16 Ocak 2023 Pazartesi

Türk’ün En Eski Geçmişi

 

Türk’ün en eski geçmişine şu üç yolla girebiliriz: A. Türk Dili, B. Arkeoloji, C. Mitoloji.


A. Türk Dili ve Türkler


Türkçe, Türk’ü ve geçmişini bilmek için en önemli ve en etkili kaynaklardan birisidir. Çünkü Türk dili, bu adıyla da önemli bir birleştirici ve tanımlayıcı bir unsur olmaktadır. Kendisine Türkmen diyen Ebülgazi Bahadır Han, bazı kelimeleri açıklarken "Türk dili” demektedir. Dolayısıyla Türk dili, açık, kesin ve ihmal edilmez bir kaynaktır. Zaten Türk Dili, büyük siyasî hasımlar tarafından dahi, ihmal edilmez bir gerçek olduğundan Türk kavramı ile adeta eşdeğer sayılmıştır. Çünkü Türkçe, Türkler sayesinde yaşamış ve her zaman canlı kalabilmiştir. Aynı büyük dil ailesine mensup oluş, Türk’ün olmasa bile Türk dilinin önemli bir gerçeğidir. Bu dili konuşanlara "Türk Dilli Halklar” dense de Türk kavramı burada etkinliğini ve önemini korumakta ve koruyacaktır.


Türk denince M.Ö. 4000 yıllarından itibaren ortak bir dil konuşan insanlar anlaşılmalıdır. Bu dilde temel olarak tek heceli kelimeler vardır. At, et, it, ot, ok, in, is, ud ve başkaları. Bu heceler sonradan öteki kelimelerin de kökleri olmuşlardır.


Türk, mensuplarının konuştuğu dil olan Türkçe ile yakından bağlantılıdır. Türkçe ile ilgili araştırmalar, bu dilin konuşulmasının tarihini, dolayısıyla Türk’ün varlığını çok daha eskilere götürmektedir. Dünyadaki Türklük Araştırıcılarının (Türkolog) kimi zaman farklı düşünceleri yani bilimsel kanaatleri olmakla birlikte, aşağıdaki tarihlendirme genel bir kabul görmüştür:


I. Türk Dilinin, Komşu Yakın Dillerle Birlikte Olduğu Altay Dönemi: M.Ö.: 4000-3000 yılları.

II.En eski Türkçe dönemi: Erken devirleri: M.Ö. 3000-500

Geç devir............. : M.Ö. 500-M.S. 300

III.Eski Türkçe Dönemi: 300-1200

IV. Orta Türkçe Dönemi: 1200-(ve sonrasındaki gelişmeler, konumuzla doğrudan ilgili değildir).


Görülüyor ki dile dayalı araştırmalar, Türkçenin en eski döneminin kesinlikle milattan önce 4000’lere, yani günümüz itibariyle en azından 6000 yıl geriye götürebilmektedir. Bu tarihi biz, aynı zamanda Türkün görüldüğü en eski zaman olarak, bir ihtiyat payı bırakarak belirtebiliriz.


Türk Dili, Türk kavramının oluşmasındaki en temel unsurlardan birisidir. Kimi zaman Türklerin Devleti’nin adı doğrudan Türk adını taşımasa bile, komşuları bu devleti, her şeyi ile Türk Devleti sayıyorlardı. Hatta bu Devletin resmî dili bazen Türkçe olmayabiliyordu (Türkiye Selçukluları Devleti gibi).


Bu türden gerçekler, ne yazık ki Türk insanının zihnini kurcalamaya devam etmektedir. Bunun en önemli örneği, Osmanlı Devleti’nde görülebilir. Çünkü adı doğrudan Türk olmayan bu Devletin Türk kavramı ile ilişkisi, günümüzde dahi birçok Türkiye Türkünün kafasını meşgul etmektedir. Oysa, mesela XIX. yüzyılda Devletin resmî adı Devlet-i Osmaniye ve bu devletin içindeki halka da Osmanlı denmesine rağmen, bu Devletin resmî dili Türkçe idi (1876 Kanun-ı Esâsisi’i 18. Madde, keza 68. madde). Türkçe ise ancak bir Türk Devleti’nde resmî dil olarak kabul edilebilir ve bu dili de Türkler konuşur.


B.  Arkeolojik Buluntular


İnsanın yaşadığı yerden maddî kalıntılar demek olan arkeoloji ile, Türk insanın en eski zamanlarına gidebiliriz. Nitekim Altaylar başta olmak üzere, Kazakistan ve Kırgızistan gibi, Türklerin en eski zamanlardan beri yaşadığına kimsenin, en büyük Türk düşmanlarının dahi itiraz etmedikleri coğrafyalarda birçok arkeolojik araştırma yapılmıştır.


Yakın zamanlarda buralara da hakim olan Rusya Çarlığı ve Sovyetler Birliği idaresindeki bilim adamları, Türk adını kullanmamaya özen göstererek, bütün bu yörelerde şöyle bir geçmişten söz ederken;


Bronz devri,

Sakalar devri,

Usunlar devri

Türk Hakanlığı Devri (VI. yüzyıl).


Böylece tarihî adlandırmada Türkler buraya ancak VI. yüzyılda gelmişler, bir süre hakim olmuşlar, sonra da kaybolmuşlardır.


Oysa, Kazakistan ortalarında veya Kırgızistan’da Tanrıdağ eteklerinde Issık göl boylarında doğrudan Türk insanı yaşamış ve onun hatıraları buralarda kalmış olmalıdır. Ancak elbette yazılı bir belirgin ifade yoksa, sadece yaşadıkları yerden ve eşyalarından kalanlara bakılarak kimlik belirlemek güç ve tehlikeli bir iştir. Ancak en azından iki bin yıldır kesin olarak Türklerin yaşadığı belli olan yerlerin, daha eski yüz ve bin yıllarda da Türklerle meskûn olması tabiî olmalıdır.


Bu hükmün kabulünde, Türklerle ilgili bir başka peşin hüküm veya varsayım etkili olmaktadır. O da Türklerin bir yerde pek karar etmeyip durmaksızın göç etmiş olmalarıdır. Tarih boyunca Türk göçleri ünlü olduğundan, Türklerin yaşadığı alanlar en eski zamanlardan beri Türklerin olmayabilir. Böyle olduğu takdirde dahi cevabı verilemeyen pek çok soru vardır.


İç Asya coğrafyasında, mesela Issık göl, Türk destanlarında da Türk’ün kenarında yaşadığı bir yerdir. Bu sebeple bu yöredeki arkeolojik araştırmaların geçmiş bin yıllara ait verilerinin doğrudan Türklerin atalarına atfedilmesi olağan sayılmalıdır. Ancak bu türden adlandırmalar ve izahlar şimdiye kadar Pan-Türkist yorumlara meydan vermeyecek şekilde yapılmış, kavramlar ve terminoloji dikkatle seçilmiştir. Bu konuda “Türk” adının ilk olarak VI. yüzyılda ortaya çıkmış olması yolundaki genel kabul de etkili olmuştur.


Bununla birlikte araştırmacılar Altaylar üzerinde daha çok durmaktadırlar. Altaylar, hem Türkistan sahası hem de daha doğudaki Ötüken yöresi ile ilişkili olduğundan, muhakkak ki akla en uygun gelen yerdir. Fakat bize kalırsa bu alan, Türklerin anayurdunun, sadece doğu kenarında kalmaktadır. Anayurt olarak, Altaylar ile Hazar Denizi ve Tanrı dağları arasındaki alan sayılmalıdır. Böylece Aral gölü tam ortada yer alabilir. Eski Türk yurtlarındaki arkeolojik kazıları Zeki Velidi Togan ve Bahaeddin Ögel de sağlıklarında takip etmekle birlikte en iyi şekilde değerlendiren Türk araştırıcı Dr. Emel Esin’dir. (1914-1987) O, kaleme aldığı eserlerinde, arkeolojik yayınların gerçeğini göz önüne alarak, oluşumları Türk bakış açısından değerlendirmeye çalışmıştır. O’nun ilmî hükümleri o zamanki Sovyet ve şimdiki Rus alimleri tarafından da takdir edilmekte idi.


Arkeolojik gerçeklerin, Türklerin bazı yörelerde birkaç bin yıldan beri oturduklarını açık olarak gösterdikleri bir misâl X-XI. yüzyıllardaki Oğuzlar ülkesine aittir. Aral Denizi’nin doğu kesiminde, Sırderya=Seyhun deltasında bulunan eski Oğuz Yabgularının kışlık merkezi Yengikend, Yeni-köy (dih, karye) anlamı ile dikkati çeker. X. yüzyıl İslam coğrafyacılarının Oğuz ülkesi olarak söz ettiği bu mekânın ortasında yer alan Yenikent’teki kazıları yapmış olan S. P. Tolstov’a göre buradaki kültür eserleri arasında, milat yıllarının katları ile M.S. X. yüzyıl katları arasında hiçbir kültür kesikliği söz konusu değildir. Yani milat yıllarında bu iskân yerinde oturanlar ile M.S. X. yüzyılın insanları, aynı eşyaları kullanmış, aynı hayatı yaşamışlardır. Eski kültürün bittiği ve yeni bir hayat tarzının başladığına (yeni insanların geldiğine) dair arkeolojik bir delil söz konusu değildir. Şu halde tarihî kaynaklardan X. yüzyılda burada kesinlikle varlığını bildiğimiz Oğuzlar, burada en azından bin yıldan beri oturmaktadırlar. Aynı Türkler orada oturmaya sonraki bin yılda da devam edecekler, ancak XIX. yüzyılda aralarında Ruslar görüleceklerdir.


Prof. Denis Sinor’un son makalelerinden birisinde söz konusu ettiği gibi, birçok bilgin, Türklerin durmaksızın göç ettiğine inanmakta idi. Bu sebeple de bazı Türk ve yabancı bilginlere göre Oğuzlar buraya daha doğudan gelmiş olmalıdır. Ancak arkeolojik veriler, bu göçün eğer varsa, en azından milat yıllarından daha önceki bir zamanda olmuş olabileceğine işaret etmektedir.


Arkeolojik neticeler, gerek kullanma eşyası gerekse doğrudan yaşayan insanların iskeletleri üzerindeki araştırmalar ile, İç Asya’daki devamlılığı gösteriyor. Bu arada kimi zaman, "mongoloit” diye tanımlanan unsurların arttığına işaret edilmekte birlikte, bunlar da fazla önemli değildir.


Türklerin M.Ö. binli yıllardan beri yaşadıkları yerlerdeki yüzey araştırmaları ve kazılar, bu yörelerdeki insanların maddî kültür eşyalarını ortaya çıkarmaktadır. Bu insanların ürettikleri eşyalar arasında, mesela inanç alanında devamlılık gösterenler dikkati çekiyor. Türklerin ölülerin mezarına koydukları, ölüyü temsil eden mezar taşı=balbal, Türk özellikleri ile bilinir.


Bu balbalların uzak benzerleri, dünyanın öteki sahalarında da bilinir. Ancak VI-XII. yüzyıllarda doğrudan Türk adını taşıyanlar tarafından da çok kullandığı açık olarak bilinen balbalların benzerlerinin önceki bin yıllarda da Batı Asya ve Doğu Avrupa’da örneklerine rastlıyoruz. Saka/Skit ülkesindeki balbalların, bir büyük kültür gerçeği olarak ele alınması ve Skitlerle ilgili değerlendirmelerin, arkeolojik olarak da yeniden yapılması gerekmektedir.


Türk ülkelerinin arkeolojisi, taş devirlerinde, ilk ve kapsamlı buluntuların coğrafî adlarına göre de adlanmaktadır. Bunlar arasında Andronovo, Tagar ve Taştık kültürleri dikkati çeker. Bunlarla ilgili olarak ayrıca değerlendirmeler yapılabilir. Türk ülkelerinin arkeolojisi, taş devirlerinde, ilk ve kapsamlı buluntuların coğrafî adlarına göre de adlanmaktadır. Bunlar arasında Taştık, Tagar ve Andronovo kültürleri dikkati çeker. Bunlarla ilgili olarak ayrıca değerlendirmeler yapılabilir. Fakat bunlar arasında Emel Esin’in yazdıklarını (İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Türk Kültürü El- Kitabı, II, Cild I/b’den Ayrı basım, İstanbul 1978, s. 10-11, 19-20) aynen alıyoruz:


"Tarihçiler ve arkeologlar hem tarihî kayıtlara hem de arkeolojik kalıntılara dayanarak Kem nehri kıyıları ve Kögmen Dağlarındaki kültürleri Kagnılı, Kırgız ve Göktürklerin müşterek atalarına bağlamışlardır. Bu bölgede uzun başlı Europeoidler olan Andronov kavmi yaşıyordu. M.Ö. 1300 sıralarında Karasuk kültürünün ortaya çıkışında, doğudan gelen bazı daha Mongoloid boyların âmil olduğu kültür kalıntılarından bilinmektedir. Doğudan gelip Karasuk kültürüne yol açmış olan boylar arkeolog Kiselev’e göre Kagnılı ‘Ting-ling’ boyları idi. Kagnılı boylar, bugünkü Çin’in kuzey bölgelerinde yaşamakta olan, bazı araştırıcılara nazaran kısmen Europeoid, fakat Mongoloidler ile de gittikçe karışan boylardı.


M.Ö. 600 sıralarında aynı bölgede Karasuk kültürü, bazı Europeoid göçlerin tesiri ile Tagar kültürüne çevriliyordu. M.Ö. 300 etrafında yeni Mongoloid göçlerin neticesinde Tagar kültürü, Taştık kültürü olarak gelişti ve Altay dağlarına da uzandı. Böylece Kagnılı, Kırgız ve Göktürk kültürlerinin bir müşterek kökten doğduğu açıkça görülür. Türeyiş efsanesinden anlaşıldığına göre Göktürk sülâlesi bir devirde bunları idare etmişti. Esasen dil ve yazı birliği gibi, hem Kagnılı boyların, hem Göktürklerin toteminin kurt olması da müşterek kültüre delâlet eder. Bütün Türkçe konuşan boylar hakkında at, dağ keçisi ve su kuşlarına dair bazı efsaneler de müşterek kültür unsurları idi.”


“Tagar mezarları eskiden beri yağma edilmiş olmakla beraber, bunlardan pek çok eşya çıkmıştır. Tagar kültüründe ekserî erkek, fakat savaşçı oldukları anlaşılan bazı kadın mezarlarında da silahlar bulundu. Oklar, düz kılıç ve “kıngırak” dediğimiz iki yanı keskin düz kamalar çoktu. Kabzasında hayvan başı veya küçük hayvan heykelleri olan, yatağan dediğimiz, eğri bıçaklar da bunların menşei olan Kuzey Çin ile Tagar kültürünün ilişkilerine işaret ediyordu. Erkek ve kadın mezarlarında pek çok süs eşyası bulundu: Renkli taşlar ve bilhassa al akik ile süslenmiş altın ve tunç tokalar, iğneler, tâclar, bilezikler, küpeler, taraklar ve saplı tunç aynalar gibi.


Pazırık kurganının bulunduğu Altun-yış, yani Altaylar da arkeolojik araştırmalar çokça yapılmıştır. M.Ö. IV-II. yüzyıllara ait olduğu sanılan Pazırık kurganı, Çin kaynaklarındaki M.Ö. 176 ve yıllarına ait kayıtlarda bu yörede Uygurlar bulunmakta imiş. Schmitt ise Milât sıralarında Altun- yışlı manasına gelen Kin-man adlı bir kavim mevcud olduğuna göre Altun-yış’ın Türklerin en eski vatanı olduğu fikrindedir.


Altaylardaki mezarlardan da pek çok eşya çıkmıştır. Bunlar Göktürk Devri eşyalarını andırırlar. Taştık devri levhalarındaki şahısların kimisi İç Asya göçebelerinin kıyafeti olan çakşır ve mintan giymişler. Savaş sahnelerinde uzun saçlı veya topuzlu olanların galip geldiği ve kel olarak gösterilenlerin mağluplar olması dikkati çeker (Kagnılı boyları mağlup düşmanın saçını keserdi). Bazı şahıslar Kazakistan’daki Esik’te ve Aral bölgesinde de görüleceği gibi, maden veya deriden küçük levhaların dikilmesinden müteşekkil zırhlar giymiştir. Bunların başında Göktürk Devri’nde yüksek mertebeli kişilere mahsus olan sivri tulgalar vardır. Alpler kulağa kadar gerilebilip okları çok uzaklara yollayan cinsten göçebelerin geliştirdiği yaylar germektedirler. Bu resimler tek bir levha halinde bir Alp’in hayatını tasvir etmekte olabilir.


Emel Esin, bir başka yazısında, en eski Türk hayatını, Türk kültürü olarak şöylece özetlemektedir:


“Türk kültürü, Kuzey Eurasia kıtasının geniş ufuklarında doğmuştu. Türkler hakkında en eski kaynaklar, Çin tarihleri, milattan önceki üçüncü asırda yaşayan, tarih sahnesinde Türk olarak belirecek birkaç boy üzerinde bilgi vermektedir (Basmıllar, Kırgızlar, Uygurlar ve Çinlilerin T’ing- ling=T’ieh-le gibi adlar ile andıkları Kağnı sahibi kabileler, Yani kanglılar). Bu Türk boyları Çin’in kuzeyinden batıya doğru, Aral denizine kadar uzanan bir kuşak boyunca kurulmuş devletler olarak tanıtılmaktadır. Böylece erken Türkler, Kuzey Eurasia kıtasında yaygın, muhtelif ırklardan (europid ve mongoloid) boylar çevresinden idiler. Çevrenin doğusu hakkında araştırmalar şunu göstermektedir: Aslen ana etrafında teşekkül eden küçük çapta ekinci toplumlar, milattan önceki ikinci bin yılın sonunda, bir istila sonrasında, muhtemelen Ari kavimlerin ilerlemesi neticesinde hayat tarzlarını değiştirmişlerdi.


Bu insanlar, geçimlerini çobanlık ve av ile sağlamaya başlamışlardı. Soğuk mevsimi, eskisi gibi, hücumlara karşı tahkim edilmiş surlu kışlaklarda geçiriyorlar ve muhtemelen kuvvetli, gerçekçi ve heyecanlı, hamasi üsluptaki sanat eserlerini meydana getiriyorlardı. Surlar içindeki kışlaklarda, otağların yanında, benzer şekilde inşa edilmiş sıvalı ağaçtan evler de vardı. Kırgız Türkleri, milattan önceki son asırda, Çin tarzında köşk de yapmışlardı. Baharda sürüleri yayla ve otlaklara götürüp çadır (göçürülebilir ev) altında yaşıyorlardı. Günümüz araştırıcıları mevsim göçleri yapılan hayat tarzına yarı-göçebelik demektedir. Mevsim göçleri sırasında, sürülerin birbirine karışmaması için her boy, sürülerine kendi tamgasını vuruyordu. Sanat eserlerindeki tamgalar, kuzey Asya kültürünün bir alameti oldu.


Mevsim göçlerinde karşılaşılan güçlükler ve boylar arasında çatışmalar, erkek savaşçı kişiliğinin, Türkçe tabiri ile er ve alp şahsiyetinin ön plana geçmesine yol açmıştı. Erler ve alpler, alpagutlar, bağaturlar arasında kurulan kademeli bağlar, orduların çekirdeği olacaktır. Alpler şölenlerde mertebeye göre sıralanıyor ve içki kadehi ile, savaş tanrısı timsali kılıcı şahit tutarak büyüklerine bağlılık andı içiyorlardı. Er ve alplerin mezarlarında ve heykellerinde görülen alametleri kılıç veya kama asılı kemer ile kadeh idi.


Toplumdaki değişiklik, kadınların hayatında çok fark yapmadı. Kadınlar yine ailenin bakımı ile, “evçi” olarak kalmakta, ilaveten göç esnasındaki güçlüklere ve çatışmalara bile karşı koyabilmekte idiler. Ana tanrıça tasavvurunun, ana etrafındaki önceki aile düzeninin hatırası olduğu sanılır.


Kuzey Eurasia mezarlarında bulunan eşya, yarı göçebeliğe uygun olarak taşınabilir cinstendir. Eski Türkçe adı ile “kerekü” veya otağ diyeceğimiz, Kuzey Eurasia’nın üstüvani şekilde ve künbedli çadırının, işlemeli keçe örtüleri ile keçe, yahut yün yaygıları bulunuyordu. Halılar merasim eşyası da sayılıyordu. Atlı boyların kıyafetleri çakşır ve keçe çizme, kaftan, kepenek, kürk hem soğuktan hem güneşten koruyacak börkler, asırlar boyunca değişmeyecekti. Birer sanat eseri olan madeni ve kemikten küçük levhalar, giyimde olduğu gibi, at takımlarında da kullanılıyordu. Boy beği mertebesinde olmayan erkekler, kadınlardan daha sade kıyafette idiler. Fakat onların da küpeleri, gerdanlıkları olabilirdi.


Tarihî Türk devrinin en erken safhasından beri işlemeli yaka ve kol ağızlarına dikilebilen şeridler, mertebe işareti olarak gözükmektedir. Sanat eserlerinde, kadın tasvirleri, uzun elbiseler ve tac gibi başlıklardan seçilebilmektedir. Kuzey Asya atlı boylarının mezarlarının bir hususiyeti de çok sayıda ve gelişmiş silah cinsleri ve zırhlar ile tulgalardır. Atlı boylar dörtnala gidişte hem öne hem arkaya ok atmak mahareti ile ün salmışlardı. Türklerde böyle üstün okçuların alameti, başa takılan çift şahin kanadı idi”


Görülüyor ki arkeolojik tetkikler doğrudan "Türk” yorumu vermese de, çok yönlü özellikleri ile Türklerin geçmiş yüz ve bin yıllarını en iyi şekilde tasvire imkan vermektedir. Böylece arkeolojik bilgiler sonrasında, doğrudan tarihî devirlere girilebilmektedir.


C.  Mitoloji / Destanlar:


Türk’ün Kendi Destanları


Destanlar, efsanevî bilgiler, tarihî kaynakların bulunmadığı zamanlarda bir fikir verebilir: Bu sebeple Türklerle ilgili Destanlarda da tarihî gerçekler böylece aranacaktır.


Zeki Velidi Togan, "Türk Tarihinin en eski devirlerine ait rivâyetler doğrudan doğruya destan olarak yazılmıştır” demektedir (Tarihte Usul, 1950, s. 47. ) Bunlardan ‘Şu’ destanı, Hanname, Tünge- alp (Afrasiyab), Türk, dört oğlu ve On kam (On-ok, yani Batı Göktürk) rivayetleri bize ancak bazı parçalarından malumdur”. Togan’a göre bütün "bu rivayetlerin tarihî hayatı yansıttıkları açıktır”.


En eski Türk destanı Alp Er Tunga ile ilgilidir. Hatıraları Afrasiyab adıyla İran millî destanında saklanan Alp Er Tunga, Türk devletinin en eski ve en namlı Hakanı’dır. Kaşgarlı Mahmud tarafından nakledilen (I, 41, 189) destan parçaları oldukça etkili ve güzeldir.


Alp er Tunga öldi mü

Isız ajun kaldı mu

Ödlek öçin aldı mu

Emdi yürek yırtulur

Ulşıp eren börleyü

Yırtıp yaka urlayu

Sıkrıp üni yurlayu

Sıgtap közi örtülür..


Alp Er Tunga destanı ile biz doğrudan destanî hayattan, Sakalar=İskitler devri Türk tarihine girebiliyoruz. Çünkü Alp Er Tunga= Afrasiyab, İran sahasının doğu ve kuzeyine hakim olan bir büyük Zaman bakımından sıralandığında ikinci destanımız, muhtemelen Asya İçlerinden doğu taraflarına göç olayını konu edilen Şu Destanı’dır. Bu destan da ancak hikâye halinde Kaşgarlı Mahmud’un eserinde kalmıştır. Buna göre İskender-i Zülkarneyn, Türkistan’a geldiğinde Türk Hakanı Şu, doğuya doğru çekilmiştir. Hakanın bu çekilme kararından habersiz olan bir kısım Türkler ise Türkistan’da kalmışlar idi. Bunlar Kaşgarlı’ya göre yirmi iki Türkmen boyudur. Emel Esin ve diğer birçok araştırıcı Şu Destanı’nda, Çin sülalelerinden Chouların izlerini görmektedirler.


XVII. yüzyılda yazıya geçirilmiş olan Hanname, “Kimmerlerin Orta Asya’da bazı Türk kavimleri, Hasarlar, Rak/Uğrak, Çiğil ve İlaklarla birlikte yaşadıkları zamanı anlatır. Hanname, bize ancak 17. asırda Buharalı İmami adlı bir Özbek tarafından efsanelerle karışık bir şekilde yazarak vasıl olmuştur” (Z. V. Togan, Tarihte Usul, s. 48; ayrıca bkz. “Das Özbekische Epos Chan-Name”, CAJ, Vol. 1, No. 2 s. 144-156). Hanname’nin, tahlili yapılmadan geniş bir özeti, O. Ş. Gökyay tarafından yapılmıştır (“Hannâme”, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s. 275-329). Hanname’de, hadiselerin oluş zamanları ile yazılış devri arasındaki çok uzun zaman dolayısıyla; yerler ve kahramanlar çok iç içe girdiğinden, tahlili çok dikkat ister. Bunu da Zeki Velidi Togan yapmış olup, henüz, çok kısa bir hulasası yayımlanmıştır.


Oğuz Han, en eski Türk tarihinin en çok bilinen kahramanı olup, Türk destanlarının nispeten en “iyi muhafaza edileni de Oğuz Destanı’dır. Oğuz Destanı’nın doğrudan Türkçesi, hem de XIV. yüzyıl başlarında yapılan Farsça çevirisi günümüze kadar gelmiştir. Bu arada sonraki zamanlarda da Oğuz Destanı birkaç şekilde kaynaklara yansımıştır (Ş. Yezdî, Uluğ Beğ’in eseri; Ebülgazi Han).


Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanını hayatının son senelerinde ele almış ve incelemeleri tarafımdan yayımlanmıştır. Oğuz Destanı’nın daha ayrıntılı olarak nakledilen Reşideddin’un Cami üt- Tevarihi’ndeki Farsçasında, 24 kadar Padişah zikrediliyor. Burada birkaç sülaleye mensup hükümdarlar karıştırılmış. Tam bir sülalenin hükümranlık devri, tek bir padişahın ömrü gibi tasvir olunan noktalar da olabilir”. Türkçe ve Farsça olarak birçok ayrı şekilleri bulunan Oğuz Destanı, Zeki Velidî Togan’ın ayrı bir kitabında incelenmiştir. 


Reşideddin Fazlullah


IV. yüzyıl başlarında kaleme aldırdığı Cami üt-Tevârih’in girişinde, en çok Oğuz Han üzerinde durmuş idi. O ayrıca kendisine ulaşan destanları da söz konusu etmiştir. Fakat ona göre, Türklerin geçmişleri ile ilgili en eski ve etkili destan, Oğuz Destanı’dır. Ancak o bu kesimi “Türklerin ve Oğuzların Tarihi” diyerek vermektedir. Burada önüne getirilen Türkçe metin Farsçaya çevrilirken, muhtemelen İslâmî unsurlar katmış, bu arada bazı tasarruflarda da bulunmuştur. Metin şöyle başlar:


“Türk tarihçileri ve dili çabuk râviler şöyle anlatırlar: Nuh Peygamber A. S. yeryüzünü oğulları arasında bölüştürdüğü zaman büyük oğlu Yafes’e Doğu illeri ile Türkistan’ı ve o tarafları verdi. Yafes, Türklerin deyişine göre Olcay Han diye lakab alır. O göçebe olarak yaşıyordu. Yaylak ve kışlakı Türkistan’da olup yaz aylarını İpanç şehri yakınlarındaki Ortak ve Kürtak’ta kışları da aynı yörelerdeki Karakurum diye meşhur olan Karakum’daki Borsuk adlı yerde geçiriyordu.


Burada iki şehir vardı: Birisi Talas, birisi Karı Sayram ki bu son şehrin çok büyük kırk kapısı vardı. Bugün orada Müslüman Türkler yaşıyorlar. Kunçzı’nın memleketine yakındır ve Kaydu’ya aittir. Olcay Han’ın paytahtı bu yerde idi.


Onun Dîb Yavku Han adında bir oğlu oldu. Dîb’in manası taht ve makam, yavku ise halkın önderi demektir. O büyük ve tanınmış bir padişahtı. Dört muteber ve şöhretli oğlu vardı. Kara-han, Orhan, Kür-han ve Küz-han. Kara-han veliahd olduğundan babasının yerine geçip Padişah oldu. Onun çok talihli ve padişahlığa layık bir oğlu dünyaya geldi. Üç gün ve üç gece anasının sütünü emmedi.”


Bundan sonrasını özetleyerek verecek olursak, anası Tanrı’nın birliğine iman ettikten sonra sütünü emer; bir yıl sonraki toyda kendi adının "Oğur” (Oğuz) olması gerektiğini belirtir ve büyüdükten sonra babası kardeşlerinin kızlarını alır. Bunlar Tanrı’ya iman etmediklerinden yanaşmaz, küçük amcası Orhan’ın kızıyla daha iyi ilişki kurar ve bu durum babasının dikkatini çeker. Oğuz avda iken onu yok etme hazırlıkları yapılır ve bunu da son hanımı Oğuz’a haber verir. Oğuz ile babası ve amcaları arasında mücadele başlar ve bu 75 yıl sürer. Sonunda Oğuz galib gelir; amcaları uzaklara kaçar, Oğuz onlara "Muval” yani her zaman kaygılı olun diyerek Moğol adını verir. Oğuz zafer sonrasında toy verdi ve kendisine uyanlara Uygur adını verdi. Sonrasında cihangirlik için dünyanın dört bir yanına seferlere başladı.


Hindistan’a, Çin, Maçin ve Nenkiyas’a sefer etti; ülkesine döndüğünde İnal Han ile savaştı. Oradan kuzey diyarına yöneldi; Karaşit’e galip geldi; Atil boyuna vardı; Kıl-barak ile savaştı; sonrasında Karanlık ülkesine yöneldi; elde edilen ganimetleri yeni icad edilen Kanglılara yükleterek memleketine gönderdi. Derbent’ten güneye indi, Şirvan ve Şamahı’dan sonra Arran ve Mugan tarafına gitti. Gürcistan’a hakim oldu; Diyarbekir ve Şam’a yöneldi; oğulları Tekfur ile mücadele sonrasında Frenk ve Rum diyarına karşı harekete geçtiler Oğuz bütün ordusuyla Dimeşk’e yöneldi, Mısır’ı da alıp il yaptı ve Bağdat tarafına yöneldi. Oğullarını Fars ve Kirman tarafına gönderdi, Irak- Acem’de iken, aç kaldığından geride kalanlara Kal-aç adını verdi. Mazenderan’a ve oradan Herat’a ulaştı; yurduna Gur ve Garcistan yoluyla dönerken, dağlarda çok kar olduğundan, geriden gelen Karluklar orada kaldılar. Oğuz yurduna dönünce Uygurlar onu karşıladılar, büyük bir toy verildi, Oğuz Han altın evini kurdurdu. Üç oğlu bir yay, üç oğlu da oklar buldular; bozulabilen yayı bulanlara Bozok, okları bulanlara da Üçok adını verdi. Daha sonra da vefat etti.


Oğuz Han’dan sonra yerine Gün Han geçti; bu zamanda Yenikentli Irkıl Hoca, Oğuz Han’ın altı oğlunu ve her birisinin dörderden 24 torunu kendi arasında düzenledi. Böylece onlar toylardaki yerlerini, sıralarını ve yiyeceklerini bileceklerdi. Bu arada her birisinin damgası ve ongunu (kuşu) de belirlendi. Bunları aşağıda Ebülgazi’den nakledeceğiz.


Oğuz ve sonrası Gün Han’ın ardından başa geçen Oğuz Yabguları (Dîb Yavkuy Han, Kurs Yavkuy vb.) ile artık doğrudan bir tarihî dönem başlamaktadır.


Uygurca Oğuz Destanı


Uygurca Oğuz Destanı’nda Oğuz’un annesi Ay-kağandır; Oğuz adeta vahşi bir görünüşte bir yiğit olur ve halkını birçok canavardan kurtarır. Gökten inen ışık içindeki kızla evlenmesinden Gün, Ay ve Yıldız; bir ada içinde bulduğu kızdan da Gök, Dağ ve Deniz adında oğulları oldu.


Oğuz bir büyük toy verdi ve dünyanın dört bir yanına “Ben Uygurların Kağanıyım, bana itaat etmeniz gerek” diye haber gönderdi. Altan Han buna uydu; fakat sol yandaki Urum Kağan uymadı ve üzerine yürüdü. Bu sırada gök tüylü, gök yeleli bir kurt ordunun önünde belirdi; Oğuz’un ordusu onu takib ediyordu. Urum Kağan yenilmiş, kardeşi Uruz’un oğlu Oğuz’un Saklab adını verdiği bir şehirde kalıp Oğuzla dost olmuştu.


Çok geniş olan İtil suyunu geçmek için Uluğ Ordu Beğ, ağaçlardan yararlanıp bir alet yaptığı için Oğuz ona Kıpçak adını verdi. Yöredeki bir buzlu dağa giden askerleri karlar içinde kalınca onlara da Karluk dedi. Yoldaki bir altın evi açamayan Oğuz, birisine burada kal ve aç dedi ve onun adı da Kalaç oldu. Çürçet ile kavgada çok ganimet alınmıştı; Barmaklığ Çosun Billig, kanga kanga diye ses çıkaran Kanglı’yı icad edince onun adını Kangaluğ/Kanglı koydular. Kurt önde olmak üzere Hind, Tangut ve Şam taraflarına yürüdü; oradan Masar diyarına gitti. Masar Kağan yenildi, sayısız eşya ile geriye yurduna döndü.


Oğuz Kağan’ın yanında, Uluğ Türük adında ak sakallı, ak saçlı, çok akıllı bir ihtiyar, anlayışlı ve asil bir kişi idi. Bir gün rüyasında gündoğusundan batısına uzanan bir altın yay ile üç gümüş ok görmüştü. Bunu Oğuz’a anlattı; Oğuz, Gün, Ay ve Yıldız’ı doğuya, Gök, Dağ ve Deniz’i batıya gönderdi; Doğuya gidenler bir altın yay, batıya gidenler üç gümüş ok bulup babalarına verdiler. Oğuz, altın yayı üç parçaya bölüp bozdu; her bir oğluna bunları ve okları verdi.


Oğuz en son bir büyük kurultay topladı; Sağ yanda yayı bozup verdiği oğulları, yani Bozoklar, sol yanda da üç oku verdiği oğulları Üçoklar oturdu, sonrasında Oğuz “şimdi yurdumu size veriyorum” diyerek destan bitmektedir. Birçokları tarafından yayınlanan (Bang-Rahmeti; M. Ergin, Şçerbak, ) Uygurca Oğuz Destanı, henüz İslamî motifler girmeyen bir döneme aittir. Oğuz güçlü, kuvvetli ve Bozkurt rehberliğinde ordularını yürüten bir insandır. Oğuz Han’ın aklı başında müşaviri Uluğ Türük’tür.


Temür Devri Tarihçileri


Temür devrindeki tarihçiler, İç Asya’daki Oğuz Destanı’nın ve Oğuz Han’ın şahsiyetinin öteki Türk destan geleneklerinin biraz farklı bir şeklini belirtir. XIV. yüzyıl sonlarında bilinen ve XV. yüzyılda kaynaklara kaydedilen şekli (Şerefeddin Yezdî Mukaddimesi) 1440 yıllarında Temür Beğ’in torunu Uluğ Beğ (1394-1449) tarafından da Şeceret’ül-Etrâk adlı eserinde nakledilmiştir.


Ona göre, Nuh Peygamber, Turan ve Türkistan’ı Yefes’in hissesine verdi, bu sebeple ona Ebü’t-Türk derler (yeni Türk’ün babası); İran toprakları, Acem ve Ahvaz, Sam’a yani Ebü’l-Acem’e düştü, nihayet Hindistan ve Sudan tarafları da Ham’a ayrıldı ve ona da Ebül-Hind derler.


Yafes’in dokuz veya sekiz çocuğu olduğu söylenir:


Türk, Hazar, Saklab, Rus, Mensek, Çin, Kemari, Kimal (? k) ve Mareh (=Kanğ?). Bazıları Kimakle Kemari’yi bir sayarak sekiz çocuk derler. Uluğ Beğ Farsça eserinde, Türk’e "Yafes-oğlan”dendiğini de kaydeder. Türk bin Yafes bin Nuh’un padişahlığının anlatılması kesiminde, aşağıda Mücmel’üt-Tevarih’te nakledilecek bilgiler hemen aynen bulunmaktadır. Ancak bazı farklar da vardır. Mesela çok yerleri gezdikten sonra beğendiği sulu; çeşmeleri bol yere Cayilgan (Yayılgan?) adını vermiştir. Farsların, Hz. Âdem’le aynı kişi olduğu söylenen hükümdarı Keyümers ile çağdaş olup, o da Doğu illerinin hakanlarının arasındaki ilk "kaan”dır. Son derece akıllı; edebli ve hüner sahibi idi. Halkına at, deve, sığır, koyundan istifâdeyi ve keçe yapımını öğretti. Zamanında barış ve huzur vardı.


Türk’ün beş oğlu olmuştu: Sırasıyla Amılca, Tünk, Cigil, Barshar ve İlak. Yemeğe tuz katılması Tünk Han zamanında olmuştu. Şöyle ki bir gün avda kebap yerken Tünk bin Türk’ün elinden düşer; bu yer meğerse tuz madeni imiş ve alıp yediğinde tadı daha hoş gelir. Durumu kardeşlerine, babasına ve öteki devlet erkanına bildirir ve bundan böyle kebaba tuz konur. Keza ehli ve vahşi hayvan postlarından elbise edinmek de Türk zamanından kalmıştır. 240 yıl ömür sürdü.


Türk’ün vefatından sonra kardeşler arasında bazı olumsuzluklar göründü. Mesela Mensek, hilekâr olup Bulgar nehri kenarını mekan tutmuştu. Guzlar ondan gelir; istendiğinde yağmur yağdırılabilen "yada taşı”nı Mensek almış, Türk’e sahtesini bırakmıştı ki sonra bu Guz’a geçti. Guz ile amcası Türk arasında bu sebeple kavgalar oldu. Yuğur ve Türkmanların adları bu çekişme ve mücadelelerde geçer. Çin de hünerli ve feraset sahibi bir kimse idi. Maçin, Çin’in oğludur ki Osman bin Ertuğrul’un ceddi buraya çıkar. Kemari de ayyaş ve av-sever bir kimse olup, sincap, samur ve kakım derilerinden giyim yapıyordu. İki oğlundan birine Burtas, birine Bulgar adını koydu. Kimal/Kimak, zarif, latif bir kimse idi. Evladı da "mirza tabiatlı” ve hoş özellikleri ile ünlüdür. Kanğ (yukarda Mareh diye geçmişti) bin Yafes ise iyi yaratılışlı ve güzel ahlaklı idi. Kardeşleri arasında en insaflı olarak şöhret bulmuştu. Çin sınırlarında Kamrun taraflarında kaldı ve evladı orada dağıldı.


Yafesoğlan Türk Han bin Yafes, Türkistan’ı güzelce idare etti. Vefatında oğlu Abılca Han, yerine onun oğlu Dibakuy Han, onun oğlu Küyük Han ve onun oğlu Alımcan Han geçtiler. Alımcan Han Türklerin ülkesini Tatar ve Moğol adlı iki oğluna paylaştırdı:

Tatar Han’dan sonra sırasıyla Buku Han, Amılcana Han, Ensil=Elili Han, İtsenir Han, Ardu Han, Baydu Han ve en son Han da Sevinç Han idi.


Moğol Han’a gelince bunun dört oğlu oldu: Kara-han, Oz-han; Küz Han ve Or-Han. Babalarından sonra Kara-han Han oldu. Kışlak ve yaylağı Ortak ve Kürtak idi. Bunlar kafir olup şirk içinde idiler. Hatunundan bir oğlu dünyaya geldi, ad verme toyunda o kendi adının Ağuz (bundan sonra Oğuz diyeceğiz) olduğunu söyler. Anasının sütünü, o ancak Tanrı’nın birliğine inandıktan sonra emdi.


Böylece Oğuz Han ile ilgili, önemli bir kısmı Reşideddin’de verilen bilgiler verilmekle birlikte ordu düzeniyle ilgili kısım bir hayli ayrıntılı, kısmen Moğolca fakat Türkçeleri de olan bilgiler vardır. Oğuz Han, Reşideddin’de olduğu gibi Uygur, Kıpçak, Karluk, Kalaç ve hatta Ağaçeri Türk boylarının isimlerini verir. Burada ek olarak Uluğ Bey’de Çiyurgan/Cürgân? (Şuburgan?) ki katar manasına gelir, eklenmiştir. Hatta bir yerde kendisine “Oğuz Han-Gazi” de denerek, o aynı zamanda bir İslâm kayramı sayılmaktadır. Asıl yurduna döndükten sonra bir toy yaptı, altın otağını dikti; yenip içildi. Bozok (Kün Ay, Yulduz) ve Üçokları (Kök, Tak ve Tingiz) düzenledi.


Oğuz Han’dan sonra Kün Han geçer ve Irkıl Hoca sağ ve sol kolları (Bozok ve Üçokları) düzenleyip onların lakap ve tamgaları ile yerlerini meclis ve toylardaki yerlerini belirtir; koyunun nerelerini yiyeceklerini de tanzim eder; fakat Kün Handan sonra, oğlu değil kardeşi Ay Han geçer. Ay Han’dan sonra ise, Yulduz Han geçerler. Bu arada Yulduz Han’ı Ay Han’ın oğlu sayıp, sonrasında Yulduz Han’ın oğlu Mengli Han ve sonrasında Tingiz-Han başa geçerler. Tingiz Han 110 yıl Moğolistan’da Hanlık yapar ve sonrasında oğlu İlhan padişah olur.


Sâkin ve olgun bir kişi olan İlhan zamanında, İran-zemîn’den Tur bin Feridun asker çekip Ceyhun’u geçer ve Türkistan’a yönelir. Son Tatar Hanı Sevinç Han, Oğuz Han ailesine karşı intikam için fırsat bulur ve onunla birleşir. Tur ile İlhan savaşırlar; “Türklerden, Uygur ve Tatar’dan çoğu öldürülür; Tur ile Sevinç Han ordusu hile ile geri çekip, sonra ani bir baskınla Moğolları yok ederler. İlhan’ın oğlu Kıyan ile Nüküz ve iki kadın ölenlerin arasında sağ olarak kalırlar ve güçlükle kendilerini kurtarıp, Türklerin Ergenekon, yani dar-geçit dedikleri güvenilir bir yer bulurlar. Bu olay, Oğuz Han’ın vefatından bin yıl sonra cereyan etmişti.


Bu savaşlar sırasında bir tarafa kaçışan kırk kızın soyu, Kır-kızları oluşturmuş; otuz yiğit de başka bir yöne kaçmış ve onlardan Otuz-oğlanlar meydana gelmiş.


Böylece doğrudan tarihî devirlere de gelinmiş olur. Çünkü artık Ergenekon ile ifade edilen Türk tarihinin bu bir felâketli dönemidir ve Göktürklerden önceki zamanı kastetse gerek. Görülüyor ki XIV. yüzyıl sonlarındaki bir rivâyet, Oğuz Han’ı Türk’e ve hatta daha yakın bir ata olarak da Moğol’a bağlamaktadır.


Uluğ Beğ, kendisinin Türk olduğunun şuurunda olup, bu arada İç Asya’daki oluşumları da bilmekte, en önemlisi Moğol’un doğrudan Türk ve Oğuz Han’la yakın olduklarını bilmektedir. 


Ebülgazi Han


1603-1663 arasında yaşayan ve 1644 sonrasında Hive Han’ı olan Ebülgazi Han, Türkmenler arasındaki Oğuznamelerin oldukça farklı olduğunu görünce, kendisi de bir metin tesis etmiştir. Onun metni, A. N. Kononov tarafından yayınlanmış, Türkçeye de nakledilmiştir.


Atil ve Yayık boyuna giden Yafes’in sekiz oğlu vardı: Türk, Hazar, Saklab, Rus, Menek, Çin, Kemari ve Tareh. Yafes ulu oğlu Türk’ü yerine geçirdi; Türk’e Yafesoğlanı derler. Issık göl etrafını beğendi, orada keçeden evini kurup oturdu. Türkler arasındaki birçok adetler ondan kalmıştır. Türk’ün dört oğlu vardı: Tütek, Cigil, Barscar ve Emlâk. Türk öleceği zaman Tütek’i yerine bıraktı; Tütek, akıllı, devletli ve iyi bir padişah idi; Türk içinde çok adetlerı o yarattı. Acem padişahlarından Keyümers ile çağdaş idi. Bir gün ava çıkar, geyik öldürüp kebap edip yerken bir dağram et yere düşer. Onu alıp yediğinde ağzına daha hoş gelir; orası tuzlak imiş. Aşa tuz salmasını o çıkardı. Ondan sonra oğlu Amılca, sonra oğlu Bakuy Dîb Han geçti. Dîb’in manası tahtın yeri, Bakuy’unki de "il ulusu” demektir. Sonra oğlu Kök Han geçti; Ölünce oğlu Alınca, Han oldu. İki oğlu vardı, birisi Tatar, birisi Moğol. Atası yaşlandığında yurdunu ikiye bölüp iki oğluna bölüştürdü. Tatar ve Moğol her ikisi de kendi ülkelerinde padişahlık ettiler. 


Moğol Han’ın dört oğlu var idi: Ulusunun adı Kara-han, sonra Kür-han, Kır-han ve Or-han. Moğol Han’dan sonra, büyük oğlu Kara-han başa geçti; Kara-han Ortak ve Kürtak’ta yaylar idi. Bu zamanda ona Uluğ-Tağ ve Kiçik-Tağ derler. Kış olunca Sır suyunun ayağında ve Karakum ve Borsuk’ta kışlar idi.


Karahan’ın uluğ hatunundan yüzü ay-günden parlak olan bir oğlu dünyaya geldi. Üç gece gündüz anasını emmedi. Her gece o oğlan anasının düşüne girip derdi: "Ey ana, Müslüman ol, eğer olmazsan, ölecek olsam bile senin memeni emmiyeceğim”. Anası oğluna kıyamadı ve Tanrı’nın birliğine iman getirdi. Ondan sonra o oğlan memesini emdi; Anası gördüğü düşü ve Müslüman olduğunu kimseye söylemedi. Çünkü Türk halkı Yafes’den ta Alınca Han’a kadar Müslüman idiler; Alınca Han padişah olduktan sonra Tanrı’yı unuttular, bütün halk kafir oldu. Kara-han zamanında da sıkı kafir idiler; baba oğlunun Müslüman olduğunu bilse onu öldürürdü. O zamanda oğlan bir yaşına gelince adı konurdu. Karahan ile boya haber salıp bir ulu toy yaptı. Karahan beylerine oğluna bir ad verilmesini istediğinde beyleri cevap vermeden oğlan "Benim adım Oğuzdur” dedi.


Sonrasını özetleyecek olursak, Reşideddin’deki olayları hemen burada da görürüz. Oğuz vefat ettikten sonra, yerine Gün Han geçmişti. Gün Han zamanında Irkıl Hoca, Oğuz’un çocuk ve torunlarını bir tertip ve düzene sokulmuşlar idi. Oğuzları 24 ana boy esasında düzenleyen Irkıl Hoca, boyların kendi aralarında çekişmeleri için bazı esaslar koymuştur. Bazı ayrıntıları Reşideddin’in eserinde bulunmayan bu düzenlemenin Ebülgazi Bahadır Han’daki şeklini aynen almak, bazı Türk boylarının, bu düzenleme deki yerini, orun ve ülüşlerini belirtmek açısından yararlı olacaktır: Altın örgenin töründe Kün Han oturdu; Koyunun başını, arkasını, kuyruklu ucasını ve bağrını ona verdiler. Örgenin iç eşiğinde Irkıl Hoca oturdu, töşünü onun önüne koydular.


Sağkol’da ilk örgeye Kün Han’ın büyük oğlu Kayı’yı (kuşu şunkar) oturttular. Sağ aşıklı iliği ülüş verdiler. Bayat (üki) onu doğradı, Sorkı atları tuttu. İkinci örgeye Alka-evli’yi (köykenek) oturttular. Sağ kar iliği ülüş verdiler. Kara-evli (Köbek-sarı) onu doğradı, Lala atları tuttu. Üçüncü örgede Ay Han’ın büyük oğlu Yazır’ı (turumtay) oturttular. Sağ yan-başı ülüş verdiler. Yapar (kargu) onu doğradı, Kumı atları tuttu. Dördüncü örgede Dodurga’yı (Kızıl-karcagay) oturttular, sağ umacayı ülüş verdiler. Döğer (göçgün) onu doğradı Mürdeşuy atları tuttu. Beşinci örgede Yulduz Han’ın büyük oğlu Avşar’ı (cer- laçın) oturttular. Sağ uyluğu ülüş verdiler, Kızık (sarıca) onu doğradı, Turumçı atları tuttu. Altıncı örgede Beğdili’yi (bahrî=kuzgun) oturttular; sağ yağrını ülüş verdiler. Karkın (su bürkütü) onu doğradı, Karacık atları tuttu.


Sol yandaki birinci örgede Gök-han’ın büyük oğlu Bayındır’ı (laçın) oturttular; sol uyluğu ülüş verdiler, Becene (ala toğan) onu doğradı, Kazıgurt atları tuttu. İkinci örgede Çavuldur’u (buğdaynık) oturttular, sol yan-başı ülüş verdiler; Çepni (hümay) onu doğradı, Kanklı atları tuttu. Üçüncü örgede Dağ Han’ın büyük oğlu Salur’u (bürküt) oturttular, sol aşıklı iliği ülüş verdiler. Eymir (encarî) onu doğradı, Kalaç atları tuttu. Dördüncü örgede Alayuntlu’yu (yağılbay) oturttular, sol umacayı ülüş verdiler Üregir (bayku) onu doğradı, Teken atları tuttu. Beşinci örgede Tengiz Han’ın büyük oğlu İğdir’i (karcıgay) oturttular, sol karı iliği ülüş verdiler. Büğdüz (italgu) onu doğradı, Karlık atları tuttu. Altıncı örgede İva’yı (toygun) oturttular; sol yağrını ülüş verdiler. Kınık (cer karcıgay) onu doğradı, Kıbçak atları tuttu.


Oğuz Han’ın altı oğlunun asıl hatunlarından doğan torunları yirmi dört kişi idi. Kün Han onların her ikisini bir örgede oturttu ve on iki bölük oldular. Bu onikisinden doğanlara yüzlük dediler. Oğuz’un adlandırdığı kişiler ve kumadan doğan torunları da yirmi dört kişidirler. Bunların hepsini evin (örge) dışında oturttular; On ikisi at tutup oturdu, on ikisi eşikte oturdu; bunlardan doğanlara aymak dediler ki aslı omaktır”.


Ebülgazi Han’ın eserinde, Gün Han’dan sonra, oğlu Kayı’nın geçtiği yazılıdır. Reşideddin ise bunu belirtmeyip, doğrudan Dib Yavkuy Han’ı başa geçiriyordu. Biz, Reşideddin’deki bu durumu, doğrudan zamanın bir etkisi olarak yorumlamış idik. Çünkü Reşideddin’in eseri kaleme alındığı yıllarda (XIV. yüzyıl başları) Kayılar Anadolu’nun batı yakasında etkili bir konumda bulunuyor ve İlhanlı Devleti’ne problem olabiliyorlardı.


Ebülgazi Han’ın eseri, XVII. yüzyıl ortalarında kaleme alınmış olmakla birlikte, bir yandan XIV. yüzyıl başlarının bilgilerini içerirken, öte yandan da Uluğ Bey’in eserindeki bilgilerden de etkilenmiş bulunmaktadır.


Oğuz Destanı ve Oğuz Han hakkında, bu dört farklı bilgi imkânı gözönüne alındığında, Türk tarihinin geçmiş bin yıllarında ana eksen, şu halde Oğuz Destanı gibi görülüyor. Bu destan, sonraki zamanlarda, bazı boylar tarafından daha dar bir çerçevede tutulmuş olsa da, Oğuz ile Türk’ün ilişkileri gibi, Moğol ile Oğuz Han arasında da ilişkiler kurulmuştur.


Oğuz Han ve onun Türklerle olan bağlantısı, anlaşılıyor ki iki ayrı rivayet vardır. Reşideddin, bu rivayetlerin birisini tercih etmiştir. Eserinde, ötekilere göre bazı eksiklikler göze çarpıyor. Fakat öteki şekil, daha XV. yüzyıl başlarında Şerefeddin Yezdî ve özellikle yüzyılın ortalarında Uluğ Bey’in eserinde yaşamıştır. Türk ile Oğuz arasındaki münasebet, bu arada Moğol ile yakınlaşmayı sağlamak üzere, Ebulgazi Han da Uluğ Bey’in bilgilerini tercih etmiştir. Nitekim o, eserinin başında da, Türkler ve Türkmenler hakkında birbirinden çok farklı bilgiler bulunduğunu belirtir.


Buna Benzer Bilgiler


1507’lerde kaleme alınan Tarih-i Güzide-i Nusretname adlı Türkçe eserde de belirtilir. Orada Reşideddin, Şerefeddin Yezdî ve Uluğ Beğ’den alınan bilgiler bir araya getirilmiştir. Bütün bunlarda dikkati çeken en önemli özellik, “bugün (yâni XIV-XV. yüzyıllarda) Moğol denilen birçok boyun Türk oldukları”nın ısrarla belirtilmesidir. Türk, bu sebeple bütün Asya tarihinde, özellikle İç ve Batı kesimlerinde XIV-XV. yüzyıllarda en üst düzeyde itibarda olmuştur. Nitekim İbn Haldun’a göre XV. yüzyılda, Temür ile Türklüğün şevketi en üst düzeye erişmiş idi.


Reşideddin’in Ayrıca Bildirdiği


Uluğ Beğ’in ise Oğuz Han’dan bin yıl sonrasına ait saydığı Ergenekon apayrı bir gerçektir. Ergenekon’da, Türklerin kökeni ve menşelerine ait bilgiler yoktur; orada Türkleri (veya Moğolları) yönetecek boyların önderlerinin ortaya çıkması etkilidir. Bu yönü ile Ergenekon, Göktürklerin menşelerine dair Çin kaynaklarının yazdıkları ile uygunluk göstermektedir. Bu türden bilgiler belki de İç Asya’da yaygın bir efsanenin izleri de olabilir.


Bu arada Ön Asya kökenli dinî rivâyetlerde de Zülkarneyn’in çok hareketli bir kavim olan Yecuc- Mecucleri bir demir sed ardında terk edip bırakması hikayesi de vardır. Burada Yecuc-Mecuclar, ötesine itildikleri demir sedden dışarı çıkamazlar. Ergenekon adı ile özdeşleşen efsânede ise demir dağın eritilerek çıkılması doğrudan Türklerin yaşadığı coğrafyada da izler bırakmıştır. Demir dağlar eritilerek adeta bir demir-kapı oluşturulmuş ve Türkler arasında bu ad, Demir-kapı adı çok yaygın olmuştur.


Demir-kapı yer adlarında efsane ile tarihî gerçekler, bir bakıma içiçe girmektedir. En eski tarihli Demir kapı, Göktürk kitabelerinde Semerkant dolaylarında zikredilen olmalıdır. Sonraki zamanlarda da Demir kapılar Avrupa içlerinde (Tuna-Demirkapısı), Asya batısında (mesela Hazar Denizi batısı Derbent Demirkapısı) ve daha pek çok yerde vardır. Günümüz Anadolu sahasında dahi Demirkapılar yer (Kamışlı-Musul arasında demiryol istasyonu) ve hatta köy adı (Balıkesir-Bursa yolunda) olarak bir hayli çoktur.


Komşu Milletlerin Destanları İranlılar


Türklerden destanlarında söz eden milletlerin belki de ilki İran ve onların millî destanı Şehname’dir. Gerek burada, gerekse İran tarihlerinde, dünyanın yaratılması sonrasındaki ilk hükümdar Keyümers olup, hatta bu kişinin Hz. Adem olduğu dahi sanılırmış. Bu olmasa bile mesela Şit Peygamber diyenler de varmış (Lübbüt Tevarih). Mağaralarda yaşayan, hayvan postları giyen bu kişi bin yıl yaşamış, hayatının sonlarında evler yapmıştır. Torunu Huşeng ve sırasıyla Tahmures, Cemşid ile hayat devam eder gelir. Cemşid neslinden Afridun yararlı işler yapmıştır. Üç oğlu olup, bunlardan Selem’e batı diyarını, Ceyhun’a kadar Doğu’yu ortanca oğlu Tur’a, asıl yurdunu (İran-zemîn’i) ise İrec’e vermiştir. Bunu kıskanan öteki kardeşler ise İrec’i öldürmüşlerdi ve ondan kalan kızını, Feridun, kardeşinin oğlu ile evlendirdi ve bundan Menuçehr dünyaya geldi. O da büyüyünce iki dayısını (Selem ve Tur) öldürdü. Menuçehr hükümdarlığı sırasında dünyayı mamur etti, fakat Tur neslinden Afrasiyab büyük bir ordu ile Menuçehr üzerine geldi, savaştılar ve sonunda aralarında barış yapıldı.


Menuçehr’in oğlu ve torunları zamanında da Afrasiyab ile İran arasında savaşlar devam etti. Afrasiyab bir ara on iki yıl kadar bir süre İran’ı istilâ etti. Artık Turan’ın ve Türkistan’ın hâkimi Afrasiyab ile İran arasındaki mücadele uzun yıllar devam etmiştir. Afrasiyab, başlangıçta belki Turan ve Türkistan hükümdarı idi, fakat destanda O, Turan hükümdarlarının bir genel adı olarak görülüyor. İranlılar nihayet O’nu Azerbaycan sahasında öldürür ve İran bir büyük düşmanından kurtulur.


Mücmel’üt-Tevarih vel Kısas’ta İran Şahı Feridun’un oğlu Tur’u idare etmesi için doğuya gönderdiği yazılıdır. O, idaresindeki ülkeyi sevince orada kalacaktır ki bu sebeple oraları, sonradan Turan, yani Tur’un ülkesi olarak anılacaktır. "Ondan Zâdşem, Zâdşem’den de Peşenk dünyaya geldi. Afrasiyab ise Peşenk’in oğludur. Afrasiyab, Hindlilere ve Rumlara galip geldi. Birkaç defa da İran’ı mağlup etti” der ve ilerde anlatacağını belirtir.


Zeki Velidi Togan, Firdevsî’nin Şehnamesi’ndeki bilgilerin tarihî kaynağının Taşkentli Dakikî adlı bir şairin eserinden alındığını belirtir. Bu arada destandaki bilgilerin Şehname’den biraz farklı şekilleri, çağın öteki İslam kaynaklarında (Taberi, Dineverî vs). yansımıştır. Bunlara göre Afrasiyab, babası Beşeng, onun babası İnet, babası Rişmen ve babası Türk olmak üzere dört batında Türk’e bağlanmaktadır. Afrasiyab’ı, Beşenk=Pecenek ve sonrasında dört batında Türk’e bağlayan bir rivayet Karahanlılar devri fıkıh kitaplarında da varmış.


İlk bakışta milattan önceki zamanlara ait bu destan ve öteki kayıtlardaki Afrasiyab isminin Türklerle bir alakası görünmüyor. Fakat XI. yüzyılın insanı Kaşgarlı Mahmud, bize İranlıların Afrasiyab diye belirttikleri kişiye Türklerin Alp Er Tunga dediklerini yazar ve bu bilgi Kutadgu Bilig tarafından da desteklenir. O zaman Şehname’deki İran-Turan cenklerinin, Türklerin bir millî kahramanı ile İranlılar arasındaki mücâdele olduğu ortaya çıkar. Gerçi, eski Türk şairleri, mesela Ahmedî, İran edebiyatının etkisi ile mesela İskendernâmesi’nde Afrasiyab’dan hiç de iyi bir şekilde söz etmez. Bu efsânevi zamanlar ise Zeki Velidi Togan’a göre M.Ö. VI-V. yüzyıllardır. Bu zamanda ise, kaynaklar İran’ın kuzeyinde büyük Saka/İskit Devleti’nden söz ederler. Böylece İran millî destanı, Türklerin tarihî varlıklarını ve devlet hayatını M.Ö. VI. yüzyıla kadar çıkartan bir kaynak olarak kabul edilebilir.


Ön Asya kökenli dinî mitolojide, insanlar tufan sonrasında Hazreti Nuh’un üç oğlundan türemişlerdir. Bütün insanları Nuh’a bağlayan bu rivâyetin, ilk ve en ayrıntılı bilgilerini veren 520 h/1126’de telif edilen Mücmel’üt-Tevarih ve’l-Kısas daki bilgilerin "edepli, terbiyeli, akıllı ve temiz kalpli olan” Türkle ilgili kısmını, R. Şeşen çevirisinden aynen vermek yararlı olacaktır. Buradaki bilgiler sonradan öteki müelliflerin yazdıklarına da kaynaklık etmiştir.


Türklerin nesebi hakkında


Nuh Peygamber Tufandan sonra yeryüzünü çocukları arasına paylaştırınca, Ceyhun tarafını Yafes’e verdi. Yafes’in yedi oğlu vardı: Çin, Türk, Hazar, Saklab, Rus, Yecuc-Mecuc’un babası olan Misek ve Bulgar ve Burtasların babası Kemâri. Bu çocukların herbirinin nesli ve sülalesi kaldı. Her birinin bir çeşit dili vardı. Doğu taraftaki toprakları kendi aralarında paylaştılar.


Bu oğulların huylarına gelince, Çin çok akıllı ve terbiyeli, Hazar sakin ve az konuşurdu. Rus hilekâr ve ihtiyatlı biriydi. Saklap yumuşak kalpli olub Misek çok yaşamamıştı. Onun oğlu olan Guz hileci ve kurnazdı. Dedesi Yafes onu oğullarından daha çok severdi. Kemâri oyunu seven ava ve işrete düşkün biriydi. Türk edepli, akıllı ve doğru kalpliydi.


Türk (kendisine yarar bir yerleşme bulmak ümidiyle), bütün doğu ülkelerini gezdi ve kendisine uygun bir yer buldu. Hoşlandığı bu yerin adına Issık göl adını verdi ki Türkçede ıssı (sıcak) göl demektir. Burada küçük bir deniz vardı, suyu sıcaktı. Çeşmeler çoktu, etrafı dağlarla çevrilmişti. Otu bol, suyu da çok hoştu.


Türk Tanrı’ya şükretti ve burasını kendisine yurt etti. Yafes’in oğulları arasında Türk ve Hazar akıl sahibi idiler. Fakat diğer oğullarından hayır yoktu. Geceleyin yanındaki dağın üzerinde ateş görüldü. Ertesi günü ortalık aydınlanınca Türk o dağın tepesine çıktı. Fakat ateşten hiçbir eser görmedi. Fakat Türk orasını hoş buldu; yayla ve meralarını hoş ve sevindirici buldu. O dağa Iduk-art adını verdi ki bugün dahi aynı adı taşımaktadır. Sonra ağaçtan ve otlardan evler yapmayı emretti. Bundan evler (khargah) yaptılar. Barınmak için koyun derisinden kaban-üstlük ve börk yapılmasını buyurdu, bu adet bugüne kadar gelir. Kitaplardan okuduğuma göre Türk’ün bu memlekette yerleşmesi anında talihi Esed yıldızı olmuş ve o saatin sahibi Merih’in ayla, Zühre yıldızının kavsle buluşduğu dakika olmuştur Türk’ün hem kan dökücü, hem de güzel yüzlü olmasının sebebi bundandır.


Türk’ün çocukları oldu ki Tutel (? Tünk:), Çigil, Barshan ve İlak. Bugünkü Barshanlılar, İlaklılar ve Çigiller bunların çocuklarıdırlar. Derler ki Tünk, bir gün avlanmaya gitmişti. Birşey yemek istedi; yerler tuzlu imiş. Elindeki lokmayı düşürdü, yeniden aldı. Yediğinde daha hoş buldu. Buradan tuz getirip yemeğe koymayı emretti”.


Mücmel üt-Tevarih ve’l-Kısas daha sonra Hazar, Rus, Gûz bin Misek ibn Yafes, Çin, Saklap ve Kemari hakkında da bilgi verir. Aynı eserde “Türklerin bedenlerinde kıl az bulunur” ve sebebini Yafes’in çocukluğundaki bir hastalağına bağlar ki anası tedavi olması için karınca yumurtasını kurt sütüyle karıştırıp vermişti yüzyıla ait bu kaynağın haberleri, sonradan XV. ve XVII. yüzyıl kaynaklarında da nakledilecektir.


Çinliler


Çinliler de kuzey komşularıyla ilgili birçok destanî özellikten söz ederler.


Kao-chelerin kökenine ait söylenen rivâyet, Türk ülkesinin yer adlarıyla da uyuşmaktadır. Ona göre Hun hükümdarlarından birisinin çok güzel iki kızı varmış. Han bu kızlarını dünya "beşer” insanlarıyla evlendirmeye kıyamamış, kızlarım ancak ilahlara layıktır diye düşünmüştür. Bu amaçla ülkesinin ıssız/uzak bir köşesinde yüksek bir kule yaptırarak kızlarını yeterli yiyecek ile oraya koymuş, ilahların gelip kızlarıyla evlenmesini beklemiştir.


Aradan aylar ve hatta yıllar geçtiği halde gelen giden olmamıştı. Bu sırada bir yaşlı kurt, bu kule dibinde kendisine barınak bulmuş, gece gündüz orada kalmaya başlamıştır. Zaman içinde ondan başka canlı ortalıkta görülmeyince küçük kız kardeş, babamızın sözünü ettiği ilah bu olamaz mı demiştir. Büyük kardeşin ilk zamanlardaki çekingenliğinden sonra zaman içinde gelen giden olmayınca ilah kabul edilen kurtla evlenen kızların çocukları olmuştur. Onun için Kao-chelerin çocukları, kurt gibi söyledikleri türküler de kurt inlemesine benzer.


Türklerin İslamiyet’in kabullerinden sonra da, halk arasında devam eden, ancak İslâmiyet’in temel özellikleri ile uyuşmayan bu rivâyetin Türkler arasında şuur altında yaşamış olduğu Kız-kulesi yer adlarından anlaşılıyor. Çünkü Türk’ün yaşadığı, ıssız yerlerdeki su içindeki kaylecik veya kuleler hep Kız-kulesi diye anılmıştır. Böylece Doğu Avrupa, Batı ve İç Asya’da yüzlerce Kız-kulesi veya Kızlar-kalesi, bu dikkate değer destanın =efsanevî hikayenin gerçek izleridir.


Kurt ile ilgili olarak halk arasında birçok rivayet de yaşamıştır. Bununla birlikte bilgili kimseler Türk insanının doğrudan insan, "kişi-oğlu” olarak dünyaya geldiğine inanmışlardır. Göktürk Devri’nden kalan yazıt=kitabelerde Kurt ile ilgili efsaneler bulunmaz; orada Türk Bilge Kağan, kendisini doğrudan kişi-oğlu olarak dünyaya gelmiş kabul eder.


Göktürklerin çıkışı sırasında Çin kaynakları, onların geçmişi ile ilgili olarak hemen aynı esaslı efsaneler naklederler. Pei-shih (386-618), Kuzey Sülalesi yıllıklarındaki Tu-küe kısmında şöyle yazılıdır (Tang Chi çevirisi):


"T’u-chieh evvelce Hsi-hai (Batı Denizi) sağ kısmına yerleşip kendisi tek başına bir kabile kurmuş Hsiung-nuların başka bir soyudur. Onun soy adı A-shi-na’dır. Sonradan komşu ulus tarafından mağlup edilip soydaşları da yok edilmiştir. Ancak on yaşlarında bir erkek çocuk arda kalmıştır. Askerler çocuğun yaşını küçük gördüklerinden öldürmeyip sadece onun el ve ayaklarını kestikten sonra otluk bir yere bırakmışlardı. Orada dişi bir kurt tarafından bulunup et ile beslenmiştir. Çocuk büyüdükten sonra: dişi kurt ile münasebette bulunur ve kurt hamile kalır. Zamanın hükümdarı, çocuğun hala hayatta bulunduğunu haber alınca bir elçi gönderip bu çocuğu öldürmek ister. Elçi çocuğun kurtla beraber olduğunu görür ve ikisini birlikte öldüreceği sırada bir mucize olur. Dişi kurt çocukla birlikte Batı Denizi’nin doğu tarafından bulunan Kao-chang/Koço ülkesinin kuzeybatı yönündeki dağa kaçıp kurtularlar.


Burası geniş ve bol otlu bir ovanın çukurluk bir kesimidir ve dört bir yanı dağlarla çevrilidir. Kurt işte bu ovada saklanmıştır. Daha sonra on erkek çocuğu olmuştur. On erkek çocuk büyüdükten sonra, ova dışındaki kadınlarla evlenmişler ve böylece nesilleri çoğalmıştır. Bundan sonra on kişinin her birisi bir boy olmuştur ki A-shi-na onlardan birisidir. Onların arasında en iyi ve değerli olan adam başbuğ olmuştu. Kendilerinin kökenlerini unutmamak için ordugâh kapısında kurt başlı bir tuğ dikmişlerdi.”


Benzer hikayeler, mesela Chou-shu (557-589), Sui-shu (589-618) sülaleleri tarihlerinde de bulunur; son kaynakta çocuğun bırakıldığı yer bir bataklık olup, kaçıp kurtulmak için kurt bir çukura girer ve öteki tarafa çıktığında bol otlu bir ova ile karşılaşır. Nesillerce burada kalıp çoğaldıktan sonnra A-hsien-she isimli başbuğ, boyunu buradan çıkarmıştır. Ergenekon rivayeti ile Çin kaynaklarının verdiği bilgiler, muhakkak ki aynı büyük tarihî olayın yankıları olmalıdır. Bu ise, bize kalırsa Milâd sularında, belki de 1-2. yüzyıllarda cereyan etmiş olan bir büyük siyasî hadisedir.


Çin kaynaklarındaki efsanevî bilgiler, doğrudan Türklerin en eski zamanlarına ait değildir. Onlar, Türklerin VI. yüzyılda, aynı adla bir güçlü devlet kurmaları vesilesiyle, Türklerin, daha doğrusu Türk devletinin yönetici ailesinin geçmişine dair bilgi vermek istemişlerdir.


Arap Coğrafyacılarına Göre Türkler


İslamiyet’in çıkması ve Arapların Batı ve hatta İç-Batı Asya’ya hakim olmalarından sonra, yazılan Coğrafya kitaplarında, Türklerle ilgili birçok bilgi vardır. Bunların önemli bir kısmı VIII-IX. ve sonraki yüzyıllara ait olmakla beraber, genel olarak Türklerin kökenine ve özelliklerine temas edenler de vardır.


Bunlar arasında Mes’udî’nin (ö. 956), Müruc üz-Zeheb adlı eserinin on beşinci bâbında Çin ve Türk hükümdarları hakkında şöyle deniyor: “İnsanlar Çin halkının soyları ve başlangıçları hakkında ihtilafa düştüler. Sam’ın evladından ‘Amûr oğulları doğu tarafına giderek Belh nehrini geçmişler, aralarından çoğu Çin’e kadar gitmişlerdi. Bunlar oralarda çeşitli ülkelere dağıldılar. Bir kısmı şehirler ve köyler kurdular; buralara yerleşmeyenler ayrılarak çöllerde oturmuşlardır. Bunlar, Türkler, Karluklar ve Kâşân/Küça şehri sahipleri olan Tokuz-oğuzlardır. Tokuz-oğuz ülkesi Horasan ile Çin arasındadır; bugüne, yani h. 332 (m. 944) tarihine kadar Türkler arasından onlardan daha kuvvetli, kudretli ve memleketi iyi idare edenler çıkmamıştır. Türkler arasında en kudretli Oğuzlar, en güzel ve en uzun boylu, en parlak yüzlü olanlar Karluklardır.


Türk ülkesinin Türklerin yüzünde ve gözlerinin küçüklüğündeki etkisi gibi. Hatta bu tesir onların develerini de etkilemiş, develerinin ayakları kısa, boyunları kalın, tüyleri beyaz olmuştur. Mesudî’ye göre dünyadaki en önemli hükümdar Babil/Bağdat’ta olandır; sonra Çin ve ondan sonra da Türk hükümdarlarından Kûşan şehri sahibi gelir. Bu Tokuz Oğuzların hükümdarı olup, yırtıcılar ve atlılar hükümdarı’ adını alır. Zira yeryüzündeki hükümdarlar arasında onun adamlarından daha kahraman ve kan dökmeye istekli adamları olan, ondan daha çok atı olan kimse yoktur. Ülkesi Çin ile Horasan çölleri arasındadır. Türkler arasında daha birçok hükümdar ve kimseye boyun eğmeyenler vardır.”


Arap coğrafyacıları, Türklerle kısmen Yecü-Mecuc olayı vesilesiyle ilgilenmişlerdir. Çünkü bir kısım Ön Asya kaynakları gibi, Arap kaynakları da, Zülkarneyn tarafından bir seddin ötesine atılan çapulcu Yecüc-Mecücleri Türk sayarlar. Oysa doğrudan Zülkarneyn’in bir Türk, hatta Oğuz Han olduğunu ileri süren Türk bilginleri de vardır.  VI. yüzyıldan itibaren doğrudan Türk adıyla öne çıkan bu kavim, VIII-IX. yüzyıldan sonra Müslüman olmaya başlayarak, İslam için de bir ümit olmuştu. Böylece bir kısım Arapların Türklere bakışı yumuşamış, hatta bir kısım Araplar Türklerin Hz. İbrahim’in Kantûra adlı cariyesinin neslinden geldiğine de inanmışlardır. Bir kayda göre Hz. İbrahim Türk hakanının kızı Kantûra ile evlenmiş imiş. Bu sebeple olsa gerek bazı Arap kaynaklarında Türklere Benu Kantura da denilmektedir. 


Görülüyor ki, Türklerle ilgili destanlar, Türk’ü tarihin ve insan oğlunun en eskileriyle bir tutmaktadırlar.



Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak