27 Ocak 2023 Cuma

Türk Soylu Halklarda Tabiat ve Tabiat Unsurları-4

 


Kutsal (Tanrı) Bir Varlık Olarak Yeryüzü

 


Beltirlerin kurban dualarında hem “mavi gök” hem de “kara (yağız) yeryüzü”, ilâhî varlıklar olarak geçerken, aynı şekilde bazı Moğol efsanelerinde de “mavi gök” ve “kahverengi yeryüzü” birbirleriyle bağlantılı olarak anılırlar. Orhun yazıtlarında da yukarıdaki “göğün babamız, aşağıdaki yeryüzünün de anamız olduğu” yazılıdır. Bu ifadeler ve bununla beraber Çin filozofu Wu Wang’ın Sju King adlı eserinde kullandığı “Gökyüzü ve Yeryüzü bütün varlıklar için baba ve ana gibidir” ifadesi, gökyüzü ve yeryüzü arasında bir evlilik ilişkisinin olup olmadığı konusunda açık bir bilgi vermemektedir.


Moğolların yeryüzü tanrısını tanımlamak için kullandıkları ve eski Türk yazıtlarında Ötüken olarak geçen “Ötüken”, aslında Moğolların eski anavatanlarını ifade etmektedir. Yukarıda bahsi geçen ve ateş kültüne ait olan duada, “Ötüken ana” dişi bir varlık olarak geçmektedir. Ancak bazı araştırmacılar, “Ötüken Ana”nın Marko Polo’nun bahsetmiş olduğu ve insanlara sığır ve toprak ürünlerini veren yeryüzü Tanrısı “Natigai” olduğunu iddia ederlerse de, Marko Polo’nun hatıralarında, Natigai’nin karısı ve çocuklarıyla birlikte temsili resimlerinin bütün çadır duvarlarında yer aldığını anlatması, kasdedilen şeyin tam olarak ne olduğu konusunda bazı tereddütler barındırmaktadır.


Moğolların anavatanlarını ifade eden bu tanrıyı resmettikleri bir resme ise hemen hemen hiç rastlanmaz. Moğolların halk şiirlerinde “altın” sıfatıyla andıkları bu “Ötüken Ana”yı hangi dönemde ve nasıl tanrılaştırdıkları bilinmemektedir. Muhtemelen bu da kurban törenlerinde adların “Ötüken Ana” ile beraber anılan kutsal dağ ve ırmakların tanrılaştırılmalarıyla aynı sebeplere dayanmış olsa gerektir. Bu kutsal dağlar arasında Kuzey Moğolistandaki Burkhan Haldan-Cengiz Han’ın atalarının bu dağın eteklerinde yaşamış olduğuna inanılır- ve Hangay Han dağları ile Selenge ırmağı sayılabilir. Çinliler de benzeri şekilde atalarının yaşamış olduklarına inandıkları bazı dağ ve nehirleri kutsal addederler.


Eski Türk yazıtlarında geçen kutsal “Yär sub” (kutsal ülke ve su) olarak ifadelendirilen yer de, muhtemelen anavatan olmalıdır, zira bugün bile burası Altay halkları arasında kutsal olarak kabûl edilmektedirler. Teleütler, “çok eski zamanlardan beri ülkemize, suyumuza (Yär sub) ve gökyüzüne taptık” diye anlatırlar. Radloff, bu ”Yär sub” terimiyle, Mordo Han veya Abakhan Han; Abakan nehrinin kaynağını, Altay Han; Katunya nehrinin kaynağını ve Kırgıs Han ise Yenisey’in kaynağını ifade etmekle, bulunulan bölgeye göre anlam kazandıran muhtelif kutsal yerler arasındaki ilişkiye dikkât çekmektedir. Burada da “Yär sub” ifadesi, Moğolların “Ötüken”i gibi genel bir ifade olarak görünürken, tabii olarak bu belli başlı nehir veya dağların kutsiyetinin nereden geldiği sorusunu da akla getirmektedir. Çoğu zaman dağın kendisi “Han” olarak görülür. Meselâ bir şiirde “Altay Hanın sırtları kırbaç gibi kavisli” diye, Altay dağlarına methiyeler düzülür. Dağların eski dönemlerin kahramanlarının hatıraları ile özdeşleştirilmiş olduğu aşağıda naklettiğimiz bir şaman ilâhisinde şu şekilde yeralır:


Abakan’ın kahramanları,

Sizler, beyaz ipek elbiseli,

Sizler, kudretli al atların sırtında,

Gelin benim yanıma.

Mordo Han, kudretli efendi,

Abakan’ın kaynağında,

Bin zirveli dağın tepesinde oturan,

Sen, Mordo Han

Gel benim yanıma,

Han’ım, sözüme kulak ver.

Sen, altın çanlarla bezeli,

Sen altmış kahramanı mağlûp eden,

Sen ok atma yarışına davet eden,

Altay Han, kudretli Han

Gümüş çanlarla bezeli,

Kırk kişiyi mağlûp eden,

Güreşe davet eden,

Altay Han, kudretli Han

Okuyla demirleri delen,

Baba, Altay Han

Hiçbir atın sırtına almaya cesaret edemez, 

Şarkılar söyleyerek benim yanıma gel

 


Altay Tatarları arasında her soyun (kabile, boy, Altayca: “sök”) kendi bulundukları bölgedeki dağ, deniz veya göllere kutsiyet atfetmelerinde ve buraların ruhlarının bütün bu bölgeyi koruduklarına dair yaygın bir inanç vardır. Anohin’in aktardığına göre bu kutsal yerlerin ruhlarına ya at kurban edilir, veya içine un karıştırılmış süt sunulur. Bu tören, Gök Tanrıya yapılan kurban töreni ile ilgili olarak hep ondan bir sonraki gün yapılır. Bugün bile bu mahallî ruhlara hayvan kurban sunma geleneği devam etmektedir. Bu mahallî ruhlar, ekseriya “Tanrının oğulları” arasında anılırlar. Altay Tatarları anavatanlarının kutsal yerlerine methiyeler okurken, çoğunlukla “yedi kapılı ülkem ve suyum” (Yätti äžikti järim sũm) ifadesini kullanarak, bunların hepsini birden anarlar.


“Ülke ve su” ifadesi, aynı şekilde İdil havzası Çuvaşları tarafından da kullanılır. Çuvaşların tanrılar panteonunda “toprak ana” ve “toprak baba”nın dışında; “sir šyv kudegen” veya “kten” adını verdikleri “yeryüzü ve suyun hâkimi” de yeralır. Tavda Vogulları da, “toprak ve suyun adamı” adı verdikleri bir ruhtan bahsederler. Anavatan için “ülke ve su” ifadesinin kullanılması, İran etkisiyle gelmiş gibi görünmektedir. Vambery’nin dikkât çektiği gibi, bugün hâlen İran da her-hangi bir bölgeyi, meselâ İsfahan bölgesini kastederken; “İsfahan’ın toprağı ve suyu” anlamına gelen “ab-i şak-i İsfahan” tabiri kullanılır. Perslerin büyük imparatoru Kerkes’in Yunanlılardan tabiyetlerinin ifadesi olarak “toprak ve su” isteyişinin ne ifade ettiği buradan anlaşılmaktadır. Georgi, Tunguzların toprağın sunduğu her şeyi bir nimet olarak düşündüklerini aktarırken, hiç şüphesiz Orta Asya göçebeleri de yeryüzünü bu şekilde kutsallaştırmışlardır.


Yakutların “yeryüzü Tanrısı”nın sadece bitkilerin büyümesini değil, aynı zamanda çocukların doğumuna da yardımcı olduğuna dair inançlarında, şamanların; “An darkhan hatun” ifadesini kullanmaları (bu ifadedeki hatun kelimesi, kadın anlamına gelmektedir) bu tanrıyı dişi bir varlık olarak tasavvur etmiş oldukları sonucunu çıkartmak mümkündür. Yakutlar arasında yapmış olduğum çalışmalar esnasında edindiğim bilgilere göre bu ifade, Yakutların “Doidu iččitä” veya “Sir iččitä” yâni “yeryüzünün hâkimi” olarak tabir ettikleri varlık ile aynı varlığa işaret etmektedir. Bu “yeryüzü tanrıçası”nın resmi yapılmaz ve onun için kurban da kesilmez, ama her yıl Mayıs ayında ilkbaharı kutlayan Yakutlar, bir ineği bir ağaca bağlayıp, sırtından aşağı süt döktükten sonra onu serbest bırakırlar. Ionov’un aktardığına göre Yakutlar her ne kadar “Ot mas iččitä”(ağaç ve otların hâkimi) adını taşıyan özel tanrıları olsa da, ağaçları “Doidu iččitä”nin yarattığına inanırlar. Bu iki tanrının birbirleriyle ne kadar iç içe geçmiş olduğunu bazı dualarda “Ot mas iččitä” ve “Doidu iččitä” ifadelerinin birbirinin yerine kullanılmasından anlıyoruz. Priklonskij, “yeryüzü tanrıçası” olan “An doidu iččitä an darkhan hatun”un en güzel ağaçlarda oturup, bitkilere yeşilliklerini bahşettiğini anlatır. Tarım ve çiftçiliğin bu coğrafyada nisbeten geç dönem geçim kaynağı olduğu gözönüne alındığında, “Ot mas iččitä” veya “Doidu iččitä”nın çiftçilerin kurban verdikleri bir nevi “Tarım tanrıçası” olmaması da anlaşılır bir şeydir. Buna mukabil, Balagansk bölgesinde yaşayan Buryatlar her sonbaharda, tarladaki işleri sona erdiğinde “yeryüzünün hâkimi”ne (Di-ada delke edžen) bir hayvan kurban ederler. Bu tanrıya yapılan dualarda “Daban Sagan nojon” diye hitap edilir ve Buryatlar bu tanrıyı kır saçlı yaşlı bir adam olarak tasavvur ederler. Bu tanrının eşi olan bir de ak saçlı tanrıça, “Däläntä sagan hatun” vardır. Sadece belli bir bölgede tapınılan bu mahallî tanrılar veya ruhlar hakkındaki bilgilerimiz oldukça sınırlı olduğu için bu tanrı ve tanrıçanın kökeni veya nereden gelmiş oldukları konusunda fazla bir şey söyleyemiyoruz. Yukarıda bahsi geçen kurban geleneğinin Buryatların dini inançları arasına girmesi, muhtemelen tarımın bir geçim kaynağı olarak ön plâna çıkmasından sonra gerçekleşmiş olmalıdır.


Yeryüzünün canlı bir varlık olarak tasavvur edilmesine ilişkin örnekler çok daha geri (ilkel) medeniyet seviyelerinden beri mevcuttur. Orta Asya göçebeleri de buna bağlı olarak, yeryüzünü incitecek herhangi bir davranışta bulunmaktan kaçınırlardı.

Soyotelerin inançlarında, toprağı keskin şeylerle kazmak veya yaralamak çok büyük bir günah kabûl edilir. Bu değer yargıları göz önüne alındığında, göçebe halkların tarımla uğraşma fikrine çokta sıcak bakmadıklarını anlamak mümkündür. Altay dağlarının avcı halkları, topraktan otların koparılmasını bir insanın saçlarının veya sakalının çekilip kopartılması kadar uygunsuz bir şey olarak kabûl ederlerdi.


Çuvaşlar ve Tatarlar Rusya’ya, kendilerine tamamen yabancı bir kültürün hüküm sürdüğü topraklara göç ettiklerinde, buralarda ana geçim kaynağı olan çiftçiliği benimseyerek, bazı tören ve kutlamaları çiftçilikle bağdaştırarak, Fin kökenli İdil boyu kabileleriyle Çuvaşlar da “Toprak Ana”ya kara veya humus rengi hayvanlar kurban etmeye başlamışlardır. Çuvaş gelenekleri arasında özellikle “toprak çalma” ritüeli bahsetmeye değer ilginçliktedir. Bu ritüelin gayesi, verimi yüksek olan bir tarlanın toprağını alıp, başka tarlalara dağıtmaktır. Bu törende, “Toprak Ana” için canlı bir damat seçilir ve bu damat kendine bir gelin arıyormuşçasına giyinerek, ortaya çıkar. Bu damat adayı genç ve güçlü erkekler arasından seçilir, çünkü “Toprak Ana”nın eşi olmak o kadar zor bir şeydir ki, bu görevi yerine getirenler nadiren ileri yaşlara kadar yaşarlar. Düğün alayı çalgılar ve şarkılar eşliğinde ilerlerken, gelinin alınacağı ve “Toprak Ana”nın damadının düğün alayının en öndeki kağnısının üzerine kaldırılacağı yere gelindiğinde bütün sesler kesilir ve herkes susar. Düğün konvoyundaki en yaşlı kişi söz alıp, gözlerini tarlaya dikerek; “zengin ve güzel gelin, genç ve yakışıklı bir damatla sana geldik. Servetinin fazlası ile büyük olduğunu biliyoruz, ama getirdiğimiz damadın da sana olan sevgisi en az o kadar büyük” demesiyle, damat toprağa doğru eğilirken, konuşmacı; “değerli gelin, sen de bizim damadımızı sev ve senden ricalarımızı kabûl et. Tarlalar ve çayırlar, ormanlar ve nehirlerde sahip olduğun her şeyi yanına al” dileklerini takiben, damat iyice yere eğilir ve alaydaki bütün arabalara tarladan humuslu toprak yüklenir, damat da ilk arabanın üzerine kaldırılır. Dönüş yolunda tekrar şarkılar söylenir, çalgılar çalınır, eller çırpılır ve sevinç çığlıkları atılır. Bu coşku, toprağın yayılacağı tarlalara gelene kadar sürer. Buraya gelindiğinde damat, elindeki kürekle önce kendi bulunduğu kağnının, sonra da diğerlerinin önünde durarak geline şu sözlerle hoş geldin der: “Değerli gelinim, hoş geldin. Seni, altınlardan da, hayatımdan da çok seviyorum. Benim aşkım için kendini tarlalarımız ve çayırlarımız, ormanlarımız ve nehirlerimiz üzerine ser”. Bu sözlerden sonra kürekle kağnıdan bir parça toprak alır, düğün alayındaki diğer kişiler de onu taklit ederler ve herkes kendi tarlasına bu topraktan taşıyıp, okşar.


“Toprak ana”yı mutlu etmek ve rızasını kazanmak için yapılan bu düğün ritüeli, aslında avcı ve göçebe kültürüne yabancı bir düşünceye dayanırsa da, buna benzer geleneklere sadece Orta Asya’da değil, Doğu Avrupa’nın bazı tarım toplumları arasında da rastlanır. 



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak