HAZER VE İBÂHA:
Yasaklar ve mübahlar. Fıkıh kitablarında dînen
yasaklanan ve izin verilen şeyleri anlatan bölüm. Bâzı fıkıh kitaplarında bu
bölüm kerâhiyye ve istihsân adıyla anılır.
Fıkıh
kitablarındaki hazer ve ibâha bölümlerinde geçen hususlardan bâzısı şöyledir:
Demir, bakır, kalay, cam ve benzeri maddelerden
yüzük edinmek (takmak) haramdır. (Molla
Hüsrev)
Erkekler
ancak gümüş yüzük kullanır. (İbn-i
Âbidîn)
HAZER VE SEFER:
Memleketinde
olma ve sefer, yolculuk hâli.
Hastanın hazerde ve seferde farzları sedirde,
sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, îmâ ile kılmaları câiz değildir.
Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikâmetinde olan sedirin üstünde kıbleye
karşı oturarak kılar. (M. Sıddîk bin
Saîd)
HÂZIR VE NÂZIR:
Bulunucu,
mevcut olucu ve gören.
Allahü
teâlâ, her zamanda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. Halbuki Allahü teâlâ
zamanlı ve mekanlı değildir. O halde bu söz görünüşü üzere kalmaz, mecaz olur.
Yâni zamansız ve mekansız, hiçbir yerde olmayarak hâzırdır ve nâzırdır,
demektir. Böyle olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü
teâlâ ezelî ve ebedî (öncesi ve sonu olmayarak) hâzır ve nâzırdır. Meselâ
hazırdır. Bu hazır olmadan önce gâib, yok değildir. Bundan sonra da hayatsızlık
yâni ölüm olmayacaktır. Allahü teâlâdan başkasının, meselâ meleklerin,
peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ve sâlih mü'minlerin ruhlarının
hâzır ve nâzır olmaları, Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların yardımına
koşması ise zamanlı ve mekanlıdır. Ezelî ve ebedî olarak değildir. Devamlı da
değildir. Hâzır olmalarından önce yok idiler. Bir zaman sonra da oradan tekrar
yok olurlar. Bu bakımdan Allahü teâlânın hâzır olması ile ruhların hâzır olması
arasında çok fark vardır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
HAZKÎL ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya
Allahü teâlânın velî kullarından biri. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından
Lâvî'nin neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü
peygamberdir. Allahü teâlâ, onun duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi
diriltti.
Birçok müfessir (tefsîr âlimi) Mü'min (Gâfir)
sûresinin 28-45. âyetlerinde bildirilen Fir'avn'ın sarayındaki vazîfelilerden
olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden (savunan) ve Fir'avn'ın
kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un zevci (kocası) olan kimsenin, Hazkîl
aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. (Sa'lebî,
Kurtubî, Râzî)
Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl
aleyhisselâm, Fir'avn'ın sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yapan,
îmânını gizleyen bir mü'min idi. Fir'avn'ın herkese kendini ilâh tanıtıp secde
ettirdiği sırada, o, sarayda olduğu hâlde, bir olan Allahü teâlâya kalbden
inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm
ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ
edici sözlerle Fir'avn'ı bu fikrinden vazgeçiren Hazkîl aleyhisselâm zindana
atıldı. Daha sonra Fir'avn'ın kızının isteği üzerine zindandan çıkarıldı. Mûsâ
aleyhisselâma îmân ettiğini açıkça îlân edip, ona yardımcı oldu. Mûsâ
aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tih sahrasında
kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmayıp hizmetinde bulundu. Mûsâ
aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı
peygamberlerden sonra, İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber gönderildi. Mûsâ
aleyhisselâma gönderilen
Tevrât'ın emir ve yasaklarını İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak
taraflarına gidip insanları dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki mü'minlere
zulmeden hükümdarlara karşı o bölge ahâlisini harbe çağırdı. Fakat onlar
ölümden korktukları için, harbe gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının
cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere
bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri korkunç bir sesle
öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce acıyıp, onları
tekrar diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ, Hazkîl
aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti.
O
insanlar
kendi şehirlerine dönüp Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri
gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhisselâm onların evlâdlarına Allahü teâlânın
emirlerini ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti. Orada vefât
etti. (Taberî-İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)
HAZRET:
Zât
mânâsına hürmet ve saygı ifâdesi.
Hazret-i Ebû Bekr diyor ki: "Resûlullah'ın
sallallahü aleyhi ve sellem yanında İmâm-ı Hasen vardı. Bir kerre bize, bir
kerre Hasen'e radıyallahü anh bakarak; "Benim bu oğlum seyyîddir, efendidir.
Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ, onun ile müslümanlardan iki fırkanın arasını
bulur (yâni müslümanlardan iki fırka sulh ederler)" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)
Hazret-i Ali buyurdu ki: Âlim, câhili hemen tanır,
çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.
(Abdülvâhid bin Abdülganî)
HEDİYE:
Fakir veya zengin bir kimseye ikrâm için hîbe
(bağış) olarak verilen veya gönderilen mal (Hibe).
Hediyeleşiniz,
sevişiniz. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-üd-Dekâik)
Yâ Âişe, kim sana sen istemeden bir hediye verirse,
onu kabûl et! Zîrâ o, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bir rızıktır. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Hediye vermek ve hediye kabûl etmek (almak)
sünnettir yâni Resûlullah efendimizin âdet-i şerîfelerindendir. (Nişancızâde)
Gasbedilmiş veya hırsızlık gibi haram yoldan elde
edildiği bilinen bir malı hediye ve sadaka olarak almak veya kirâ olarak
kullanmak helâl değildir. (İbn-i Âbidîn)
Taksîmi mümkün olan bir şeyde ortakların,
hisselerini ayırmadan başkalarına hediye etmeleri câiz değildir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
Resûlullah efendimiz, sadaka kabûl etmez, fakat
hediye kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık fazlasını kat kat verirdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)
HEMM:
Gam,
hüzün, sıkıntı.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah okumak, doksan
dokuz derde devâdır (ilâçtır). Bunların en hafifi (aşağısı), hemmdir. (Senâullah-ı Pâni-Pütî)
HESÂB (Hisâb):
Öldükten
sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.
Allahü
teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ona şöyle diyeceğiz): Oku kitâbını, bugün üzerine hesâb görücü olarak nefsin sana yeter. (İsrâ sûresi: 14)
Âhirette
hesâba çekilmeden önce, dünyâda iken hesâbınızı
görünüz ve amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi
tartınız. (Hadîs-i
şerîf-Risâle-i Münîre)
Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevâb vermedikçe
hesâbdan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdin. İlmin ile nasıl amel ettin.
Malını nereden nasıl kazandın ve nerelere sarfettin. Cismini, bedenini nerede
yordun, hırpaladın? (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı
Tirmizî)
Dünyâyı helâldan kazanana, âhirette hesâb vardır.
Haramdan kazanana, azâb vardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hesâb, mîzân (amellerin tartılması) ve cehennem
üzerine kurulacak olan ve nasıl olduğunu bilmediğimiz sırat köprüsü haktır.
Muhbir-i sâdık (her sözü doğru olan Resûlullah efendimiz) bunları haber
vermiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Riyâzet çekmenin yâni nefsin isteklerini yapmamanın
ve mübâhları yâni yapılması emrolunmayan ve yasak da edilmeyen şeyleri zarûret
miktârı kullanmanın, büyük bir faydası da; kıyâmet günü hesâbın kısa ve kolay
olmasıdır. Âhiretteki derecelerin yükselmesine de sebeb olur... (İmâm-ı Rabbânî)
Bir insan, alış-veriş yaptığı kimse ile olan
sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru yapmalıdır.
Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Bir kuruş hîle
yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Hesâb Günü:
Öldükten
sonra, dünyâda iken yapılan işlerden dolayı insanların sorguya çekilecekleri
gün.
Kıyâmet günü.
HEVÂ:
Nefsin
arzu ve istekleri.
Nefsini hevâsına tâbi kılıp şehevî arzularının
peşinde ömrünü tükettikten sonra Allahü teâlâdan Cennet isteyen ahmaktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Nefsin arzû ve isteklerine hevâ denmesi, kimde
bulunursa onu Cehennem'e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiblerine de ehl-i hevâ
denmesi, bunlar Cehennem'e düşeceği içindir. (İmâm-ı Şa'bî)
Dünyâ (haramlar, mekruhlar, Allahü teâlâyı
unutturan şeyler), insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur.
Netîcede Cehennem'e götürür. (Şems-i
Tebrîzî)
Allahü teâlâ insanı beyhûde, boş yere yaratmadı ki,
insan kendi hâline bırakılsın, istediğini yapsın ve nefsin hevâsına uysun.
İnsan emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla emrolunmuştur. (Muhammed Ma'sûm)
HEYÛLÂ:
Eski
felsefecilere göre, cisimlerin aslı kabûl edilen madde.
Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek
kadar alçaklık olmaz. (Muhammed Ma'sûm)
HIDÂNE:
Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere
yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu,
selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin
belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız yetişkin oluncaya) kadar
yanında alıkoyması ve terbiye etmesi. Buna anneden sonra anneanne, sonra
babaanne selâhiyetlidir.
Hıdâne, çocuğun anasına âittir. Bu hususta bütün
ümmetin (müslümanların) icmâ'ı (sözbirliği) vardır. Çünkü anne şefkatlidir.
Anneden sonra kız kardeşe, sonra teyzeye verilir.
Oğlan çocuk yedi yaşına gelince, kız bâliga (ergenlik çağına gelince,
yetişkin) olunca babasına verilir. (İbn-i
Âbidîn, Molla Hüsrev)
HIDIRELLEZ:
Yazın
başlangıcı sayılan altı Mayıs günü. (Rûmî senede Nisan ayının yirmi üçüncü
günü.)
Yıl, Hızır ve Kasım olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının altısında Hızır ile yaz başlar. 186 gün sürer. Kasım ayının 8'ine kadar devâm eder ve bundan sonra kış başlar. 179 gün (Şubat'ın 29 çektiği artık yıllarda 180 gün) sürer. Hıdırellez denmesinin sebebi; Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden bir velî veya peygamber olduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresi 65. âyet-i kerîmesinde: "Kullarımdan biri"ismi ile geçen Hızır'ın (Hıdır) kurak bir yerde oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başladığı, hadîs-i şerîfte (Peygamber efendimizin haber vermesiyle) bildirilmiştir. Bu sebeple yaz başlangıcında ortalığın yeşermeğe başladığı güne yeşil mânâsına gelen Hıdır günü, yine bu günde Hıdır ile İlyâs'ın buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez (Hıdır+İlyâs) denilmiştir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
İslâmiyet, Hızır (Hıdır) ve hazret-i İlyâs'ın
Allahü teâlânın sevgili kullarından olduğunu haber vermekte fakat onlar adına
mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Hıdırellez gününün İslâm dîninde
dînî hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. Bundan dolayı 6 Mayıs'ta İslâmiyet'in
beğenmediği, haram (yasak) ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)
HIFZ:
1.
Koruma, ezberleme, saklama.
Kur'ân-ı kerîmi kıyâmete kadar Allahü teâlâ hıfz
edecektir. Târihte ne zaman insanlar küfür (îmânsızlık) karanlıklarına
düştülerse, Allahü teâlâ onları peygamber göndererek sapıklıktan kurtarmıştır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân beş kal'anın içinde hıfz olunur. 1) Yakîn, 2) İhlâs,
3) Farzları yapma ve haramlardan sakınma, 4) Sünnete yapışmak, 5) Edebi
gözetmektir. Her kim bu beş şeyi hıfz ederse, îmânını hıfz etmiş olur. Şâyet
birini bile terk ederse düşman gâlib olur. (Kutbüddîn
İznîkî)
2. Devâm
etmek, yerine getirmek, gözetmek.
Kim şu yedi kelimeyi hıfz ederse Allahü teâlâ ve
melekler katında kıymetlidir. Deniz köpüğü kadar günâhı olsa Allahü teâlâ
affeder:
1) Bir
işe başlarken Bismillah demek,
2) Her işin sonunda Elhamdülillah demek,
3)
Dilinden
lüzumsuz söz çıktığında, Estağfirullah (Allahü teâlâ'dan beni af etmesini,
bağışlamasını istiyorum.) demek,
4) Yapacağı bir iş için inşâallah demek,
5) Kötü bir durumla karşılaştığında, Lâ havle velâ
kuvvete illâ billah demek,
6) Bir musîbete uğradığında, İnnâ lillâh ve innâ
ileyhi râciûn demek.
7)
Gece ve
gündüz, dilinden kelime-i tevhîdi düşürmemek. (Fakih Ebü'l-Leys Semerkandî)
3.
Ezberlemek.
HIKD:
Başkasından
nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemek.
Üç şeyden biri bulunmıyan kimsenin bütün günahlarının af ve mağfiret
olunması umulur: Şirke (Allahü teâlâya ortak koşmaya), küfre
(imânın gitmesi haline) yakalanmadan
ölmek,
sihir (büyü) yapmamak ve din kardeşine hıkd beslememek. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Hıkd eden kimse; iftirâ, yalan ve yalancı şâhitlik
ve dedikodu ve sır ifşâ etmek (açıklamak) ve alay etmek ve haksız olarak
başkasını incitmek, hakkını yemek ve ziyâreti kesmek günâhlarına yakalanır. (Muhammed Hâdimî)
Gadab eden, kızan kimse, intikamını alamayınca,
gadabı hıkd hâlini alır. (Muhammed
Hâdimî)
HINÂS:
Hünsâlar.
(Hünsâ)
HIRİSTİYANLIK:
Îsâ
aleyhisselâmın getirdiği hak din olan Îsevîliğin bozulmuş şekli.
Hazret-i Îsâ'ya İncîl isminde bir kitab nâzil oldu
(indi). Fakat yahûdîler bu kitabı seksen sene içinde yok ettiler. Asıl İncîl'i
değiştirerek şahsî düşüncelerin ve bozuk inanışların yer aldığı yeni İncîller
yazdılar, böylece hıristiyanlık dîni ortaya çıktı. (Manastırlı Hâcı Abdullah Abdi Bey)
Zamanla hıristiyanlık büyük devletlerin resmî dîni
hâline gelince, Ortaçağda korkunç bir karanlık devir başladı. Hazret-i Îsâ'nın
telkin ettiği insanlık, merhamet ve şefkât esasları tamâmen unutuldu. Bunun
yerine hıristiyanlar taassubu, kin ve nefreti, düşmanlığı ve zulmü ele aldılar.
Hıristiyanlık adı altında akla hayâle sığmaz mezâlim (zulüm ve haksızlıklar)
yaptılar. İlmin ve fennin karşısına çıktılar. Galîle gibi dünyânın döndüğünü
bildiren bir bilgini dinsizlikle ithâm ederek sözünü geri almazsa öldürmekle
tehdit ettiler. İspanyol doktoru ve teoloğu (din bilgini) Michel Serve'yi de
teslîsi (üçlü ilâh sistemini) ve hazret -i Îsâ'nın ilâhlığını reddetmek için
yazdığı kitaptan dolayı, 1553'de Geneve'de diri diri yaktılar. Engizisyon
mahkemeleri kurarak yüz binlerce insanı haksız yere dinsiz diyerek türlü türlü
işkencelerle öldürdüler. Ancak Allah'a mahsus olan günâh affetme kudretini, papazlara
verdiler. Hattâ para karşılığı Cennet'ten yerler sattılar. (Şemseddîn Sâmi ve Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlık dînine göre; insanlar günâhkâr olarak
doğar, hazret-i Îsâ insanları bu günâhtan kurtarmak için dünyâya gelmiştir.
Allah'ın oğludur. İnsanlar doğrudan doğruya Allah'tan bir şey isteyemezler,
ancak râhibler (din adamları) insanların yerine Allah'a yalvarabilir ve onların
günâhını affedebilirler. Hıristiyanlığın başında papa bulunur, papa
günâhsızdır. İsmi İncîl'de bildirilmesine rağmen Muhammed aleyhisselâmın
peygamberliğini kabûl etmezler. Onlarca vaftiz yâni yüze su serperek veya
vücûdu suya batırarak yıkamak, ekmek üzerine şarap dökerek yemek, ibâdettir. (Harputlu İshâk Efendi ve El-Hac Abdullah
bin El-Hac Destan Mustafa)
HIRKA-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem,
Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşları ndan), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı
güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka, İstanbul'da Topkapı Sarayı
Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kutsal emânetlerle birlikte muhâfaza
edilmektedir. Asırlardan beri İslâm devletleri tarafından büyük bir ihtimâmla
(titizlikle) korunan Hırka-i Seâdet, Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerîfi
tarafından diğer kutsal emânetlerle birlikte Yavuz Sultan Selîm Han'a teslim
edildi. Yavuz Sultan Selîm Han'ın mukaddes emânetlerle birlikte Mısır'dan
İstanbul'a getirdiği Hırka-i seâdet bir müddet Harem dâiresinde kaldı. Daha
sonra Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Seâdet dâiresi yaptırılarak orada muhâfaza
edilmeye başlandı.
Peygamber efendimize âit mübârek eşyâların, bilhassa Hırka-i Seâdet'in bütün müslümanların yanında çok büyük değeri ve özel bir yeri vardır. Osmanlılar zamânında her yıl Ramazan ayının on beşinci günü pâdişâhın ve diğer devlet ileri gelenlerinin katıldığı özel bir merâsimle (törenle) özel sandukası içinde bulunan Hırka-i Seâdet ziyâret edilirdi. Önce pâdişâh, sonra işâret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Seâdet'e yüzlerini ve gözlerini sürerek öperlerdi. Pâdişâh, üzerinde bir kıt'a yazılı bulunan tülbentleri Hırka-i Seâdet'e sürüp ziyârete gelenlere dağıtırdı. Merâsim bittikten sonra Hırka-i Seâdet sandukasını pâdişâhın kendisi kilitlerdi. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
HIRKA-İ ŞERÎF:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem
sağlığında büyük velî Veysel Karânî hazretlerine verilmesini vasiyet ettiği
mübârek hırkası. Veysel Karânî'ye hediye edilen bu hırka, İstanbul Fâtih'teki
Hırka-i Şerîf Câmii'ndedir.
Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem vefâtı
yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. "Üveys-i Karânî'ye verin.
Alıp giysin ümmetime de duâ etsin" buyurdu.
Hazret-i Ömer ve hazret-i Ali, Hırka-i şerîfi
Veysel Karânî'ye verdiler. Hırka-i şerîfi hürmetle (saygıyla) alıp, öptü,
kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Secdeye kapanıp şöyle duâda bulundu; "Yâ
Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i
Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş" diyerek günâhkâr müslümanların affı
için duâ etti. Bir çok günâhkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i
şerîfi hürmetle giydi. (Molla Câmî,
Ferîdüddîn Attâr, Ebû Nuaym)
Veysel Karânî, kendisine hediye edilen Hırka-i
şerîfi savaşta dahi yanından ayırmayıp canı gibi muhâfaza ederdi. Veysel Karânî'nin
vefâtından sonra titizlikle muhâfaza edilen Hırka-i şerîf, Şükrullah Efendi
isminde bir şahıs tarafından 1618'de Osmanlı pâdişâhı Sultan İkinci Osman Hân'a
getirilip hediye edildi. Sultan Abdülmecîd Han bu Hırka-i şerîfin muhâfaza
edilmesi için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmii'ni yaptırdı. Her yıl
Ramazân-ı şerîf ayında Şükrullah Efendinin torunları tarafından halka ziyâret
ettirilen Hırka-i şerîf, üzerinde âyet-i kerîmeler yazılı altın işlemeli bir
örtü içindedir. (Yeni Rehber
Ansiklopedisi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder