KOVULMA (1224-1291)
Hattin’den daha az parlak ve askeri düzlemde de daha az yaratıcı olmasına rağmen, Ayn Calut çarpışması gene de tarihin en belirleyici çarpışmalarından biri olarak gözükmektedir. Nitekim, Müslümanlara yalnızca yok olmaktan kurtulma değil, aynı zamanda Moğolların ele geçirdikleri toprakları geri alma olanağı sağlayacaktır. Hülâgü’nün İran’a yerleşen ardılları kısa bir süre sonra, egemenliklerini daha iyi yerleştirmek için Müslüman olacaklardır.
Memlûk sıçraması o an için; istilacıyı destekleyen herkesle bir hesaplaşmaya yol açacaktır. Herkes alarm durumuna geçmiştir. Artık Frenk olsun, Tatar olsun, düşmana bir süre tanımak söz konusu değildir.
1260 Ekim başında Halep’i geri aldıktan ve Hülâgü’nün bir karşı saldırısını kolayca püskürttükten sonra, Memlûkler Moğolların baş müttefikleri Antakya prensi Bohémond ve Ermeni kralı Hethum’a karşı cezalandırma akınları yapmayı düşünürler. Fakat Mısır ordusunun içinde bir iktidar mücadelesi patlar. Baybars, yarı-bağımsız bir vali olarak Halep’e yerleşmeyi istemiş; yardımcısının ihtirasından kuşku duyan Kuduz bunu reddetmiştir. Suriye’de rakip bir iktidar istememektedir. Sultan bu uyuşmazlığı kısa kesmek için ordusunu toplar ve Mısır yoluna düşer. Kahire’ye üç günlük mesafeye ulaşınca, 23 ekimde askerlerine bir gün dinlenme izni verir ve kendi de en sevdiği spor olan tavşan avına yanında başlıca komutanları olduğu halde çıkmaya karar verir. Yokluğundan yararlanıp isyan çıkartmasından korktuğu Baybars’ı da yanına almayı ihmal etmez. Küçük grup gün doğarken ordugâhtan uzaklaşır. İki saat sonra biraz dinlenmek için durur. Bir emir, Kuduz’a yaklaşır ve sanki öpecekmiş gibi elini tutar. Baybars o anda kılıcını kınından çeker ve sultanın sırtına saplar, sultan yere düşer. İki fesatçı hiç vakit kaybetmeden atlarına atlar ve dört nala ordugâha geri döner. Orduda herkesin saygı gösterdiği yaşlı bir subay olan komutan Aktay’a gider ve ona “Kuduz’u öldürdük” derler. Pek duygulanmışa benzemeyen Aktay sorar: “Hanginiz onu kendi eliyle öldürdü?”. Baybars tereddüt etmez: “Ben”. Yaşlı Memlûk ona yaklaşır, onu sultanın çadırına yaklaşmaya davet eder ve saygı göstermek için önünde eğilir. Kısa bir süre sonra bütün ordu yeni sultanı alkışlar.
Ayn Calut galibine, parlak başarısının üzerinden daha iki ay bile geçmeden gösterilen bu hayırsızlık, Memlûkleri elbette şereflendirmemektedir. Fakat bu arada köle-subayların suçunu hafifletmek üzere, bunların çoğunun Baybars’ı uzun bir süreden beri gerçek önderleri saydığını belirtmek gerekir. 1250’de Eyyubi Turanşah’a ilk darbeyi indirmeye cüret eden ve böylece Memlûklerin bizzat iktidara gelme isteğini ifade eden o değil midir? Moğollara karşı elde edilen zaferde belirleyici bir rol oynamamış mıdır? Siyasal kavrayışı sayesinde olduğu kadar askeri becerisi ve olağanüstü fizik cesareti sayesinde de kendini arkadaşlarına önder olarak kabul ettirmiştir.
1223’te doğan Memlûk sultanı, hayata Suriye’de köle olarak başlamıştır. İlk efendisi olan Hama’nın Eyyubi valisi, onu batıl itikadından ötürü satmıştır, çünkü bakışlarından kaygılanmaktadır. Gerçekten de genç Baybars, kısık sesli, açık mavi gözlü, çok esmer bir devdir ve sağ gözünde beyaz bir leke vardır. Geleceğin sultanı, Memlûk bir sultan tarafından satın alınmıştır. Bu adam onu Eyüp’ün muhafız birliğine sokmuş, o da kişisel nitelikleri ve özellikle de hiçbir hayâ duygusu olmaması nedeniyle, kendine hızla hiyerarşinin zirvesine uzanan bir yol açmıştır.
1260 Ekiminin sonunda Baybars Kahire’ye galip olarak girer, otoritesi zorluk çıkartmadan tanınır. Buna karşılık, Suriye kentlerinde başka Memlûk subaylar, Kuduz’un ölümünden bağımsızlıklarını ilân etmek için yararlanırlar. Fakat sultan bir yıldırım harekâtıyla Şam ve Halep’i ele geçirir, eski Eyyubi topraklarını kendi egemenliği altında birleştirir. Bu kandökücü ve eğitimsiz subay, kısa sürede ortaya büyük bir devlet adamı olarak çıkar, Arap dünyasındaki gerçek bir rönesansın mimarı olur. Onun saltanat döneminde, Mısır ve daha düşük bir ölçekte olmak üzere Suriye, yeniden kültür ve sanatın ışıma merkezleri haline geleceklerdir. Hayatını kendine kafa tutabilecek bütün Frenk kalelerini yoketmeye adayan Baybars, öte yandan büyük bir imarcı olarak ortaya çıkmış, Kahire’yi güzelleştirmiş, bütün ülkede köprü ve yollar yaptırtmıştır. Ayrıca Nureddin ve Selahaddin’inkinden daha etkin bir posta örgütü kuracak ve burada güvercin ile ulaklar kullanacaktır. Yönetimi sert, hatta bazen kaba, ama aydınlanmış olacak, hiçbir zaman keyfi olmayacaktır. İktidara geldiği andan itibaren Frenkler’e karşı kararlı bir tutum takınarak, onların etkisini azaltmayı hedeflemiştir. Fakat yalnızca zayıflatmak istediği Akkâ Frenkler’iyle, Moğol istilacılarla kader birliği yapmakla suçladığı Antakya’dakiler arasında ayırım yapmaktadır.
1261 yılı sonunda, prens Bohémond ile Ermeni kralı Hethum’un topraklarına bir cezalandırma seferi düzenlemeye karar verir. Ama Tatarlara toslar. Hülâgü artık Suriye’yi istila edecek durumda değilse de, müttefiklerinin cezalandırılmasını engelleyecek güce hâlâ sahiptir. Baybars bilgece davranır ve daha iyi bir fırsat kollamaya karar verir.
Bu fırsat, 1265’te Hülâgü’nün ölümüyle çıkar. Baybars, Moğollar arasında ortaya çıkan bölünmeden yararlanarak önce Celile’yi istila eder ve yerli hıristiyan halkın işbirliğiyle birçok müstahkem mevkiyi ele geçirir. Sonra aniden kuzeye yönelerek Hethum’un ülkesine girer, bütün kentleri ve özellikle de başkent Sis’i birbiri ardına tahrip eder. Sis halkının çoğunu öldürür ve kırk bin esirle döner. Ermeni krallığı bu olaydan sonra bir daha toparlanamayacaktır. Baybars, 1268 baharında yeniden sefere çıkar. Önce Akkâ civarına saldırır, Beaufort şatosunu ele geçirir, sonra ordusunu kuzeye çıkartarak, 1 Mayısta Trablusşam surlarının önünde belirir. Aynı zamanda Antakya prensi de olan kentin efendisi Bohémond’u burada bulur. Sultanın kendine ilişkin duygularını bilen Bohémond, uzun bir kuşatmaya hazırlanır ama Baybars’ın başka tasarıları vardır. Birkaç gün sonra kuzey yoluna yeniden koyularak, 14 Mayısta Antakya önüne gelir. Bütün Müslüman hükümdarlara yüz yetmiş yıl boyunca kafa tutan bu en büyük Frenk kenti dört günden fazla direnemeyecektir. 18 Mayıs akşamı surlarda, hisardan fazla uzak olmayan bir yerde bir yarık açılır. Baybars’ın askerleri sokaklara yayılır. Bu fetih Selahaddin’inkine hiç benzememektedir. Kent halkı tamamen katledilmiş veya köle yapılmıştır ve kent yerle bir edilmiştir. Bu parlak büyük şehirden geriye, harap, zamanın yeşilliklerin içine gömeceği yıkıntılarla dolu bir kasabadan başka birşey kalmayacaktır.
Bohémond, kentinin düştüğünü ancak Baybars’ın ona gönderdiği, ama aslında sultanın resmi vakanüvisi olan Mısırlı İbn Abd el-Zahir tarafından kaleme alınmış olan unutulmaz bir mektuptan öğrenecektir.
“Antakya’nın alınmasıyla basit bir kont haline gelen prens, soylu ve cesur şövalye Bohémond’a”.
Acı alay burada bitmemektedir.
Seni Trablusşam’da bıraktıktan sonra hemen Antakya’ya yönelerek, buraya Ramazanı şerifin ilk gününde vardık. Daha vardığımız saatte, senin birliklerin bizimle çarpışmak için dışarı çıktılar, ama yenildiler, çünkü birbirlerini destekliyorlarsa da, tanrının desteğinden yoksundular. Atların ayaklarının dibinde yerlerde (sürünen) şövalyelerini, yağmalanan saraylarını, kent mahallelerinde bir dinara, üstelik senden alınan parayla satılan soylu hanımları bir görseydin!
Mesajı alacak kişiden hiçbir ayrıntının esirgenmediği uzun bir tasvirden sonra, sultan işin özüne gelerek mektubunu bağlamaktadır.
Bu mektup sana, tanrının seni sağ salim bıraktığını ve hayatını uzattığını haber vererek seni sevindirecektir, çünkü sen Antakya’da değildin. Eğer orada olsaydın, şimdi ölü, yaralı veya esirdin. Ama tanrı belki de seni boyun eğesin ve itaatini gösteresin diye esirgemiştir.
Aklı başında, ama bundan da önemlisi güçsüz bir insan olan Bohémond, bir barış anlaşması önerisiyle cevap verir. Baybars kabul eder. Dehşete kapılan kontun artık hiçbir tehlike arzetmediğini bilmektedir; krallığı haritadan hemen hemen tamamen silinen Hethun için de aynı durum söz konusudur. Filistin Frenkleri’ne gelince, onlar da bir soluk alacak zaman bulmaktan ötürü aşırı memnundurlar. Sultan, onlarla anlaşma imzalaması için vakanüvisi İbn Abd el-Zahir’i Akkâ’ya yollar.
Kralları en iyi koşulları elde etmek için kıvırtmaya uğraşıyordu; ama ben, sultanın talimatları doğrultusunda tamamen katı davranıyordum. Sinirlenen Frenk kralı çevirmene “ona arkasına bakmasını söyle” dedi. Arkama döndüm ve Frenk ordusunun tümünün çarpışma vaziyeti almış olduğunu gördüm. Çevirmen ekledi, “Kral sana, bu çok sayıdaki askerin mevcudiyetini unutmamanı söylüyor”. Cevap vermediğimi gören kral çevirmene ısrarla sordu. Ben de bunun üzerine sordum: “Eğer düşündüğümü söylersem hayatıma ilişilmeyeceği güvencesi verir misiniz?”. “Evet”. “Öyleyse krala, onun ordusundaki askerlerin Kahire zindanlarındaki Frenk esirlerden daha az olduğunu söyleyin”. Kral boğulacak gibi oldu, sonra görüşmeye son verdi, ama kısa bir süre sonra bizi kabul edip barış anlaşmasını imzaladı.
Nitekim Frenk şövalyeleri artık Baybars’ı rahatsız etmeyeceklerdir. Antakya’nın alınmasının kaçınılmaz tepkisinin onlardan değil de, efendileri olan Batı krallardan geleceğini bilmektedir.
Daha 1268 yılı sona ermeden, Fransa kralının yakınlarda güçlü bir ordunun başında Doğu’ya döneceğine ilişkin ısrarlı söylentiler ortalıkta dolaşmaya başlar. Sultan, tüccar veya seyyahları sık sık sorguya çeker. 1270 yılı sonunda Kahire’ye gelen bir mesaj, Louis’nin altı bin adamıyla Tunus yakınlarında karaya çıktığını haber verir. Baybars, hiç tereddüt etmeden başlıca Memlûk komutanları toplar ve onlara, bu yeni Frenk istilasını püskürtmek üzere Müslümanlara yardım etmek için güçlü bir ordunun başında bu uzak Afrika eyaletine gitme niyetinde olduğunu bildirir. Ama bundan birkaç hafta sonra, Tunus emiri el-Mustansir’in imzasını taşıyan bir mesaj gelir ve Fransa kralının kampında ölü olarak bulunduğunu ve ordusunun da savaş veya hastalık tarafından büyük çapta biçildikten sonra geri döndüğünü bildirir. Bu tehlike uzaklaştırıldıktan sonra, Baybars için Doğu Frenkleri’ne karşı yeni bir saldırıya geçmenin zamanı gelmiştir. Mart 1271’de korkutucu Hısn el-Ekrad’ı, Selahaddin’in bile ele geçirmeyi başaramadığı Krak des Chevaliers’yi alır.
Frenkler ve özellikle de Hülâgü’nün oğlu ve ardılı Abaka’nın yönetimindeki Moğollar, bunu izleyen yıllar esnasında Suriye’ye birçok akın yaparlar; ama her seferinde püskürtülürler. Ve Baybars 1277 Temmuzunda zehirlenerek öldüğünde, Doğu’daki Frenk varlığı, her bir tarafından Memlûk imparatorluğuyla çevrelenmiş sahil şehirlerinden meydana gelen bir tespih gibidir. Frenkler’in güçlü kale ağı parçalanmıştır. Eyyubiler döneminde yararlandıkları erteleme tamamen sona ermiştir; kovulmaları artık kaçınılmazdır.
Fakat acele edilecek bir durum yoktur. Baybars’ın yapmaya razı olduğu barış anlaşması, yeni Memlûk sultanı Kalavun tarafından 1283’e kadar uzatılmıştır. Bu sultan Frenklere karşı hiçbir husumet göstermemektedir. Her istila sırasında islamiyetin düşmanlarına yardım etmemeleri koşuluyla, onların Doğu’daki mevcudiyetlerini ve güvenliklerini garanti etmeye hazır olduklarını söylemektedir. Akkâ krallığına önerdiği antlaşma metni, bu becerikli ve aydın yönetici açısından, Frenklerin konumunun “kurala bağlanması” konusunda benzersiz bir girişimi temsil etmektedir.
Eğer bir Frenk kralı sultanın veya oğlunun topraklarına saldırmak için Batı’dan yola çıkarsa, Akkâ krallığı naibi ve ileri gelenleri onun gelişini iki ay öncesinden sultana bildirme zorunluluğunda olacaklardır. Eğer (bu kral) Doğu’ya iki ay geçtikten sonra gelirse, krallık naibi ile Akkâ önde gelenleri bu olaydaki bütün sorumluluklarından kurtulacaklardır.
Eğer Moğol cephesinden veya başka bir taraftan bir düşman gelirse, iki taraftan bunu ilk haber alan diğerini uyarmak zorundadır. Eğer böylesine bir düşman - Allah göstermesin -Suriye üzerine yürürse ve sultanın birlikleri geri çekilirlerse, Akkâ yöneticilerinin kendi toprak ve uyruklarını kurtarmak için bu düşmanla müzakereye girişmeye hakkı olacaktır.
1283 Mayısında on yıl, on ay, on gün, on saatlik bir süre için imzalanan barış anlaşması, sahildeki bütün Frenk ülkesini kapsamaktadır, yani meyva bahçeleri, tarlaları, değirmenleri, bağları ve ona bağlı olan, altmış üç köyüyle birlikte Akkâ kentini; Hayfa kentini, bağlarını, meyva bahçelerini ve ona bağlı yedi köyü...
Sayda için, şato ve kent, bağlar ve banliyö ile ona bağlı onbeş köy ve çevredeki ova, nehirler, dereler, pınarlar, meyva bahçeleri, değirmenler ve bu toprakların sulanmasında uzun zamandan beri kullanılan kanallar ve setler Frenklere aittir. Uzun uzun ve özenle sayıp dökmenin nedeni, her tür uyuşmazlığı önlemektir. Frenk toprakları her halükârda önemsiz olarak gözükmektedir: Frenkler tarafından eskiden oluşturulmuş olan korkutucu bölgesel güce hiç benzemeyen dar ve ince bir sahil şeridi. Aslında zikredilen yerler Frenk varlıklarının tümünü temsil etmemektedirler. Akkâ krallığından ayrılmış olan Sûr, Kalavun’la ayrı bir anlaşma imzalamıştır. Daha kuzeydeki Trablusşam veya Lazkiye gibi kentler anlaşmanın dışında bırakılmışlardır.
Hospitalierler’in (el-Ospitar) elindeki Markab (Margat) kalesi için de aynı durum söz konusudur. Bu keşiş-Şövalyeler Moğolları desteklemişler, hatta 1281’deki yeni bir istila denemesi sırasında onların yanında çarpışmışlardır. Kalavun da bunu onlara ödetmeye karar vermiştir. Abd el-Zahir’in anlattığına göre, 1285 ilkbaharında, Sultan Şam’da kuşatma makineleri hazırlattı. Mısır’dan çok miktarda ok ve her cins silah getirterek emirlere dağıttı. Ayrıca sultanın “makhazen”i (mahzen, magasin, depo) ve darülsinaa’sının (silahhane, arsenal) dışında hiçbir yerde bulunmayan demir aletler ve ateşli oklar atan tüpler hazırlattı. Bunun yanı sırı fişekçi ustaları askere alındı ve Markab, üçü “Frenk” ve dördü “Şeytan” tipinden bir mancınık kuşağıyla çevrelendi. 25 Mayısta kalenin kanatlarında öyle derin yarıklar açıldı ki, savunucular teslim oldular. Kalavun onların Trablus’a sağ salim gitmelerine ve kişisel eşyalarını yanlarında götürmelerine izin verdi.
Moğolların müttefikleri, bir kez daha onlar yardıma gelemeden cezalandırılmışlardır. Zaten müdahale etmek isteselerdi bile, beş hafta süren kuşatma onlara İran’da yeterli hazırlanma zamanı bırakmazdı. Fakat Tatarlar bu 1285 yılında Müslümanlara karşı yeniden saldırıya geçme konusunda her zamankinden kararlıdırlar. Yeni önderleri, Hülâgü’nün torunu İlhanlı Argun, atalarının büyük düşüne sahip çıkmıştır: Memlûk sultanlığını kıskaca almak üzere Batılılarla ittifak yapmak. Bu amaçla, ortak veya en azından anlaşmalı bir sefer düzenlemek için Tebriz ile Roma arasında çok düzenli temaslar kurulmuştur. Kalavun 1289’da kaçınılmaz bir tehlikenin varlığını hissetmektedir, ama ajanları ona kesin bilgiler sağlamayı başaramamaktadırlar. Özellikle de, Argun tarafından geliştirilen titiz bir sefer planının papaya ve Batının başlıca krallarına yazılı olarak önerildiğini bilmemektedir. Bu mektuplardan Fransa kralı Yakışıklı Philippe’e (IV. Philippe) yollananı zamanımıza ulaşmıştır. Moğol önderi bu mektupta, istilaya 1291 ocağının ilk haftasında Suriye’den başlanılmasını önermektedir. Şam’ın Şubat ortasında düşeceğini ve Kudüs’ün de bundan kısa bir süre sonra alınacağını öngörmektedir.
Gerçekte nelerin tezgâhlandığını bilemeyen Kalavun giderek daha kaygılanmaktadır. Doğu’dan veya Batıdan gelen istilacıların Suriye’deki Frenk kentlerini köprübaşı olarak kullanıp, içeri sızmalarını kolaylaştırmalarından korkmaktadır. Fakat Frenklerin mevcudiyetinin İslam dünyasının güvenliği için sürekli bir tehdid oluşturduğuna inanmasına rağmen, Akkâ’dakiler ile, Moğol istilacılardan açıkça yana çıkan Suriye’nin kuzey yarısındakileri birbirine karıştırmaktan kaçınmaktadır. Şerefli bir insan olan sultan, barış anlaşmasının daha beş yıl süreyle güvenceye aldığı Akkâ’ya her halükârda saldırmayacağı için, Trablus’u gözüne kestirmiştir. Ordusu, Saint-Gilles’in oğlu tarafından bundan yüz seksen yıl önce fethedilmiş olan kentin surları altında, Mart 1289’da toplanır.
Müslüman ordusunun onbinlerce savaşçısının arasında, on altı yaşında genç bir emir olan Ebul-Fida da bulunmaktadır. Bu genç Eyyubi soyuna mensuptur, ama Memlûkler’in bağımlısı haline gelmiştir. Birkaç yıl sonra küçük Hama kentini ikta olarak alacak, burada zamanının çoğunu okumak ve yazmakla geçirecektir. Aynı zamanda coğrafyacı ve şair de olan bu tarihçinin eseri, Doğu’daki Frenk mevcudiyetinin son yıllarına ilişkin anlatısı itibariyle özellikle ilginçtir. Çünkü Ebul-Fida dikkatli bakışları ve elinde kılıcıyla bütün çarpışma alanlarında bizzat yer almıştır.
Trablusşam kenti denizle çevrelenmiştir ve karadan ancak doğu tarafından dar bir geçitten saldırılabilir. Sultan kenti kuşattıktan sonra, her boydan çok sayıda mancınık yerleştirdi ve kenti sıkı bir ablukaya aldı.
Kent, bir aydan fazla süren çarpışmalardan sonra, 27 Nisanda Kalavun’un eline geçer. Gerçeği saklamaya hiç uğraşmayan Ebul-Fida şunları eklemektedir:
Müslüman birlikleri içeri güç kullanarak girdiler. Halk limana hücum etti. Burada birkaç gemiye kaçabildi, ama erkeklerin çoğu katledildi, kadınlar ile çocuklar esir edildi ve Müslümanlar muazzam bir ganimet edindiler.
İstilacılar katletmeyi ve tahrip etmeyi bitirince, kent sultanın emriyle yıkıldı ve yerle bir edildi.
Trablus’un biraz uzağında, denizin ortasında üzerinde bir kilise bulunan bir adacık vardı. Kent alınınca, birçok Frenk aileleriyle birlikte buraya kaçtı. Ama Müslüman askerler denize atladılar, adaya kadar yüzdüler, buraya sığınan bütün erkekleri katlettiler ve kadınlarla çocukları ganimetlerle birlikte götürdüler. Kıyımdan sonra bir kayıkla adaya gittim, ama ceset kokusundan ötürü kalamadım.
Atalarının ihtişam ve yüceliği içine işlemiş olan genç Eyyubi, bu yararsız katliamlara kızmaktan kendini alıkoyamamaktadır. Ama zamanın değiştiğini de bilmektedir.
Frenkler’in kovulması, ilginç bir şekilde, bundan yaklaşık iki yüzyıl önce gelişlerine benzeyen bir hava içinde cereyan etmektedir. 1268’deki Antakya katliamı, 1098’dekinin tekrarına benzemektedir ve Trablusşam’daki gözü dönmüşlük, izleyen yüzyıllardaki Arap tarihçileri tarafından, 1109’da Beni Ammarlar’ın kentinin yıkılmasının gecikmiş bir cevabı olarak sunulacaktır. Ancak rövanş, Memlûk propagandasının başat bir teması haline ancak Akkâ çarpışması sırasında, Frenk savaşlarının sonuncu büyük çarpışması sırasında gelecektir.
Zaferin ertesinde, subayları Kalavun’u usandırmışlardır. Bu subaylar, artık hiçbir Frenk kentinin Memlûk ordusuna kafa tutamayacağını, Trablusşam’ın düşmesinden ötürü alarm durumuna geçen Batı’nın Suriye’ye yeni bir sefer düzenlemesini beklemeden hemen saldırmak gerektiğini iddia etmektedirler. Frenk krallığından geriye kalanın işini hemen bitirmek gerekmez mi? Ama Kalavun reddeder; bir barış anlaşması imzalamıştır ve yeminine asla ihanet etmeyecektir. Çevresindekiler bunun üzerine, Frenkler’in sıklıkla uyguladıkları bir usul olarak, Akkâ’yla yapılan antlaşmanın geçersizliğini ilân etmeleri için ilahiyatçılara başvurulmasını isterler. Sultan bundan hiç hoşlanmaz. Emirlerine, 1283’te imzalanan antlaşma çerçevesinde, barışı bozmak için hukuki danışmalara başvurmayacağına yemin ettiğini hatırlatır. Kalavun, antlaşmanın koruması altında olmayan bütün Frenk topraklarına saldıracağını, ama bundan fazlasını yapmayacağını söyler. Ve sonuncu Frenk kralı, “Kıbrıs ve Kudüs hükümdarı” Henry’ye, yükümlülüklerine sadık kalacağını belirtmek üzere Akkâ’ya bir elçilik kurulu gönderir. Bundan da iyisi, 1289 temmuzundan itibaren bu ünlü barış anlaşmasını on yıl daha uzatmaya karar verir ve Müslümanları, Batıyla ticari alış verişler için Akkâ’dan yararlanmaya teşvik eder. Nitekim, bu Filistin limanı izleyen aylar esnasında yoğun bir girişime tanık olur.
Yüzlerce Şamlı tüccar çarşılar civarındaki çok sayıdaki hana yerleşir, Venedikli tüccarlarla veya Suriye’nin başlıca bankerleri haline gelmiş olan zengin Templierler’le verimli ticari işlemler yaparlar. Öte yandan, özellikle Celile’den gelen binlerce Arap köylü, ürünlerini satmak üzere bu büyük Frenk kentine doluşmaktadır. Bu refah, bölgedeki bütün devletlere ve en başta da Memlûkler’e yarar sağlamaktadır. Moğol mevcudiyeti nedeniyle Doğu’yla ilişki uzun zamandan beri bozulduğundan, kârdan kayıplar ancak Akdeniz ticaretinin gelişmesiyle kapatılabilmektedirler.
Frenk yöneticilerinin en gerçekçi olanlarına göre, başkentlerine düşen yeni rol, yani iki dünya arasındaki bağlantıyı sağlayan büyük bir ticarethane olma rolü, artık hiçbir egemenliklerinin kalmadığı bir bölgedeki varlıklarını sürdürebilmek için umulmadık bir şanstır. Fakat bu görüşe herkes katılmamaktadır. Bazıları, Batıda Müslümanlara karşı yeni askeri seferlere girişilmesini sağlayacak çapta bir dinsel seferberliği harekete geçirebileceklerini ummaktadırlar. Kral Henry, Trablus’un düşmesinden sonra Roma’ya haberciler göndererek takviye istemiştir, bu çağrıyı öyle bir yapmıştır ki, 1290 yılının Akkâ limanına gelen etkileyici bir donanma, binlerce fanatikleşmiş Frenk’i kente boşaltmıştır. Kent halkı, sarhoşluktan yalpalayan ve hiçbir şefe itaat etmeyen bu yağmacı kılıklı adamları kuşkuyla seyretmektedir.
Ancak birkaç saat geçmiştir ki, olaylar başlar. Şamlı tüccarlara sokakta saldırılır, soyup soğana çevrilir ve öldü sanılıp bırakılır. Kent yöneticileri düzeni iyi kötü sağlamayı başarırlar, ama ağustos sonuna doğru durum bozulur. İçkinin su gibi aktığı bir ziyafetten sonra, yeni gelenler sokaklara dağılır. Sakalı olan herkes kovalanır, sonra acımasızca boğazlanır. Sakin tüccar veya köylü, hıristiyan veya Müslüman birçok Arap bu şekilde ölür. Diğerleri kaçar ve olanları anlatır.
Kalavun öfkeden çılgına döner. Frenkler’le barış anlaşmasını bunlar olsun diye mi imzalamıştır? Emirleri onu hemen davranmaya iterler. Ama o, sorumlu bir devlet adamı olarak öfkeye mağlup olmak istememektedir. Açıklama talep etmek ve özellikle de katillerin cezalandırılmak üzere kendine teslim edilmelerini istemek üzere Akkâ’ya bir elçilik kurulu gönderir. Azınlıkta kalan bir grup, yeni bir savaşı önlemek için sultanın koşullarının kabul edilmesini tavsiye eder. Diğerleri reddeder, hatta Kalavun’un elçilerine, Müslüman tüccarların katliama kendilerinin neden olduğunu, çünkü içlerinden birinin bir Frenk kadını baştan çıkartmaya uğraştığı gibi bir cevap verecek kadar ileri giderler.
Kalavun bunun üzerine artık tereddüt etmez. Emirlerini toplar ve onlara, fazla uzun sürmüş olan bir Frenk işgâline artık ebediyen son verme kararını duyurur. Hazırlıklar hemen başlar. Sultanlığın dört bir yanındaki bağımlılar, cihadın bu nihai çarpışmasında yer almaları için çağrılırlar.
Kalavun Kahire’den ayrılmadan önce, sonuncu Frenk de kovulmadan silahını bırakmayacağına Kuran üzerine yemin eder. Sultan o sıralarda artık zayıf düşmüş bir ihtiyar olduğundan, bu yemin daha da etkileyici hale gelmektedir. Yaşının tam olarak bilinmemesine rağmen, o sıralarda yetmiş yaşını rahatça geçmişe benzemektedir. Etkileyici Memlûk ordusu 4 Kasım 1290’da yerinden kıpırdar. Hemen ertesi gün sultan hastalanır. Emirlerini başucuna çağırır, oğlu Halil’e itaat edeceklerine yemin ettirir ve oğlundan da, tıpkı kendi gibi Frenkler’e karşı seferi sonuna kadar sürdürme işini yüklenmesini ister. Kalavun, bir hafta geçmeden ölür, bütün uyrukları ona büyük bir hükümdar olarak saygı gösterir.
Sultanın ölümü, Frenkler’e karşı nihai saldırıyı yalnızca birkaç ay geciktirecektir. Halil 1291 Martında, ordusunun başında yeniden Filistin yollarına düşer. Çok sayıda Suriye birliği mayıs başında Akkâ’yı çevreleyen ovada ona katılır. O sırada on sekiz yaşında olan Ebul-Fida da babasıyla birlikte çarpışmaya katılmaktadır; hatta ona bir sorumluluk bile verilmiştir, çünkü Hısn-el-Ekrad’dan Frenk kentinin yanına kadar ancak sökülerek taşınabilen, “Muzaffer” adındaki korkutucu bir mancınığın yönetimi ona aittir.
Arabalar öyle ağırlardı ki, normal zamanda sekiz gün çeken yolu bir aydan daha uzun sürede aldık. Vardığımızda, arabaları çeken öküzlerin hemen hemen hepsi bitkinlikten ve soğuktan ölmüşlerdi.
Çarpışma hemen başladı. Biz Hamalılar, her zaman olduğu gibi ordunun sağ cenahının uç tarafında yer tutmuş durumdaydık. Deniz kıyısındaydık ve tahtalarla kaplanmış ve manda derileriyle üstü örtülmüş kuleleri olan Frenk tekneleri bize saldırıyorlardı; düşman bu kulelerden bize yaylar ve Tatar yaylarıyla ok atıyorlardı. Bu durumda hem karşımızdaki Akkâlılar’la, hem de onların filolarıyla olmak üzere iki cephede savaşmak zorundaydık. Bir mancınık taşıyan bir Frenk gemisi çadırlarımızın üzerine kaya parçaları atmaya başlayınca ağır kayıplar verdik. Fakat bir gece şiddetli rüzgâr çıktı. Gemi, dalgalar tarafından sarsalanarak suyun üzerinde yalpalamaya başladı, öylesine ki, mancınık paramparça oldu. Bir başka gece, bir grup Frenk beklenmedik bir huruç yaparak kampımıza kadar ilerledi; ama bazıları karanlıkta çadırları tutan iplere takıldılar; hatta bir şövalye lâğım çukuruna düştü ve öldürüldü. Birliklerimiz toparlandılar, Frenkler’e her bir yandan saldırdılar, onları çokça ölü verdikten sonra kente geri çekilmek zorunda bıraktılar. Kuzenim Hama emiri el-Melik el-Muzaffer, ertesi sabah, öldürülen Frenkler’in kellelerini yakaladığımız atların boyunlarına bağlattı ve sultana sundu.
Ezici bir askeri üstünlüğe sahip olan Müslüman ordusu 17 Haziran 1291 cuma günü güç kullanarak, kuşattığı kente sonunda girer. Kral Henry ve önde gelen kişiler Kıbrıs’a sığınmak için aceleyle teknelere binerler. Diğer Frenkler’in hepsi yakalanır ve öldürülür. Kent yerle bir edilir.
Ebul-Fida, Akkâ kentinin hicri 690 yılının ikinci ayının onyedinci cuma gününde öğlenleyin fethedildiğini belirtmektedir. Öte yandan, Frenkler de kenti 587 yılının aynı gününün aynı saatinde Selahaddin’den almışlar ve orada bulunan bütün Müslümanları esir edip, sonra katletmişlerdi. Burada ilginç bir rastlantı yok mudur?
Hıristiyan takvimine göre de bu rastlantı hiç de daha az şaşırtıcı değildir, çünkü Frenkler’in Akkâ’daki zaferi 1191’de elde edilmiş, nihai yenilgileri de bundan tam yüz yıl sonra, neredeyse günü gününe aynı tarihte meydana gelmiştir.
Ebul-Fida şöyle sürdürmektedir:
Akkâ’nın fethinden sonra, Allah Suriye sahil kesiminde hâlâ mevcut olan Frenkler’in kalbine korku saldı. Bunlar Sayda, Beyrut, Sûr ve diğer bütün şehirleri hemen boşalttılar. Sultanın kaderi, böylece başka hiçbirine müyesser olmayan bir şekilde, bütün bu yerleri kolayca fethetmesine izin verdi, sultan bunları hemen yıktırdı.
Nitekim Halil, zaferinin sıcağı içinde, eğer bir gün Doğu’ya tekrar gelmeye kalkışacak olurlarsa, sahilde Frenkler’e yarayabilecek bütün kaleleri yıktırmaya karar verir.
Ebul-Fida şu sonuca varmaktadır:
Bu fetihlerle, sahildeki bütün topraklar Müslümanlara eksiksiz döndü; bu umulmadık bir sonuçtu. Böylece eskiden Şam’ı, Mısır’ı ve daha birçok ülkeyi fethedecek durumda olan Frenkler, Suriye’nin bütününden ve sahil kesimlerinden kovuldular. Allah onların buraya bir daha adım attıklarını göstermesin.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder