İSTİLA (1096 - 1100)
MAARA YAMYAMLARI
“Burası vahşi hayvanların otlağı mıdır, yoksa evim midir, doğduğum yer midir, bilmiyorum!”
Maaralı (Maaratünnuman) adlı bilinmeyen bir şairin bu acı dolu çığlığı yalnızca bir üslup unsuru değildir. Ne yazık ki bu sözleri üzerindeki anlamıyla almak ve onunla beraber “bu 1098 yılının sonunda Suriye’nin bu Maara (Maaratünnuman) kentinde böylesine canavarca neler oldu?” diye sormak zorundayız.
Frenkler gelene kadar, kent halkı sur çemberinin gerisinde güvenlik içinde yaşıyordu. Bağları, zeytinlikleri ve incirlikleri onlara mütevazi bir refah sağlıyordu. Kentin işleri, Halep’teki Rıdvan’a itibari bir şekilde bağlı olan, babacan ve hırsı olmayan yerel eşraf tarafından yürütülmekteydi. Maara’nın iftihar ettiği şey, Arap edebiyatının en büyüklerinden biri olan, 1057’de ölmüş bulunan Ebuulâ el-Maari’nin doğduğu yer olmaktı. Özgür düşünceli biri olan bu kör şair, yasaklara aldırmadan döneminin adetlerine saldırmaya cüret etmişti. Şunu yazmak için cesaret gerekirdi:
Dünyada yaşayanlar ikiye ayrılır,
Beyni olup dini olmayanlar,
Ve dini olup beyni olmayanlar.
Ölümünden kırk yıl sonra, uzaklardan gelen bir fanatizm, görünüşe göre Maaralı şaire hem dinsizliği, hem de efsanevi kötümserliği konusunda hak verdirtecektir:
Kader bizi cammışız gibi kırıyor,
Ve parçalarımız bir daha hiç birleşmiyor.
Nitekim, kenti bir harabe yığınına çevirecek ve şairin hemcinslerine ilişkin olarak çok sık dile getirdiği küçümseme, burada en gaddar şekilde resmedilmiş olacaktır.
Maara sakinleri, 1098’in ilk ayları süresince, kapılarından üç günlük yürüyüş mesafesinde cereyan eden Antakya çarpışmasını kaygıyla izlemişlerdir. Sonra, Frenkler zafer kazanmalarının ardından birkaç komşu köyü yağmalamaya gelmişler ve Maara bu saldırıların dışında kalmıştır, fakat bazı aileler, Halep, Hıms veya Hama gibi daha güvenli yerlere gitmek üzere kenti terketmeyi tercih etmişlerdir. Kasım sonlarına doğru binlerce Frenk kentin etrafını çevirince, bunların kaygıları haklı çıkmıştır. Kent halkından birkaçı kaçmayı başarmışsa da, çoğu tuzağa yakalanmıştır. Maara’nın bir ordusu yoktur, küçük bir kent milis gücü vardır. Bunlara, askeri deneyimi olmayan birkaç yüz genç insan çabucak katılmıştır. İki hafta süresince korkunç şövalyelere cesaretle direnmişler, hatta kuşatıcıların üzerine surların tepesinden arı dolu kovanlar bile atmışlardır.
İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: “Onların bu inadını gören Frenkler, surlarla aynı yükseklikte ahşap bir kule yaptılar. Dehşete kapılan ve morali bozulan bazı Müslümanlar, kentin en yüksek binalarını tahkim ederek kendilerini daha iyi savunacaklarını düşündüler. Böylece surları bıraktılar, ama tuttukları yerleri de adamsız bırakmış oldular. Onları başkaları izledi ve surların bir bölümü daha terkedildi. Kısa bir süre sonra surların tamamı savunacak adamdan yoksun kaldı. Frenkler merdivenlerden tırmandılar ve Müslümanlar onları burçların tepesinde gördüklerinde cesaretlerini kaybettiler”.
11 Aralık akşamı olmuştur. Ortalık çok karanlıktır ve Frenkler şehre girmeye cesaret edememektedirler. Maara’nın önde gelenleri, saldırganların başında bulunan Antakya’nın yeni efendisi Bohémond’la temasa geçerler. Frenklerin önderi, eğer çarpışmayı keser ve bazı binalardan çekilirlerse, halkın hayatına dokunmayacağına söz verir. Onun sözüne umutsuzca güvenen aileler, kentin ev ve mahzenlerinde toplanır ve bütün gece titreyerek beklerler.
Frenkler şafakla gelirler, tam bir kıyım olur. Üç gün boyunca insanları kılıçtan geçirdiler, yüz binden fazla kişi öldürdüler ve çok esir aldılar. İbn el-Esir’in verdiği rakamlar elbette abartılıdır, çünkü kentin düşmeden önceki nüfusu muhtemelen on binin altındaydı. Fakat dehşet, kurbanların sayısından çok onlara uygulanan muameleden kaynaklanmaktadır.
Maara’da bizimkiler yetişkin putataparları kazanlarda kaynatıyorlar, çocukları şişe geçiriyorlar ve kızartarak yiyorlardı. Frenk kronikçi Raoul de Caen’ın bu itirafını Maara yakınlarında oturanlar okuyamayacak, ama gördüklerini ve duyduklarını hayatlarının sonuna kadar hatırlayacaklardır. Çünkü yerel şairler tarafından ve sözel gelenek ile yayılan bu gaddarlıkların anısı, zihinlerde silinmesi zor bir Frenk imgesi yaratacaktır. Bu olaylardan üç yıl önce komşu Şeyzer kentinde doğan yakanüvis Usama İbn Munkid, bu günü şöyle yazacaktır:
Frenkler hakkında bilgisi olan herkes, onları tıpkı hayvanların güç ve saldırganlık üstünlüğüne sahip oldukları gibi cesaret ve coşkuyla çarpışma üstünlükleri olan, ama bunun dışında birşeyleri bulunmayan hayvanlar olarak görmüşlerdir.
Frenklerin Suriye’ye geldiklerinde yarattıkları izlenimi iyi özetleyen, iltifatsız bir yargı: Kültür yönünden çok üstün, ama her tür mücadeleciliğini kaybetmiş bir Arap milletinin, kolaylıkla anlaşılabilir kaygı ve küçümseme karışımı. Türkler, Batılıların yamyamlığını asla unutmayacaklardır. Onların destan edebiyatının tümü boyunca, Frenkler hep insan yiyen kişiler olarak tasvir edileceklerdir.
Bu Frenk imgesi haksız mıdır? Batılı istilacılar, kurbanları olan kentin halkını yalnızca hayatta kalabilmek için mi yemişlerdir? Önderleri, ertesi yıl papaya gönderdiği resmi bir mektupta bunu iddia edecektir: Maara’da orduya korkunç bir kıtlık saldırdı ve onu Müslümanların cesetleriyle beslenme zorunluğuyla karşı karşıya bıraktı. Fakat bu çabucak söylenmiş bir söze benzemektedir. Çünkü Maara bölgesi halkı, bu uğursuz kış boyunca, açlığın açıklamaya yetmediği davranışlara tanık olmuştur. Nitekim bu insanlar, Tafurlar denilen fanatikleşmiş Frenk çetelerinin kırsal alana yayılarak, Müslüman eti çiğnemek istediklerini bağırarak söylediklerini ve akşamları ateşin etrafında avlarını yemek üzere toplandıklarını görmüşlerdir.
Zorunluluğun doğurduğu bir yamyamlık mı? Fanatizmden gelen bir yamyamlık mı? Bütün bunlar gerçekdışı şeylere benzemektedir, ama tanıklıklar, hem tasvir ettikleri olaylar, hem de bu anlatıların üzerine çöken sapık havadan ötürü bunaltıcıdırlar. Maara çarpışmasına bizzat katılmış olan Frenk kronikçisi Albert d’Aix’in bir cümlesi, bu konudaki dehşeti emsalsiz bir şekilde göstermektedir: Bizimkiler yalnızca öldürülmüş Türk ve Müslümanları değil, köpekleri de yemekten iğrenmiyorlardı!
Ebululâ’nın kentinin azabı, 13 Ocak 1099’da yüz kadar Frenkin ellerinde meşaleler olduğu halde sokaklarda koşup, her evi ateşe vermesiyle sona erecektir. Surlar çoktan taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkılmıştır.
Maara olayı, Araplar ile Frenkler arasında yüzlerce yıl boyunca kapanmayacak bir uçurumun açılmasına katkıda bulunacaktır. Ancak hemen o anda dehşetten felç olan insanlar artık zorlanmadıkça direnmemektedirler. Ve istilacılar, arkalarında dumanı tüten yıkıntılardan başka bir şey bırakmayarak güney yönündeki yürüyüşlerine tekrar koyulduklarında, Suriyeli emirler onlara iyi niyetlerini kanıtlamak üzere bir sürü armağan götüren ve ihtiyaç duyacakları yardımı yapmayı öneren elçiler göndermekte acele etmektedirler.
Bunların ilk davrananı, vakanüvis Usama’nın amcası olan, küçük Şeyzer emirliğinin efendisi Sultan İbn Munkid olmuştur. Frenkler onun topraklarına Maara’dan ayrıldıklarının ertesi günü girmişlerdir. Başlarında, Arap vakanüvisler tarafından çok sık zikredilen Saint-Gilles vardır. Emir ona elçi göndermiş, hemen bir anlaşmaya varılmıştır. Sultan Frenklere iaşe sağlamayı yüklenmekle kalmamakta, onlara Şeyzer pazarından at satın alma izni vermektedir, ayrıca Suriye’nin geri kalanını sıkıntısız aşmaları için onlara rehber de sağlayacaktır.
Bölge artık Frenklerin ilerlemesi konusunda hiçbir şeyi kaçırmamaktadır, artık ilerledikleri güzergâh da bilinmektedir. Nihai amaçlarının Kudüs olduğunu, orada İsa’nın Kabrini ele geçirmek istediklerini bağıra çağıra ilan etmekte değiller midir? Kutsal kentin yolu üzerinde bulunan herkes, Frenklerin temsil ettiği afete karşı tedbir almaya uğraşmaktadır. En fakirler yakınlardaki ormanlık alanlara saklanmakta, ama bu kez arslan, kurt, ayı veya çakal gibi vahşi hayvanların tehdidine maruz kalmaktadırlar. Olanağı olanlar ülke içlerine göç etmektedirler. Diğerleri de en yakın kaleye sığınmaktadır. 1099 Ocağının sonuncu haftasında, Frenk birliklerinin yakında olduğunu haber alan zengin Bukayye ovası köylüleri, bu sonuncu çözümü tercih etmişlerdir. Hayvanları ile buğday ve zeytinyağ stoklarını toplayıp, Hısnelekrad’a (Kürtlerin kalesi) çıkmışlardır. Bu kale, ulaşılması zor yüksek bir tepenin zirvesinden, Akdeniz’e varana kadar ovanın tümüne egemendir. Kale uzun zamandan beri kullanılmıyor olmakla birlikte, surları sağlamdır ve köylüler buraya sığınabileceklerini ummaktadırlar. Fakat erzakları her zaman yetersiz olan Frenkler, onları kuşatmışlardır. 28 Ocakta, Frenk savaşçıları Hısnelekrad
kalesinin surlarına tırmanmaya başlamışlardır. İşlerinin bittiğini hisseden köylüler bir hile düşünürler. Kalenin kapılarını aniden açarlar ve sürülerinin bir bölümünü dışarı bırakırlar. Çarpışmayı unutan bütün Frenkler, yakalamak üzere hayvanlara hücum ederler. Saflarında öyle bir karışıklık olur ki, cesaretlenen savunucular huruç yaparlar ve Saint-Gilles’in çadırına ulaşırlar; hayvanlardan paylarını almak isteyen muhafızlarının terkettiği Frenk önderi, yakalanmaktan zor kurtulur.
Köylülerimiz başarılarından epeyi memnundurlar. Fakat kuşatmacıların intikam almak için geri geleceklerini bilmektedirler. Ertesi gün Saint-Gilles adamlarını tekrar saldırttığında ortaya çıkmazlar. Saldırganlar, köylülerin ne gibi yeni bir hile bulduklarını birbirlerine sorup durmaktadırlar. Aslında en bilgece olanını bulmuşlardır: Sessizce çıkıp, uzaklarda kaybolmak üzere gece karanlığından yararlanmışlardır. Frenkler, Hısnelekrad kalesinin yerine kırk yıl sonra en ürkütücü kalelerinden birini inşa edeceklerdir. Adı pek fazla değişmeyecektir: “Ekrad” (Arapça aslı “Akrad”) “Krat” halinde bozulacak, sonra da “Krac”a dönüşecektir (birçok kaynakta “Krak” olarak yazılmaktadır.). “Krac des chevaliers”, etkileyici siluetiyle, XX. yüzyılda bile Bukayye ovasına hâlâ egemendir.
Kale, 1099 Şubatında birçok gün için Frenklerin genel karargâhı olmuştur. Burada hesapları alt üst eden bir gösteriye tanık olunmuştur. Bütün komşu kentlerden, hatta bazı köylerden, peşlerinde altın, kumaş, erzak yüklü katırlar olan heyetler gelmektedir. Suriye’nin siyasal parçalanmışlığı öylesine bir boyuttadır ki, her kasaba bağımsız bir emirlik gibi hareket etmektedir. Herkes, istilacıdan korunmak ve onunla anlaşmaya varabilmek için ancak kendi güçlerine güvenebileceğini bilmektedir. Hiçbir bey, hiçbir kadı, hiçbir önde gelen kişi, cemaatinin tümünü tehlikeye atmadan en küçük bir direnme hareketini bile tasarlayamaz. Bu durumda, zoraki bir gülümsemeyle hediye ve saygı sunmak üzere, bu vatansever duygular bir yana bırakılmaktadır. Yerel bir atasözü, kıramadığın eli öp ve tanrıya onu kırması için dua et demektedir.
Hıms emiri Cenahüddevle’nin davranışını işte bu boyun eğme bilgeliği belirleyecektir. Kahramanlığıyla ünlü bu savaşçı, daha yedi ay kadar önce atabey Kürboğa’nın en sadık müttefikiydi. İbn el-Esir, Cenahüddevle’nin Antakya önünde en son kaçan kişi olduğunu belirtmektedir. Fakat şimdi savaşçılık veya dinsel atılganlık dönemi değildir ve emir Saint-Gilles’in karşısında çok dikkatli davranarak, ona alışılmış hediyelerin dışında çok sayıda at sunmuştur, çünkü Hıms elçileri Cenahüddevle’ye, şövalyelerin at sıkıntısı çektiklerini tatlılıkla söylemişlerdir.
Hısnelekrad kalesinin devasa odalarında resmi geçit yapan bütün heyetlerin içinde en cömert olanı, Trablusşam’ınkidir. Kentin Yahudi imalatçıları tarafından yapılmış muhteşem mücevherleri teker teker çıkartan kent elçileri, Frenkler’e, tüm Suriye kıyılarının en korkulu hükümdarı, kadı Celalülmülk adına hoşgeldiniz derler. Kadı, Trablusşam’ı Doğu Arap âleminin mücevheri haline getirmiş olan Beni Ammar ailesindendir. Yalnızca silahlarının gücüne dayanarak kendilerine bir beylik kopartan sayılamayacak kadar çok askeri klanlardan biri değil, aynı zamanda kurucusu bir kadı olan bir okumuşlar hanedanı söz konusudur; kent hükümdarları bu kadı ünvanını korumuşlardır.
Frenkler yaklaşırken, Trablusşam ve bölgesi, kadıların bilgeliği sayesinde komşularının haset ettikleri bir barış ve refah dönemi yaşamaktadır. Kentlilerin iftihar kaynağı, Devasa “kültür evi”, yüz bin cilt kitap bulunan ve bu zamanın en büyüklerinden biri olan kütüphanesiyle Darül-ilm’dir. Kentin etrafını zeytinlikler, keçiboynuzu ağaçları, şekerkamışı tarlaları, bol üzüm veren her türden meyva ağaçları çevrelemektedir. Limanı, canlı bir trafiğe tanık olmaktadır.
İşte kent, istilacılarla ilk sıkıntılarına bu bolluk yüzünden düşecektir. Celalülmülk, Hısnelekrad’a ulaştırdığı mesajında, Saint-Gilles’den Trablusşam’a bir ittifak anlaşmasının görüşmelerini yapacak bir kurul göndermesini istemektedir. Bağışlanamaz hatta. Nitekim Frenk elçileri, bahçelerin, sarayların, limanın ve kuyumcular çarşısının karşısında öyle bir büyülenmişlerdir ki, artık kadının önerilerini dinlememektedirler. Daha şimdiden, eğer ele geçirirlerse neleri yağmalayacaklarını düşünmektedirler. Ve önderlerinin yanına döndüklerinde, onun açgözlülüğünü alevlendirmek için herşeyi yapmışa benzemektedirler. İttifak teklifine Saint-Gilles’den gelecek cevabı safçasına bekleyen Celalülmülk, Frenklerin Trablus beyliğinin ikinci büyük kenti Arga’yı 14 Şubatta kuşattıkları haberi karşısında hayal kırıklığına uğramıştır, ama daha çok dehşete kapılmıştır ve istilacıların yürüttüğü harekâtın başkentini fethetmeye yönelik işlemin ilk adımından başka birşey olmadığına kani olmuştur. Bu durumda nasıl olur da Antakya’nın kaderi akla gelmez? Celalülmülk daha şimdiden kendini talihsiz Yağısıyan’ın yerinde, utanç içinde ölüme veya unutulmaya doğru at koştururken görmektedir. Trablusşam’da, uzun bir kuşatmaya karşılık tedbir olarak stoklar artırılmaktadır. Kent halkı, istilacıların Arga önünde ne kadar tutulacaklarını endişeyle sormaktadırlar. Geçen her gün umulmadık bir ertelemedir.
Şubat, sonra Mart ve Nisan geçer. Her yıl olduğu gibi, çiçek açan meyva bahçelerinin kokuları Trablusşam’ı sarar. Haberler içi rahatlatıcı olduğundan, bu durum insanlara daha da güzel görünmektedir. Frenkler Arga’yı hâlâ alamamışlardır ve kenti savunanlar buna saldırganlar kadar şaşırmaktadırlar. Aslında surlar sağlamdır, ama Frenklerin ele geçirmeyi başardıkları diğer kentlerinkilerden de daha sağlam değillerdir. Arka’nın gücü, halkın çarpışmanın ilk anlarından itibaren tek bir yarık bile açılsa, Maara veya Antakya’daki kardeşleri gibi hepsinin boğazlanacağına kesin inanmış olmasından gelmektedir. Gece gündüz nöbet tutmakta, bütün saldırıları püskürtmekte, böylece en ufak bir sızmaya bile engel olmaktadırlar. İstilacılar sonunda bıkarlar. Tartışma sesleri kuşatma altındaki kente kadar gelmektedir. Sonunda 13 Mayıs 1099’da kamplarını toplar ve başları önlerinde uzaklaşırlar. Üç aylık tüketici mücadeleden sonra direnişçilerin inadı ödüllenmiştir. Arga sevinçten uçmaktadır.
Frenkler güney yönündeki yürüyüşlerine tekrar koyulmuşlardır. Trablusşam’ın önünden kaygı verici bir yavaşlıkta geçerler. Onların öfkeli olduklarını bilen Celalülmülk, onlara yolculuklarının devamı için en iyi dileklerini göndermek üzere acele eder. Buna yiyecek, altın, birkaç at ve onları Beyrut’a kadar giden dar sahil yolundan geçirtecek rehberler eklemeyi ihmal etmez. Trabluslu izcilere, kısa bir süre sonra Lübnan dağlarının hıristiyan Marunileri katılır; bunlar da Müslüman emirler gibi Batılı savaşçılara yardım sunmaya gelmişlerdir.
İstilacılar Cebel (antik Byblos, yani Fenikelilerin Gebel kentine eski Yunanların verdikleri ad gibi Beni Ammar’a ait yerleşim yerlerine saldırmadan, Nehrelkelb’e (Köpek nehri) ulaşırlar.
Bunu aşarak, Mısır Fatımi halifeliğiyle savaş durumuna girerler.
Kahire’nin güçlü adamı, muktedir ve iri yarı vezir el-Efdal Şehinşah, Aleksios Komnenon’un elçileri Nisan 1097’de kendisine Frenk şövalyelerinin Konstantinopolis’e kitlesel bir şekilde geldiklerini ve Küçük Asya’daki saldırılarının başladığını haber verdiklerinde, memnuniyetini saklamamıştı. Otuz beş yaşında eski bir köle olan ve yedi milyon Mısırlıyı tek başına yöneten el-Efdal (en iyi), imparatora başarı dileklerini iletmiş ve bir dostu olarak kendini seferin gelişmesi konusunda haberdar etmesini istemişti.
Bazıları derler ki, Selçuklu imparatorluğunun genişliğini gören Mısır hükümdarları, korkuya kapılmışlar ve Frenklerden Suriye’ye yönelerek onlarla Müslümanlar arasında bir tampon kurmalarını istemişler. Gerçeği bir tek Allah bilir.
İbn el-Esir’in Frenk istilasının başlangıcına ilişkin bu özgün açıklaması, İslam dünyasında, Bağdat’taki Abbasi halifeliğini talep eden sünnilerle, kendilerini Kahire’deki Fatımi halifeliğine bağlı gören şiiler arasında hüküm süren bölünme hakkında çok şey söylemektedir. VII. yüzyılda ortaya çıkmış olan bölünme, peygamber ailesi içindeki bir çatışmadan kaynaklanmaktadır ve Müslümanlar arasındaki inatçı kavgaların sürekli olmasına yol açmaktadır. Selahaddin gibi devlet adamları için bile, Şiilerle mücadele, en azından Frenklerle olan savaş kadar önemli olacaktır. İslamiyet’in başına gelen bütün belâlardan ötürü düzenli olarak “sapkınlar” suçlanmaktadır ve Frenk istilasının bile onların bir dalaveresi olarak görülmesinde şaşılacak bir yan yoktur. Bu durumda, Fatımilerin Frenklere yönelik çağrıları tamamen hayali olsa bile, Kahire’deki yöneticilerin Batılı askerlerin gelişi karşısındaki sevinçleri gerçektir.
İznik düştüğünde, vezir el-Efdal Bizans imparatorunu hararetle kutlamış ve istilacıların Antakya’yı ele geçirmelerinden üç ay önce, hediyelerle yüklü bir Mısır elçilik kurulu, yakında zafer kazanmalarını temenni etmek üzere Frenk kampını ziyaret etmiştir. Ermeni kökenli bir asker olan Kahire’nin efendisi, Türklere hiçbir sempati duymamaktadır ve duyguları Mısır’ın bu konudaki çıkarlarıyla birleşmektedir. Selçuklu ilerlemesi, yüzyılın ortalarından itibaren Bizans imparatorununkilerle birlikte Fatımi halifeliğinin topraklarını da kemirmeye başlamıştır. Rumlar Antakya ve Küçük Asya’nın denetimlerinden çıkmasına tanık olurlarken; Mısırlılar bir yüzyıldan beri kendilerine ait olan Şam ve Küdüs’ü kaybetmişlerdir. Bu durumda Kahire ile Konstantinopolis ve aynı zamanda Aleksios ile el-Efdal arasında sağlam bir dostluk kurulmuştur. İki taraf düzenli olarak birbirine danışmakta, haber alışverişi yapılmakta, ortaklaşa proje geliştirilmektedir. Frenklerin gelişinden kısa bir süre önce, bu iki adam Selçuklu imparatorluğunun iç kavgalardan ötürü altının oyulduğunu memnuniyetle farketmişti. Küçük Asya’da olduğu kadar, Suriye’de de çok sayıda rakip küçük devlet kurulmuştu. Acaba Türklerden intikam alma zamanı mı gelmişti? Mısırlılar ve Rumlar için kaybettikleri toprakları geri alma zamanı değil miydi? El-Efdal, iki müttefik gücün ortaklaşa bir harekât yapmasının düşünü kurmaktadır ve Bizans imparatorunun Frenklerden büyük bir askeri takviye aldığını öğrenince, intikamını almasının çok kolaylaştığını hissetmiştir.
Antakya’yı kuşatanlara gönderdiği elçiler, saldırmazlık anlaşmasından söz etmemişlerdir. Vezire göre bu zaten kendiliğinden vardır. Frenklere önerdiği bal gibi bir paylaşımdı: Kuzey Suriye onlara, Güney Suriye kendine, yani Filistin, Şam ve Beyrut’a kadar sahil şehirleri. Teklifini, Frenklerin henüz Antakya’yı alacaklarından emin olmadıkları bir sırada, mümkün olduğu kadar çabuk yapmak istiyordu. Kanaati, bu teklifi kabul etmekte acele edecekleri yönündeydi.
Cevapları, ilginç bir şekilde kaçamak olmuştur. Başta Kudüs’ün kaderinin ne olacağı konusunda olmak üzere, açıklamalar, kesinlemeler istemişlerdir. Kuşkusuz Mısırlı elçilere dostça davranmışlar, hatta onlara Antakya yakınlarında öldürülen üç yüz Türkün kesik başlarını gösteri halinde sunacak kadar ileri gitmişlerdir. Fakat herhangi bir anlaşmaya varmayı reddetmişlerdir. El-Efdal anlamamaktadır. Teklifi gerçekçi, hatta cömert değil midir? Acaba Rumlar ve Frenk yardımcıları, elçilerinin öylesine bir izlenim aldıkları gibi gerçekten Kudüs’ü ele geçirmek mi istemektedirler? Aleksios ona yalan mı söylemiştir?
Kahire’nin güçlü adamı izlenecek siyaset konusunda daha tereddüt etmektedir ki, 1098 Haziranında Antakya’nın düştüğü haberi gelmiş, üç hafta sonra da Kürboğa’nın alçaltıcı bozgununun haberi ulaşmıştır. Vezir, bunun üzerine düşman ve müttefik edinmek üzere hemen harekete geçmeye karar vermiştir. İbn el-Kalanissi, Temmuzda orduların başkomutanı emir-ül ümera el-Efdal’in kalabalık bir ordunun başında Mısır’dan ayrıldığı ve Artukoğlu Sökmen ve İlgazi beylerin bulunduğu Kudüs’ü kuşattığı haber verildi. Kente saldırdı ve mancınık bataryalarını harekete geçirdi. Kenti yöneten iki Türk kardeş, Kürboğa’nın talihsiz seferine katıldıkları kuzeyden daha yeni dönmüşlerdi. Kent, kırk günlük bir kuşatmadan sonra düştü. El-Efdal iki emire cömertçe davrandı ve onları maiyetleriyle birlikte serbest bıraktı, diye aktarmaktadır.
Olaylar, aylar boyunca Kahire’nin efendisini haklı çıkartıyora benzemişlerdir. Nitekim herşey, sanki oldu bitti karşısında kalan Frenkler daha öteye gitmekten vazgeçmişler gibi cereyan etmektedir. Saray şairleri, Filistin’i sünni “sapkınlar”ın elinden kopartıp alan devlet adamının başarısını kutlamak için yeteri kadar övücü sözler bulamamaktadırlar. Fakat Frenkler 1099 ocak ayında güneye doğru yeniden kararlı bir şekilde yürüyüşe geçince, el-Efdal endişelenir.
Güvendiği adamlarından birini Aleksios’a danışmak üzere Konstantinopolis’e gönderir; o da vezire ünlü bir mektup gönderir ve burada olabilecek en alt üst edici itirafta bulunur: İmparatorun artık Frenkler üzerinde hiçbir denetimi kalmamıştır. Ne kadar inanılmaz gözükse de, bu adamlar kendi hesaplarına hareket etmekte, yapmaya yemin ettiklerinin tersine Antakya’yı imparatorluğa vermeyi reddederek kendi devletlerini kurmaya uğraşmaktadırlar. Papa onları İsa’nın Kabrini ele geçirmek üzere Kutsal Savaşa çağırmıştır ve artık hiçbir şey onları hedeflerinden saptıramaz. Aleksios, kendi hesabına onların eylemini onaylamadığını ve Kahire’yle olan ittifakına harfiyen bağlı olduğunu eklemektedir.
El-Efdal bu sonuncu kesinlemeye rağmen, ölümcül bir çarkın içine düştüğü izlenimini almıştır. Kendi de hıristiyan kökenli olduğundan, ateşli ve saf bir imana sahip Frenklerin silahlı hac ziyaretlerinin sonuna kadar gitmeye kararlı olduklarını anlamakta hiçbir sıkıntı çekmemektedir. Şimdi, Filistin’de maceraya atılmış olduğundan ötürü pişmandır. Cesur oldukları kadar fanatik olan bu şövalyelerin yoluna boşu boşuna çıkmaktansa, Frenklerle Türkleri birbirleriyle döğüşmeye bıraksaydı daha iyi olmaz mıydı?
Frenklere karşı koyabilecek bir ordu toplaması için aylarca zaman gerektiğini bilerek, istilacıların ilerlemesini yavaşlatmak için elinden gelen herşeyi yapması için Aleksios’a mektup yazar. İmparator da onlara Nisan 1099’da, Arga kuşatması sırasında bir mesaj göndererek, Filistin’e doğru yola çıkışlarını ertelemelerini ister, bunun için de yakında kendilerine bizzat katılacağı bahanesini ileri sürer. Kahire’nin efendisi de kendi cephesinden, Frenklere yeni anlaşma önerileri ulaştırır. Suriye’nin paylaşımının dışında, Kutsal Kent’e ilişkin siyasetini belirginleştirmektedir: Harfiyen uyulacak bir inanç serbestliği ve hacılar için buraya istedikleri zaman gelebilme olanağı, ama elbette küçük gruplar halinde ve silahsız olarak gelme koşuluyla.
Frenklerin cevabı kamçı gibi çarpar: “Kudüs’e hep beraber, savaş düzeninde, mızraklar havada gideceğiz!”.
Bu bir savaş ilânıdır. Sözlerini eyleme geçiren istilacılar, 19 Mayıs 1099’da Fatımi ülkesinin kuzey sınırını Nehr-el-Kelb’i hiç tereddüt etmeden geçerler.
Fakat “Köpek nehri” hayali bir sınırdır, çünkü el-Efdal Kudüs’teki garnizonu güçlendirmekle yetinerek, sahildeki Mısır şehirlerini kendi kaderlerine terketmiştir.
Bunların ilki, Nehr-el-Kelb’ten dört yürüyüş günü uzaklıkta olan Beyrut’tur. Kent halkı, şövalyelere bir kurul gönderir, civar ovadaki ürünlere zarar verilmemesi koşuluyla, onlara altın, erzak ve rehber sağlama sözü verirler. Beyrutlular, eğer Frenkler Kudüs’ü almayı başarırlarsa onların otoritesini tanımaya hazır olduklarını eklerler. Antik adı Sidon olan Sayda farklı bir şekilde davranır. Garnizonu, istilacılara karşı birçok cesurca huruç yapar, onlar da kentin meyva bahçelerini tahrip edip, civar köyleri yağmalayarak intikam alırlar. Bu, tek direnme örneği olacaktır. Sur (antik Tyros) ve Akkâ (Saint-Jean d’Acre) limanları, kolay savunulabilir konumda olmakla birlikte, Beyrut’un örneğini izlerler. Filistin’de kent ve köylerin çoğu, daha Frenkler gelmeden halkı tarafından boşaltılmışlardır. Frenkler hiçbir zaman gerçek bir direnmeyle karşılaşmamışlardır ve Kudüs halkı, 7 Haziran 1099 sabahı, peygamber İsmail camiinin yanındaki tepenin üzerinden onların uzaktan yaklaştığını görmüştür. Bağırtıları hemen hemen duyulmaktadır. Daha öğle sonu bitmeden, çoktan kent surlarının dibinde ordugâh kurmuşlardır.
Kudüs valisi ve Mısır güçlerinin komutanı İftiharüddevle, onları Davud kulesinin tepesinden sükûnet içinde seyretmektedir. Uzun bir kuşatmaya dayanmak için gereken tedbirleri aylar öncesinden almıştır. El-Efdal’in geçen yaz esnasında Türklere yönelik saldırısında zarar görmüş olan bir sur cephesini onartmıştır. Her türden kıtlık tehlikesini önlemek üzere muazzam bir erzak yığmıştır ve kenti kurtarmak üzere Temmuz sonundan önce geleceğine söz veren veziri beklemektedir. Daha da ihtiyatlı olmak üzere Yağısıyan’ın örneğini izleyerek, Frenk dindaşlarıyla işbirliği yapma olasılıkları bulunan hıristiyanları şehirden sürmüştür. Hatta şu son günler esnasında, düşmanın kullanmasını önlemek üzere civardaki kaynak ve kuyuları, zehirletmiştir. Haziran güneşi altında birkaç zeytin ağacı bulunan bu kurak topraklarda kuşatıcıların hayatı kolay olmayacaktır.
Böylece İftihar’a göre, çarpışma iyi koşullarda başlıyora benzemektedir. Tepelere tırmanan ve dar vadilere sokulan istihkâmların gerisinde sağlam bir şekilde yer tutan Arap süvarileri ve Sudanlı okçularıyla, kendini dayanma gücüne sahip hissetmektedir. Aslında Batılı şövalyeler cesaretleriyle ünlüdürler, ama Kudüs surları altındaki davranışları deneyimli savaşçıya biraz sapıkça gelmektedir. İftihar, onların gelir gelmez hareketli kuleler ve çeşitli kuşatma araçları yapmalarını, garnizonun huruçlarından korunmak için siper kazmalarını beklerken; onlar ellerinde tek bir merdiven olmadığı halde surlara kudurmuş gibi saldırmadan önce, başlarında avazı çıktığı kadar ilâhi söyleyen papazları olduğu halde, duvarın dibinde dinsel bir geçit töreni yapmışlardır. El-Efdal’in ona bu Frenklerin kenti dinsel nedenlerle ele geçirmek istediklerini anlatmış olmasına rağmen, bu denli kör bir fanatizm onu gene de şaşırtmıştır. O da inanmış bir Müslümandır, ama Filistin’de çarpışmasının nedeni Mısır çıkarlarını savunmak ve inkârın gereği yok, kendi askeri kariyerini ilerletmektir.
Bu kentin diğerleri gibi olmadığını bilmektedir. Her zaman onun halk arasındaki adı olan İliye’yi kullanmıştır, ama hukuk bilginleri olan ulema ona el-Kuds, Beyt el-Makdis veya el-beyt el-Mukaddes (Kutsallığın yeri) adını vermektedirler. Bu âlimler, onun Mekke ve Medine’den sonra İslamiyet’in üçüncü kutsal kenti olduğunu söylemektedirler. Çünkü tanrı, peygamberi (Muhammed) mucizevi bir gecede Musa ve Meryem’in oğlu İsa’yla tanıştırmak üzere göklere buradan çıkarmıştır. O zamandan beri, el-Kuds bütün Müslümanlar için, Tanrı mesajının sürekliliğinin simgesidir. Birçok dindar, mescid el-Aksa’nın kentin kare biçimli evlerine egemen, parıldayan devasa kubbesinin altında murakabeye dalmak üzere gelmektedir.
Bu kentte gökler (tanrı) her sokak köşesinde mevcutsa da, İftihar’ın ayakları yere basmaktadır. Hangi kent olursa olsun, askeri tekniklerin aynı olduğunu düşünmektedir. Frenklerin şarkı söyleyerek ilerlemelerine sinirlenmekte, ama onlardan kaygı duymamaktadır. Fakat kuşatmanın ikinci haftasının sonuna doğru, düşman hararetle iki devasa ahşap kule yapımına girişince, içinde kaygı uyandığını hissetmiştir. Temmuz başında bu kuleleri ayağa kaldırmışlardır bile; bunlar burçların tepesine yüzlerce savaşçıyı aktarmaya hazır durumdadırlar. Siluetleri hasım kampın ortasında tehdidkâr bir şekilde yükselmektedir.
İftihar’ın talimatları kesindir: Bu araçlardan biri surlara doğru en ufak bir hareket yaparsa üzerine ok yağdırılacak, Rum ateşi (kaplara konulan ve yakılarak düşmanın üzerine atılan petrol ve kükürt karışımı grejua ateşi) kullanılacaktır. Bu sıvı yayılmakta ve söndürülmesi zor yangınlar çıkartmaktadır. Bu korkutucu silah, İftihar’ın askerlerinin temmuzun ikinci haftası boyunca birçok saldırıyı püskürtmelerine olanak verecektir. Bu başarı, kuşatmacıların kendilerini alevlerden korumak amacıyla hareketli kulelerini yeni kesilmiş hayvanların sirke emdirilmiş postlarıyla kaplamalarına rağmen elde edilmiştir. Bu arada, el-Efdal’in yakında geleceğine dair söylentiler dolaşmaktadır. İki ateş arasında kalacaklarından korkan kuşatmacılar, çabalarını iki katına çıkartmışlardır.
İbn el-Esir, Frenkler tarafından inşa edilen iki kuleden biri, güneyde Sion tapınağının bulunduğu tepe tarafında, diğeri de kuzeydeydi. Müslümanlar birincisini yakarak, içinde bulunanların tümünü öldürmeyi başardılar. Fakat tam bu işi bitirmişlerdi ki, bir haberci yardım çağrısıyla geldi, çünkü kent öteki taraftan istila edilmişti. Gerçekten de, 492 Şabanının bitiminden yedi gün önce, bir cuma sabahı kuzey taraftan ele geçirilmişti diye anlatacaktır.
Bu korkunç Temmuz 1099 gününde, İftihar, temelleri kurşun kaynağıyla tutturulmuş olan ve istihkâmın en güçlü noktasını meydana getiren bir hisar olan Davud kulesine mevzilenmiştir. Burada daha birçok gün tutunabilir, ama çarpışmanın kaybedildiğini bilmektedir. Yahudi mahallesi istila edilmiş, caddeler cesetlerle dolmuştur ve büyük cami civarında hâlâ çarpışmalar olduğu bilinmektedir. Kısa bir süre sonra, kendi ve adamları dört bir yandan kuşatılacaklardır. Ama gene de çarpışmaya devam etmektedir. Başka ne yapabilirdi ki? Kent merkezindeki çarpışmalar öğleden sonra hemen hemen sona ermiştir. Fatımilerin beyaz sancağı artık Davud kulesinin üzerinde dalgalanmaktadır.
Birden Frenk saldırıları durur ve bir haberci yaklaşır. Saint-Gilles’in yolladığı bu haberci, Mısırlı valiye eğer kaleyi teslim ederlerse, kendinin ve adamlarının hayatlarının bağışlanacağı önerisini getirmektedir. İftihar tereddüt eder. Frenkler daha önce defalarca sözlerinden dönmüşlerdir ve Saint-Gilles’in de aynı yönde karar vermediğini gösteren herhangi birşey yoktur. Ancak Saint-Gilles’i beyaz saçlı, altmışlarında bir adam olarak anlatmaktadırlar, herkes onu saygıyla selamlamaktadır, bu da onun sözünü tutacağının bir güvencesi olabilir. Her halükarda garnizonla anlaşma yapmak zorunda olduğu bilinmektedir, çünkü ahşap kulesi yokedilmiştir ve bütün saldırıları püskürtülmüştür. Bu yüzden, kardeşleri, diğer Frenk şefleri kenti çoktan yağmalamaya ve evler için kavgaya girişmişken, o daha surların dibinde sürünmektedir. İftihar olayı tarttıktan sonra, Saint-Gilles’in kendinin ve adamlarının güvenliğini sağlamaya şeref sözü vermesi koşuluyla teslim olmaya karar verir.
İbn el-Esir, özenli bir şekilde şöyle yazacaktır: Frenkler sözlerini tuttular ve onların gece Askalan (Askalon) limanına giderek oraya yerleşmelerine izin verdiler. Sonra şunları ekleyecektir: Kutsal kentin halkı kılıçtan geçirildi ve Frenkler müslümanları bir hafta boyunca katlettiler. Mes-cid el-Aksa’da altmış binden fazla insan öldürdüler. Ve doğrulanması olanaksız rakamları kullanmaktan kaçınan İbn el-Kalanissi şu kesinlemede bulunmaktadır: Çok insan öldürüldü. Yahudiler havralarında toplandılar ve Frenkler onları burada diri diri yaktılar. Evliya anıtlarını ve İbrahim’in - Tanrı huzur versin - mezarını da tahrip ettiler.
İstilacıların tahrip ettikleri anıtların arasında, Küdüs’ü 638 Şubatında Rumlardan almış olan ikinci halife Ömer İbn el-Hattab adına yapılmış olan Ömer camii de bulunmaktadır. Ve Araplar bunu izleyen süre içinde, kendi davranışlarıyla Frenklerinki arasındaki farkı açığa çıkartmak üzere bu örneği sık sık hatırlatacaklardır. 638 Şubatında halife Ömer, ünlü beyaz devesinin sırtında kente girmiştir ve kentin Rum patriği ona doğru yaklaşmaktadır. Halife, sözlerine bütün kent halkının can ve mallarının güvencede olduğuyla başlamış, sonra patrikten kendini hıristiyanlığın kutsal yerlerini gezdirmesini istemiştir. İsa’nın mezarındayken (Kıyama, Kutsal Kabir) ibadet saati gelmiştir. Ömer patriğe, namaz kılmak için seccadesini nereye serebileceğini sormuştur. Patrik ona yerinde kalabileceğini söyleyince, halife “eğer bunu yaparsam, yarın Müslümanlar ‘Ömer burada namaz kıldı’ diyerek buraya sahip çıkmak isterler” cevabını vermiştir. Ve seccadesini alıp, namazını dışarıda kılmıştır. Doğruyu görmüştür, çünkü adını taşıyacak olan cami tam da burada inşa edilmiştir. Frenk şefleri, ne yazık ki bu gönül yüceliğine sahip değillerdir. Zaferlerini, tarifi olanaksız bir katliamla kutlamışlar, sonra saygı duyduklarını iddia ettikleri kenti vahşice yağmalamışlardır.
Onların dindaşları bile bu vahşetten kurtulamamışlardır: Frenklerin aldıkları ilk tedbirlerden biri, o zamana kadar bütün fatihlerin saygı gösterdikleri eski bir gelenek uyarınca ayinlerini bir arada yapan bütün Doğu hıristiyan mezheplerine - Rumlar, Gürcüler, Ermeniler, Koptlar ve Süryaniler - mensup papazların Kutsal Kabir kilisesinden kovulmaları yönünde olmuştur. Böylesine bir fanatiklik karşısında allak bullak olan Doğu hıristiyan cemaat önderleri direnme kararı vermişlerdir. İsa’nın üzerinde öldüğü hakiki çarmıhı sakladıkları yeri istilacıya göstermeyi reddetmişlerdir. Bu insanlar açısından, kutsal emanete yönelik iman vatanseverlik duygularıyla katlanmış hale gelmiştir.
Sonuçta onlar Nazarethlinin (Nasıralı, İsa) hemşehrileri değiller midir? Fakat istilacılar bunlardan hiç etkilenmemişlerdir. Çarmıhı korumakla görevli papazları tutuklamışlar, onlara işkence yapmışlar ve sonunda sırlarını öğrenerek, Kutsal Kent hıristiyanlarının en değerli kutsal emanetlerini ellerinden zorla almışlardır.
Batılılar gizlenmiş son kentlileri katletme işini tamamlarken ve Kudüs’ün bütün zenginliklerine el koyarken, el-Efdal tarafından toplanan ordu Sina’da yavaş yavaş ilerlemektedir. Filistin’e, dramdan ancak yirmi gün sonra varır. Orduya bizzat komuta eden vezir, Kutsal Kentin üzerine doğrudan ilerlemek konusunda tereddüt eder. Yaklaşık otuz bin adamı olmasına rağmen, kendini güçlü hissetmemektedir, çünkü kuşatma araçlarından yoksundur ve Frenk şövalyelerinin kararlılığı onu korkutmaktadır. Bu durumda birlikleriyle birlikte Askalan civarına yerleşmeye ve düşmanın niyetlerini yoklamak üzere Kudüs’e bir elçilik kurulu yollamaya karar verir. Mısırlı elçiler, işgal altındaki kentte onlara Godefroi de Bouillon adıyla takdim edilen uzun saçlı ve sarı sakallı, uzun boylu bir şövalyenin yanına götürülürler, bu adam Kudüs’ün yeni efendisidir. Vezirin Frenkleri iyi niyetini suistimal etmekle suçlayan ve onlara eğer Filistin’i terketmeye söz verirlerse bir düzenleme öneren mesajını ona iletirler. Batılılar buna cevap olarak askerlerini toplarlar ve hiç ara vermeden Askalan yoluna koyulurlar.
O kadar hızlı ilerlerler ki, izcilerin haber vermelerine fırsat kalmadan Müslüman ordugâhının yakınlarına varırlar. İbn el-Kalanissi Ve daha ilk çarpışmada, Mısır ordusu tabanları yağladı ve Askalan limanına doğru geri çekildi, diye aktarmaktadır. El-Efdal de buraya çekildi. Frenk kılıçları Müslümanlara karşı zafer kazandılar. Katliamdan ne piyadeler, ne gönüllüler, ne de kent halkı kurtulabildi. Yaklaşık on bin kişi hayatını kaybetti ve ordugâh yağmalandı.
Ebu-Saad el-Haravi’nin önderliğindeki mülteciler, Bağdat’a herhalde Mısırlıların bozgunundan birkaç gün sonra ulaşmışlardır. Şam kadısı, Frenklerin yeni bir zafer kazandıklarından henüz habersizdir, fakat daha şimdiden istilacıların Kudüs, Antakya ve Urfa’ya egemen olduklarını, Kılıçarslan ve Danişmend’i yendiklerini, tüm Suriye’yi kuzeyden güneye aştıklarını, kendilerini rahatsız eden hiç kimse olmaksızın keyiflerince katliam ve yağma yaptıklarını bilmektedir. Halkına ve imanına hakaret edildiğini, aşağılandığını hissetmekte ve Müslümanların nihayet uyanmaları için avazı çıktığı kadar bağırmak istemektedir. Kardeşlerini silkelemek, tahrik etmek, utandırmak istemektedir.
19 Ağustos 1099 cuma günü, arkadaşlarını Bağdat Ulu Camiine götürür. Öğlen olup da müminler dört bir yandan cuma namazı kılmaya gelirlerken, Ramazan olmasına rağmen saygısız bir şekilde yemek yemeye başlar. Birkaç saniye içinde etrafında öfkeli bir kalabalık oluşur, askerler onu tutuklamak üzere yaklaşırlar. Ama Ebu-Saad ayağa kalkar ve etrafındakilere sükûnetle, binlerce Müslümanın katledilmesi ve islamiyetin kutsal yerlerinin tahribi karşısında tamamen kayıtsız kalırlarken, birinin orucunu bozması karşısında nasıl bu kadar alt üst olmuş gözükebildiklerini sorar. Böylece kalabalığı sus pus ettikten sonra, Suriye’nin (Bilad-eş-Şam) uğradığı felâketleri ve özellikle de Kudüs’ün başına gelenleri anlatır. İbn el-Esir, mülteciler ağladılar ve ağlattılar diyecektir.
El-Haravi sokaktan ayrılıp, rezaleti saraya taşır. Müminlerin hükümdarı el-Mustazhirbillah’ın, bu yirmi iki yaşındaki genç, halifenin divanında “imanın verdiği desteklerin zayıf olduğunu görüyorum!” diye haykırır. Genç halife, açık tenli, kısa sakallı, yuvarlak yüzlü, öfke halleri kısa süren ve tehditlerini nadiren gerçekleştiren, güler yüzlü ve iyi huylu bir hükümdardır. Gaddarlığın hükümdarların birinci niteliğiymişe benzediği bir dönemde, bu Arap halife kimseye zarar vermemiş olmakla övünmektedir. İbn el-Esir, safiyane bir şekilde, Halkın mutlu olduğu söylendiğinde gerçek bir sevinç duymaktaydı, diye yazacaktır.
Duyarlı, ince, kolay ilişki kuran el-Mustazhir, sanat zevkine sahiptir. Mimari tutkunu olarak, Bağdat’ın doğusundaki özel konutu Harem’in etrafına yapılan surların inşaatını bizzat yönetmiştir. Ve çok miktarda olan boş zamanlarında aşk şiirleri yazmaktadır: Sevgilime elveda demek için elimi uzattığımda, ateşimin harı buzu eritti.
Ancak, İbn el-Esir’in tasvir ettiği üzere, her tür tiranlıktan uzak bu iyi insan, her an karmaşık bir saygı gösterme törenleri ağıyla kuşatılmışsa ve vakanüvisler adını saygıyla anıyorlarsa da, uyrukları üzerinde hiçbir iktidara sahip değildir. Bütün umutlarını ona bağlamış olan Kudüslü mülteciler, onun otoritesinin sarayının duvarlarının dışında geçmediğini ve siyasetin onu her halükârda sıktığını unutmuşa benzemektedirler.
Oysa arkasında şanlı bir tarih vardır. Önceli olan halifeler, peygamberin ölümünden sonraki iki yüzyıl boyunca (632-833), zirve noktasında İndüs’ten Pirenelere kadar alanı kapsayan ve hatta bir ara Rhône ve Loire vadisine kadar uzanmış olan muazzam bir imparatorluğun ruhani ve dünyevi önderleri olmuşlardır. Ve el-Mustazhir’in mensup olduğu Abbasi hanedanı, Bağdat’ı Binbir Gece Masalları’nın büyülü kenti haline getirmiştir. Atalarından Harun er-Reşid’in hüküm sürdüğü IX. yüzyıl başlarında, halifelik dünyanın en zengin ve güçlü devletiydi ve başkenti en ileri uygarlığın merkeziydi. Bu kentte bin tane diplomalı hekim, büyük bir bedava hastane, düzenli bir posta hizmeti, bazıları Çin’de şube açmış olan birçok banka, mükemmel bir su kanalı şebekesi, bir atık su sistemi ve bir kâğıt imalathanesi bulunmaktaydı. Doğu’ya geldiklerinde henüz deri üzerine yazmakta olan Batılılar buğday samanından kâğıt imal etme sanatını Suriye’de öğreneceklerdir.
Fakat el-Haravi’nin Kudüs’ün düştüğünü el-Mustazhir’in divanında haber vermeye geldiği bu kanlı 1099 yazında, bu altın çağ çoktan gerilerde kalmış bulunuyordu. Harun er-Reşid 809’da ölmüştür. Bundan çeyrek yüzyıl sonra, ardılları gerçek iktidarlarını tamamen kaybetmişlerdir. Bağdat yarı yarıya harap olmuş ve imparatorluk parçalanmıştır. Geriye yalnızca şu birlik, başarı ve refah döneminin efsanesi kalmıştır ki, bu efsane Arapların düşlerinden hiç eksilmeyecektir. Aslında Abbasiler daha dört yüzyıl hüküm süreceklerdir. Ama artık yönetemeyeceklerdir. Artık hükümdarları keyiflerince tahta çıkartan veya indiren, çoğu zaman bu iş için onları öldürme yoluna giden Türk veya İranlı askerlerinin elindeki rehinelerden başka birşey olmayacaklardır. Ve birçok halife, öldürülmekten kurtulmak için siyasi faaliyetlerden el etek çekecektir. Haremlerine kapanıp, artık kendilerini hayatın zevklerine verecekler, şair veya müzisyen olacaklar, kokulu güzel dişi köle kolleksiyonu yapacaklardır.
Arapların şanının uzun bir süre cisimlenmiş hali olan emir el-Müminin artık onların gerilemesinin canlı simgesi haline gelmiştir. Ve Kudüs’ten kaçanların kendinden bir mucize bekledikleri el-Mustazhir, bu işe yaramaz halifeler ırkının tam bir temsilcisidir. Bunu yapmak istese bile bütün ordusu birkaç yüz zenci ve beyaz hadımdan meydana gelen bir hassa birliği olduğu için, kutsal kentin yardımına koşamaz. Ancak Bağdat’ta asker kıtlığı çekilmemektedir. Caddelerde, çoğu zaman sarhoş durumda olmak üzere, binlercesi dolaşmaktadır. Kent halkı onların aşırılıklarından korunmak için her gece mahallelerin girişlerini tahta veya demirden ağır engellerle kapatma adetini edinmişlerdir.
Sukları (çarşı) düzenli yağmalarıyla iflasa sürükleyen bu üniformalı afetler, tabii ki el-Mustazhir’den emir almamaktadırlar. Komutanları hemen hemen hiç Arapça bilmemektedir. Çünkü bütün Müslüman Asya kentleri gibi, Bağdat da kırk yıldan beri Selçuklu Türklerin elindedir. Abbasi başkentinin güçlü adamı olan, Kılıçarslan’ın kuzenlerinden sultan Berkyaruk, teorik olarak bütün bölge beylerinin efendisidir. Fakat gerçekte, Selçuklu imparatorluğunun her bölgesi uygulamada bağımsızdır ve hüküm süren aile üyeleri tamamen haneden kavgalarının içine yuvarlanmışlardır.
Ve el-Haravi, 1099 Eylülünde Abbasi başkentinden ayrıldığında, Berkyaruk’la görüşmeyi başaramamış durumdadır, çünkü sultan, İran’ın kuzeyinde öz kardeşi Muhammed’e karşı sefere çıkmış durumdadır; ama bu savaş kardeşinin lehine dönmüştür ve Bağdat ekim ayında Muhammed’in eline geçecektir. Ancak bu saçma kavga, bu olayla sona ermemiştir. Hatta artık anlamaya uğraşmaktan vazgeçmiş Arapların şaşkın bakışları altında, tamamen gülünç bir hale dönüşecektir. Kararı okur versin! Muhammed 1100 Ocağında Bağdat’tan aceleyle ayrılmış ve Berkyaruk kente zafer kazanmış bir edayla girmiştir. Ama bu uzun sürmeyecektir, çünkü ilkbaharda kenti yeniden kaybetmiş ve Nisan 1101’de bir yıllık aradan sonra güç kullanarak tekrar gelmiş ve kardeşini ezmiştir; Abbasi başkentinin camilerinde verilen hutbelerde adı tekrar zikredilmeye başlamış, ama Eylülde durum tekrar tersine dönmüştür. İki kardeşinin kurdukları bir ittifak karşısında yenik düşen Berkyaruk, ebediyen kavga dışı kalmışa benzemektedir. Böyle düşünenler onu yanlış tanımaktadırlar; bozguna uğramasına rağmen beklenmedik bir anda Bağdat’a geri dönmüş ve kenti birkaç günlüğüne ele geçirmiş, ekimde buradan tekrar atılmıştır. Fakat bu sefer de yokluğu kısa sürmüştür, çünkü aralık ayında varılan anlaşma ile kent ona geri verilmiştir. Bağdat, sonraki otuz ay içinde daha sekiz kere el değiştirecektir; her yüz güne ayrı bir efendi düşmektedir. Ve bütün bunlar, Batılı istilacılar fethettikleri topraklardaki konumlarını pekiştirirlerken olmaktadır.
İbn el-Esir, kelimelere olduklarından daha güçlü anlamlar vererek, Sultanlar aralarında anlaşamıyorlardı ve Frenkler işte bu yüzden ülkeyi ele geçirebildiler, diyecektir.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder