halkları arasında rastlandığı gibi, meselâ Votyaklar arasında, kirpinin bir toplantıda insanlar ve hayvanlara nasıl taş, demir ve kav ile ateş yakılabileceğini gösterdiği anlatılır. Buna mukabil, Altay efsanelerinde bu bilge hayvan kimliğini kurbağa üstlenir. İnsanların ateş yakmak için gerekli malzemeleri nereden bulacaklarını bilmeyen Baş Tanrı’ya “dağlarda taş, kayınlarda kav” var diyerek yol gösteren kurbağadır. Teleüt efsanelerindeyse, büyük bir toplantıda insanlara ve hayvanlara aynı tavsiyeyi veren “Korbolko” adındaki bir kuştur. Bir başka Buryat efsanesinde ise, kırlangıcın Gök Tanrının ocağından bir parça ateşi çalıp, gagasıyla insanlara getirdiğinde, Gök Tanrı bu ateş hırsızını cezalandırmak için attığı tokadın kırlangıcın kuyruğuna isabet etmesiyle, kırlangıcın kuyruğu kırılıp, çatal şeklini almış olduğu şeklinde anlatılır. Yakutlar arasında anlatılan bir başka hikayede de can sıkıntısından taşları birbirine çarparak vakit geçiren bir ihtiyardan bahsedilir ki, ihtiyarın taşları birbirine sürterek çıkardığı kıvılcım, etrafta çalılıkları tutuşturup, gittikçe büyüyüp, ancak yağmur yağdığında sönen bu ateşi seyretmek için bütün insanlar yangın yerine toplanırlar. Bu sayede insanlar ateşin nasıl yakılacağını ve suyla söndürüleceğini öğrenmiş olurlar. Moğollar içinse ateşin; “demir babası, taş ise anasıdır”
Yukarıda mevzubahs edilen efsanelere göre ateşin ya gökyüzünden indiği veya taşın sürtünmesinden hasıl olan kıvılcımdan ortaya çıktığına dair iki temel inanç hakimdir.
Moğollar, dualarından bazılarında ateşin “Khangai Han” ve “Burkhatu Han” dağlarının zirvelerinde yetişen karaağaçlardan geldiğinden bahsederler. Bununla, muhtemelen tahta ve taşların sürtünmesi yoluyla yakılan ateşi kastetmektedirler ki, bazı yerlerde de ateşin çok eski zamanlarda yer ve göğün birbirinden ayrıldıkları zamandan beri var olduğuna inanılır.
Çeşitli yollarla yakılan ateşlerle, kendiliğinden oluşan ateşlere farklı yaklaşıldığını gösteren bir çok örneğe rastlanılır. Yıldırım düşmesi sonucu oluşan ateşe olmasa da, meselâ sürtünme yoluyla yakılan ateşe sihirli güçler atfedilir. Eski Arap kaynaklarında Türk boylarının ateşe taptıklarının bildirilmesi, genel olarak Altay halklarının ateşe özel bir değer verdiklerinden anlaşılmaktadır. Plano Carpini, ateşe yakın bir yerde et kesmenin veya ateşin yakınında bıçakla tencereden et almanın Moğollarda günah sayıldığını nakleder. Bıçakla ateşi karıştırmak ise bundan daha da büyük bir günah sayılır, zira keskin bıçağın ateşi yaralayacağına inanılır. Ateşe kirli, kötü kokulu veya ateşin gücünü ve parlaklığını azaltacak şeyler atılmamalıdır. Ateşe tükürmek veya su dökerek söndürmekse yasaktır.
Ateş konusunda Yakutlar da aynı derecede hassastırlar. Onlarda ateşin keskin ve sivri cisimlerle karıştırılması, üzerine ayakla basılıp veya su dökülerek söndürülmesi yasaktır. Ateşin, “çam ormanlarını kendilerine verilmiş bir hediye olarak kabûl ettiğine, bataklık ormanlardan beslendiğine ve geceleyin kuru ağaçlarda dinlenip” aynı zamanda insan dilini anladığına inanılır. Bu sebeple ateşe bağırmak veya azarlamak kötü bir şey olarak addedilir. Bu kurallara sadece Yakutlar değil, Altay Tatarları, Tunguzlar ve diğer pek çok Sibirya halkı da sıkı sıkıya riayet ederler. Aino kabilelerinde de ateşi yaralamak veya onu kirletecek şeyler yapmak-meselâ, tükürmek veya piposunun küllerini ocağa dökmek gibi- davranışlar yasaktır. Jurak Samoyedleri de ateşe pis şeylerin atılmaması konusunda oldukça titizlenirler, hâtta üzerine basılmış odun parçalarını bile ateşe atılmasına razı olmazlar. Bunun dışında ateşe vurulması veya üzerinden geçilmesi de yasaktır. Ob ve İdil nehirleri boyundan başlamak üzere, Baltık kıyılarındaki Fin kökenli kabileler arasında görülen bu inançlar, bunların kalıntıları sayılabilecek bazı İndo-Cermen ve diğer Avrupa halkları arasında da görülür.
Ateşe ilişkin bu tarz hassasiyet, sadece evlerdeki ocak ateşleri için değil, avcıların yaktıkları kamp ateşleri için de geçerlidir. İlkel topluluklarda ateş, insanların ışık ve ısı kaynağı olarak hayatî bir öneme sahip olmakla, ateşe atfedilen kutsallığın kökeninde hiç şüphesiz bu hayatî önem vardır. Ancak bunun yanında ateşin o esrarlı karakteri ve hepsinden önemlisi yok edici gücü, insanlarda korkuyla karışık bir saygı yaratmıştır. Kırgızlar, “hiçbir şey ateşten daha güçlü değildir” derken, Sibirya’nın kuru yaz mevsiminde çok geniş alanları yok edip, insan ve hayvanları açlık ve yok oluşun eşiğine getiren orman yangınları hiç şüphesiz ateşin yok edici gücünün ispatıdır.
Bu yangınların sebebi olarak her hangi bir sebeple ateşin öfkelenmiş olması gösterilir. Ateşin, bir çok bölgede hastalıkları başlatabileceğine olan inanç şekli, ateşin öfkesini başka yollarla gösterebileceğine delil teşkil eder. Bundan hareketle Yakutlar, ateşe kötü davranan çocukların “ateş öfkesi” denilen hastalığa tutulduğuna inanırlar. Bu hastalık Finliler arasında da aynı isimle anılır. Ateşe tükürmekten özellikle kaçınılmalıdır, zira bunu yapan kişinin dudakları ve dilinde sivilceler çıkar. Teleütler ise, eğer annelerini ateşi kızdıracak olurlarsa, çocukların boyun ve kafalarında ateşli lekeler çıkacağına inanırken, Moğollar da bazı deri hastalıklarının ateş tarafından getirildiğine ve ocaktaki ateşin belli bir sebep olmadan kendiliğinden söndüğü takdirde, bunun ateşin öfkelenmiş olduğunun işareti olduğuna inanırlar.
Işık ve ısı kaynağı olmakla, yemek pişirmenin yanında ateşin başka birtakım özel görevleri de vardır. Ateş ve dumanının iyi bir temizlik maddesi olduğu inancıyla, avcılar sık sık silahlarını ve avladıkları hayvanları ateşin dumanında tütsülerler. Yakutlar, kirlenmiş olduğunu düşündükleri bir gölde balık avlamadan önce, yıldırım düşmüş bir ağacın kıymıklarını yakıp, tütsüleyerek gölü temizlediklerine, Buryatlar, cenaze törenlerinde çadırın önünde yakılan bir ateşin üzerinden atlayarak arındıklarına inanırlar. Aynı gelenek bir çok başka Sibirya halkı arasında olup, sözün gelişi bütün köy olmasa da, en azından ölenin yakınları dumanla arınmalıdırlar. Orta Asya halkları her hangi bir şekilde, meselâ ölen kişiye dokunarak veya temas ederek kirlenmiş olan bütün insan, hayvan ve eşyaları yakılan iki ateşin arasından geçirerek arınacağına inanırlar. Ruysbroeck, ölen kişinin eşyalarının ateşle arınma yapılana kadar diğer insanların eşyalarından ayrı tutulduğunu belirtir. Ateş ve duman yardımıyla, kadınlar da doğum sonrası arınarak temizlenmeye dair inançları, Turuhansk bölgesinde kadınların doğumdan sonra üç defa ateşin üzerinden atlaması, Tunguzlarda kadının bu ritüeli çıplak olarak yapması şeklinde icra edilir. Bu esnada kadının elbisesi de ateşte yakılır ve kocası ona yeni bir elbise alır. Kadın doğumdan sonra kirli sayıldığı için, bir ay boyunca ateşe yaklaşması menedilmiştir, aksi hâlde ateşin ruhu onu kısırlaştırır. Burada dikkâtimizi çeken husus, normal zamanda ateşin üzerinden atlamak veya ateşe pis bir şeyler atmaya izin verilmezken, arınma ayinlerinde buna izin verilmiş olmasıdır.
Ateşin hastalıklardan korunmada da çok önemli bir rolü vardır. Salgın hastalık dönemlerinde Yakutlar, mümkünse yıldırım düşmüş bir ağacın kıymıklarından sürtme yoluyla bir ateş yakıp, bu ateşle evler, insanlar ve hayvanları arındırırlar. Hayvanlarda eğer hastalık görülecek olursa, hayvan ahırlarının önünde yeni bir ateş yakılır ve hayvanlar bu ateşin üzerinden geçirilip, üzerlerine kavrulmuş un serpilir. Rusya genelinde Tatarlar ve Çuvaşlar arasında uygulanan bu gelenek hakkında Teleüt ve Yakutlar, bu geleneği Ruslardan öğrendiklerini söylerler. Çok yaygın olan bir başka gelenekse, yazın sıcak günlerinde köyün bütün evlerindeki ateşleri söndürüp, sonra açık bir alanda yine sürtme yoluyla yeni bir ateş yakılmasıdır. Bu ateşten herkes evine bir parça götürüp ocaklarını bu yeni ateş ile tekrar yakarlar. Bu gelenek, İdil boyu Fin kabileleri arasında ve dünyada muhtelif halklar arasında da uygulanmaktadır.
Bazı eski kaynaklarda Türk Tatar hükümdarlarının yabancılarla ilişkiye girdiklerinde, ateşi kendilerini koruyan bir güç olarak gördüklerinden bahisle, Bizans vekayinâmelerinde İmparator Jüstinyen’in elçileri Büyük Han’ı ziyaret etmek için İrtiş nehrinin kaynağının bulunduğu bölgeye geldiklerinde, Büyük Han onları ancak iki ateşin arasından yürütüp, bir nevi temizlendikten sonra kabûl ettiği anlatılır.
Bu arınma merasimlerinin çoğu, zararlı ve kötü ruhları kovma maksadına matuftur. Ölüler, geceleri evlerini aradıkları için ateş geceleri özellikle söndürülmez. Ateşin koruyucu gücüne dair bu tasavvurun kökeni çok eski dönemlere, insanların ateşi gecenin tehlikelerine (vahşi hayvanlar v.s.) karşı bir emniyet tedbiri olarak kullandıkları dönemlere dayanmaktadır. Hayvanlar nasıl ateşten korkarlarsa, sık sık hayvan suretine giren kötü ruhların da ateşten korktuklarına inanılır.
İlkel halkların inanç ve gelenekleri incelendiğinde, hayvanlar hakkında edinilen tecrübelerin, sık sık ruhlar dünyasına da aktarılmış olduğuna şahit oluruz.
Altay halklarının bazılarında yemin edilirken, Yakutlar da görülen biçimiyle, söylediklerinin doğruluğuna şahit olarak, ateşe doğru eğilerek, ateşin yardımına veya şahitliğine başvurdukları görülür. Fin kökenli Ostyaklar, ateşin şahitliğinde yemin ederken; “ateşin gücünün yarattığı korkunun, yemin edenin doğruyu söylemesini sağlayacağına inanırlar. Jurak Samoyedleri ise yemin ederken ateşe bir bıçak sokarak; “Eğer suçlu isem, ateşin ihtiyar büyükannesi beni yesin” derler. Yakutlar, sohbet esnasında ateş bir anda parlayacak olduğunda, anlatılanların gerçek olduğuna dair bir işaret sayarlar.
Ateşin durumunun bazı şeylerin işareti olduğuna dair inanç, meselâ ateşten fırlayan bir kömür parçasının ateş başında oturan bir kişinin kucağına düşmesi, Yakutlarda hayırlı bir şeyin gerçekleşeceğine yorulur ve kucağına kömür parçası düşen kişi, bunu öpüp başının üstünden fırlatır. Arap seyyahlar, bir Türk hakanının adına yakılan ve önünde kurbanlar kesilen büyük bir ateşle, bu ateşin başında dualar edilip, aynı zamanda alevlere bakarak kehanetlerde bulunulduğunu, alevler yeşil ise, senenin yağmurlu ve bol bereketli geçeceği, alevler açık renkli ise, mahsulün kötü olacağı, kırmızı ise savaş çıkacağı, sarı ise hastalık ve Hakanın ölümü veya uzun bir yola çıkılacağı anlamına geldiğinden bahsederler. Evdeki ocağın ateşinin aileyi koruduğu tasavvuru çok yaygın ve anlaşılır bir inanıştır. Sibirya halkları için ocak ateşi, bir aileyi veya akrabalar grubunu tanımlayan en belirgin özelliktir. Yabancılara, aile evinin ocağının (ateşinin) başında ağırlanma şerefi verilmemesi, ocağın aile için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Hâtta Altay Tatarlarında, başka bir soya gelin giden evin kızı bile, ateş başında ağırlanma hakkından mahrum olduğu gibi, Yakutlarda, yabancı bir soydan olanlar, ocak ateşinin ışığının önünden geçmesi bile sakıncalıdır. Aynı şekilde damat da, gelin için belirlenmiş bedeli ödemedikçe, gelinin evindeki ocağın ateşinden sigarasını bile yakamaz. Teleütler ve Buryatlar yabancı bir kabileden, ancak hiçbir çare kalmamışsa ateşi “ödünç” alabilirler.
Eski dönemlerde ateş yakmak zahmetli bir iş olduğu için, ocağın ateşinin sönmemesi ve sabah kolayca canlandırabilmek için ateş geceleyin küllerle örtülürek ciddi bir çaba harcanırdı. Yakutlar bunun için “ateşin uyuması” ifadesini, Buryatlar da bir bilmecelerinde geçen “üstü gümüş, içi altın” ifadesiyle üstü örtülen ateşi kastederlerdi. Ocaktaki ateş her hangi bir sebepten sönecek olduğunda, komşulardan ateş alınırsa da, ateşin sönmesi genel olarak uğursuzluk, canlı ve devamlı olması da bütün aile için mutluluk ve şans anlamına gelir. Altay Tatarları yeni evlilerin evine tahta getirip, bunu ocağın üstüne koyarken “ateşin hiç sönmesin” dileğinde bulunurlar, çocuğu olmayan bir Buryat “Ocağımın ateşi sönüyor” diye şikayet eder. Kafkas halkları arasında düşmana söylenebilecek en kötü beddua “ocağının ateşi sönsün” şeklindedir.
Altay Tatarları ve Buryatların eski geleneklerinden biri de, bir yerden bir başka yere göç edecekleri zaman ocağın küllerini de yanlarında taşımalarıdır. Böylece yeni gittikleri yerde eski ateşi tekrar yaktıkları gibi, (Anlaşılacağı üzre burada da ailenin devamlılığı sağlanmış olur) yeni bir eve geçileceği zaman da ateş aynı şekilde bir evden diğerine taşınır. Ailenin en yaşlısı, bir küreğin üzerine konmuş olan korları yeni eve taşır ve “ateş ana”ya edilen dualar eşliğinde yeni evin ocağına koyar. Erkek kardeşler evlerini ayıracak olduklarında, eski ateş ailenin genç erkeğinde kalır ki, bu geleneğin kökeninde, Ruysbroeck’in eserinde de anlatmış olduğu gibi “aile ocağının (evinin) evin en genç oğluna miras kalması” geleneğine dayanır. Ama bunun yanında, baba evinden ayrılan oğulların ocağın ateşinden almalarına ilişkin benzeri geleneklere İdil boyu Fin halklarıyla, İndo-Cermen halkları arasında da rastlanır. Buryatlar, kurban törenlerinden dönerken, tören ateşinden bir parça alır ve evlerindeki ocağa koyarlar.
Ateşe sunulan kurbanlar hakkında ise bahsedilecek çok şey vardır. Aileye dışarıdan katılan biri, öncelikle ateş için bir kurban vererek, ateşi kendi ocak ateşi olarak kabûllenmelidir. Orta Asya’nın bir çok yerinde, gelinin evlenirken kocasının evine bir kurban vermesi geleneği vardır. Torgutlar ise, eve gelen gelin ateşe doğru üç defa eğilip, ateşe tereyağı ve yağlı başka yiyecekler sunmak zorundadır. Genç kadın ocağın önüne serilen bir keçe örtünün üzerine oturup, ona verilen yağlı yiyecek maddelerini üç defada ateşe atar. Te-leütler ise, geline eşlik eden refakatçilerle ocaktaki ateşin üzerine alevler bacaya çıkana kadar tereyağı dökerler. Teleütlerdeki evlilik töreninin ilginç ritüellerinden biri de, evin ocağını temsil eden, içleri oyulmuş üç adet taş ocağın dibine yerleştirilir. Bunların içleri beyaz ve kırmızı kurdelelerle süslenmiş söğüt dalları ve tereyağı ile doldurulmuştur.
Bu taşlar sadece evlilik ve kurban törenlerinde kullanılır, onun dışında evin ocağının arkasında muhafaza edilir ki, bu üç taş, aile evinin ilk ocağını temsil eder. Buryatların dualarında “üç ocak taşı”ndan bahsederler ve üç köşeli ocak Teleütler için kutsaldır. Altay Tatarlarında ise, gelinin saç örgüleri çözülürken, damadın akrabalarının ateşe at yağı atmaları ve ateş harlandığında dualar ederek, ocağın etrafında üç defa dönme geleneği vardır. Bu ritüel, gelini artık yeni ocağına teslim ettikleri ve onun için mutluluk ve zenginlik, ahırlarının yeni hayvanlarla, evinin de çocuklarla dolup taşma temennilerinin ifadesi olup, ancak bundan sonra genç kadın ailenin bir üyesi sayılır ve artık o da ocak ateşine sunu yapmaya hak kazanır. Bazı yerlerde gelin, kocasının evine girdiğinde ocağın önünde yere kadar eğilir ve geline “ocağının ateşi asla sönmesin” dileğinde bulunulur. Bir başka geleneğe göre de damadın evine gelen gelin, ilk olarak ocağa bir parça tereyağı veya üç ağaç parçası atıp, ateşe üfler. Goldelerde gelin eve girdiğinde, ateşe öğütülmüş buğday, damıtılmış içki ve tütün atarken; “Ateş ana, gelinimize güzel bir hayat ver, bol çocuk ihsan et” diye dua ederler.
Bazı halkların geleneklerinde ateşe düzenli şekilde bir şeyler sunulduğu görülür. Meselâ, bazı Altay halkları ve Moğollar, her yemeğin ilk lokmasını ve içeceğin ilk yudumunu ateşe sunarken, Teleütler, yeni ay doğduğunda ateşe tereyağı dökerler. Buryatların inancına göre, inançlı kişiler bir şeyler yiyip, içerken bundan bir parçasını ateşin ruhuna sunmalıdırlar. Teleütlerin inancına göre, bir kişi içki içerken, bundan birkaç damlasını ocağa dökmeli, eğer et yiyorsa bir lokmasını veya eğer bir kuzu kurban ettiyse, kafa derisinden kestiği üçgen şeklinde bir parçasını ateşe atmalıdır. Kurban törenlerinde de bir parça et, ocakta kurban etinin pişirildiği tencerenin altına konarak yakılır. Moğollar ve diğer Orta Asya halklarında ateşe gündelik sunular sunma geleneği vardır.
Yakutlarda ev halkı tarafından gündelik hayat içinde ocak ateşine gösterilen ihtiram ritüelleri yeralır. Yemek saatlerinde özellikle de akşam yemeklerinde, geleneklere uygun olarak ateşe yiyecek ve içeceklerden bir parça atılır ve bu sunu yapılmadan yemeğe başlanmaz, zira inanışa göre yemeğin “ilk lokma, ilk kaşık veya ilk yudumu” ateşe aittir. Başka Tanrılara şükran sunulurken de, ocak ateşi ihmal edilmez ve damıttıkları içkilerin ilk damlalarıyla, Soyotelerde görüldüğü biçimiyle içilen içeceğin ilk yudumu ateşe verilir. Goldeler, evde olduğu gibi, ava çıktıklarında da ateşe sunu yapıp, pişirdikleri yemeğin ilk birkaç parçasını ateşe atarlar.
Başka vesilelerle de ateşe sunuda bulunulur. Meselâ Yakutlar, herhangi bir hastalığın ateşten kaynaklandığını düşünürlerse, ateşin ruhuna bazı sunularda bulunarak yatıştırmaya çalışırlar. Kazan Tatarlarının inanışlarına göre, ateşe tüküren çocuğun ağzından sarı köpük gelirse, ev ahalisi hiç bir şey söylemeden ateşin yanına gidip, ateşe bir miktar tereyağı dökmelidir. Yakutlar, ateşin şehadetine yemin ettiklerinde veya evcilleştirmek üzere evlerine yeni bir hayvan getirdiklerinde ateşe sunuda bulunurken, kadınları da yeni doğan çocuk için verilen yemekte “ateşe de bir şeyler vermek lâzım, yoksa başımıza belâ gelir” sözleriyle, ateşe tereyağı ve içki dökerler.. Altay bölgesinde gelin için verilen başlık parasının ödenmesi esnasında da ocak ateşinin özel bir yeri olup, gelin kocasının evine giderken, baba evindeki ocak ateşiyle özel bir merasimle vedalaşır.
Bazı durumlarda ateşe kurban da sunulur. Dörbörtler, yurtlarının (çadırlarının) Doğuya bakan tarafında yere serdikleri keçe bir örtünün üzerinde bir koyun veya kısrak –ama kesinlikle dişi bir hayvan- kurban ederler. İnanışlarına göre annesi, babası veya kardeşini kaybetmiş bir kişi kurban kesemez. Soyote ve Altay Tatarları üç yılda bir yerine getirdikleri gelenekleri arasında, ocak ateşi için kurban kesme geleneğine sahiptirler. Kudinsk Buryatlarıysa, kurban törenini yurt içerisinde sunulan kurban parçalarını üç ocak taşının üzerine koyarak yerine getirirler.
Buryatların zaman zaman çok özel törenlerle ateşe ibadet ettikleri de vakidir. Bu törenler esnasında, ocağın etrafına bir ip çekilip, ip yurdun (çadırın) dört direğine bağlanarak, bu ipe muhtelif renkte bez ve kurdeleler asılır. Bu renkler yönlere göre değişir, ocağın sağ yanına beyaz, soluna mavi, kuzeyinde kırmızı kurdela yeralır. Güney yönüne asılan kurdela rengi hakkında ne yazık ki malûmat yoktur. İbadet törenine, beyaz bezlerden birinin üzerine bir insan sureti resmedilmiş beyaz bir beze küçük yay ve ok asılarak başlanır. Kurban edilecek koyun veya kısrak, çoğunlukla çadırın içerisinde kurban edilir. Bunun dışında ocağın ruhuna üzerine renkli kurdeleler ve üç bakır parçası takılmış bir ok sunulur. Bu ok, törenin bitiminden sonra yurdun (çadırın) duvarında, Buryatların kendi kutsal Tanrı resimlerini –Ongonlarını- sakladıkları yerde muhafaza edilir. Kurban edilen hayvanın ön tarafı ateşin ruhuna sunularak, dua edilip, kurbanın kabûlü dileğiyle son bulur. Kurban ayinlerinde uygulanan ve çok nadir rastlanan bir başka ritüel de, törende bulunanlardan birinin elinde bir bıçakla kapı ile çadırın ön direği arasında durup; “yukarı çıkmak istersen, sana izin vermem, aşağı inmek istersen, sana izin vermem, kapıya gitmek istersen, sana izin vermem” diye bağırarak, bıçağı çadırın ön direğine saplamasıdır. Bu tören hakkında bilgi veren kişi, bu ritüelin ne anlam ifade ettiğini belirtmemiş olmasına rağmen, muhtemelen ateşi zaptetmek ve gitmesini engellemek maksadı taşıdığı anlaşılmaktadır. Ateşin, ne çok fazla harlanıp yükselmesine, ne de geçip sönmesine izin verilmediği gibi, aynı şekilde çadırın dışına doğru yayılması engellenir ki, bu ritüel de bununla ilgili olsa gerektir. Ateşi yatıştırıp, sakinleştirme çabası, Norveç’te rastlanan bir geleneği hatırlatmakta, buna göre, üç kral yortusundan sonra kutlanan “Ateş Bayramında”, evin hanımı ateşin şerefine kadeh kaldırıp, içtikten sonra, kadehdekinin birazını ocağa dökerek; “bu yüksekliğe kadar ateşim, daha yükseğe değil” biçiminde temennide bulunur. Buryatlar ateş için kurban verdiklerinde, üç gün üç gece boyunca yurttan (çadırdan) dışarı süt ve ateş çıkartmazlar.
Yukarıda değinildiği üzere, ocağın etrafına asılan bez ve kurdelelerin renkleri dört ana yönü ifade etmektedir. Bundan hareketle, bir kurban sunağı işlevi de gören evin ocağının aynı zamanda “dünyanın göbek deliği” veya “dünyanın merkezi”ni ifade ettiği anlaşılır ki, muhtemelen bu inancın kökeni, ateşin ruhuna adanmış olan ok motifiyle, Hindistan’a dayanmasıdır. Bir başka Buryat ayininde, (Alarsk bölgesi Buryatlarında) ateşe sunu yapılan törenlerde yine bir okun varlığına rastlıyoruz. Bu törende, içine bir okun konmuş olduğu kaymak dolu bir kap, tören boyunca ocağın yanında durur. Kaymak, töreni takip eden üç gün içerisinde yenirken, ok kabın içerisinden hiç çıkartılmaz. Geleneklere göre bu üç gün içerisinde yurda (çadıra) dışarıdan hiçbir şey, hâtta su bile giremez ve dışarı hiç bir şey çıkartılmaz. Eğer kurban töreni düzenlenecekse, öncelikle yurdun içinde bir yabancıya ait herhangi bir şeyin olup olmadığına dikkât edilip, böyle bir şey varsa, bu eşya hemen sahibine iade edilir. Buryatlar bunu; “yabancının kendi eşyası sanarak, o yurda ait bir şeyi yanlışlıkla alıp gitmesini önlemek” olarak açıklarlar. Çoğunlukla yurtta kurban töreni düzenleneceği zaman, o yurtta herhangi bir eşyası olanın törenden önce gelip eşyalarını almaları için önceden herkese haber verilir.
Buryatların bu ve benzeri törenlerde yer verdikleri bu okun ne ifade ettiğini, ne yazık ki bize anlatılan tanıklıklardan öğrenememekle birlikte, ateş ruhunun resminin olduğu beze asılan ok ve yay, aklımıza Hind mitolojisindeki ateş tanrısı Agni’yi ve onun ok ile yayıyla, bu okların ateşten fırlayan kıvılcımları temsil ettiğini akla getirmektedir. Bu noktada Buryatların ateş kültünde, yabancı kültür öğelerinin bulunması şaşırtıcı görünmemektedir.
Moğolların da senede en az bir defa –genelde sonbaharda- ateşe bir koyunun iç organlarını kurban ettikleri dua etmesi için bir de “Lama” çağrıldığı, Lama “Ateş kitabından” dualar okurken, çocuklar da dua süresince ateşe tereyağı atıp; “khurui, khurui!” diye bağırdıkları, keza evlilik kutlamasında “Ateş ana”ya sarı başlı bir koyun kurban edildiği anlatılır. Soyoteler ise, ateşe alaca renkli bir keçi kurban ederler. Ancak en yaygın ibadetler, ateşe tereyağı ve eritilmiş iç yağı sunulması olup, bunun sebebi de ateşin kendi yanışını harlayacak ve parlatacak kurbanları daha çok tercih ettiğine inanılmasıdır.
Ateşe yönelik sunulanlar sadece bunlardan ibaret değildir. Başka bir tanrıya sunulmuş veya adanmış şeyler de ateşe atılabilir. Meselâ Beltirler, Gök Tanrı’ya beyaz bir hayvan kurban ettiklerinde, bu hayvanın kemiklerini ve artıklarını hâtta derisini ve kurban etinin üzerinde parçalanmış olduğu tahtalar ateşe atılırken, Orta Asya ve İdil havzasında bazı Türk kabileleri arasında, Gök Tanrı’ya verilen kurbanın tamamı ateşte yakılır. Görüldüğü üzere, başka tanrılara sunulan kurbanlar bile ateş aracılığıyla sunulmakta, sunulmasa bile, ateş her halûkarda kendi payını almaktadır. Burada hâkim olan; “eğer ateşin yardımına güvenmek istiyorsan, ateşi de unutmamalısın” fikridir. Yakut halk inançları üzerine araştırma yapanlardan Priklonskij’nin ifadesiyle ateş, burada tanrıların kendilerine sunulanları aldıkları bir kapı veya geçit hüvviyetindedir.
Arktik bölge halkları için ateşin bu tarz “kurbanların yerine ulaşmasında aracılık” işlevi yoktur. Buna Turhansk bölgesindeki Tunguzları da dahildir. Bu bölgede ateş, çok daha basit bir anlam ve işlev üstlenir. Kurban edilen hayvanın artıkları, av etinin kemikleri veya ölülerin bedenleri koruma ve muhafaza etme amaçlı olarak yakılır. Daha çok İdil boyu halkları arasında görülen kurban veya sunuların ateşe atılması geleneği, muhtemelen Hind-İran kökenli bir geleneğe dayansa gerektir. Bu halklar arasında, meselâ Semitler arasında ateşin çok eski çağlardan beri çok önemli bir yeri vardır. Anlatılanlardan yola çıkarak, Sibirya’nın Arktik bölge halklarının ateşe kutsallık atfetmedikleri ve ona sunular yapmadıkları anlamı çıkartılmamalı, ancak kesin olan bir şey varsa, o da bu halklarda ateş için özel olarak hayvan kurban etme geleneğinin olmamasıdır.
Bu konuda çalışan bazı araştırmacılara göre evdeki ocağa atfedilen kutsallık ve ateşe yapılan kurban ve sunuların “ölüler kültü” ile bağlantılı olduğunu ileri sürmektedirler. Buna istinaden, ocak aslında ailenin kendi ölmüşleriyle bağ kurdukları bir sunaktır. İzlanda dilinde “ocak” anlamına gelen “aare” kelimesiyle, Latincedeki sunak anlamına gelen “ara” kelimesi neredeyse aynıdır. Bu konuda dikkât çekici bir başka husus da, ocağın aileyi birleştiren ve tanımlayan bir bağ olması, bazı İndo-Cermen halklarında görüldüğü üzere, ocağın bütün soyu, hâtta kabileyi tanımlayan kutsal merkez konumunu temsil etmesidir. Ocağın, bir aileyi veya aynı atadan gelen bir soyu birbirine bağlayan bağ oluşturması ve ona aynı zamanda “ölüler kültü”ne ilişkin özelliklerin atfedilmesi durumunda, ateşin kendisine tapılan bir nesne hâline dönüşmüş olması gayet akla yatkındır. Yukarıda aktardığımız geleneklerden birinde, yakın akrabasını kaybetmiş kişilerin ateşe kurban vermelerinin yasak olduğundan bahsetmiştik. Altay Tatarları eğer kulübede bir hasta varsa, ateşe kurban vermezler. Sözkonusu bu mutalar ve bazı gelenekler, ateşin kutsallığının bozulmasından duyulan korkuyu, dolayısıyla “ölüler kültü” bağlantısını ortaya koymaktadır. Nitekim, yapılan duaların sözlerinden “Ateş ruhu” adı altında, aslında ateşin kendisinin kişileştirilmiş olduğu görülebilmektedir. Kişileştirilen bu ateşin, Moğollar ve Altay Tatarlarında “Ateş Ana” adıyla anılması ve yine Altay Tatarlarının kullandıkları, “otuz başlı ateş ana” veya “kırk başlı bakire ana” ifadeleri bariz şekilde ateşin alevleri yanında, bir çok halkın inancı arasında görülebilen dişi bir varlığa işaret etmesidir. Teleüt inançlarında, her ocağın kendi “ateş ana”sı (Od änä) vardır. “Ateş ana” kavramı, Çuvaşlarda ve İdil havzasının Fin kökenli halklarından Vogullar arasında “ateş kızı”, Ostyaklar “ateş kızı” veya “ateş ihtiyarı”, Jurak Samoyedleri ise, çadırlarını koruyan ev ocak üzerinde yaşayan “Ateş nine” veya “Ateş ihtiyarı” adını verirler. Ateşin alevlenmesi, onun hareket etmesidir. Buryatların ateşe dişi kurbanlar (koyun, kısrak v.s.) vermeleri de, ateşin dişi bir varlık olarak algılanmasına işaret eder.
Cinsiyet belirtmeyen ifadeler-meselâ ateş ruhu (Od äzi) ifadesi-kullanıldığında bile, yine de bu varlığın aslında ateşin kişileştirilmiş hâli olduğu bellidir. Buna örnek olarak Yakutların “Ateş ruhunu” (Uod iččitä) gösterebiliriz. İnanışa göre, bu ruhun nefesi dumandandır, isli bir yatağı, korlaşmış kömürlerden yastığı ve küllerden de örtüsü vardır ve odunla beslenir” Buryatların ateş ruhu da (Gali edžen) aynı şekilde kişileştirilmiş ateşi ifade eder.
Yakutlar, ateş ruhunun insanlara rüyalarında görünebildiğine, iyi beslenen, ateşe sunulu evlerin mutlu olduğuna, sunu yapmanın ihmâl edildiği evlerinse, zayıf ve çelimsiz olduğuna, ateşe az odun atan ev sahiplerininse lânetlendiğine inanılır.
Yakutlar arasında kayda geçirilen bir efsanede ateş ruhu, erkek çocuğu suretinde görünür. Efsaneye göre bir adam girdiği bir evde, evin hanımının geleneklere riayet etmeyip, ateşi hiç beslemediğini görür. Bu sebeple adam, yemek esnasında yemekten bir kaşık da ateşe atar. Akşam yemeği yenip, herkes yatmaya gittikten sonra adam bir ara uyanır ve ocağın başında zayıf, çelimsiz bir erkek çocuğunun durduğunu görür. Çocuk kendisine kaderinden şikayet ederek; “burada çok güçten düştüm, hep aç kaldım, sen bana burada yemek veren ilk kişisin. Seni ödüllendirmek istiyorum. Bir an önce buradan ayrıl ve neler olacağına bak” demesi üzerine, adam korkuyla evdekilerle vedalaşıp hemen ayrılır. Geri dönüp eve baktığında evin alevler içinde yandığını görür.
Bir Buryat efsanesi de iki ateş ruhu üzerinedir. Bunlardan biri, fakir bir evin ruhudur ama iyi beslenmiş ve güçlü kuvvetlidir, diğeriyse zengin bir evin ruhu olmasına rağmen zayıf ve mutsuzdur. Zengin evin ruhu, diğerine ziyarete gittiğinde aralarında sohbete başlarlar ve fakir evin ruhu, diğerine neden böyle kötü göründüğünü, neden bir gözünün eksik olduğunu sorar. Diğeri, zengin ama cimri bir evde yaşadığını, ev sahibinin ona bakmadığını hâtta ocağı sivri cisimlerle karıştırarak bir gözünü kör ettiğinden yakınır. Bu sebeple evin efendisini cezalandırıp, evini yakmayı düşündüğünü söyler. Fakir evin ruhu, zengin evin efendisinin kendilerinden bir hayvan ödünç aldıklarını ve eğer evi yakacaksa, bu hayvanı korumasını rica eder. Hemen o gece zengin adamın evi yanar ve yangından geriye sadece fakir evden ödünç alınan hayvan kalır.
Ateş ruhlarının birbirleriyle görüşüp, sahipleri hakkında konuşmaları ve şikayet etmelerini konu alan efsaneler sadece zikredilen bu halklarla sınırlı değildir. Fin kökenli halklardan Ostyaklar da, “Ateş kızları” görünür hâle gelerek, kendi evlerinde nasıl muamele gördüklerini ortaya koyarlar. Samoyedler veya Ruslar gibi başka bir çok halk arasında rastlanan bu efsaneler, ocak ateşinin bakılması ve iyi beslenmesi gereken canlı bir varlık olarak tasavvur edilişine dayanır. Bir yangının çıkışından önce, “Ateş ruhu”nun insanlara özellikle görünüp, onları bu konuda uyardığına dair inaç şekli, Yakutlarda “gri” bir yaşlı adam suretinde, Buryatlarda kızıl veya kırmızı kıyafetli bir ihtiyar adam, Goldelerin “ateş ana”sı (Tadzja mama) kırmızı kıyafetli, Samoyedlerdeyse kırmızı renkte veya kırmızı kıyafetlere bürünmüş şekilde tezahür eder. Hiç şüphesiz ki, Avrupa halklarının efsanelerinde görünen, ocağın yanında yaşayan kırmızı başlıklı “Ev ruhu” da, aslında “Ocak ruhu”/”ateş ruhu” inanışından türemiştir. Teleütlerin bir duasında ateş ruhu “yeşil elbiseli ateşte iken yeşil, kırmızı elbiseli ateşte iken de kırmızı” olarak ifade edilir.
Bazı bölgelerdeki Buryatlar, “Ateş ruhu”nun resimlerini yapıp, bunu ocağın yakınına yerleştirdikleri küçük bir kutuda muhafaza ettikleri gibi, Balagansk bölgesinde görülen biçimiyle böylesi iki tane figür bulunmaktadır. Bunlar ahşap üzerine kırmızı bir bez kaplanarak yapılmış, gözleri siyah renkli cam boncuklardan, kol uçları ve etek uçları kuzu yününden yapılmış, insanı andıran figürler olup, bir tanesine “Ateş beyi”, diğerine de “Ateş kadını”ismi verilir. Kadın figüründe göğüs uçlarını ifade eden boncuklar ve göğsünde metal bir süs eşyası görülür.
Bu resimlerde kullanılan kırmızı ateşin kor hâlindeki kömürlerini, siyah da küllerini ifade eder.
Erkek ve dişi cinsiyetli “Ateş ruhu” figürleri yapan Buryatlar, dualarında ateşin erkek ve dişi efendilerini anarken, Çuvaşlar kurban dualarında “Ateş ana” ve “Ateş baba” ifadelerini beraber kullanırlar. Bir kutsal varlığın her iki cinsiyeti ifade edecek şekilde iki kişi olarak tasavvur edilmesi, çeşitli coğrafyalarda örneklerine rastlanması, dinler tarihinde nadir görülen bir şey olmamakla birlikte, Buryatların yaşadıkları bölgelerde çoğunlukla, her ocağın içinde yaşayan cinsiyetsiz bir “ateş ruhu”ndan (Gali edžen) bahsedilir.
Kuzey Sibirya halkları ateşe verecekleri sunuları sessizlik içerisinde ateşe atarlar. Moğolların evlilik törenleri esnasında ocağın yanında ettikleri dualarda görüldüğü gibi, Orta Asya halkları arasında ateş kültünün kendine ait aşağıda örneğini sunduğumuz duaları vardır: “Ateş Ana, ateşin kadın efendisi; Hangay Han ve Burkhatu Han dağlarının tepesindeki ulu karaağaçlardan gelen! Yeryüzü ve gökyüzü birbirinden ayrıldığında doğan sen. Ötüken Ana’nın izlerinde görünen sen, Tengri Hanların yarattığı sen. Senin baban demirdir, annen çakmaktaşı, ataların ise karaağaçlardır. Senin parıltın gökyüzüne kadar çıkar ve yeryüzünün içine kadar girer. Tanrıların yarattığı ve “Uluken Beyi”nin beslediği sen. “Od” Tanrıça, sana sarı tereyağı ve sarı başlı koyun kurban ediyoruz. Sana, “ateş ana”, kaplar dolusu içki, avuç dolusu yağ sunuyoruz. “Bey”in oğlu (damat) ve “beyin kızı”na (gelin) ve düğündeki herkese mutluluk ihsan et”
Bu Moğol duasında, Türk-Tatar dillerinden geçme ateş anlamına gelen “od” kelimesinin geçiyor olması dikkât çekicidir. Banzarov, Moğollardaki ateş kültünün Türkler kanalıyla İran’dan geldiğini öne sürer. Her ne kadar meselâ Buryat ateş kültünde Hind etkisi görülürse de, Moğollar için bunun geçerli olması da mümkündür. Buna ilâve olarak, Çinlilerin de “sarı elbiseli” bir ateş ruhu için sunu ve kurban törenleri düzenledikleri bilinmektedir. Ateş kültünün bütün Asya’da ne derece yayılmış olduğuna dair bir başka örnekse, Sibirya’nın en uç noktasında yaşayan Çukçelerin de ateşe sunu yaptıklarını gösterebiliriz.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder