Hıristiyanlık Doğu mistizminin, Yahudi Mesihçiliğin, Yunan düşüncesinin ve Roma evrenselliğinin kavşak yerinde, ortaya çıktı. Hıristiyanlar, Hristos (Christ, İsa) a bağlı, onun öğretisine inananlardır. Hristos sözü, İbranice Mesih sözünün Yunanca'ya çevrilmiş şeklidir. Tektanrıcı bir dindir. İnsanlığın kurtarıcısı ve Tanrının oğlu olan İsa'nın aracılığıyla kulun Baba-Tanrı ile haşir-neşir olmasını ön planda tutar. Hıristiyanlığın kutsal kitabı (Kitab-ı Mukaddes, Bible) Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid'den oluşmaktadır. Yahudilerin kutsal kitabı olan Ahd-i Atik, Hıristiyanlarca Kitab-ı Mukaddes'in ilk bölümünü teşkil etmekte, Ahd-i Cedid ise Yahudiler tarafından kabul edilmemektedir. Burada Hıristiyanlığın geniş bir tarihçesi ve dini temel prensiplerini anlatma yerine bu dinin mensuplarının bir kısmının yaşamış olduğu coğrafya ile Karmati-İsma'ili gruplarının yaşamış oldukları coğrafyanın yakın oluşu veya bazen de aynı bölgelerde yaşamış olmaları sonucunda oluşan etkileşim konumuz açısından önemlidir. Özellikle bazı Hıristiyan grupları ile bu gruplar arasındaki coğrafyanın inanış üzerindeki etkisi dikkat çekicidir. Bu açıdan birtakım Hıristiyan inanışları, Karmatiler üzerinde etkili olmuştur.
Hıristiyanlığın ortaya çıktığı Filistin, m.ö. I. yüzyıldan itibaren hızlı bir şekilde Helenleşmeye başlamıştı. Aynca bu dönemde Yahudilik, gerek ibadet şekli gerekse inanç çeşitliliği açısından Helenistik senkretizmin getirdiği bütün etkileri yansıtır. İsa'dan önceki I. Yüzyıl Yahudiliği bu etkileri geniş bir mezhepler prizmasında yansıtmıştır. Bu mezhepler, Yahudilik kadar Hıristiyanlık için de etkili olmuştur. Ferisilik, Sadukilik, Zeolat, Essenilik, Herodcular olarak adlandırılan bu mezheplerin etkileri daha sonraki hareketlerde de görülmektedir. Hıristiyanların durumu diğer inançların durumundan farklı idi. Bir kısmının Bizans İmparatorluğu ile dinsel bağları vardı. Fakat savaş zamanında kuşku uyandırabiliyorlardı. Yahudilerinki gibi sıkı bağları olan bir cemaat örgütlenmeleri yoktu; kırsal bölgelerin bazı kesimlerinde Hıristiyanlığa bağlılık çok uzun süreli olmayıp daha sonra da tamamen ortadan kalktı; bazı yerlerde ise bir azınlık inancı olarak yaşamaya devam etti. İspanya'da nüfusun büyük bir kesimi Roma Katolik kilisesi'ne mensup olmaya devam etti; başka yerlerde, varlıklarını sürdürenler, ilk yüzyıllarda isa'nın yaratılışı hakkında çıkan büyük anlaşmazlıklar nedeniyle ana gövdeden kopmuş olan, Nesturiler, Mohofizitler ve Monotelider gibi muhalif kiliselere mensup olma eğilimi gösterdiler. Hıristiyanlar sadece kentlerde değil, kırsal bölgelerde, özellikle yukarı Mısır, Lübnan dağları ve Kuzey Irak'ta yaşadılar. Dinin, dili de beraberinde taşıması yoluyla olmuştur. Din değiştirenlerin Arap kökenli olmayanları, özellikle İranlılar, Kur'an'ı Arapça okudular ve Kur'an'dan kaynaklanan düşünce ve hukuk sisteminin eklenmesinde büyük bir rol oynar iken, din değiştirmeyenler dinsel amaçlarla kendi dillerini kullanmaya devam ettiler; bazı doğu kiliselerinin din kitapları Süryanice ve Kiptice olarak kaldı; İbranice ve Aramice Yahudiler için ibadet ve dinsel öğreti dili oldu.
Bu açıdan İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, iç içe geçmiş iki sürecin başladığı görülür. İnsanın kendisiyle ilgili düşüncelerinin ve dünyasal zevklerinin sadeleştirilmesini ve bunlardan feragat edilmesini amaçlayan bir dindarlık ya da ibadet hareketi, bir de Kur'an'ın anlamı üzerinde düşünme hareketi vardı. Her iki hareket de Hicaz'dan çok Suriye ve Irak'tan çıktı ve bunların, Müslümanların yaşamakta oldukları dünyada o sırada varolan düşün ve ahlaki eylem kalıplarından kaynaklanması doğaldı. İslam dinini benimseyenler bu dine kendi tarzlarını getirmişlerdi; hala Müslüman'dan çok Hıristiyanların ve Yahudilerin bulunduğu bir ortamda yaşıyorlardı. Bu dönem Doğu Hıristiyan manastır hayatının ve dervişlik düşünce ve pratiğinin son büyük çağıydı. Peygamber, ilkesel olarak, manastır hayatını menetmişti. Sufi düşüncesi içinde, Doğu Hıristiyanlığının manastır hayatından kaynaklanmış olması, İslam toplulukları içinde olan Melametiler bu eğilimden etkilenmişti. Bu eğilimde başkalarının ayıplayacağı işler yaparak kişinin kendisini alçaltma arzusu, kişinin öz-saygısının bir tür ezaya tabi tutma prensip edinilmiştir.
İlk kuşak Müslüman yönetimi sırasında Grekçe'den Süryanice'ye ve Arapça'ya çeviri yapmak gerekli değildi, çünkü bu geleneği taşıyan kişilerin çoğu hala Hıristiyan, Yahudi ya da Zerdüşti idiler ve din değiştirmiş olsalar bile düşünce dillerini koruyarlardı ya da en azından bu dilleri bilenlerle temas halindeydiler. Arap hakim grubu onların hangi konuları inceledikleriyle pek ilgilenmemiş ya da nadiren ilgilenmiş olmalılar. Çünkü Arap dili, bilim ve felsefe kavramlarını tam olarak ifade etme kapasitesine henüz sahip değildi. İkinci İslam yüzyılın son döneminden dördüncü İslam yüzyılına kadar geçen süre içinde (sekizinci yüzyıldan dokuzuncu yüzyıla kadar) çeviri faaliyeti etkin bir biçimde sürdürüldü. Bu konuda nadiren bazı Abbasi halifelerinin teşviki de görüldü. Bu faaliyet genellikle, birinci kültür dili Süryanice olan ve Süryanice'den de Arapça'ya çeviri yapan Hıristiyanlar tarafından sürdürüldü. Ancak Grekçe'den Arapça'ya bazı çeviri çalışmaları da yapıldı. Bu çalışmaların önemli bir parçası Arap dilinin kaynaklarını, sözlüğünü ve deyimlerini çoğaltmak ve bu dili çağın entelektüel hayatı için yeterli bir araç haline getirmekti.
Burada çevirmenlerin en büyüğü olan Huneyn İbn İshak önemli bir rol oynadı.
Sonuçta zamanın Grek kültürünün tamamı, okullarda yaşatılan biçimiyle, bu genişleyen dil içinde özümlendi. Bazı bakımlardan bu daralan bir kültürdü. Retorik, Şiir, drama ve tarih artık öğretilmiyor ya da pek incelenmiyordu. Benzer araştırmalar, felsefeyi (Aristoteles'in felsefesi, Platon'un bazı diyalogları, bazı Yeni Platoncu çalışmalar); tıp, pozitif bilimler, matematik ve astronomi; gizemsel bilimler, astroloji, simya ve büyü gibi konulan kapsıyordu. Felsefe, bilim ve gizem araştırmaları şimdiki gibi açık biçimde ayırt edilmiyordu. "Bilimsel" kabul edilenlerin sınırları zaman zaman değişmiştir. Evrenin niteliği hakkında bilinenlerle, doğanın insan hayatını düzenlediği ve ayın ötesindeki semavi güçlerin dünyada olup bitenleri denetlediği inancıyla ve bu güçleri anlama ve onları kullanma çabasıyla tamamen tutarlı idi. Müslüman yönetimindeki Suriye'de aynı şekilde Irak ve Mısır'da yaşayan Hıristiyanlar için bir açıklama yapmak gerekir. Özellikle Bölgedeki Hıristiyanlar Arap fethinden sonra Irak ve İran'da Zerdüştlerin hızlı bir şekilde kaybolmalarının aksine Hıristiyanlık kendi durumunu korumuştur. İran ve Irak'ta Zerdüştlük dinini benimseyen Sasani İmparatorluğunun ortadan kalkmasıyla, büyük bir Zerdüşt kitlesi manidar bir şekilde lmparatorluğun tahrip oluşu ile Zerdüştler dinlerini bıraktılar. Bölgede Hıristiyanlığın durumu tamamen farklıdır. VII. yüzyıldan sonra Bizans'tan arta kalan büyük bir Hıristiyan kitlesi İslam hakimiyetinde Hıristiyanlığın saygınlığını sürdürmeye hizmet ettiler. Bu, Bizans Anadolu sınırından karşısına kadar uzanan Suriye'deki durumunu göstermekte idi. Suriye'de, üstelik Emevi halifelerinin çoğu, Hıristiyanları desteklemek noktasında oldular. Hıristiyanlar kayda değer bir şekilde devlet hamisi yöneticileri olarak yüksek memurluklara atandılar veya Halifeler tahta oturduklarında huzurlarında yapılan tartışmalar için farklı mezhepteki Hıristiyanları davet etmekle, onları özel bir konuma getirdiler.
Gerçekten, Ortodoks dini bakış açısından Hıristiyanlar üzerinden Arap fethinin etkileri kötü değildi. Fetihten önce Bizans yönetimine karşı olan Suriyelileri büyük bir sayıda heterodoksa dönmüşlerdi. Bizans'ın gitmesiyle Bizans ortodoksi'sinden etkilenmeme doğal bir şekilde azaldı. Önceki Hıristiyan Imparatorluk yetkileri ve teolojisi vergi koymuş oldukları için aktif bir muhalefeti bölgede yükselttiler. Bir sonuç olarak Bizans ortodoksi'nin taraftarları olan Melkit kilisesi Yakubilere karşı onun yerini almada etkili oldu ve bu vasıtasıyla Suriye Kilisesinin liderliğini kabul etmeyi başardılar. Yakubi kilisesi bununla birlikte ne kayboldular ne de diğer Hıristiyan heterodoksisinde tamamen yok oldular. VII. yüzyılın sonuyla yeni bir Hıristiyan mezhebi-Maruniler-dağlarda ve Orontes vadisinde ayrı bir topluluk olarak organize oldular. Maruni kilisesi Müslümanların fetihten sonra Suriye varlığını sürdüren bir Hıristiyan kitlesi olarak bilinir. V. yüzyıldan itibaren Deyr Marun (veya Dar Miuun)manastırı Suriye kuzeyinde, Hama ve Şayzer yakınlarında, Oruntes'in orta bölgesinde köylü fellahların önde gelen dini bir merkezi olmuştu. Deyr Marun bu yüzyılın başında ölen Marun diye isimlendirilen yerel bir efendinin öğrencilerince kuruldu, Ortodoks Melkitleri olan Dayr Marun'un rabipleri teolojik uzlaşmaları ile Bizans Ortodoksisi bastırılma girişimi olduğu zaman olan Heraklius'un krallığı döneminde uzlaşma kabul edildi. Bizans Ortodoksları iddia ettiler ki Hz. İsa hem Tanrı hem de insan idi. Bu yüzden iki tabiat biri diğerinden ayırt edilemeyenin kişiliğinde yakın bir şekilde birleştirilmiştir. Yakubiler iddia ettiler ki Hz İsa Tanrı idi, insan oldu. Hz İsa için önerilen Ortodokslar için sapkınlık idi. Temelde sadece bir Tanrı tabiatı onun insanlık tabiatı sadece bir şekildi.
Hz İsa için önerilen 638'e kadar tamamen formülleştirilemeyen Heraklius tarafından önerilen uzlaşma ortodoksların inandığı gibi iki tabiatlı idi. Fakat bunlar sadece bir enerji ve bir irade ürettiği için çürütüldü. Bu monotehist formül, 680'e kadar Bizans Devleti tarafından müstehzi bir şekilde devam edilmesine ve resmi şekilde olmasına rağmen sadece Yakubilerce reddedilmedi. Aynı zamanda teolojiye tabi politik beklentileri olan Ortodokslar tarafından da reddedildi. 638'de Müslüman yönetimine geçen Suriye ve Mısır için pratik değeri olan Uzlaşma çok geç geldi. 680'de formül Ortodokslar içinde o kadar çok ihtilafa sebep oldu ki bir özel konsül formülü bir sapkınlık olarak değerlendirerek İstanbul da yapıldı. Deyr Marun rahipleri Melkit Kilisesinde çıkan ve ayrı bir şekilde organize olmuş olan Konsül'ün kararlarını reddettiler. 680'den sonra Melkitlerle ayrılmaya sebep olan Antakya'nın papalığı için kendi patriğini seçmek zorunda oldukları için Suriye papalığı için başarılı bir mücadele oldu. Suriye papalığı (Patrikliği) dışında, Kudüs'te de bir patriklik vardı. Bu patriklik Antioch (Antakya) kadar asla önemli olmamıştır. Her ne durumda olursa olsun Maruniler Suriye Hıristiyan toplumu içinde hızlı bir şekilde geliştiler. Uzun bir zaman önce Orontes vadisini terk etmeye ve ekseriyetle Lübnan dağlarında yoğunlaşmaya başladılar. Müslüman devletinin bedevi saldırılarında çöl sınırındaki kırsal sahaları koruma başarısızlığı bu göçmenleri cesaretlendirmede tek faktör olduğunda şüphe yoktur. Maruniler Suriye'de ve başka yerlerde ekseriyetle Lübnan dağlarında Sannir, Hıms ve ona bağlı Hama, Şayzer ve Ma'arrad el-Numan gibi kasabalarda bulunur. Hama ve Şayzer'in batısında etkileyici büyüklükteki manastırlarda otururlardı. Bölge çevresindeki rahipler için üç yüzden daha fazla kulübeler kullanılırdı. Çevrede altın, gümüş kapları ve değerli taşlarla doludur. Bu Manastır bununla birlikte sürekli Bedevi akınlarının ve yöneticilerin (otoritelerin) ihmallerinin bir sonucu olarak harekete onun çevresindeki keşiş kulübelerine akınlar başarısız oldu. Manastır Antakya ve Hıms nehri olan Orontes yakınlarına yerleştirilmiştir. Bununla birlikte Melkitler, Nesturiler ve Yakubiler hem eskide hem de son zamanlarda bir çok kitaplar yazdılar.
Melkitlere, Yakubilere ve Marunilere benzemeyen Nesturiler Suriye dışında bulunmadılar, fakat Irak ve daha batıdaki bölgelerinde oturmakta idiler. Onların inançları 431'de genelde kabul edilmeyen bir yorum olan Hz İsa'nın insanlığı ve ilahlığı arasındaki ayrımı ifade eden de Epheisus'nın konsülü tarafından yorumlanıldı. VII. yüzyılın sonlarında Maruni Kilisesinin çıkışı, şehirli papazların kontrolüne karşı köylü Suriyeli Hıristiyanların bir isyanı olarak görülebilir. Bizans yönetimi altında böyle bir köylü rahipler ve köylülerin isyanı hemen hemen hiç başarılı olmadı. Devletçe desteklenen Melkit kilisesi devletin yöneticileri ve ordusu, Marunileri ezmek için etkili bir şekilde onları kullandılar. Müslüman yönetimi altında durum farklı oldu. Çünkü Melkit kilisesine devlet desteği yoktu. Üstelik Arap fetihlerinin ardından eski bir çok Suriye kentleri ve kasabalarının çürümeye yüz tutması kent papazlığından ayrı kırsalda merkezileşen bir kilisenin ortaya çıkması için yolu kolaylaştırdı. İlk dönem Marunileri, kırsaldaki sade toplum için onların kökeni yansıtmada yeterli olamayan Melkitler ve Yakubilerin öncülüğündeki kentli literatürle karşılaştığında küçük bir literatür ürettiler.
Hıristiyan Şark'taki bölünme ve tartışmalar İslam dünyasındaki fikir karakterlerine de tesir etmiştir. Bu gruplar arasındaki felsefi ve teolojik tartışmalar İslam dünyasındaki heterodoks gruplarına da tesir etmiştir. Hıristiyan toplumundaki bu ayrışma ve tartışmalar, İslam toplumunun bölgeye hakim olmasıyla İslam toplumundaki şehirli, taşralı yapıda etkili olmuştur. İsma'ili düşünce tarzının şehirlerde, Karmati düşünce tarzının ise taşrada etkisini göstermesi ve buna paralel olarak doktrinlerini de bu yapının üzerine oturtmuşlardır. Aslında bölgedeki Hıristiyan ve Müslüman topluluklarındaki bu ayrımının temelinde coğrafyanın toplum üzerindeki etkisi bir sonucu olmalıdır.
ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER
(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)
Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder