23 Ocak 2023 Pazartesi

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-14

 KOVULMA (1224-1291)


Doğudan Moğolların- Tatarlar-, batıdan da Frenklerin saldırısına uğrayan Müslümanlar, iç böylesine kritik bir konumda olmamışlardı. Onlara artık ancak yalnız Allah yardım edebilir.

İBN EL-ESİR

 


MOĞOL KIRBACI





Anlatacağım olaylar o kadar korkunç ki, yıllar boyunca bunları imâ etmekten bile kaçındım. İslamiyetin ve Müslümanların üzerine ölümün çöktüğünü söylemek kolay değil. Ah! Annem keşke beni doğurmamış olsaydı veya keşke bütün bu felâketlere tanık olmadan önce ölseydim. Eğer size bir gün, Allah’ın Adem’i yarattığı günden beri dünyanın böylesine bir âfet görmediği söylenirse, buna tereddütsüz inanın, çünkü kesin gerçek böyledir.

 



Tarihin en ünlü dramlarının arasında, genelde İsrailoğullarının Nabukodonosor tarafından katli ve Kudüs’ün yakılması zikredilir. Fakat bu, yakınlarda meydana gelenin yanında hiçtir. Hayır, zamanın sonuna kadar herhalde bu çapta bir felâket bir daha görülmeyecektir.


İbn el-Esir, El-Kâmil fi el-Tarih adlı hacimli eserinde, hiçbir zaman böylesine dokunaklı bir ton benimsememiştir. Hüznü, dehşeti ve gördüklerine inanamaması, her sayfada infilâk etmekte; sanki batıl itikat sonucuymuş gibi, âfetin adının telaffuz anını geciktirmektedir: Cengiz Han.


Moğol fatihin yükselişi, Selahaddin’in ölümünden kısa bir süre sonra başlamıştır, ama Araplar tehdidin yaklaştığını ancak çeyrek yüzyıl sonra hissedebilmişlerdir. Cengiz Han önce Orta Asya’daki çeşitli Türk ve Moğol kabilelerini kendi otoritesi altında toplamakla uğraşmış, sonra dünyayı fethetmeye çıkmıştır. Bu hareket üç yönde olmuştur: Doğuda, Çin imparatorluğu önce bağımlı hale getirilmiş, sonra ilhak edilmiştir; kuzeybatıda, Rusya, sonra Doğu Avrupa yakılıp yıkılmıştır; batıda, İran istila edilmiştir. Cengiz Han, “dünyanın tümünün yeniden Moğol annelerin özgür ve mutlu çocukları emzirecekleri muazzam bir bozkır haline gelmesi için, bütün kentleri yerle bir etmek gerekir” diyordu. Nitekim, Buhara, Semerkant veya Herat gibi parlak şehirler tahrip edilecek ve halkı kılıçtan geçirilecektir.


Moğollar’ın İslam topraklarındaki ilk ilerlemesi, fiili olarak Frenkler’in 1281-1221 arasındaki Mısır istilasıyla çakışmıştır. Arap dünyası, o sıralarda iki ateş arasında kaldığı izlenimine sahiptir, bu da herhalde el-Kâmil’in Kudüs konusundaki tutumunu kısmen açıklamaktadır. Fakat Cengiz Han, macerayı İran’ın batısına kadar sürdürmekten vazgeçmiştir. 1227’de altmış yedi yaşındayken ölünce, bozkır atlarının Arap dünyası üzerindeki baskısı birkaç yıllığına gevşemiştir.


Afet, Suriye’de önce dolaylı bir şekilde ortaya çıkmıştır. Moğolların yolları üzerinde ezdikleri çok sayıda hanedan arasında, Irak’tan Hind’e uzanan alanda Selçukluların yerini almış olan Harzemşahlılar da vardır. Şanlı günler görmüş olan bu Müslüman imparatorluğunun parçalanması, ordusundan arta kalanların dehşet verici galiplerin uzağına kaçmalarına neden olmuş ve böylece on binden fazla Harzemşah süvarisi, Suriye’de ortaya çıkarak kentleri yağmalamaya ve haraca bağlamaya, Eyyubiler’in iç çatışmalarında paralı asker olarak yer almaya başlamıştır. Haziran 1244’te kendilerini kendi devletlerini kuracak kadar güçlü hisseden Harzemşahlılar Şam’a saldırmışlardır. Komşu köyleri yağmalamışlar ve Guta meyva bahçelerini perişan etmişler, ama kentin direnmesi karşısında uzun bir kuşatmayı sürdürememişlerdir. Bu durumda hedef değiştirerek, aniden Kudüs’e yönelmişler ve 11 Temmuzda burayı zahmetsizce ele geçirmişlerdir. Frenk unsurların çoğunun dışta bırakılmasına karşılık, kent yağmalanmış ve yakılmıştır. Şam’a yeniden saldırmışlar, ama Suriye’nin bütün kentlerine geniş bir nefes aldıracak bir şekilde, birkaç ay sonra Eyyubi hükümdarlarının arasında kurulan bir koalisyon tarafından yok edilmişlerdir.


Frenk şövalyeler bu kez Kudüs’ü geri alamayacaklardır. Diplomatik becerisiyle Batılılara haçlı bayrağı on beş yıl süreyle kent surlarının üzerinde dalgalandırma olanağı sağlamış olan Friedrich, artık burayla ilgilenmemektedir. Doğu’ya ilişkin tutkularını bir yana bırakarak, şimdi Kahire yöneticileriyle daha dostane ilişkiler sürdürmeyi tercih etmektedir. Fransa kralı IX. Louis 1247’de Mısır’a karşı bir sefer düzenlemeye kalkıştığında, imparator onu bundan vazgeçirmeye uğraşmıştır. Bundan da iyisi, el-Kâmil’in oğlu Eyüp’ü, Fransızların sefer hazırlıklarından düzenli bir şekilde haberdar etmiştir.


Louis, 1248 Eylülünde Doğu’ya gelmiş, ama ilkbahardan önce bir harekâta girişmenin çok tehlikeli olacağını düşünerek, hemen Mısır kıyılarına yönelmemiştir. Bu durumda Kıbrıs’a yerleşerek, bu bekleme ayları esnasında, Frenklere XIII. yüzyılın sonuna, hatta daha sonralarına kadar musallat olacak düşü gerçekleştirmeye uğraşmıştır: Arap dünyasını kıskaca almak için Moğollarla ittifak yapmak. Artık Doğulu istilacılarla Batılı istilacılar arasında düzenli olarak elçiler gidip gelmektedir. Louis, 1248’in sonunda Kıbrıs’ta, ona Moğolların hıristiyanlığa geçmelerinin mümkün olduğundan söz eden bir elçilik kurulunu kabul etmiştir. Bu olasılıktan heyecana kapılarak, hemen değerli ve dinsel armağanlar göndererek karşılık vermiştir. Ama Cengiz Hanın ardılları onun bu hareketinin anlamını kavrayamamışlardır. Fransa kralına sıradan bir bağımlı gibi muamele ederek, ondan kendilerine her yıl aynı değerde armağanlar göndermesini istemişlerdir. Bu anlaşmazlık, Arap dünyasını en azından o an için iki düşmanının anlaşarak birlikte saldırmalarından kurtaracaktır.


Böylece Batılılar 5 Haziran 1249’da Mısır saldırısına tek başlarına girişmişlerdir. O dönemin geleneklerine uygun olarak, iki hükümdar birbirlerine gürültülü patırtılı savaş ilânları yapmışlardır. Louis şöyle yazmıştır: Sana daha önce çok sayıda uyarı ulaştırdım, ama sen bunları dikkate almadın. Artık kararımı verdim; ülkene saldıracağım ve haça bağlılık yemini etsen bile fikrimi değiştirmeyeceğim. Emrimdeki ordular, dünyadaki çakıltaşları kadar çoktur ve tepelerle ovaları kaplıyorlar ve kaderin kılıçlarını çekmiş olarak senin üzerine yürüyorlar. Fransa kralı tehdidlerini desteklemek üzere, hıristiyanların geçen yıl İspanya Müslümanlarına karşı kazandıkları bazı başarıları hatırlatmaktadır: Sizinkileri önümüzde tıpkı sığır sürüleri gibi kovaladık, erkekleri öldürdük, kadınları dul bıraktık ve kız ile oğlanları esir ettik. Bunlar size ders olmadı mı?

 

Eyüp’ün cevabı aynı damardandır: Akılsız adam, işgaliniz altında olan ve geçmişte ve hatta yakınlarda fethettiğimiz toprakları unuttun mu? Size verdiğimiz zararları unuttun mu? Sayısal zayıflığının farkında olduğu belli olan sultan, Kuran’da kendini rahatlatacak sözü bulur: Küçük bir birlik Allahın izniyle kaç defa bir büyüğünü yenmiştir, çünkü Allah cesurlardan yanadır. Bu da ona Louis’ye şunu deme cesaretini verir: Yenilgiye uğraman kaçınılmazdır. Kısa bir süre sonra bu maceraya girdiğine acı acı pişman olacaksın.


Fakat Frenkler daha saldırılarının başında kesin bir başarı kazanırlar. Otuz yıl önceki sonuncu Frenk seferine cesaretle direnmiş olan Dimyat, bu kez çarpışmadan terkedilmiştir. Kentin Arap dünyasını karışıklığa sürükleyen düşüşü, büyük Selahaddin’in mirasçılarının aşırı zayıflıklarını kaba bir şekilde gözler önüne sermiştir.


Veremden ötürü yerinden kıpırdayamayan, birliklerinin komutasını üstlenemeyen sultan Eyüp, Mısır’ı kaybetmektense, babası el-Kâmil’in izinden giderek Louis’ye Dimyat ile Kudüs’ü takas etmeyi önermeyi tercih eder. Fakat Fransa kralı, yenik ve ölmekte olan bir “Müslüman kafir”le pazarlık yapmayı reddeder. Eyüp bunun üzerine direnmeye karar verir ve kendini sedyede Mansura kentine taşıtır. Adı “zafer kazanmış” anlamına gelen bu kent, el-Kâmil tarafından bir önceki Frenk ordusunun bozguna uğratıldığı yerde kurulmuştur. Ancak ne yazık ki sultanın sağlığı hızla bozulmaktadır. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken öksürük nöbetleriyle sarsalanarak, Nil’in çekilmesinden cesaret bulan Frenklerin Mansura’ya gitmek için Dimyat’tan ayrıldıkları 20 Kasımda komaya girer. Üç gün sonra da, çevresindekileri büyük bir karışıklık içinde bırakarak ölür.


Düşman kentin kapılarındayken ve Eyüp’ün oğlu Turanşah Irak’ın kuzeyinde bir yerlerdeyken ve dönmesi haftalar alacakken, orduya ve halka sultanın öldüğü nasıl duyurulacaktır? İşte o sırada birisi hızır gibi imdada yetişir. Şecere ed-Dor (Cevahir ağacı) adındaki bu kişi, Ermeni kökenli güzel ve kurnaz bir cariyedir ve yıllardan beri Eyüp’ün gözdesidir. Sultanın yakınlarını toplar, onlara taht varisinin gelmesine kadar çenelerini tutmalarını emreder, hatta Friedrich’in dostu yaşlı emir Fahreddin’den, sultanın ağzından Müslümanları cihada çağıran bir mektup yazmasını ister. Fahreddin’in çalışma arkadaşlarından olan Suriyeli vakanüvis İbn Vasıl’a göre, Fransa kralı Eyüp’ün öldüğünü çok erkenden öğrenmiş, bu da onu askeri baskıya artırma konusunda cesaretlendirmiştir. Fakat sır, Mısır cephesinde askerin moralinin bozulmasını engelleyecek kadar uzun süre korunmuştur.


Çarpışma, bütün kış boyunca Mansura civarını perişan etmiştir. Frenkler, 10 Şubat 1250’de bir ihanet sayesinde kentin içine girmişlerdir. O sırada Kahire’de bulunan İbn Vasıl şunları anlatmaktadır:


Haber kendine ulaştırıldığında, emir Fahreddin hamamındaydı. Şaşkın bir şekilde, zırhı olmaksızın hemen atına atlayarak olan biteni görmeye gitti. Bir düşman birliği ona saldırıp öldürdü. Frenkler kralı kente girdi, hatta sultanın sarayına bile ulaştı, askerleri sokaklara dağılırken, Müslümanlar ve halk çareyi karmakarışık kaçmakta buldular. İslamiyet ölümcül bir yara almışa benzemekteydi ve Frenkler zaferin meyvalarını Memluk Türkleri geldiğinde henüz toplayacaklardı. Düşman sokaklara dağıldığı için, bu süvariler kahramanca saldırıya geçtiler. Frenkler her yerde gafil avlanıp, kılıç veya gürz darbeleriyle öldürüldüler. Posta güvercinleri, gün başlarken Kahire’ye Frenklerin saldırısını haber veren, ama çarpışmaların sonucu hakkında tek bir kelime bile etmeyen bir mesaj getirdiler. Kent mahallelerinde herkes ertesi güne kadar üzüntüyle doldu, (bu üzüntü) yeni mesajlar Türk arslanlarının zaferini haber verene kadar sürdü. Kahire sokaklarında bayram edildi.


Vakanüvis, izleyen haftalar boyunca, Arap Doğu’nun çehresini değiştirecek iki paralel olay dizisini Mısır başkentinden izleyecektir: Bir yandan sonuncu büyük Frenk istilasıyla muzaffer mücadele; öte yandan tarihte eşi olmayan bir devrim; çünkü bu devrim bir köle-subaylar sınıfını yaklaşık üç yüzyıllık bir süre için iktidara taşıyacaktır.


Fransa kralı, Mansura’daki yenilgisinden sonra askeri konumunu korumanın olanaksızlığını anlar. Kenti alamayan, çamurlu bir sahada Mısırlılar tarafından her bir yandan kuşatılan Louis, müzakerelere girişmeye karar verir. Mısır’a ulaşan Turanşah’a Mart başında uzlaşmacı bir mesaj gönderir ve Eyüp’ün yaptığı Dimyat ile Kudüs’ün takas edilmesi önerisini kabule hazır olduğunu bildirir. Yeni sultanın cevabı gecikmez: Eyüp tarafından yapılan cömert teklifler Eyüp zamanında kabul edilmeliydi. Artık çok geçtir. Louis en fazlasından ordusunu kurtarmayı ve Mısır’dan sağ salim ayrılmayı umabilir, çünkü çevresindeki baskı artmaktadır.


Onlarca Mısır kadırgası, mart ortasında Frenk donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmayı başarır, her boydan yaklaşık yüz tekne ele geçirir ve istilacıların Dimyat’a geri çekilme yollarının tümünü keser. Ablukayı yarmaya çalışan istila ordusu, 7 Mart’ta binlerce gönüllü tarafından desteklenen Memlûk birliklerinin saldırısına uğrar. Frenkler birkaç saat içinde zor duruma düşerler. Fransa kralı, adamlarının öldürülmelerini önlemek üzere aman dileyerek teslim olur. Zincire vurulup Mansura’ya götürülür, burada bir Eyyubi memurun evine kapatılır.


Fakat yeni Eyyubi sultanının bu parlak zaferi, iktidarını pekiştirmek yerine, ilginç bir şekilde tahttan yuvarlanmasına neden olacaktır. Nitekim Turanşah’la ordusundaki başlıca Memlûk subaylar arasında bir uyuşmazlık çıkar. Memlûkler, hiç de haksız yere olmaksızın, Mısır’ın kendi sayelerinde kurtulduğunu düşünerek, ülke yönetiminde belirleyici bir rol oynamak istemektedirler; oysa yeni sultan kendi adamlarını sorumlu mevkilere yerleştirmek için yeni edindiği saygınlıktan yararlanmayı düşünmektedir. Frenklere karşı kazanılan zaferden üç hafta sonra, Tatar okçu birliklerinde parlak bir Türk subay olan kırk yaşındaki Baybars’ın girişimiyle bir araya gelen bir grup Memlûk eyleme geçmeye karar verir. Hükümdarın verdiği bir ziyafetin bitiminde, 2 Mayıs 1250’de bir isyan patlar. Baybars tarafından omuzundan yaralanan Turanşah, bir kayıkla kaçabilme umuduyla Nil’e doğru koşarken, saldırganlar onu tekrar yakalarlar. Mısır’ı ebediyen terkedeceğine ve iktidarı bırakacağına söz vererek hayatını bağışlamaları için onlara yalvarır. Ama sonuncu Eyyubi sultanı acımadan öldürülür. Hatta Memlûklerin eski efendilerine bir kabir yapılmasına razı olmaları için halifenin bir elçisinin müdahalesi gerekir.


Hükümet darbesinin başarısına rağmen, köle subaylar tahta doğrudan el koymakta tereddüt ederler. İçlerinden en bilge olanları, doğmakta olan iktidarlarına Eyyubiler’den kaynaklanan bir meşruiyet görüntüsü verebilme konusunda dahiyane bir ara çözüm bulurlar. Geliştirdikleri formül, bu benzersiz olayın şaşkın tanığı İbn Vasıl’ın dikkat çektiği üzere, İslam tarihinin bir dönüm noktası olacaktır. Şöyle anlatmaktadır:


Turanşah’ın öldürülmesinden sonra, emirler ve Memlûkler sultanın dairesinin yanında toplandılar ve Şecere ed-Dor’u iktidara getirmeye karar verdiler, böylece sultanın karılarından biri valide sultan oldu. Devletin işlerini kendi eline aldı ve üzerinde “Um Halil” (Ümmü Halil, Halil’in annesi) yazan bir mühür yaptırdı. Halil onun doğurduğu ve yaşı henüz küçük olan bir çocuktu. Bütün camilerde cuma hutbesi Um Halil, yani Kahire’nin ve bütün Mısır’ın valide sultanı adına okundu. Bu, islamda hiçbir benzeri olmayan bir olay oldu.


Şecere ed-Dor, iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra Memlûk komutanlardan Aybek’le evlenerek, ona sultan ünvanı vermiştir.


Eyyubiler’in yerine Memlûkler’in geçmesi, Müslüman aleminin istilacıya karşı tutumundaki açık bir sertleşmeyi belirlemektedir. Selahaddin’in ardılları, Frenklere karşı uzlaşmacıdan da fazla bir tutum içinde olmuşlardır. Daha da önemlisi, zayıflayan iktidarları artık, islamiyeti doğudan ve batıdan tehdid eden tehlikelerle başa çıkabilecek durumda değildir. Memlûk devrimi, kısa bir süre sonra askeri, siyasal ve dinsel bir toparlanma girişimi olarak ortaya çıkacaktır.


Kahire’de meydana gelen hükümet darbesi, Fransa kralının kaderinde herhangi bir değişikliğe yol açmamıştır. Turanşah zamanında yapılan anlaşmaya göre, Louis, Frenk birliklerinin Mısır’dan, öncelikle de Dimyat’tan çekilmeleri ve bir milyon dinar fidye verilmesi karşılığında serbest bırakılacaktır. Um Halil’in iktidara gelmesinden birkaç gün sonra, Frenk hükümdarı fiilen serbest bırakılmıştır. Mısırlı müzakereciler kralı salmadan önce ona vaaz vermişlerdir: “Senin gibi sağduyulu, bilge ve akıllı bir insan, sayılamayacak kadar çok Müslümanın olduğu bu ülkeye gelmek için nasıl gemiye biner? Bizim yasamıza göre, denizleri böyle aşan biri yargılanamaz. ‘Ama neden?’ diye sorar kral. Çünkü onun akli yeteneklerinin tam olmadığı düşünülür”.


Sonuncu Frenk askeri Mısır’dan Mayıs ayı sona ermeden ayrılacaktır.


Batılılar artık Nil ülkesini istila etmeye bir daha kalkışmayacaklardır. “Sarışın tehlike”, Cengiz Hanın ardıllarının temsil ettiği daha korkunç tehlike tarafından kısa bir süre içinde gölgede bırakılacaktır. Büyük fatihin ölümünden sonra, imparatorluğu hanedan savaşları yüzünden bir miktar zayıflamış ve islami Doğu bu umulmadık duraklamadan yararlanmıştır. Ancak bozkır atlıları 1251’de, Cengiz Hanın torunu olan üç kardeşin önderliğinde yeniden birleşmişlerdir: Möngke, Kubilay ve Hülâgü. Birincisi, başkenti Moğolistan’ın Karakurum kenti olan imparatorluğun tartışmasız hükümdarı olarak atanmıştır; ikincisi Pekin’de hüküm sürmektedir; İran’a yerleşen üçüncüsünün Akdeniz kıyılarına, belki de Nil’e kadar bütün islami Doğu’yu fethetme tutkusu vardır. Hülâgü karmaşık bir kişidir. Felsefe ve bilim tutkunu olan, okumuş insanlarla birarada bulunmaktan hoşlanan bu adam, askeri seferler sırasında kan ve tahribata susamış yırtıcı bir hayvan haline gelmektedir. Din konusundaki tutumu da bir o kadar çelişkilidir.


Hıristiyanlıktan çok etkilenmiş olmasına -annesi, gözdesi ve arkadaşlarının çoğu Nasturi kilisesine mensuptur- rağmen, halkının geleneksel dini şamanizmi hiç terketmemiştir. Yönettiği ülkelerde, özellikle İran’da Müslümanlara karşı genelde hoşgörülü olarak gözükmekte, ama kendine direnebilecek her siyasal bütünü yoketme iradesinin etkisiyle, islamiyetin en parlak metropollerine karşı tam bir tahrip savaşı yürütmektedir.


İlk hedefi Bağdat olacaktır. Hülâgü ilk aşamada, hanedanının otuz yedincisi olan Abbasi halifesi el-Mutasım’dan, öncellerinin eskiden Selçuklu himayesine girdikleri gibi, Moğol himayesini tanımasını istemiştir.


Saygınlığına fazla güvenen emirülmüminin, fatihe elçi yollayarak, hilafetin başkentine yapılacak bir saldırının Hind’den Magrep’e kadar bütün Müslümanların seferber olmalarına neden olacağını söylemiştir. Bundan hiç etkilenmeyen Cengiz torunu, kenti güç kullanarak alma niyetini ilan etmiştir. 1257 yılında, görünüşe göre yüzbinlerce süvariyle Abbasi başkentine yürümüş, yolu üzerinde yer alan haşhaşiyunun Alamut kalesini yok etmiş, buradaki paha biçilmez kütüphane de tahrip edildiğinden, tarikatın doktrini ve faaliyetlerine ilişkin daha derinlemesine bilgi edinme olanakları ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine tehdidin çapının bilincine varan halife, müzakereye girişmeye karar vermiştir. Hülâgü’ye, Bağdat camilerindeki hutbede onun da adını okutmayı ve ona sultan ünvanı vermeyi teklif etmiştir. Ama çok geç; Moğol hükümdarı artık güç kullanmaya kesin kararlıdır. Birkaç haftalık cesurca direnişten sonra, emirülmüminin teslim olmak zorunda kalmıştır. 10 Şubat 1258’de galibin ordugâhına bizzat giderek, eğer silahlar bırakılırsa bütün kent halkının hayatının bağışlanacağı sözünü almıştır. Ama bunun bir yararı olmamıştır, Müslüman savaşçılar silahlarını bırakır bırakmaz öldürülmüşlerdir. Sonra Moğollar parlak kentin içine dağılarak, binaları yıkmışlar, mahalleleri ateşe vermişler; kadın, erkek, çocuk demeden yaklaşık seksen bin kişiyi katletmişlerdir. Hanın karısının müdahalesi sayesinde, sadece kentteki hıristiyan cemaati kurtulabilmiştir. Emirülmüminin de, yenilgisinden birkaç gün sonra boğularak öldürülecektir. Abbasi halifeliğinin trajik sonu, İslam âlemini derin bir kızgınlığa sürüklemiştir. Söz konusu olan artık bir kent veya bir ülkeyi ele geçirmeyi amaçlayan askeri bir çatışma değil de, islamiyetin ayakta kalabilmesi için umutsuz bir mücadeledir.


Tatarlar da, muzaffer yürüyüşlerini Suriye yönünde sürdürmektedirler. Hülâgü’nün ordusu 1260 Ocağında Halep’i kuşatmış, kahramanca bir direnmeye rağmen çabucak almıştır. Bağdat’ta olduğu gibi, fatihe kafa tutmakla suçlu olan bu kentte de katliam ve tahribat herkesin üzerine çökmüştür. İstilacılar birkaç hafta sonra Şam kapılarına dayanmışlardır. Hâlâ çeşitli Suriye kentlerinin yönetimini ellerinde tutan Eyyubi soyundan emircikler, bu dalgaları elbette durduramazlardı. İçlerinden bazıları Büyük Han’ın himayesini tanımaya karar vermiş, hatta kayıtsızlığın zirvesi olarak, hanedanlarının düşmanı olan Mısır Memlûklerine karşı istilacılarla ittifak yapmayı düşünmüşlerdir. Doğulu veya Frenk hıristiyanlar arasındaki kanılar çeşitlidir. Ermeniler, kralları Hethum’un şahsında Moğolların tarafını tutmuşlar, damadı Antakya prensi Bohémond da aynı şeyi yapmıştır. Buna karşılık Akkâ Frenkleri, Müslümanlara daha yatkın bir tarafsızlık benimsemişlerdir. Fakat Doğu’da olduğu kadar Batı’da da egemen olan izlenim, Moğol seferinin islamiyete karşı yürütülen bir cins kutsal savaş olduğu ve bunun Frenk seferleriyle simetrik olduğu yönündedir. Bu izlenim, Hülâgü’nün Suriye’deki başlıca komutanı olan Kitboğa’nın Nasturi bir hıristiyan olmasından ötürü güçlenmektedir. Şam 1 Mart 1260’ta alındığında, buraya galip olarak üç hıristiyan prensi girmiştir: Bohémond, Hethum ve Kitboğa. Araplar bundan büyük bir utanç duymuşlardır.


Tatarlar nereye kadar gideceklerdir? Peygamberin dinine son darbeyi indirmek üzere Mekke’ye kadar demektedir bazıları. Kudüs’e kadar gidecekleri ise kesindir. Bütün Suriye buna inanmıştır. Şam’ın düşmesinin ertesinde, iki Moğol birliği hemen iki Filistin kentini işgal etmiştir: Orta kısımdaki Nablus ile güneybatıdaki Gazze. Bu sonuncu kent Sina uçlarında yer aldığından, bu trajik 1260 yılında Mısır’ın da çiğnenmekten kurtulamayacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Zaten Hülâgü de, Nil ülkesinin kaçınılmaz boyun eğmesini talep etmek üzere Mısır’a elçi göndermek için Suriye seferinin sona ermesini beklememiştir. Elçi kabul edilmiş, dinlenilmiş, sonra da kafası kesilmiştir. Memlûkler şaka yapmamaktadırlar. Yöntemleri Selahaddin’inkilere hiç benzememektedir. Kahire’de on yıldır hüküm süren köle sultanlar, her bir yandan saldırıya uğrayan bir Arap dünyasının hoşgörüsüzlüğünü yansıtmaktadırlar. Bütün yöntemleri kullanarak mücadele etmektedirler. Utanma veya ar duygusu yoktur, yüce hareketler yoktur, uzlaşma yoktur. Ama cesaret ve etkinlikle savaşılmaktadır.


Bütün bakışlar her halükârda onlara yönelmiştir, çünkü istilacının ilerlemesini durdurma konusundaki son umudu temsil etmektedirler. Kahire’de iktidar birkaç aydan beri, Kuduz (Seyfeddin) adındaki bir Türk askerinin elindedir. Şecere ed-Dor ile kocası yedi yıl birlikte hükümet ettikten sonra birbirlerini öldürmüşlerdir. Bu konuda uzun zaman ortaklıkta çeşitli rivayetler dolaşmıştır. Meddahların en beğendiği versiyon, elbette aşk ile kıskançlığı siyasal tutkulara katmaktadır. Hanım sultan, kocasını her zaman olduğu gibi yıkamaktadır, bu gevşeme ve mahremiyet anından yararlanarak, sultanın on dört yaşında güzel bir köleyi cariye olarak almasını eleştirir. Onu duygulandırmak için “artık hoşuna gitmiyor muyum?” diye sorar. Ama Aybek kabaca cevap verir: “O genç, sen değilsin”. Şecere ed-Dor öfkeden kudurur. Kocasının gözünü sabunlar, kaygılanmaması için uyuşma yanlısı sözler söyler, sonra aniden bir bıçak kapıp böğrüne saplar. Aybek ölür. Sultan hanım bir süre felçolmuş gibi kalır. Sonra kapıya gidip birkaç sadık kölesini çağırır ve kendini cesetten kurtarmalarını söyler. Fakat talih ondan yana değildir, Aybek’in onbeş yaşındaki bir oğlu, dışarı akan banyo suyunun kırmızı olduğunu farkedip odaya koşar, Şecere ed-Din’in yarı çıplak bir şekilde, kanlı bıçağı hâlâ elinde tutarak kapıya yakın bir yerde ayakta durduğunu görür. Kadın saray koridorlarında kaçmaya başlar, üvey oğlu muhafızlara haber vermiş ve onun peşine takılmıştır. Tam yakalanacağı sırada düşer. Kafasını mermer bir çıkıntıya çarpar. Yanına ulaştıklarında artık nefes almamaktadır.


Epeyi romanlaştırılmış olmasına rağmen, bu versiyon, dramın hemen ertesinde, Nisan 1257’de Kahire sokaklarında fiilen anlatılanları tekrarlaması ölçüsünde tarihsel bir değere sahiptir.


Her ne olursa olsun, iki hükümdarın ölmesinden sonra tahta Aybek’in genç oğlu çıkmıştır. Ama bu uzun sürmeyecektir. Moğol tehdidi belirginleştikçe, Mısır ordusu subayları bir yeniyetmenin ufukta gözüken belirleyici mücadelenin sorumluluğunu taşıyamayacağını düşünmektedirler. Hülâgü’nün emrindeki askerlerin Suriye’nin üzerine çöktüğü 1259 aralığında, bir hükümet darbesiyle iktidara Kuduz gelir. Bu olgun ve enerjik adam, daha baştan itibaren cihadın dilini konuşmakta ve islamın düşmanı istilacıya karşı genel seferberlik çağrısı yapmaktadır.


Tarihsel geri çekilmeyle birlikte, Kahire’deki yeni hükümet darbesi gerçek bir vatanseverlik sıçraması olarak görülmektedir. Ülke hemen savaş durumuna geçmiştir. Güçlü bir Mısır ordusu, 1260 temmuzunda Filistin’e girmiştir.


Kuduz, Moğolların yüce hanı Möngke’nin ölümünden sonra, kardeşi Hülâgü’nün kaçınılmaz taht mücadelesine katılmak üzere gitmesinden beri Moğollar’ın asker mevcudunun esas bölümünü kaybettiğini bilmektedir. Cengiz hanın torunu, Şam alınır alınmaz Suriye’den ayrılmış, geride yalnızca Kitboğa komutasında birkaç bin süvari bırakmıştır.


Sultan Kuduz, istilacıya bir darbe indirmenin tam zamanı olduğunu bilmektedir. Böylece Mısır ordusu Gazze’deki Moğol garnizonuna saldırmış, Moğollar da baskının aniliğinden ötürü hemen hemen hiç direnememişlerdir. Memlûkler sonra Akkâ’ya ilerlerken, Filistin Frenkler’inin Moğollar’a karşı Antakya Frenkler’inden daha mesafeli olduklarından haberlidirler. Frenk baronların bazıları islamın yenilgisine hâlâ seviniyorsa da, çoğu Asyalı fatihlerin sertliğinden korkuya kapılmıştır. Böylece Kuduz onlara ittifak teklif ettiği zaman cevapları olumsuz olmamıştır: Çarpışmaya katılmaya hazır değillerse de, Mısır ordusunun topraklarından geçmesine izin vermeye ve ona iaşe sağlamaya hazırdırlar. Sultan böylece Filistin içlerine, hatta Şam’a kadar arkasını koruma derdine düşmeden ilerleyebilir.


Kitboğa onları karşılamaya çıkmaya hazırlanırken, Şam’da bir halk ayaklanması çıkmıştır. İstilacıların aşırı hareketleri yüzünden bıçağın kemiğe dayandığını hisseden ve Hülâgü’nün ayrılmasından cesaretlenen kent Müslümanları, caddelere barikat kurmuşlar ve Moğollar’ın dokunmadığı kiliseleri ateşe vermişlerdir. Kitboğa’nın duruma egemen olması için günler gerekmiş ve bu da Kuduz’a Celile’deki konumunu güçlendirme olanağını sağlamıştır. İki ordu 3 Eylül 1260’ta Ayn Calut (Goiath Çeşmesi) köyü yakınlarında karşılaşmıştır. Kuduz’un en iyi birliklerini saklamaya ve çarpışma alanında yalnızca en iyi subaylarından Baybars’ın komutasındaki bir öncü birliği bırakmaya zamanı olmuştur. Hızla gelen Kitboğa, duruma ilişkin iyi haber alamadığından tuzağa düşer. Bütün birlikleriyle saldırıya geçer. Baybars geri çekilir, ama onu takip eden Moğol, kendini birden bire daha kalabalık Mısır askerleriyle her bir yandan sarılmış olarak bulur.


Moğol süvarileri birkaç saat içinde katledilir. Kitboğa da yakalanır ve hemen kafası kesilir.


Memlûk süvarileri 8 Eylül akşamı, coşku içindeki Şam’a kurtarıcı olarak girerler.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak