ROMA MEDENİYETİ
İdeal politika; her yerde aynı kanunların geçerli olduğu herkese eşit haklar ve eşit konuşma hürriyetinin tanındığı bir yönetimin uygulandığı ve halkının haklarıyla hürriyetlerine saygı duyan bir kral tarafından yürütülen politikadır.
Martus Aurilyüs
Günümüz batı medeniyetinin temel sacayaklarından birisi de hiç şüphesiz Roma Medeniyeti'dir. Roma tarihi denilince ilkçağda Roma dahil, bütün İtalya ve Akdeniz kavimlerinin müşterek tarihi anlaşılır. Roma İmparatorluğu tüm Akdeniz'in tek bir siyasi çatı altında toplanmasının ilk ve son örneği olmuştur. Gelişmiş Helen site devletlerinden imparatorluğa geçişi, Fernand BRAUDELin tasvir ettiği; «Zeytin ağacının kuzey sınırı ile palmiyenin güney sınırı arasında kalan bölge»de yani Akdenizde hakimiyet kurarak Roma başarmıştır.
Tüm batı Avrupada ve İtalya'da M.Ö. 3000'lere kadar Akdeniz asıllı kavimlerin kabile yaşayışlarına dair izlere rastlanmaktadır. Ancak, Roma tarihinin bilinen en eski toplulukları İtalikler ve Etrüsklerden önceki dönem hakkındaki bilgilerimiz oldukça yetersizdir.
Roma Medeniyeti'nin siyasi tarihi üç devirden oluşmaktadır:
Krallık Devri (M.Ö. 753- M.Ö. 505)
Cumhuriyet Devri (M.Ö. 505- M.Ö. 27)
İmparatorluk Devri (M.Ö. 27- M.S. 395)
KRALLIK DÖNEMİ (M.Ö. 753- M.Ö. 508)
Etrüskler, Ege ve Anadoludan ltalya'ya gelerek şehir kültürünü getirmiş, uzun mücadelelerden sonra Roma Devleti bünyesinde İtalik, Fenikeli ve Yunanlılardan oluşan toplulukları bir birlik altında toplamayı başarmıştır. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş olan Roma'nın imarında Etrüskler'in önemli katkıları olmuştur. Latin köylerini birleştirmeleri ve Roma kentinin inşasında yerli halkı zorla çalıştırmaları Etrüsklere karşı derin bir nefret uyandırmış, zamanla güçlenen Aristokratlar, baskıcı son Etrüsk kralı Muhteşem Tarkavinius'u ülkeden kovarak krallık yönetimine son vermişlerdir.
Krallar seçimle iş başına gelir, iktidar değişiminde senato meclisi etkili olurdu. Ancak uygulamada, kral, hakimiyetini sağladıktan sonra bu meclisi devre dışı bırakırdı.
CUMHURİYET DÖNEMİ (M.Ö. 508-M.Ö. 27)
Roma, insanlık tarihinde ilk büyük cumhuriyet olup bu özelliğiyle modern devletin öncüsü olarak kabul edilmektedir. Latincede «halk için» anlamına gelen «Respuclica» daha sonra batı dillerine «Republic» olarak geçmiştir. Bu anlamda Roma Cumhuriyeti, halkın % 10'unu oluşturan Roma soyluları Patriciler tarafından kurulmuştur. Kurulan bu cumhuriyet, nitelik itibarıyla aristokratik bir cumhuriyetti. Büyük toprak sahibi soylular, bir yıl için geniş yürütme salahiyetlerine sahip iki konsül seçerler, kontrollerinde tuttukları senato ve meclis eliyle denetlenen bir yönetim oluştururlardı.
Romalılar, kabile ve oymaklar şeklinde yaşıyor, toplum ise sosyal talepleri farklı, sınıflardan oluşuyordu.
Patriciler; Romanın asıl yerlileriydi ve tam vatandaşlık hukukuna sahip toprak sahibi aristokratlardı.
Plepler ise Roma'ya sonradan gelip yerleşen ve ancak kısmi haklara sahip kimselerden oluşuyordu. İçlerinde azad edilmiş köleler de vardı.
Köleler; hiçbir hakka sahip olmayan savaş esirleri ve satın alınan kişilerden oluşuyordu.
Cumhuriyet dönemine geçildikten sonra iktidarı fiilen ele geçiren Patricilere karşı siyasi ve hukuki yönden eşitlik arayan Plepler; devlet topraklarından pay alma, yönetime katılma, soylularla evlenme ve din adamı olabilme talepleriyle mücadeleye giriştiler. Bu hakları elde etmek için giriştikleri mücadele sonucunda 12 Levha Kanunları oluşturuldu. On hukukçudan oluşan bir komisyon bizzat Atinaya giderek Drakon ve Solon kanunlarını ile Romanın örf ve adetlerini incelediler. On yıllık bir çalışma neticesinde derlenen kanunlar tunçtan on iki levha üzerine kazındı. Böylece Roma'da hukuk devleti düzenine doğru önemli bir adım atılmış oldu. Plepler, Patriciler'in senatosuna karşılık hem kendi Plep meclislerini kurdular hem de soylularla evlenme hakkını elde ettiler. Bu sınıf mücadelesinin bir başka önemli neticesi de borç yüzünden doğan köleliğin kaldırılması olmuştur. (M.Ö. 451) Roma hukuku, din ve ahlakın tam birliğinden meydana geliyordu. Bu ahlak anlayışı, Mezopotamya, Mısır ve Yunan medeniyetlerinin nebevi hikmet ve fıtratı birleştiren doğrularını içeriyordu. Mesela; dürüst yaşamak, başkasına hakaret etmemek, herkese payını vermek gibi... (Luris praecepta sunt haec; honeste visere, alterum non laedere, suum cuigue tribuere)
Cumhuriyet döneminde içeride yoğun sınıf çatışmaları yaşanırken, dışarıda Romanın sınırları hızla genişliyordu. M.Ö. 493'te Romanın otuz Latin kent ile kurduğu «Latin Birliği» giderek «Roma Birliği>>ne dönüştü. M.Ö. 448'de Roma bir yandan tuz ve zeytin ticaretiyle Akdenizde tam bir ekonomik kontrol sağlarken, bir yandan da hem karadan hem denizden sınırlarını genişletmeye devam etti. M.Ö. 272’den sonra Roma, Güney İtalya'daki Yunan kent devletlerini ele geçirdi. M.Ö. 264'te Akdeniz üzerindeki hakimiyet uğruna Kartaca ile 120 yıl süren Pön savaşlarına girişti. Bu savaşların sonunda Romanın Batı Akdeniz'deki üstünlüğü kesinleşti. Kartaca, dünyada eşine ender rastlanan bir soykırımla tarihten silindi. Kartaca yakılıp yıkıldığı gibi, tek bir ot bile bitmemesi için topraklarının üzerine tuz atılarak savaş arabalarıyla çiğnendi. Daha sonra; üstün Roma ordusu, doğuya yönelerek önce Makedonya'yı sonra da Yunanistan'ı topraklarına katmayı başardı. Hiç şüphesiz bu önemli zaferlerde disiplinli Roma ordusunun çok önemli bir payı vardı. Roma ordusu hür çiftçilerden oluşuyordu. Konsül Marius döneminde Roma ordusunda köklü değişiklikler yapılarak ücretli askerler (lejyonerler) Roma vatandaşı askerlerin yerini almaya başladı. Kazanılan zaferlerden sonra güç ve zenginlik Roma halkını sefahate sürükledi. Mal ve köle ticareti gelişti. Rüşvet ve yolsuzluk, şahsi hırslar ve açgözlülük, cumhuriyetin ilk yıllarındaki vatanseverliğin ve özverili tavırların yerini almaya başladı. Bu dönemde yöneticiler sadece askerleri denetim altında tutmayı öncelediler ve halkı ihmal ettiler. Septumus Severus'un;
"Askerleri zenginleştir, gerisine aldırma." ifadesi Roma'nın çöküşüne zemin hazırlayan önemli bir yaklaşımdı.
M.Ö. 70 yılında Spartacus önderliğinde büyük bir köle ayaklanması gerçekleşti. Köleler, geceleri zincirlere vuruluyor, kaçtıklarında kolay yakalanabilmeleri için başlarının yarısı tıraş ediliyordu. Evlenmeleri yasaktı, uzuvları koparılabiliyor, hatta öldürülebiliyorlardı. Bazen de arenalarda vahşi hayvanlarla dövüştürülmek üzere satılabiliyorlardı. Bir köle, efendisini öldürdüğünde evdeki bütün köleler çarmıha gerilirdi. Bu durum isyanın büyüyüp Romayı tehdit edecek boyuta ulaşmasındaki en önemli faktördü. Spartacus, gladyatör kölelerden oluşan ordusuyla Roma üzerine yürüdü. Bu etkili ayaklanma, başlangıçta, üst üste kazanılan zaferlerin ardından Roma'yı sarstıysa da M.Ö. 73de yenilgiye uğratılan Spartacus'ün öldürülmesi üzerine başarısızlıkla sonuçlandı.
GAİUS JULIUS CAESAR ve CUMHURİYET DÖNEMİ'NİN SONU
Roma tarihinin en renkli simalarından biri olan Julius (Jül) Sezar iyi yetişmiş bir komutan, iyi bir hatip ve yazardı. Konsül seçildikten sonra Mısır'ı Roma’ya bağladı. Daha sonra Suriye üzerinden Anadolu'ya yürüdü. Ardından Pontus Kralı'nı yenilgiye uğratarak imparatorluk sınırlarını tahkim etti. Oradan Roma'daki bir dostuna yazdığı mektupta yaptıklarını üç kelimeyle özetledi;
"Geldim, gördüm, yendim." (Veni, Vidi, Vici.)
Roma’ya döndükten sonra M.Ö. 45'te ömür boyu devlet başkanlığına seçildi. Senatörler, Sezar'ın Romanın özgürlüğünü daha da kısıtlayacağı endişesine kapıldılar ve onu bir komployla evlatlığı Brütüs'e hançerleterek öldürttüler. Sezar'ın ardından karışıklarla geçen bir dönem yaşandı. Devleti tekrar toparlayan Sezar'ın yeğeni Oktavianus oldu. M.Ô. 27'de Oktavianus'un kendini imparator ilan etmesiyle Roma’da cumhuriyet dönemi sona erdi.
HZ. İSA ÖNCESİ ROMA DÖNEMİNE TOPLU BAKIŞ
Roma medeniyetinin batı medeniyetine katkılarını şöyle özetleyebiliriz: Şehirleşme, vatandaşlık şuurunun oluşması, cihanşümul (evrensel) ve tam devlet anlayışının ortaya çıkışı, kölelik anlayışının törpülenmesi, «12 Levha Kanunları»yla medeni hukuk fikrinin oluşturulması, takvimin Mısırdan alınarak geliştirilmesi. Ayrıca Romalıların dünya kültürüne önemli bir katkısı da Fenike alfabesini Yunanlılardan alarak geliştirmeleri ve günümüz batı dillerinin temeli olan Latincenin oluşumuna zemin hazırlamalarıdır. Romayı bir kent devletinden bir dünya imparatorluğuna dönüştüren unsurlar, düzenli devlet örgütü ve emir-komuta zinciri içinde çalışan disiplinli bir orduya sahip olmasıdır.
Roma, Mezopotamyadan başlayarak dalga dalga Mısır, Anadolu ve Ege üzerinden kısmi kırılmalarla dünyaya yayılan peygamber mesajları ve Yunan düşünce atölyelerinde bir sistematiğe kavuşturulan beşeri bilginin etkisiyle, belli bir kamu ve medeni hukuk sisteminin temelini atmış, yüzyılları aşarak günümüz hukuk anlayışını belirleyerek şekillendirmiştir. Dönemin şartlarına göre, halkına hizmet eden bir devlet arayışı Roma medeniyetinin dünyayı etkileyen bir diğer artısı olmuştur.
Ne yazık ki baskın putperest inanışlar, gücü yerinde ve doğru kullanmalarını önlemiş, kamu gücünü eline geçirenler bu gücü halkın aleyhine kullanmaktan çekinmemişlerdir. Yunan medeniyetinin temel zaaflarından biri olan ahlaki çöküntü Roma medeniyetinin de sonunu hazırlamıştır. Batılı bir medeniyet tarihçisi olan Will DURANT, Roma medeniyetinin cinsi ve ahlaki sapkınlıklar açısından günümüz batı medeniyetinden daha kötü bir durumda olduğunu belirtmektedir.
ROMA'DA İMPARATORLUK DÖNEMİ ve HIRİSTİYANLIK
Augustus olarak bilinen Oktavianus'a Roma'ya hizmetleri karşılığı olarak «Orduların Başkomutanı» unvanı verilmesiyle birlikte imparatorluğa doğru önemli bir adım atılmış oldu. Augustus güç ve yetkileri birer birer elinde toplayarak, Senato dahil önemli cumhuriyet müesseselerini fonksiyonsuz hale getirmiş ve güçlü bir ordu oluşturarak çağının en büyük askeri diktatörlüğünü kurmuştur. Mısırdan elde ettiği dillere destan hazineden askerlerine cömertçe paylar ayırarak onları kendisine bağlamış, bir yandan da 300 bin aile reisine nakdi yardım ve buğday dağıtarak halkın sevgisini kazanmayı başarmıştır.
Oktavianus döneminde Roma, başarıdan başarıya koşarak Trakya, Kapadokya, Ermenistan, Kuzey Arabistan ve İngiltere'yi de içine alan büyük bir imparatorluğa dönüşür. Bu dönemde Romanın altyapısı tamamlanırken, önemli imar projeleri devreye sokularak imparatorluk bünyesinde büyük mabedler inşa edilir, yollar yapılır, ülke bir baştan bir başa arenalar, tiyatro binaları ve çeşitli sanat eserleriyle süslenir.
Roma'nın iç barışı sağlayarak ekonomik yönden kalkınması, edebiyat, mimari ve güzel sanatlara ilginin de zirveye çıkmasına sebep olmuştur. Latin zevki Antik Yunan kültürüyle birleşerek bu dönemde en güzel meyvelerini vermiştir. Augustus yarım asra yaklaşan saltanatında gerçekten de; «Tuğladan bir şehir» bulmuş; «Mermerden bir şehir» ve mamur bir imparatorluk bırakmıştır. M.S. 14'te; "Rolüm bitti, el çırpın ve alkışlayın beni!" diyerek ölür.
Oktavianus'un ardından Tiberius, üvey babasının politikalarım devam ettirmiştir. Bu dönem, Hz. İsa'nın yahudilerin sert muhalefetine rağmen ilahi mesajlarını Filistin'de yaymaya başladığı dönemdir.
Claude ve Neron dönemleri ise imparatorlukta saray çekişmelerinin zirveye çıktığı, cinayetlerle dolu bunalımlı bir dönem olarak bilinir. Neron'un iktidar yıllarında Roma'da büyük bir yangın çıkar. Neron bu yangının suçunu ilk dönem hıristiyanlarına atarak onlara eziyet ve işkence eder. Oktavianus döneminin son imparatoru Neron'un kanlı korku rejimi, senatoda halk düşmanı ilan edilerek bir askeri darbeyle öldürüleceği korkusuna kapılıp, 69 yılında intiharı seçmesiyle son bulmuştur.
Roma, bu devirden itibaren değişik sülalelerce ve daha çok askeri diktatörlükler tarafından yönetilmiştir. Batıda Germenlerin askeri baskıları, doğuda Sasanilerle süren mücadeleler imparatorluğun askeri yönden zayıflamasına yol açtığı gibi, askerlerin imparatorluk yönetimindeki rollerinin artmasına da sebep olmuştur. 235 yılından itibaren senatonun rolü tamamen ortadan kaldırılmış, hıristiyanlara ağır baskılar yapılarak topluca mezarlara gömme, inananları arenalarda vahşi hayvanlara canlı canlı parçalatarak bu vahşeti zevkle izleme, II. ve III. yüzyıllarda çokça rastlanan bir durumdu. İnananlara baskı özellikle Diokletianus döneminde dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır.
375 yılında ülkeyi uzun süreli karışıklıklar içersine sokan «Kavimler Göçü» yaşanmıştır. Türk soyunun bir kolunu oluşturan Hunların Avrupa'da ilerlemesi, Doğu Avrupa ve italya'nın kuzeyinde yaşayan Cermen, Got, Frank ve Vandalların Roma imparatorluk topraklarını aşarak çıkardığı uzun süreli karışıklık yaklaşık yirmi yıl sürmüştür. Büyük Theodosius; "Roma şehri askeri bakımdan sınırlardan uzak ve burada cumhuriyet taraftarları çoktur." diyerek 395 yılında imparatorluğu iki oğlu arasında bölüştürmüş, böylece Roma İmparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Doğu Roma'yı Arkadius'a, Batı Roma'yı ise küçük oğlu Honorius'a bırakmıştır. Doğu Roma, Konstantin'in kurduğu İstanbul’u başkent yaparak 1453’e kadar bir devlet olarak varlığını devam ettirirken, Batı Roma 476’da yıkılmıştır. Batı Roma'nın yıkılmasıyla Avrupa'da yıllarca devam edecek olan derebeylik düzenine geçilmiştir. Papa ve kilisenin yıllarca sürecek güçlü otoritesinin temelleri atılmıştır.
HZ. İSA, HIRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU ve YAYILIŞI
Putperestler ve yahudiler dışında hemen herkesin mukaddes bir şahsiyet olarak gördüğü Hz. İsa, Filistin'in Nasıra şehrinde Hz. Meryem'in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Hz. Adem' in yaratılışını hatırlatan bir mucizeyle babasız olarak dünyaya gelmiş olması, hem hıristiyan hem de Müslümanların ortak inançlarındandır. Kendisine İncil isimli mukaddes kitap verilmiştir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimli İnciller miladi III. asırda derlenmiştir. Tevhid peygamberlerinin en önemli halkalarından birini teşkil eden Hz. İsa, Roma İmparatorluğu'na bağlı Filistin'de davetine başlar; körleri iyi eden, ölüleri dirilten, cüzzamlı ve felçlileri iyileştiren mucizeleriyle kısa zamanda dikkatleri üzerine toplar. Hz. İsa, Grek Roma putperest din anlayışına ve güçlüyü üstün tutan katı hukuk kurallarına karşı kalpleri katılaşmış Roma ve yahudi halklarını tevhide, sevgiye, merhamete, güzel ahlaka çağırmış; arınmayı ve sade yaşamayı öne çıkarmıştır. Bugün, batının dünya sahnesinde yaptıkları ile Hz. İsa'nın söylediğini ifade ettiği cümleler arasındaki uyumu kıyas etmek bakımından, şu cümleleri örnek vermek istiyorum:
"Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin. Bir yanağınıza tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Abanızı alandan mintanınızı da esirgemeyin. Sizden bir şey dileyen herkese verin, malınızı alandan onu geri istemeyin. İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız siz de onlara öyle davranın."
"Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile kendilerini sevenleri sever. Size iyilik yapanlara iyilik yaparsanız, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile böyle yapar. Verdiğinizi geri almak umudunda olduğunuz kişilere ödünç verirseniz, bu size ne övgü kazandırır? Günahkarlar bile verdikleri kadarını geri almak şartıyla günahkarlara ödünç verirler. Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin." (Matta s. Bölüm)
Havariler, Hz. İsa'nın ölümünden sonra Hıristiyanlığı Filistin ve civarında yaymaya devam etmişler, özellikle Pavlus'un çalışmalarıyla bu yeni din Roma İmparatorluğu'nun merkezinde de tutunmayı başarmıştır. Mesih merkezli teslis inancı Pavlus'un fikri olup batı Hıristiyanlığının da temelini oluşturmuştur.
Bu inancın fakir halk ve köleler arasında hızla yayılması üzerine Roma, inananlara karşı gittikçe artan çeşitli baskı, takip ve işkenceler uygulamaya başladı. Yönetimin bu ağır zulüm ve takiplerine rağmen ilk dönem hıristiyanlarının üstün çabalarıyla Hıristiyanlık gizliden gizliye hızla yayılmaya devam etti. İzbe ve dağlık bölgelerde inşa edilen manastır ve kiliselerle putperestliğin izlerini silmeyi hedeflemiş olan bu yeni inanç, giderek önemli bir güç haline geldi.
Nihayet İmparator Konstantin, 313 yılında yayınladığı Milano Fermanı ile Hıristiyanlığı tanıdı ve faaliyetlerini serbest bıraktı. Bu fermana göre hıristiyanlara ve diğer dinlere mensup olanlara din ve mezhep bakımından serbestlik sağlandığı gibi, haklarındaki kovuşturma kaldırılarak tutuklanan kişilere ait ev ve kiliselerin iadesi kararlaştırıldı. Çünkü Hıristiyanlık, tahrif olmuş ve artık putperest kültürün arzu ettiği noktaya gelmişti.
Konstantin'in 330'da hıristiyan olması Romanın hıristiyanlaşma sürecinin hızlanmasına yol açtığı gibi, bu dinin imparatorluğun resmi dini haline gelmesine de yol açmıştır. Bu da İstanbul'u imparatorluğun ve doğu Hıristiyanlığının başkenti haline getirdi.
Roma resmi kurumlarının ve devlet hiyerarşisinin etkilediği Hıristiyanlıkta görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bu ayrılıkları gidermek amacıyla İznik'te 325 yılında toplanan “Konsil” görüş farklılıklarını gideremediği gibi, bu ayrılıkların derinleşmesine ve mezheplerin şekillenmesine yol açtı. Nitekim 451 yılında gerçekleştirilen Kadıköy Konsili'nin ardından Fener İstanbul Kilisesi Roma'dan ayrılarak Ortodoksluk'un merkezi haline geldi. Batı ve latin dünyası ise Roma merkezli Hıristiyanlık anlayışına bağlı kalmaya devam etti.
XV. ve XVI. yüzyıllarda Batı Avrupa'da Katolik Kilisesi'ne karşı yükselen itirazlar, Protestan mezheplerinin oluşmasına yol açacak ve böylece hıristiyan dünyası; doğusu Ortodoks, batısı ise Katolik ve ondan ayrılan Protestan mezhepleri olmak üzere üç ana mezhebe bölünecektir.
Sonuç itibarıyla Hıristiyanlık; çıkışından bir müddet sonra Hz. İsa (a.s.) ile ilgili değerlendirmelerinde temel bir sapma göstermiş, Hz. İsa'nın «Allah'ın oğlu» olduğu anlayışı giderek temel inanç olarak belirlenmiştir. Günümüzde de büyük ölçüde korunan bu teslis inancı Hıristiyanlığın Müslümanlara göre teolojik krizini oluşturmaktadır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'e göre İsa (a.s.) bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve kuldur. Hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah'a kulluğu öğütlemiştir:
"İsa: Muhakkak ki Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur." (Al-i-İmran 3/51)
«HIRİSTİYANLAŞTIRILMIŞ ROMA» BİZANS ve SUKUTU
IV.yüzyılda Romanın askeri, ekonomik ve içtimai buhranlarla hızla kuvvet kaybettiğini hisseden Konstantin, imparatorluğun birleştirici gücünü Hıristiyanlıkta görüp bu yeni dinin hamiliğini üstlenir. Roma'yı kendi haline terk ederek, imparatorluğun ağırlık merkezini batıdan doğuya taşır. Byzantion'u başkent edinir, karar iki hafta süren şenliklerle kutlanır. Konstantin bu yeni şehrin ihtişamının Roma'dan daha fazla olması için şehrin etrafını surlarla çepeçevre kapatır. Asırlarca imparatorluk merkezi olacak olan kenti, 300 bin kişilik nüfusu, emniyetli tabii limanı ile doğu Avrupa'dan Anadolu'ya uzanan Ortaçağın en canlı kültür ve ticaret merkezi haline getirir. 395'te bölünme kesinleşir ve Doğu Roma İmparatorluğu Bizans olarak Balkanlar, Anadolu, zengin ve kalabalık doğu eyaletlerinden oluşan güçlü bir devlet halinde ortaya çıkar. Bizans tarihçisi George OSTROGORSKY'nin de ifade ettiği gibi, bu yeni imparatorluğun Roma devlet tarzının, Grek kültürünün ve Hıristiyanlık inancının bir terkibi olarak ortaya çıktığı ve Roma'nın doğudaki devamı olduğu hemen herkes tarafından kabul edilir.
Kilise; Roma İmparatorluğu'nda inanılmaz baskı, takip ve zorbalıklara cesaretle karşı koyan, gönüllerde taht kurmayı başaran bir davet merkezi iken Konstantin'le beraber dünyevi güçle uzlaşır. Hıristiyanlık, izbe manastırlarda dini ayinleri ve ahlaki öğütleri terennüm eden saf ve mistik bir hareket olma özelliğini kaybederek sadece görkemli kilise ve manastırlarda gösterişli törenler icra eden, halka devletin güç ve otoritesini hissettirmekle vazifeli bir duruşu benimsemiş ve krallara taç giydiren bir kurum hüviyetine dönüşmüştür. Artık devlet ve kilise el ele verecek, yeni bir tarz deneyerek üst üste topladığı konsüllerle Hıristiyanlığın yeni amentüsünü şekillendirecektir. Böylece Ortodoks Kilisesi devletten aldığı destekle Slavların hıristiyanlaşmasını sağlayacak, bu da şehir prensliklerinin birleşmesini kolaylaştırarak Rusya'nın büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Akabinde Rus ve Slav sanatının yeşermesi ve gelişmesinde de başrolü oynayacaktır.
Bizans, V. yüzyılda bir yandan doğuda çok önemli bir imparatorluk olan Sasaniler'le amansız bir mücadele içine girmişken, öte yandan Orta Avrupada çok önemli bir güç haline gelen Hun Türkleri'ni ve onun gülmeyen komutanı Atillayı ancak Balkanlar'ı onlara terk ederek ve yüklü bir vergiyi kabul ederek durdurabilmişti. Bununla da yetinmeyen Bizans, bir takım siyasi oyunlarla Atillayı Batı Romaya doğru yöneltir. Atilla, düzenlediği seferlerle Batı Romayı iyice zayıflatınca barbar bir kavim olarak bilinen Gotlar da Batı Romanın varlığına son darbeyi vururlar. Böylece Bizans'ın Batı Roma yönündeki fetihlerinin önü tamamen açılmış olur.
JÜSTİNYANUS DÖNEMİ (527-565)
İmparator Jüstinyanus döneminde Bizans, ağırlığını batıya yönelterek Batı Roma İmparatorluğu'nun boşluğunu doldurmak üzere fetihlere girişir. Adriyatik kıyıları ve İtalya bu dönemde imparatorluk bünyesine katıldığı gibi, eskiden Romanın sömürgeleri olan Kuzey Afrika kıyıları da hakimiyet altına alınır. Ancak batıyı yeniden fethetmek Bizans'a çok pahalıya mal olur. Sasaniler bu durumdan faydalanarak Suriye'yi ele geçirir. Buna rağmen Bizans, büyük ölçüde eski sınırlarına ulaşmış olur. Jüstinyanus, saltanatı boyunca doğuda yeni bir savaşı İranlılar'a ağır haraçlar ödeyerek önleme yoluna gider.
Jüstinyanus, imparatorluk kudretinin Tanrı'nın inayetinden geldiği bilincini taşıyan hıristiyan bir hükümdardı. Putperestlikle mücadelesinin bir parçası olarak Atina Akademisi'ni kapatmış, din düşmanı akademisyenleri kovmuştu. Öte yandan başta Ayasofya olmak üzere Bizans'ın en önemli ve parlak mimari eserleri onun döneminde inşa edilmiştir. Bizans medeniyeti, Helen ve doğu sanatının sentezinden oluşan en güzel örneklerini bu dönemde vermiştir. Bizanslı sanatkarlar hayranlık duydukları eski Yunan ve Helen sanat eserlerini İstanbul'a taşımışlar, mozaik ve fresk sanatının inceliklerini başta kiliseler olmak üzere birçok mimari yapıda büyük bir başarıyla uygulamışlardır. Bizans'ın sembolü olma niteliğini taşıyan Ayasofya bu dönemde onlarca ton altın ve gümüş kullanılarak inşa edilmiş, görkemli kutlamalarla ibadete açılmıştı. Görenleri hayran bırakan bu ünlü mabed, 1204 yılında güya Haçlı Seferlerine katılmak üzere Bizans'a gelen Latinlerin yağma ve yıkımına maruz kalmıştır. 1453'te İstanbul'un fethiyle beraber camiye çevrilen Ayasofya, Türkler tarafından yeniden onarılarak hat ve tezyin sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği eşsiz bir abide haline gelmiştir. Böylece bir kilise olarak inşa edilen Ayasofya, o tarihten sonra hilalin haça üstünlüğünü sembolize etmeye başlamıştır.
Jüstinyanus'un yaptığı önemli işlerden biri de, Roma hukuku ile hıristiyan gelenek ve göreneklerini birleştiren ve böylece günümüz batı dünyasının siyasi ve hukuki zihniyetini şekillendiren «Kodeks»i hazırlatmasıdır.
HERAKLİYUS DÖNEMİ (610-641)
Herakliyus, bunalımların arttığı bir dönemde işbaşına gelmişti. Nitekim Avarlar Slavlarla birleşerek Bizans'a ait Balkan arazilerini ele geçirmişler, akabinde de İstanbul'u tehdit etmeye başlamışlardı. Öte yandan Sasaniler de bu durumdan yararlanarak Suriye, Filistin, Mısır ve bir kısım Anadolu topraklarını işgal etmişlerdi. Bu kötü durum; Bizans'ta dirlik ve düzenlik bırakmadığı gibi, sivil ve askeri idarenin sarsılmasına, ekonominin çöküşüne, ahlaki yapının da çürümesine yol açmıştı. Askeri reformlar yaparak ve THEMA diye bilinen tımar sistemine benzer bir toprak düzenini yürürlüğe sokarak devleti içine düştüğü çıkmazdan kurtaran Herakliyus, 629 yılına gelindiğinde tüm bu tehlike ve işgallere son vermeyi başarmış, imparatorluğu yeniden eski gücüne kavuşturmuştur.
Herakliyus'un Bizans tahtında oturduğu yıllar, aynı zamanda İslamiyet'in de doğuş yıllarıydı. Nitekim peygamberler zincirinin son halkası ve tevhid dininin son tebliğcisi olan Hz. Peygamber'in İslam'a davet mektuplarından biri de o sırada Kudüs'te bulunan Herakliyus'a gönderilmişti. Arap Yarımadası'nda yükselen Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tebliği çok kısa bir zaman içerisinde Bizans'ın doğu eyaletlerini de etkisi altına aldı. Dört Halife Dönemi'nde Suriye, Filistin ve Mısır, Müslüman toprakları arasında dahil oldu.
İKONA PARÇALAMA HAREKETLERİ (İKONAKLAST)
Bizans tarihinin önemli olaylarından biri de ikona/tasvir kırıcılık hareketleridir. İmparator III. Leon'un başlattığı hıristiyan azizlerinin ve Meryem Ana resimlerinin tahrip edilmesi hareketi, yaklaşık yüz yıl boyunca imparatorlukta sert dini tartışmalara ve kan dökülmesiyle noktalanan gruplaşmalara sebep olmuştur. Bu tartışmalarda imparator, ordu ve doğu eyaletleri bir tarafta, reformlara itiraz eden papalık ve manastırlar ise karşı tarafta yer almışlardı. İkona parçalama fikrinin sadece İslamiyet'in etkisiyle ortaya çıktığını ileri sürmek yeterince ikna edici değildir. Hıristiyanlar arasında aziz resimlerine ibadet edercesine saygı duyulmasına karşı çıkan ve bunu putperestlikle bağdaştıran kişilerin olabileceği de hesaba katılmalıdır. Hatta bu hareketi manastırlardaki keşişlik müessesine karşı bir tavır olarak yorumlamak da mümkündür.
İmparatoriçe Eğirine döneminde resim konusundaki bu yasak kaldırılarak ikona yapım ve sergilenmesine yeniden önem verilmeye başlanır. Bu dönemin Bizanslı sanatçıları tarafından üretilen Helenistik tarzdaki eserlerde, aziz resimleri kadar Artemis veya Zeus gibi paganist Yunan mitolojisi kahramanlarına da yer verildiği görülür.
İMPARATORLUĞUN DOĞU SINIRI ve BİZANS'IN ÇÖKÜŞÜ
Kilisenin monofızit hıristiyanlara karşı takındığı baskıcı tavır, valilerin despot tavırları, devlet gelirlerinin azalması sonucunda artan ağır vergi yükü, devlet kademelerinde bitmeyen entrikalar ve iyice kokuşan ahlaki yapı, doğu vilayetlerinin kolayca Müslümanların eline geçmesine müsait bir zemin oluşturmuştur. Nitekim Bizans, daha Emeviler döneminde karadan ve denizden yapılan kuşatmalarla iyice tehdit altına girmişti. Türkleri Anadolu’dan atacağı iddiasıyla İstanbul’da tahta çıkan İmparator Romanos Diogenes, Malazgirt'te İslamiyet’in taze gücü ve yılmaz bekçileri olan Selçuklu Türkleri'ne yenilmiş, Alparslan'a esir düşerek ağır bir antlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. İstanbul'daki taht değişikliği yüzünden bu antlaşma uygulanamasa da Müslüman Türkler bir daha çıkmamak üzere Anadolu'ya yerleşmeye başlamış, güney bölgelerindeki eski Müslüman unsurlarla birleşerek Diyar-ı Rüm'u Diyar-ı İslam'a dönüştürmeye muvaffak olmuşlardır.
Bizans, bu dönemde Haçlılar'ı kışkırtarak Türk ilerleyişini durdurmak istemişse de, bu amacına bir türlü ulaşamamıştır. Latinler 1204 tarihinde IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul'u ele geçirerek Bizans Devleti'ne fiilen son vermişlerdir. İşgalden kaçan bazı Bizans prensleri İznik ve Doğu Karadenizde küçük Ortodoks Rum devletleri kurmuşlar, 1261 yılında tekrar İstanbul'u ele geçirerek Latin işgaline son vermişlerdir.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder