Askeri Geçit Törenleri
Askere geçit töreni yaptırmak İslamiyet'ten önce kurulmuş uygar devletlerce de uygulanan eski bir gelenektir. Büyük lskender kendisi bizzat askere geçit töreni yaptırır ve askerin silahlarının, atlarının durumunu gözden geçirirdi. İslamiyet'in doğuşu sırasında İranlılar yılda belli zamanlarda bu geçit törenini yaptırıyorlardı. Bunlarda birinci derecede önemli olan husus süvarilerin geçit töreniydi. Süvari ata binmiş olarak, yanında uşağı bulunduğu halde halkın önünden geçerdi. Süvariler zırh, mifer, zırhlı eldiven giymiş olarak, kalkan, mızrak, kılıç, topuz, hançer, yay, ok, iplik ve iğneye varıncaya kadar, gerek kendisine gerek hayvanına o zamanın savaşçılarına her ne gerekli ise, hepsiyle mücehhez bir halde bulunurdu. Araplar uygarlık dünyasına adım atıp da düzenli ordu kurunca, bu adeti lranlılardan olduğu gibi almışlardır. Bununla birlikte anlaşılan, Araplar bundan önce de, yani düzenli askere sahip olmadan önce de savaşçılara geçit töreni yaptırıyorlardı. Hz. Peygamber kendisi ashabına geçit töreni yaptırmıştır. Kaynaklarda bildirildiği üzere Hz. Peygamber Hicret'in ikinci yılında, Büyük Bedir Savaşı günü (M. 624) ashabına geçit törenini yaptırdıktan sonra elinde tüysüz bir ok bulunduğu halde onları saf biçiminde sıraya dizmiştir. Askerin sallarını gözden geçirirken "Sevad" adında bir adamı saftan ileri çıkmış görünce, Hz. Peygamber okla Sevad'ın karnını dürterek "Sevad doğru dur" komutunu vermişti. Geçit töreninden sonra kendisi için kurulan gölgeliğe döndü. Raşid Halifeler, daha sonra Emeviler de, askere geçit töreni yaptırma uygulamasını devam ettirdiler. Emevi valisi Haccac, askere geçit töreni yaptırırken askerden teker teker isimlerini, bağlı oldukları kabileyi, durumlarını ve silahlarını da sorardı.
Abbasiler dönemindeki geçit törenleri de lranlılarınkine benziyordu. Zaten lranlılar bu adeti onlardan almışlardı. Geçit törenini izlemek için halife veya veziri hazır bulunurdu. Arada bir halife sanki bir savaşa çıkıyormuş gibi zırh ve miğferiyle törene katılırdı. Özel bir memur sırayla komutanların isimlerini söylerdi. Komutanlar emrindeki askerle huzurdan geçerlerdi. Halife bunları dikkatlice gözetleyerek atları, savaş araç ve gereçlerini düzenli görürse kendilerine ödül verirdi. Bu ödül geçit törenlerine ait özel bir hediyeydi. Kimi kez büyük komutanlar bu ödülleri almayarak, emirleri altında bulunan adamlara verirlerdi. Bununla ilgili bir örnek olarak; Abbasi halifelerinden Mutemid zamanında H. 271 Amr b. Leys'in uygulamasını gösterebiliriz. Amr halifenin teveccühünü kazanmış, yönetim ve hukuk konusunda ve askerlik işlerinde uzmanlaşmıştı. Her üç ayda bir kere askere maaş dağıtırdı. Bu dağıtımda kendisi hazır bulunurdu. Geçit törenini denetleyen kişi paralar yanında olduğu halde özel bir yerde otururdu. Sunuşu yapan görevli (münadi) ilk önce Amr b. Leys'in adını söylerdi. Bunun üzerine Amr'ın atı bir süvariye gerekli olan silah ve teçhizatla geçit törenini denetleyen kişinin önünden geçirilirdi. At böylece kontrolden geçirildikten sonra Amr adına 300 dirhemlik bir ödül verilirdi. Bu ödül bir çıkın içinde Amr'a götürülünce kendisi ödülü alır, öper, "Müminlerin emirinin ödülüne layık olacak dereceye kadar onun hizmetinde beni başarılı yapan Cenab-ı Hakka hamd olsun" diyerek çıkını çizmesine sokardı. Ödül çizmeyi onun ayağından çıkaracak kimsenin olurdu. Daha sonra sırayla asker komutanları subaylar ve erler geçerdi. Üniformalarına, atlarına, silahlarına dikkatle bakılırdı. Bütün asker silah araç ve gereçlerini tamamen göstermek zorundaydılar. Bunlardan hangisinde hata görülürse onun maaşı kesilirdi. Bir gün, sözü edilen bu Amr b. Leys'in huzurunda geçit töreni yapılırken, atı oldukça zayıflamış bir süvariyi görünce "Yahu! Paramızı karına yedirip onu semizletiyorsun da üzerinde savaşa gittiğin ve sayesinde yaşadığın atı zayıf düşürüyorsun. Çekil git burdan, senin gibi bir adam bize gerekli değil" diye azarlayarak kovmak ister. Bunun üzerine o süvari "Efendim merhamet ediniz. Karım bu hayvanın geçtiği gibi önünüzden geçse de onun güzelliğini görseydiniz siz de bu zayıf hayvanı mı semizletirdiniz?" cevabını verir. Amr bu cevap üzerine gülerek süvariye yeni bir at alması için bağışta bulunur.
Askerin İkametgah ve Kışlaları
lslam'ın ilk yıllarında Müslümanlar bir şehri ele geçirdikleri zaman ikametgahlarını o şehrin yakınında kurarlardı. Hz. Ömer'in arzusuna uyarak kendileri ile halifenin yaşadığı Medine arasında bir su engeli bulunmamasına dikkat ederlerdi. Bu yüzden Mısır'ı fetheden lslam askerleri o zaman Mısır'ın başkenti olan lskenderiye'de oturmayıp "Hısn-ı Babil" (Babil kalesi) yakınında daha sonra "Füstad" adını alan yerde kurdukları çadırlarda ikamet ettiler. Aynı şekilde lran topraklarını ele geçiren Müslümanlar, o tarihte kisranın saltanat merkezi olan Medain de ikamet etmeyerek Fırat Irmağı'nın Şam badiyesi kenarında bulunan Basra ve Küfe'ye yerleştiler. lslam'ın ilk döneminde fethedilen diğer ülkelerde de benzeri uygulamlarda bulunulmuştur. Yeni fethedilen kentlerin çevresinde o kentleri korumak için yerleşim yerleri kurdular. Arap askerleri savaşlara eşleri ve çocuklarıyla beraber gittiklerinden bir şehri ele geçirdiklerinde yakınına aileleriyle beraber yerleşirlerdi. Bu yüzden o yerlerde kurdukları ordugahlar zamanla bayındır kentler haline geldi.
Zamanla uygarlaşma ve gelişmeye paralel olarak, askerler aile ve çocuklarını kendi yurtlarında bırakarak savaşa yalnız gitmeye başladılar. Ancak ordugahları şehrin dışında ve yakınında kurmaya devam ettiler. Mısır'da Füstat, Irakta Küfe ve Basra ordugahlarından oluşan kentler böyledir. Füstat, Amr b. el-As'ın çadırı çevresinde lslam askerlerinin çadır kurdukları boş bir yerken, zamanla gelişerek "Füstad" adıyla bir kent oldu. Füstad'ın kuruluşundan bir yüzyıl sonra Abbasiler halifeliği ele geçirince katliamdan kaçan Emevilerden son halife olan Mervan b. Muhammet Mısır'a kaçarak Füstad'a sığındı. Abbasiler onu takip ederek Füstat yakınında karargah kurdular. Buna "ordugah" adını verdiler. Burası da zamanla gelişerek bu isimle anılan bir şehir ortaya çıktı. Bu tarihten bir yüzyıl sonra H. 257'de Ahmet b. Tolun Mısır valisi olunca maiyetindeki kalabalık asker, savaş araç ve gereçleri gibi büyük bir kalabalık bulunduğundan Füstad'ın içine sığmaz hale geldiler. Bunun üzerine ibn Tolun Muktam Dağı yakınında bir ordugah kurmuş, kendisi için bir konak ve bir meydan inşa ettiği gibi emrinde bulunan asker ve adamları içinde yerleşim yerleri kurdurdu. Bu şekilde inşa ettirdiği binalar Füstad'a kadar uzayarak bir kent şeklini aldı. Buraya "Kıtal" adı verilmiştir. Bu tarihten bir yüzyıl kadar sonra da 365 yılında Fatımiler devleti başkomutanı Cevher, Mısır'ı fethetmek için geldiğinde aynı şeyleri yaptı. Mısır'ı tamamen ele geçirince daha önce kurduğu ordugahın yerine bugüne kadar devam eden, her geçen gün gelişen ve günümüzde de dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olan "Kahire" şehrini kurmuştu. Müslümanların kurduğu diğer kentler de aynı şekilde kurulmuştu. Örneğin Abbasi halifelerinin ikincisi olan Mansur Bağdat'ı da kendisi ve askeri için sağlam bir yer olmak üzere kurmuştu. Aynı şekilde oğlu Mehdi, benzeri amaçla Bağdat'ın dışındaki asker şehrini bina eylemişti. Diğer lslam ordugahları da zamanla önemli kentler haline gelmiştir. Müslümanlar bu ordugahları genellikle kentlerin dışında halktan uzak yerlerde kuruyorlardı. Bu yüzdendir ki Haccac "cemacim olayı"ndan sonra askerini Küfe halkının evlerine yerleştirince halk son derece üzülmüş ve rahatsız olmuş ve Haccac'ın bu uygulamasını bir zulüm ve zorbalık saymışlardı. Haccac'dan sonra gelen valiler askeri çoğunlukla ve özellikle de Iran topraklarında yerli halkın evlerine yerleştirirlerdi. Bu durum halkın haklarına açık bir tecavüzdü.
Sancak veya Bayrak
Sancak ve bayrakların tarihi: Liva ve rayet (sancak, bayrak) kelimelerinin ikisi de aynı anlamı taşımaktadır. Muhtemelen liva (sancak) rayetten daha küçüktü veya rayet savaş için askere verilecek sancağa deniliyordu. O tarihlerde "a'lam", "benüd" diye isimlendirilen ve günümüz terminolojisinde sancak ve bayrak olarak bilinen liva ve rayetler bunlardır. Bayrak tarihi oldukça eskidir. Eski Mısırlılar ile onların çağdaşları veya onlardan uygarlık almış olan diğer milletlerde de bayrak biliniyordu. lslamiyet'ten önceki Araplarda da bayrak kullanımı yaygındı. Her kabilenin kendine ait özel bayrağı vardı.
Bayrakların savaştaki yeri de çok önemlidir. Halk savaşlarda ancak bayrakların gölgesi altında toplanır ve bayrakların devrilmesiyle kendileri de dağılırdı. Arapların kullandığı bayrak veya sancak "akab" (karakuş) adıyla biliniyordu. Savaşa çıktıklarında sancak çıkarırlardı. Görüşmelerden sonra hep birlikte bir kişiye verilmesi kararlaştırılırsa sancak ona verilirdi. Eğer oy birliği olmazsa asıl bayraktara teslim edilirdi. Bayraktarlık görevi nöbetleşe olarak arada bir Ümeyye Oğullarına kimi kez de Abdüddar oğullarında bulunurdu. Durumdan anlaşılan o ki, Arapların kendi bayraklarına "karakuş" adı vermeleri Romalılardan alınmış bir adet olmalıdır. Çünkü karakuş, Romalıların bayraklarına ve inşa ettikleri binalar üzerine nakşettikleri özel bir alamet ve amblemdi.
"El-Siretü'l-Halebiyye" adındaki kitapta kaydolunduğu gibi, Bedir Savaşı'nda Müslümanların biri beyaz, diğer ikisi siyah renkli üç sancakları vardı. Beyaz sancak, Hz. Peygamber tarafından sahabenin önde gelenlerinden Mus'ab b. Umeyr ve diğer siyah sancaklardan biri Hz. Ali'ye verilmiştir. Karakuş adında olan ikinci sancak Hz. Ayşe'nin çarşafından yapılmıştı. Üçüncü sancak ensardan birine verilmiştir. Ebü Süfyan ise bu savaşta "rayet el-rüesa"yı (reislerin sancağı) taşıyordu. Bu sancağın adı da karakuştu. Anlaşılan o ki, Araplar, Romalılardan aldıkları bu çeşit sancakların hepsine de karakuş adını veriyorlardı.
İslam'ın doğuşuyla Araplar Şam, lran ve Mısır bölgelerine yayılarak devlet ve kabileleri çoğalınca sancakları çeşitlendi ve şekilleri de değişti. Bayrakların ve ebadını büyütmeye ve farklı adlarla isimlendirmeye başladılar. Ebü Müslim Horasani, Abbasiler adına hilafet davasına kalkışınca, 14 arşın boyunda bir mızrak üzerine sancak yaparak Abbasi sülalesinde lbrahim el imam'a göndermiştir. Bu sancağın adı zıll (saye) yani gölgeydi. Ebü Müslim'in aynı şekilde bu kişiye gönderdiği "sahab" adında diğer bir sancak 13 arşın boyunda bir mızrak üzerine yapılmıştı. Sancakların bu kadar büyük yapılması ahali üzerinde korku ve dehşet uyandırması içindi. Abbasi halifelerinin onuncusu olan Mütevekkil H. 235 yılında kendi oğullarını veliahd tayin ettiği zaman oğullarından her birine iki sancak tevdi etmişti. Bunlardan biri veliahdlığa ait siyah, diğeri valiliğe ait beyaz renkteydi. Abbasi halifelerinin yedincisi olan Me'mün, Fazl b. Sehl'i savaş reisliği yani başkomutanlık göreviyle bütün doğu valiliğine tayin ettiğinde kendisine "zü'l-riaseteyn" lakabını tevcih ettikten sonra bir de ona iki parçalı bir sancak vermiştir. Kısaca söylemek gerekirse sancaklar zamanla değişik şekiller almıştır. Ayrıca halife ve sultanlar sancakların sayısıyla övünürlerdi. Örneğin Fatımi halifelerinden Azizbillah Şam'ın fethi için ordusuyla hareket ettiğinde emrinde bulunan askerin taşıdığı sancakların sayısı 500 ve borazanların adedi aynı şekilde 500'e ulaşmıştır. Kimi kez sancakların üzerine halife, sultan veya komutanların adları yazılırdı.
Sancakların Rengi
Karakuş sancağından başka, Cahiliye devrinde kullanılan sancakların renkleri hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. Karakuş sancağına gelince daha önce belirttiğimiz gibi bunun rengi siyahtı. Hz. Peygamber'in sancağı da siyahtı. Bazı eserlerde beyaz sancakların da olduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte Islam devletlerince değişik zamanlarda kullanılan sancakların rengi devletten devlete değişiyordu. Örneğin Emevilerin sancakları kırmızıydı. Şii devleti yandaşı olanların sancakları beyazdı. Abbasilerin halifeliğini destekleyenlerin sancakları siyahtı. Zaten siyah renk Abbasilerin ayırt edici alametleriydi. Abbasiler bu rengi Emevilerce öldürülen Haşimoğulları şehitlerine matem işareti olmak üzere kabul etmişlerdi. Bu yüzden Abbasilere "müsevvide" (siyah rengi sembol seçenler) denilmişti. Haşimiler, Abbasiler'den ayrılıp ''Talibiler" adıyla her tarafta Abbasilerin halifeliğini reddetmeye başlayınca, Abbasilerin alametlerine aykırı bir alamet kabul ederek beyaz sancaklar kullandılar. Bu yüzden onlara "mübeyyiza" (beyaz rengi sembol seçenler) adı verilmişti. Durumdan anlaşılıyor ki, Şiilerden Haşimoğulları yandaşlarının alameti yeşildi. İşte bu yüzden Me'mün, Hz. Ali torunlarından Ali b. Musa el-Kazım'ı veliahd tayin ettiği zaman askere siyah elbiseyi çıkarıp yeşil elbise giymelerini emretmişti. Ancak söz konusu halife bu biattan dönmek zorunda kalınca siyaha geri dönmeye de mecbur oldu.
Magrib bölgesinde kurulan Berberi hükumetler de çeşitli renklerde sancaklar kullanmakla birlikte, sancakları renkli saf ipekten yapılmış altın sırmalı kumaştandı. Doğuda Türk devletleri hükümdara ait bir sancak kullanırlardı. Sancağın başına "şaliş" (çaliş) ve "çetr" adını verdikleri büyük bir tutam kıl (tuğ) bağlarlardı. Bu kıl onlara göre hükümdarın saltanat işareti ve alameti sayılırdı. Daha sonra bunlarda da çeşitli şekilde sancaklar kullanıldı. Türkler bayrağa sancak derdi.
Sancak Teslimi
lslam'ın ilk dönemlerinde halifeler savaş için ordu gönderirken komutanlara her komutana kendi kabilesine ait olmak üzere sancaklar teslim ederler ve bu teslimat sırasında askeri coşturan, sabır ve cesaret verici konuşmalar yaparlardı. Hz. Ömer sancağı teslim ederken aşağıdaki konuşmayı yapardı: "Allah'ın ismi, yardımı ve desteğiyle teslim ediyorum. Allah'ın desteğiyle gidiniz. Zafer ancak Allah'tandır ve ancak hakkı istemek, sabır ve tahammülledir. Allah'ı tanımayanlarla Allah için savaşınız. Zulüm ve tecavüzde bulunarak haddi aşmayınız. Çünkü Cenab-ı Hak baskı ve tecavüzde bulunanları sevmez. Düşmanla karşı karşıya geldiğinizde korkak olmayınız. Zafer sevinci kimseyi işkenceyle öldürmeyiniz. Galibiyet gururuyla düşmana gereksiz zarar ve hasar verdirmeyiniz. Yaşlılardan, kadınlardan ve çocuklardan kimseyi öldürmeyiniz. lki taraf ordusu çarpışmaya ve yağmaya başladığında böyle zayıf kimseleri öldürmekten sakınınız."
Sancak teslimi sırasında yapılan dua ve vasiyetlerde her halifenin kendine ait bir tarz ve üslubu vardı. Ancak anlam açısından hepsi aynıydı. Bir tarafa vali tayin edilince, özellikle lslam'ın ilk yıllarında valiye sancak teslim etmek de adetti. Çünkü o tarihlerde vali askerin komutanıydı. Bu sancaklar tefeülen (bir çeşit fal ve kura biçimi) yıldızların bir araya gelme ve yakınlaşma zamanlarında sapa geçirilip kumandanlara ve valilere teslim olunurdu. Abbasilerde bir komutana veya sınırlarda bulunan bir ordugah reisine (serhat muhafızına) sancak teslim edildiği zaman, o komutan veya muhafız görev yerine gitmek üzere halifenin sarayından çıkarken, bayraktarlardan ve davulculardan oluşan büyük alaylarla cesaretlendirilerek gönderilirdi. Bu alaylar o kadar muhteşem ve gösterişli olurdu ki, halifeyle ait alaylarda daha çok sancaklar veya halifelerin özellikle kendileri için seçtikleri renkte sancak bulundurulmasaydı bunları halife alaylarından ayırmak zor olurdu. Fatımilerin Mısır'da "hızanetü'l-benut" adıyla sancak konulmasına ayrılmış bir dairesi vardı. Bu dairede sancak ve bayraklardan başka, deriden yapılmış kalkanlar vs. savaş aletleri de korunuyordu. Fatımiler yılda bu daire için 80.000 dinar masraf yaparlardı. Fatımiler bahsedilen daireyi o şekilde yönetmeye bir yüzyıl boyunca devam etmişlerdir. Bu dairede sancaklardan, her türlü silahtan, her çeşit at, eğer ve gemlerinden pek çok şey yığılmıştı. İçinde gümüşlü ve altınlı şeyler de vardı. Daha sonra bu daire yanınca içinde bulunan bütün savaş araç ve gereçleri de yandı. Bu dairede yanan eşya 8 milyon dinar değerindeydi. Yangından çok az şey kurtarılmıştır. Bunlardan biri de "liva'ül hamd"adı verilen ünlü sancaktı.
Bando ve Musiki
Askerlikte müsiki kullanımı eski bir gelenektir. Bunun askerlikte kullanılmasının amacı savaş sırasında askerin hislerini galeyana getirmek veya önlerinde bulunan tehlikeleri düşünmemeleri için zihinlerini meşgul etmektir. Askerin önünde şarkı söylemek, marş veya yüksek sesle şiir okumak da bu amaç içindir. Çünkü şarkı söylemek ve yüksek sesle şiir okumak da bir müsiki çeşididir. Araplar Cahiliye dönemlerinde müsiki aleti olarak davuldan başka bir şey bilmezlerdi. Daha sonra lslamiyet zuhur edince, ilk Müslümanlar saltanat, gösteriş ve debdebesinden kaçınarak davul ve boru kullanmaktan çekinmişlerse de hilafet zamanla saltanat şekline girince, anlayışlar da değişmiş ve müsikiyi kullanmakta sakınca görmemişlerdir. Bu zamandan sonra geçimlerinde bolluk ve zenginliğe ulaştıkları gibi eski ve uygar devletler olan lran ve Romalılarla ilişkide bulunduklarından, onların yaşam biçimi ve savurganlıklarından da etkilenmişlerdir. Bunun bir yönü de müsikidir. Saltanat ve egemenliğe bir nişane olmak üzere musikinin kullanımı için devlet adamlarına ve valilere izin verdiler. Sonraki dönemlerde müsikiyi daha da çok kullanmaya başladılar. Bununla birlikte orduda bulunan müsiki aletleri, davul ve borudan ibaretti. Bazı dönemlerde bu aletlerin sayısı yüzler ve binlerle ifade ediliyordu.
Silahlar
Araplarda Cahiliye döneminde kılıç, mızrak (kargı) yay ve kalkandan başka silah yoktu. Ancak Araplar bu silahları büyük bir ustalıkla kullanırdı. Çünkü bu silahlarla özellikle yay ve okla canlarını ve ırzlarını korur ve geçimlerini sağlarlardı.
Yay
Araplar çöl yaşamının bir gereği ve etkisi olarak, güçlü bir bakış gücüne sahip olduklarından diğer silahlardan daha çok, yay kullanımında ustaydılar. Yayları savaşların dışında ceylan avında da kullanırdı. Yayla ok atmada inanılmayacak kadar ustalıklarını ilerletmişlerdi. Üstelik onlardan bir ok atıcı ceylanı gözünden vurmak istese derhal istediği gözünden vururdu. Bu yüzden usta ok atıcılara "Rumülu'l-hadak" (ceylan gözünü vuranlar) adı verilmişti. Okçulardan bazılan köstebeği ağaca asarak, istedikleri organı vücudundan bir şey kalmayıncaya kadar her ok atımında birer birer düşürürlerdi. Her ok mutlaka hedefi bulurdu.
İslami dönemde Araplar bu ok atmadaki ustalıklarını Rumlar vs. ile yaptıkları savaşlarda da göstermişlerdir. Yay kullanımındaki bu ustalık zafer kazanmalarının en önemli sebeplerinden biri olmuştur. Rumlar ok kullanmada usta değildiler. lslam komutanları Arapların okçuluktaki ustalıklarını ve bunun zafer kazanmadaki etkisini iyi bildiklerinden, askerleri ok atma konusunda sıkı bir eğitime tabi tutarlar, sık sık yarışmalar düzenletirlerdi. Hz. Peygamber "Ata binmede ve ok atmada ustalaşmaya gayret ediniz. Gözümde ustalıkla ok atan birisi usta bir süvariden daha kıymetlidir" derdi. "Bir Müslüman yalnız üç şeyle vakit geçirmelidir: atına talim yaptırmak, yarış için ok atmak ve eşine güzel muamele etmek". "Cenab-ı Hak kendi uğrunda ok atanı attığı yalnız tek bir oktan dolayı bile cennete koyar" ve "gücünüz yettiği derecede güçlü ve kuvvetli olunuz. Kuvvet ancak ok atmaktadır, kuvvet ancak ok atmaktadır, kuvvet ancak ok atmaktadır." Hadisleri de Hz. Peygamberin okçulukla ilgili diğer sözlerindendir.
Hz. Peygamber'den sonra gelen halifeler ve komutanlar da ok atma konusunda uzmanlaşmaları için askerlerini sürekli teşvik ettikleri gibi, atlarına iyi bakmalarını da sık sık önerirlerdi. Araplar ata binmede de büyük hüner sahibiydiler. Arap atları hafiflik, sürat ve kolay idare bakımından ünlüdür. Komutanlar maiyetlerinde bulunan adamlara ve askerlerine, eşlerine nasıl bakıyorlarsa atlarına da öyle bir özenle bakmalarını tavsiye ederlerdi.
Araplar ortaçağda okçulukta çok ilerlemiş olmalarının sonucu olarak yay ve okla ilgili sanat değeri olan araç ve gereçler de icat etmişlerdir. Muhtemelen "mücrat" gibi bunlardan bazılarını lranlılardan almışlardı. Söz konusu alet lranlılar tarafından, Tatarlarla savaş yapıldığı tarihte icat edilmiştir. Bu alet ok koymaya mahsus yarığı bulunan bir demir veya tahta borudan ibaretti. Yarığa ok konurdu ve günümüzde tüfekten kurşun nasıl atılıyorsa ok da o aletten öylece süratle atılırdı. Söz konusu alette kullanılan oklar normal oklara göre daha kısaydı. Bununla birlikte Araplar bu aleti çok az kullanmışlardır.
Kılıç
Kılıçı silahların en şereflisi kabul eden Araplar kullandıkları kılıçları dışarıdan tedarik ederlerdi. Onlara göre en ünlü kılıçlar Yemen, Hindistan, Süleymaniye, Şam ve Horasan kılıçlarıydı. Bunlara "süyof-i atika" adı verilirdi. Bu kılıçların, yapıldıkları yere göre çeşitli şekil ve alameti vardı. Örneğin Cahiliye devrinde yapılan Yemen eski kılıçlarının asıl demir kabzasında her biri bir tarafta, iki delik bulunurdu. Kimi kez bu deliklerden biri bir yüzde, diğer yüzündekinden daha büyük veya eşit olurdu. Kabzanın ortası iki baş taraftan daha inceydi. Yemen kılıçlarından ortası çukurlu bir çeşit vardı ki bunlara "süyof-i mahfure"deniliyordu. Kılıcın boyunca bulunan çukur yuvarlak bir eğeyle kazınıyordu. Bazıları da kare şeklinde oymalıydı. Diğer bazı kılıçlar ise düzensiz oyuklar taşıyordu. "Dal" resimlerini taşımayan Yemen kılıcı nadirdi. Dallardan başka bu çeşit kılıçlar üzerinde nakışlar, resimler veya yazılar bulunurdu. Yemen kılıçları en çok yumuşak şeyleri keserdi. Demir veya benzeri kuru şeylerde kullanılınca kırılırdı. Rum kılıçları bu kılıçlardan daha sağlamdı. Çünkü Rumlar kılıca demiri kesecek derecede iyi su verirlerdi. İşte bu sebepten Arapların eline keskin bir kılıç düşerse aralarında dilden dile söylenen bir şey olur, onu çok överlerdi.
lslamiyet'in başlarında Hz. Ali'nin "zülfikar" adındaki kılıcıyla Yemen ileri gelenlerinden ve sahabenin büyüklerinden Amr b. Ma'dikerb'in "samsame" adındaki kılıcı vs. bazı kılıçlar böylece şöhret bulmuşlardı. Muhtemelen bu iki kılıç aslında Rum kılıçlarındandı. Zülfikar kılıcı lslam tarihinde çok büyük bir yer tutar. Bu kılıç Hz. Ali'nin sülalesi arasında miras yoluyla geçerek Abbasilerden üçüncü halife Mehdi'nin dönemine kadar ulaşmış ve söz konusu halife tarafından satın alınmıştır. Daha sonra Hadi'ye, ondan sonra Harunürreşid'e geçti. Rivayete göre söz konusu kılıca zülfikar denilmesi demirinde 18 fıkra (bel omurgalarından her biri) bulunmasından ileri geliyordu.
Kargılar veya Mızraklar
Kargılar çoğunlukla at üzerinde kullanılırdı. Bununla birlikte Araplar çabuk kırıldığı için kargılara çok güvenmezlerdi. Asar-ı düvel yazarının kargı kullanımıyla ilgili aşağıdaki sözleri savaş sırasında kargının Araplarca nasıl kullanıldığını gösterir:
"Meydanlarda ve halifeler huzurunda yapılan kargı oyunları, savaştaki kargı kullanımına benzemez. Savaşta kargı şu şekilde kullanılır: Savaşta düşmanla karşı karşıya gelip de hücum edecek olursan kargıyı koltuğunun altına alırsın, o durumda kargının ucu atın kulakları ortasında olur. Kargıyı böylece doğru bir şekilde tutarak hücum edersin karşıdaki düşmana yaklaştığında düşman kargıyı sağ tarafa almışsa sen sol tarafa alırsın. İlk hamleyi sen yapmaya çalış. Kargının ucunu daima ona doğru tutmuş olduğun halde onu şaşırtmak için sağa sola çevirirsin bu şekilde yaklaşıp vurursun. Karşıdaki elinde bulunan kargıyla vuruştan kendini koruyamaz veya başka şekilde kargıyı kullanırsın. Kargı sağ elinde, omuzun üzerinde ve ucu havada bulunur. Bu vaziyetle süratle hareket edip vurursun. Öyle ki karşıdaki sana hangi taraftan vuracağını şaşırsın.
Eğer iki süvariye karşı çıkarsan ve bu süvariler birbirinden ayrı dururlarsa, sana en yakın olana hücum et. Sana yaklaşmışlarsa birine, arkadaşına hücum edeceğini gösterir bir hareket yaptıktan sonra yine ona hamle edersin. Bu hamleyi de tamam yapmazsın hemen diğerine dönüp vurursun. Eğer bu süvarileri bu mücadelede usta ve aleyhine olarak birbirlerinden ayrılır bir halde görürsen, bir tarafa durmaya bak. Sakın ortalarında durma. Sana en yakın olana hamle et. İkisi sana aynı mesafede bulunursa onlardan daha zayıf gördüğünü şaşırt daha kuvvetlisine hamle et. Kuvvetçe eşit görürsen ve ikisi aynı yerde duruyorsa, kendilerinden uzaklaş. Onlar seni takip etsinler. Takip ederlerken aniden dön ve sana en yakın olana hamle yap. Bir geçitten geçtiğin sırada karşına kargıyla bir atlı çıkarsa sakın atla üzerine hücum etme. Anan yere in, yerden ona kargıyı sapla. Eğer bir geçitte önünde bir süvari ve arkanda diğer bir süvari bulunursa burada da attan aşağı inip sana en yakın olan süvariye vurursun. Diğerine karşı atını siper yaparsın."
Kargıların harbeleri bölümlü, geniş, ince, eğri, doğru dalgalı gibi çeşitli şekillerdeydi.
Kalkan
Kalkanlar değişik amaçlarla kullanıma elverişli olarak birkaç çeşitti. Ortası çukurlu, ortası kubbeli ve çevresi eğri yuvarlak şekilli olanlar bunlardan bazılarıdır. Her çeşidin kendine ait yararı vardı. İnsan; ortası kubbeli ve çevresi eğri olan kalkanla kargıların hamlesinden kendini koruyamazdı. Çünkü vurunca kargı buna saplanıp kalırdı.
Bu çeşit kalkanlarla ok, taş ve kılıçtan korunulabilirdi. Ortası kubbeli olan kalkanlarla oklara karşı korunulurdu. Çünkü kalkanın başı süvarinin başını ve geri kalanı süvarinin vücudunun diğer kısmını örterdi. Süvari bir gözüyle kalkanın eğiminden bakarak başını göstermezdi.
Ortası çukurlu kalkan ise kargının hamlelerine mani olmak için kullanılırdı. Kimi kez iki kişi bir düşmanla vuruşurken birbirlerini kalkanlarıyla hamle ve vuruşlardan korurlardı.
Müslümanlar kalkan yapımında oldukça gelişmişlerdi. Kalkanlar üzerine ayetler, hikmetli sözler ve şiirler yazdırırlardı. Her memleketin kalkanı özel bir şekilde yapılırdı. Şam kalkanları, Irak kalkanları vs. her biri ayrı biçimdeydi.
Araplar zırhların birçok çeşidini kullanmışlardır. Bu zırhlar demirden, çelikten veya ketenden yapılıyordu. Ketenden yapılan zırha "dilas" adı verilirdi. Araplardan zırh sahibi olanlar çoğunlukla süvarilerdi. Zırhlar genelde Rum ve Iran yapımıydı. Araplar arasında "Halid b. Ca'fer'in zırhı" gibi ün yapmış bazı zırhlar da vardı. Söz konusu zırh "zatü'l ezme" (tortoplu) adıyla biliniyordu. Çünkü düğmeleri vardı. Bir adam sıvamak istese etleri o düğmelere batardı. Zırh (cevşen), göğüslük ve başa mahsus olarak beyza (tuğluk) ve miğfer gibi birtakım parçalardan oluştuğu gibi, kollara, bacaklara, ellere mahsus bölümleri de vardı.
lslamiyet'in ilk yıllarında Arapların kullandığı silahlar bunlardı. lslam'dan sonra ise söz konusu silahlara lranlılardan ve Rumlardan hançer, taber (hache), balta vs. eklendi. Araplar yer ve zamana göre bunları çeşitli şekillerde imal ederlerdi. Şam kılıcı, Irak kılıcından ve Mısır zırhı, Endülüs zırhından başka şekildeydi. Endülüs ve Mısır miğferleri arasında önemli farklar vardı. Bunların farkları gibi diğer silahlar arasında da yer ve zamana göre çeşitli farklar vardı.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder