20 Ocak 2023 Cuma

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri-7 “Hindistan” Râmâyana

 


III. Bölüm


(Bharata annesinin ihanetini öğrenir ve Râma'yi dönmeye ikna etmeye çabalar, fakat Râma reddeder. Bilge biri Rama'ya tanrıların silahlarını verir. Râvana'nın kız kardeşi Râma’ya sevdalanır. Rama reddettiğinde bir Rakşasa ordusu ona saldırır. Râma tüm orduyu yok etmeyi başarır.)



Her zamanki gibi Satrughna'nın eşlik ettiği Bharata, yedinci gün Ayodhya kentine vardı ve hemen annesini görmeye gitti. Babasının Ölümü onu çok üzmüştü. "Râma nerede?" diye annesine sordu. "Râma bana baba, kardeş ve arkadaştır. Ona hizmet etmek bana mutluluk verecektir."


Bharata'nın annesi oğluna, Râma'nın ayrılmasıyla ilgili gerçeği anlattı. Çünkü onun bu durumu talih olarak karşılayacağını sanıyordu. Ama Bharata onu şaşırtacak ve dehşete düşürecek derecede buna öfkelendi.


"Eğer Râma seni sevmiyor olsaydı, seni annelikten reddederdim" diye bağırdı. "Senin haince planlarına karşı babamın krallığını yönetmeyeceğim. Bu görev bana ağır gelir ve krallığı yönetmesi gereken Râma'dır. Büyük ormanda Râma'yı arayacağım, onu bulunca yönetme hakkı onun olduğu için onu eve getireceğim."


"Sana gelince" diye Bharata devam etti, "kaderin hem bu yaşamda ve hem de gelecek yaşamda sana üzüntü getirecek. Bu korkunç iş nedeniyle sürülmeyi, asılmayı ya da yakılmayı hak ediyorsun."


Resmen kendine önerilmesine karşılık Bharata tahtı reddetti. Bunun yerine, Satrughna ile birlikte soylular, süvariler, bilgeler ve tüccarlardan büyük bir grup oluşturdu ve Râma'yı bulmak için büyük ormanlık alanda onlara önderlik etti. Yolculuk sırasında Bharata'ya şöyle söyleyen bir bilgeye rastladılar: "Kader insanı yabancı ve önceden kestirilemeyen yollara sürükler. Râma'nın sürgünü nedeniyle anneni kınama. Onun sürgünü insanların ve tanrıların iyiliğinedir. Sabırlı ol ve dharmaya sadık kal."


En sonunda Bharata ve arkadaşları Râma'yı buldular. Bharata kardeşini Sltâ ve Lakşmana ile birlikte dallardan Örülmüş bir kulübede geyik derisi ve ağaç kabuğundan giysilerle yaşarken bulduğunda gözyaşlarını tutamadı. Bu basit yaşamına karşın güçlü kolları ve aslana benzeyen omuzlarıyla Râma, engin dünyanın yaratıcısı ve büyükbabası Brahma'ya benziyordu.

"Sen halkı tarafından Kosala krallığını yönetmek için Ayodhya tahtına oturtulan, insanların prensi olan Râma mısın?" diye sordu Bharata. "Lüks elbiselerinin yerine orman dalları ve hayvan derileri giydin ve sarayını bir münzevinin yalnız yaşamı için terk ettin. Görüntün kalbimi üzüntüyle dolduruyor."

Râma, Bharata ve Satruglına'yı kucakladı ve onları basit evine sevgiyle buyur etti. Sonra sordu: "Bharata, neden beni orman evimde aradın? Söyle babamız mı gelmemi istedi? Sağlığı yerinde mi? Muhafızlarımız krallığı gerektiği gibi koruyorlar mı? Danışmanları ona gerektiği gibi hizmet ediyorlar mı? Mutlaka çok önemli bir sorun seni beni bulmak için bu vahşi doğaya, bu uzun ve zorlu yolculuğu yapmaya sevk etmiştir."


Bharata gözyaşları içinde yanıtladı: "Râma, babamız öldü! Şimdi dünya yerine cennetin patikalarında yürüyor. Onun ölümü annemi kendine getirdi ve haince eylemi nedeniyle utandı. Seni benimle birlikte Ayodhya'ya dönmeye ve Kral Dasa-Ratha'nın en büyük oğlu olarak Kosala krallığını yönetmeye davet etmeye geldim. Ülkemizin eski yasasına göre, bu senin görevindir. Dahası, sana ihtiyacım var. Sen sadece benim erkek kardeşim değil, babam ve öğretmenimsin!"


Râma yanıtladı: "Bharata, yapmamı ne kadar istesen de seninle Ayodhya'ya dönemem. Kraliyet tahtına oturamam, çünkü babamın ve kralın buyruğuna karşı gelemem. Ölmüş olsa bile ona verdiğim sözü bozamam."

"Ve Bharata, annene kalbinde merhamet besle. O benim sürgünüm nedeniyle suçlanmamalı. Sana gelince krallığımızı yönetmelisin ve benim bu vahşi ormanda bulunduğum sürece halkımıza kol kanat germelisin. Dharma yolu budur. Görevine bağlı bir oğul olarak babamızın dileklerine uymalısın."


Râma şöyle bitirdi: "Ülkemizdeki sıradan insanları düşünmeyi hiçbir zaman unutmamalısın. Sürülerini güden çobanları ve topraklarını işleyen çiftçileri düşün. Askerlerimizin sınırlarımızı koruduğundan emin ol. Ulusumuzun büyük hâzinesini koru. Sadece soylulara değil, hak eden herkese zenginlik ve yiyecek sağla. Kim olursa olsun, masum olanları koruyan bir adalet anlayışıyla yönet." 


Bharata yanıtladı: "Râma, gerçekten de ben senin krallığını yönetemem. Halkımız bana değil, sana önderleri olarak bakıyor."


"Saçma!" diye bağırdı Rama. "Sen dünya kadar büyük bir imparatorluğu yönetecek güç ve erdemi taşıyorsun. Öyleyse kesinlikle Kosala krallığını da yönetebilirsin. Babamızın güvenilir danışmanları sana önerilerde bulunurlar ve yol gösterirler. Bana gelince" diye sözlerini tamamladı Râma, "koca bir kaya gibi kararımda sabitim. Ricaların ne kadar yüce de olsa beni etkileyemez. Bütün arkadaşlarının ricalarının bir etkisi olamaz. Ay ışığını bitirebilir, dağlar karsız kalabilir, ama ben babamıza verdiğim sözü unutamam."


"Öyle olsun" dedi Bharata. "Bana altın sandaletlerini ver. Onları, senin yokluğunda Ayodhya tahtına koyacağım. Bana cesaret verecekler ve senin için krallığımızı koruyacaklar. Bana gelince, bundan sonraki on dört yılı münzevi olarak geçireceğim, evet, krallık sarayında yaşayacağım, ama senin gibi giyinip yiyeceğim. Eğer bu sürenin sonunda dönmezsen, cenaze ateşi yakıp alevlerinde ölmeye kararlıyım."


"Peki" dedi Râma, "sandaletlerimi al ve Satrughna ve arkadaşlarınla Ayodhya'ya dön. On dört yıl sonra yine karşılaşırız. Sana saygı, sevgi ve dostluk duyuyorum."


Böylece, her zaman doğru olan Bharata ve dürüst Râma ayrıldılar.


Râma, ona bağlı ve sadık olan Sıtâ ile Lakşmana, önceleri yol iz olmayan ormanda bir yerden bir yere dolaşıp durdular. Ormanın karanlık kuytularına sığınmış birçok münzevi ermişe rastladılar. Birçok insan için, uçsuz bucaksız orman karanlık, kasvetli ve korkunç bir vahşilikten fazla bir şey değildi. Fakat onun yolsuz İzsiz derinliklerinde Râma ve arkadaşları da kutsal münzeviler gibi saflık ve huzuru buldular. Büyük ve eğilmiş ağaçlardan olgun ve vahşi meyveler sarkıyordu. İçerideki sakin sularda kokulu nilüferler ve zambaklar dinleniyordu. Otlayan geyiklere sığınak olan dolgun ve yeşil yaprakların üzerinde güneş ışığı damlacıkları parıldıyordu. Hava gece gündüz kuş sesleriyle capcanlıydı.


Dolaşmaları sırasında Râma ve ailesi, vahşi ormanları kendine ev edinmiş münzevilerden güçlü ve bilge birisine rastladılar. Dedi ki: "Râma, sen kahraman birisin. Ancak bu ormanda bile savaş silahlarına ihtiyacın olur. İşte Vişnu'nun yayı. Göklerde yapılmış gerçekten muhteşem bir silah, onu yanında taşı, işte Brahma'nın parlayan oku. İyi bir okçunun ellerinde hedefini hiç kaçırmaz. İşte İndra'nın sivri uçlu oklarla dolu büyük okluğu. Bunlar seni savaşta hiçbir zaman mahçup etmez. Son olarak da, bu cilalanmış altın sandığı al. İçerisinde yiğit bir savaşçı ve krala ait olması gereken altın kabzalı bir kılıç durmakta."


"Tanrıların düşmanları" diye devam etti münzevi, "bu etkili silahları bilir ve onlardan korkarlar. Dolayısıyla onları sürekli yanında taşı, çünkü onlara sık sık ihtiyacın olacak. Bu barış dolu ormanda, gece boyu ava çıkmış kötü yürekli Rakşasalara rastlayacaksınız. Dualarımızı engelleyen ve kutsal mekânlarımızı kirleten bu yaratıklara karşı bizi ancak siz savunabilirsiniz. Kahraman, burada bile gerçekleştirecek onurlu eylemler bulur."


"Teşekkür ederim saygıdeğer bilge" diye yanıtladı Râma. "İyilik ve dostluğunla benim sürgünümü kutsadın.”


Râma, Sîtâ ve Lakşmana, münzevileri, geceleri avlanan Rakşasaların saldırılarına karşı koruyarak on yıl boyunca ormanda yaşadılar. Genç ve yiğit Lakşmana, yiyeceğin bol olduğu bir yerde bambu ve yapraktan rahat bir ev yaptı. Evin önündeki açıklık hurma ve mango ağaçlarıyla çevriliydi. Yakındaki göl balık, orman ise geyik doluydu. Küçük ve güzel gölün yüzeyini kokulu nilüfer çiçekleri ve ördekler yurt edinmişti.


Rakşasaların kralı Râvana'nın kız kardeşi, orman evine rastlayıp Râma'yı görüp ona âşık olana kadar her şey yolunda gitmişti. "Sen kimsin?" diye sordu Râma'ya. "Bir münzevi gibi giyinmişin, ama güçlü bir yay taşıyorsun. Rakşasaların yol ettiği bu karanlık ormanda yalnız bir evde ne işin var?"


Rama ormanda kalışının nedenini açıkladıktan sonra, genç kıza kendisi hakkında sorular yöneltti. O da şöyle yanıtladı: "Lanka kralı Râvana benim erkek kardeşlerimden biridir. Çoğunlukla bu ormanda erkek kardeşlerimle birlikte dolaşırız, fakat sana olan aşkımdan onları kendi işleri peşinde bıraktım. Benim krallığım geniş ve sınırsızdır. Bu nedenle seni kocam ve efendim olarak seçmem nedeniyle onur duymalısın. İnsan olan karını bir yana bırak; o sana benim kadar değerli bir eş olamaz! Rakşasalar insan etiyle beslenirler. Hiç güç harcamadan karını ve erkek kardeşini öldürebilirim. Rakşasalar ile kıyaslandığında insanlar zayıf, kırılgan ve çelimsiz yaratıklardır."

Râma gülümsemesini bastırdı, fakat düşüncesiz kızı iğnelemeden edemedi. "Kocan olarak evli bir adamı istemezsin" diye yanıtladı. "Bunun yerine erkek kardeşim Lakşmana'yı dikkate almalısın. Orman evimizde onun karısının olmadığını görüyorsun!"


Râvana'nın kız kardeşi Lakşmana'ya yaklaştığında, Lakşmana güldü ve ilerlemesini engelledi. "Kuşkusuz benimle tatmin olamazsın!" diye bağırdı. "Ben Râma'nın kölesiyim. Soylu bir kandan olman nedeniyle bir kölenin karısı olmak istemezsin değil mi?"


Bu sözler, karşılık bulamayan tutkuyla yaralanmış gururun birleşmesine ve genç kızın yüreğinde kavurucu bir kızgınlığın oluşmasına neden oldu. "Duygularımı ciddiye almayarak onurumu kırdın" diye açıkladı. "Bu yaptığın aptallık! Açık ki, yaralı bir Rakşasa'nın kızgınlık ve gazabını daha önce hissetmemişsin. Hiçbir kadın benim rakibim olarak yaşayamaz." Korkudan titreyerek yere düşen Sîtâ'nın üzerine yıkıcı bir şeytan gibi saldırdı.


Râma, karısıyla vahşi genç kızın arasına girdi. "Bir Rakşasa'yı hafife alarak hata ettim" dedi Lakşmana'ya. "Bu tehlikeye benim şakalarım neden oldu ve şimdi bu utanmaz dişiyle elimizden geldiğince uğraşmalıyız."


Lakşmana sözcüklerle zaman harcamadı. Rakşasa'nın öfkesi kalbinde bir yıldırım etkisi yaptı. Hızla kılıcını çekti ve savunmaya fırsat vermeden genç kadının burnunu ve kulaklarını kesti. Erkek kardeşlerine doğru kaçarken çıkardığı acılı çığlıklar ormanda dağıldı.


Kız kardeşlerinin kanlı yüzünü gördüklerinde intikam için on dört Rakşasalık bir grup gönderdiler. Râma güçlü yayını gerdi ve oklarıyla tümünü öldürdü. Kızgınlıktan kuduran kardeşler, daha sonra her biri Râma'nın cesareti kadar zalim olan on dört bin Rakşasalık bir güç topladılar.


Râma, Lakşmana ve Sîtâ'nın iyi gizlenmiş bir mağaraya sığınmalarını emretti. Onları korumaya ve düşmanla yalnız başına savaşmaya kararlıydı. Bu nedenle zırhını giydi ve Rakşasaların gelmesini bekledi. Göklerdeki tanrıların birçoğu savaşı seyretmek için dünyaya inmişti.


On dört bin Rakşasa, okyanus dalgaları gibi Râma'nın üzerine atıldılar. Onları gören tanrılar kaçtılar. Râma ise yüreğinde korku izi olmadan dimdik durdu. Gürleyen fırtınada ete batan yağmur damlaları gibi okları Rakşasa savaşçılarının üzerine yağdı. Buna karşılık Rakşasalar büyük ağaçları ve koca kaya parçalarını yerden kaldırarak Râma'nın üzerine fırlattılar. Bunlar bile dünyanın savunucusunu durduramadı. Yalnızca Râvana'nın erkek kardeşlerinden biri olan Önderlerini canlı bırakarak on dört bin cinin tümünü öldürdü.


Daha sonra Râma ve Rakşasaların önderi ölümüne bir kavgada karşı karşıya geldiler. Bir aslanın fille savaşması gibi uzun ve zorlu bir kavga oldu. Sonunda Râma kazandı ve Rakşasa önderi kanlı toprak üzerinde cansız uzanıp kaldı. Ormanın zemini saldırgan düşmanların gövdeleriyle kaplanmıştı.


Tanrıların kralı İndra, Râma'ya gülümsedi. Onun üzerine göklerden yağmur gibi tomurcuk ve çiçek boşalttı.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak