Şeytan
Şeytan kelimesi, menşei itibariyle Arapça’dır. Ancak bu kelimenin türediği kök hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazı dilciler, kelimenin sonundaki “n” harfini kelimenin aslından kabul ederek “şetane-yeştunu-şutûnen” kökünden türediğini söylemişlerdir. Buna göre mana: “Uzak oldu, uzaklaştı,” olur. Şeytan da haktan ve rahmetten uzak olduğundan bu mananın ona münasib olduğunu iddia ederler. Böyle düşünenler şeytan kelimesinin çoğulunun şeyâtîn gelmesini delil göstererek iddialarını desteklemektedirler. Kelimenin kökü hakkındaki ikinci görüşe göre ise “n” harfi zâiddir ve bu kelime “şêtayeşîtu-şiyâtaten”den müştaktır. O zaman da mana: “Yanan, helak olan” olur. “Şeytan da saf ateşten yaratıldığı için bu mana ona verildi,” derler. Şeytan, öfke ve hamiyet duygusunun yerilenini çokça işlettiğinden bu manayı ona uygun görmüşlerdir. Bu görüşü savunanlar Umeyye b. Ebi’s-Salt’ın, Süleyman (a.s)’la alakalı bir şiiriyle de iddialarını kuvvetlendirmişlerdir.
Ebu Ubeyde (ö. 210/825): “Şeytan, çok şerli, hilekâr, çok aldatıcı, aşırı mütemerrit, fevkalâde inatçı her insana, hayvana ve cine isim olmuştur,” der. Zeccâc (340/951) çirkin ve hoşlanılmayan şeylerin şeytana benzetildiğini ifade eder: “Sevimsiz bir şey görüldüğü zaman, sanki o şeytanın yüzü gibi, şeytanın kafası gibi denir. Şeytan gözükmez, fakat eğer gözükseydi pek çirkin ve pek fena bir sûrette görülecekti,” demektedir.
Arap dilinde sevimsiz şeyler şeytana benzetildiği gibi, Türkçe’de de çirkin ve sevimsiz olan sûret, davranış ve sözler şeytana nispet edilir. Şeytan gibi adam, şeytanlık yapma, şeytan olma, şeytan gibi konuşuyor, onda şeytan tüyü var... gibi.
Asım Efendi (ö. 1174/1760) şeytanın önceki adının azâzil olduğunu söyler.
Şeytan kelimesi, Kur’an’da 70 defa müfred, 18 defa da şeyâtîn şeklinde çoğul olarak geçmektedir.
Şeytan, herhangi bir mütemerrit, yani şer ve pislikte fevkalâde bir farklılıkla benzerlerinden ayrılmış, aşırı şerli ve inatçı manasına bir cins isimdir. Gerek insandan gerek hayvandan ve gerek sâir gizli mahlûkattan ruhî alakası bulunan kötüler için genel bir anlam içerir.
İblis
İblis kelimesi, şeytan kelimesi ile aynı manada olup birbirlerinin yerine kullanılsa da lugat açısından aralarında fark vardır. Şeytan maddesinde olduğu gibi İblis kelimesinin menşeinde de ihtilaf edilmiştir. Bazıları, Arapça bir kelime olup kökünün “eblese-yüblisü-iblâs” olduğunu söylerler. İblâs ise hayırdan ümidini kesme, me’yus olma, pişmanlık duyma ve hüzünlenme gibi manalara gelir. İblis de Allah’ın rahmetinden umudunu yitirip pişman olduğu için bu isimle adlandırılmıştır. Bazılarına göre ise bu kelime Arapça değildir. Her ne kadar lâfız ve mana açısından iblâs masdarından türemiş gibi görünse de aslında bu kelime, Arapça’ya başka bir dilden geçmiş, yabancı bir kelime gibi muamele görmüştür. Cevherî (ö. 400/1009) de bu görüşe taraftardır.
Kur’an’da 11 yerde İblis ismi geçer. Allah’a isyan ettiğini anlatan ayetlerin hepsinde şeytan, İblis adıyla anılmıştır.
Şeytanın Mahiyeti ve Yaratılışı
Mahiyeti
Şeytanın yaratıldığı madde hakkında bilgi veren ayetlere bakıldığında, bu maddenin ateş olduğu görülür. O, kendi ifadesiyle: “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan,” demektedir.
Şeytan, kendisi gibi ateşten yaratılan cin taifesine mensuptur: “Meleklere secde edin dediğimiz zaman, hepsi secde ettiler, İblis müstesna. O, cinlerdendi, Rabb’inin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz, benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz. Oysa ki onlar, sizin düşmanınızdır. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu,” ayetinde bu mana açıktır.
Ayetin baş tarafından da anlaşılacağı üzere, meleklere yapılan ilahî emre içlerinde bulunduğundan ötürü şeytan da muhatap olmuştur. Fakat çizgisini koruyamamış, Âdem’in önünde secdeye kapanma emrini yerini getirmemiş ve kaybetmiştir. Ayetin ikinci kısmında ise insanın Allah’ı bırakıp, şeytanı ve zürriyetini dost edinmesinin yanlışlığı, bu değiş-tokuşun fenalığı beyan edilmiştir.
İmam Gazâlî (ö. 505/1111): “Şeytan hakkında lâtif bir cisim midir? Yoksa cisim değil midir? Cisim ise insanın vücuduna nasıl girer? gibi farklı şeyler söylense de işin doğrusu bu husus üzerinde durmaya gerek olmadığıdır. Şeytanın zatı üzerinde durmak, elbisene yılan girdi diyen kimseye yılanın enini, boyunu, rengini, şeklini sormak gibi olur. Bunu duyan insan, hiçbir şeye bakmadan elbisesine giren yılandan kurtulmaya bakar. Bunun gibi; yılandan daha zararlı olan şeytanı duyan, onun cisim olup olmadığına bakmaksızın hemen onun izalesi ile meşgul olunmalıdır,” der.
İbn Arabî (ö. 560/1164) de: “İblis, Cenab-ı Hakk’ın Mudill (dalâlete düşürücü) isminin kamil manada mazharı olan bir ruhtur,” demektedir.
Kur’an, şeytanın başından geçenleri şöyle anlatır: “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da “Âdem’e secde edin” dedik; hepsi secde etti, şeytan müstesna, o secde edenlerden olmadı. (Allah): “Emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir?” dedi. (İblis:) “Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten onu çamurdan yarattın” dedi. (Allah): “Öyleyse in oradan, orada kibirlenmek sana düşmezdi. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın” dedi. (İblis): “(Bari) Bana (insanların) diriltilecekleri güne kadar süre ver” dedi. (Allah) buyurdu:”(Haydi) Sen süre verilenlerdensin.” (Şeytan): “Öyleyse ben de, beni azdırmana karşılık, onlar(ı saptırmak) için senin dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. (Bundan ötürü) Onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın, dedi”
Yukarıdaki ayetleri şu şekilde irdelemek mümkündür: Demek ki bu hadisenin cereyanına kadar Allah Teâlâ şeytana hiçbir emirde bulunmamış, onu hiç denememiş idi. O zamana kadar da o, meleklerin içinde kalmış, hadiseler tabir yerinde ise hep kendi arzu ve hevesi istikametinde gelişmişti. Böyle bir ortamda ise samimi olunup olunmadığı belli olamazdı.
Şeytan, Âdem (a.s) yaratılıp, önünde secde etme emri verilmesiyle, denemeye tâbi tutulmuş, böylelikle hissiyatı ve içinde gizledikleri ortaya çıkmıştır. İlâhî emir gelince onun ilk işi secde etmekten kaçınma ve isyan, sonra da kibir ve küfrünü ilan olmuştur. Nefsine uymuş, kendini temize çıkarmaya çalışmış ve bunlara ilave olarak bir de “Ben ondan daha hayırlıyım,” diyerek hem yalan söylemiş hem de kendine ilim isnadında bulunmuştur.
Halbuki böyle bir emir karşısında ona düşen boyun eğme ve itaat idi. Buna rağmen o kalkmış kendine göre fikir yürütmüş, batıl ve fasit bir takım kıyaslamalara girmiştir.
Âdem (a.s)’i sadece çamurdan, kendini de ateşten ibaret görmüş, maddeye takılıp kalarak, Allah’ın çamurdan büsbütün başka bir şey yaratabileceğini, ona kendinden bir ruh üfleyebileceğini anlayamamıştır. Böylece yalnız Âdem’e karşı değil, Allah’a karşı da kibir ve ego yörüngeli davranarak “Ben ondan daha hayırlıyım,” deyivermiştir.
“Bana (insanların) diriltilecekleri güne kadar süre ver,” sözünden de şunlar anlaşılır: Demek ki İblis Allah (c.c)’ı da, ikinci bir defa diriltilmeyi de inkâr etmemişti. O biliyordu ki Âdem (a.s)’in nesli ve zürriyeti olacak, belirli müddet yaşayıp ölecek, sonra tekrar diriltilecekler.
Esasen Âdem (a.s)’de bir yanlışlık yapmıştı. Farkına varır varmaz da hemen tevbe ve istiğfara koşmuş, hanımıyla beraber “Rabb’imiz, biz kendimize zulmettik, eğer sen bizi bağışlamaz ve yarlığamazsan biz hepten kaybedenlerden oluruz,” demişti. Şeytanın da durumu başlangıç itibariyle aynıydı. Zira, ilk başta isyan edince hemen kovulmamış, sorguya çekilmişti. Bu anda uyanıp edebini takınsa, halini düzeltse ve inat etmese idi affa mazhar olma ihtimali vardı. Zira onun belirli bir süre daha yaşama isteğine müspet cevap verilmişti. Fakat o, inat ve küfründen vazgeçmemiş ve “Çık git oradan, artık sen alçaksın, küçüksün,” sözüne maruz kalmış, tahkir edilmiş ve ebedî şekavete düşmüştür.
Şeytan cinlerdendir. Cinlerin yaratıldığı aynı maddeden, saf ateşten yaratılmıştır. Topraktan yaratılan insanın toprakla ne kadar alakası varsa, şeytanın da ateşle o kadar alaka ve irtibatı vardır diye düşünüyoruz.
Şeytanın kaybetme süreci iki merhaleden oluşmaktadır. Birincisi, aşırı enaniyetli ve akılcı olmasından kaynaklanan emre karşı gelmesidir. Değişik saplantılara girmeden denileni yapması gerekirken, Âdem’in önünde secdeye varmamış, bunu gururuna yedirememiştir. İkinci merhalede sorgulanınca da kendini aşamamış, özür dileyeceğine hâlâ ego yörüngeli konuşmuş, yalan-yanlış kıyaslamalara girmiştir. Rasûlüllah (s.a.s): “İlk kıyas yapan İblis’dir,” der. O, aklınca toprak ile ateşi mukayese etmiş, ateşin topraktan üstün olduğu vehmine kapılarak: “Ben senin çamur olarak yarattığına secde eder miyim hiç. Şu benden üstün yarattığını gördün mü?” demiştir. O, bu saygısızca ifadeleriyle “benden fazla nesi var ki üstün yarattın” demek istiyor ve -hâşâ- Allah’a suçlamalarda bulunuyordu.
O, bu mukayesesini, kendini temize çıkarmaya çalışırken delil olarak ortaya koymuştur. Bir türlü hatadan kurtulamamış, çıkamayacağı bir girdaba kendini kaptırmıştır. Ahirette de asıl maddesi olan ateş, bir elbise şeklinde ilk defa ona giydirilecektir. Enes b. Malik (r.a)’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber: “Ateşten elbise, ilk defa İblis’e giydirilecektir,” buyurur. İlk mukayeseci, aynı zamanda ateşten urbayı da ilk giyen olacaktır.
Yardımcılarının Mahiyeti
Şeytan, geçirdiği imtihanla ters-yüz olmuş, içi dışına çıkmış, mahiyetinde bulunan çarpıklıklar ortaya dökülmüştür. O, bu imtihan sürecinin hiçbir diliminde istenileni ortaya koyamamış, kabiliyetlerini kötüye kullanarak sürekli alçalmıştır. Neticede de bütün hayırlara kapanmış, mahiyetindeki hayra yönelik nüveleri kurutmuş, birçok fena hasletin kendisinde toplanmasına müsaade etmiştir.
Şeytan, insandan ve cinden şerre açık, nefislerini ıslaha kapatmış, vicdanlarını kirletmiş olanları kendine yardımcı ve yandaş edinir. Onları yaldızlı sözlerle kandırıp kendisine meylettirir. Sonra da kendi uğursuz gayesi için kullanır. Sıradan insanların yanında peygamberlere bile musallat olurlar: “Böylece biz, her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar (aldatmak için) birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabb’in dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. Ki ahirete inanmayanların kalbleri, o(nların yaldızlı sözleri)ne kay(ıp kan)sın. Ondan hoşlansınlar ve onlar, işledikleri suçları işlemeye devam edip dursunlar.”
Yukarıdaki ayetlerin birincisindeki “her peygambere” ifadesinde geçen -lam harfi,-beyâniyye olursa: “İnsanlardan olan şeytanlar, cinlerden olan şeytanlar” demek olur. Eğer lâmiyye olursa: “İnsanlara musallat şeytanlar, cinlere musallat şeytanlar” demek olur. İbn Abbas (ö. 68/687), Ata (ö. 115/732), Mücahid (ö. 102/720), Hasan Basrî (ö. 110/728) ve Katade (ö. 118/736), birinci görüşü tercih etmişlerdir. Yani gerek insandan ve gerek cinden olsun serkeş, mütekebbir, fitnekar, inatçı, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez olanların hepsine şeytan denilir.
Ata (ö. 115/732), Mücahid (ö. 102/720), Hasan Basrî (ö. 110/728) ve Katade (ö. 118/736), İbn Abbas (ö. 68/687)’ın şöyle dediğini rivayet ederler: “Cinin de şeytanları vardır, insanların da. Cin şeytanı mü’mini aldatamazsa insan şeytanına gider, onu mü’mine saldırtır.” Allah Rasûlü, Ebu Zerr’e “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sormuş, Ebu Zerr, “İnsandan da şeytan var mı?” diye sorunca, Hz. Peygamber: “Evet, onlar cin şeytanlarından daha şerlidirler,” buyurmuştur.
Allah’ın, her peygambere insan ve cin şeytanlarından düşmanlar var etmesi, O’nun sosyal hayata koyduğu bir kanunudur. Hz. Musa’nın şeytanı Firavn, Rasûlüllah’ın şeytanı Ebu Cehil’dir. Her zaman aralığında her iyinin karşısına mutlaka bir kötü çıkmış, iyiye karşı elinden gelen düşmanlığı arkasına koymamış, şeytanlık yapıp durmaktan hiç usanmamıştır. Bu, Allah’ın bir yasasıdır.
İnsanlardan şeytanlık yapanlar, Kur’an’da bizzat şeytan adı altında zikredilmiştir: “Bir de bunlar (münafıklar) mü’minlere rastladıkları zaman “inandık” derler. Kendi şeytanlarıyla yalnız kaldıkları vakit “biz sizinle beraberiz, biz sadece alay ediyoruz,” derler.” Münafıklara yol gösteren, akıl verenler de kendileri gibi münafık insanlardır. Böyle olmasına rağmen onlardan şeytanlar diye bahsedilmiş, şeytanın aynısı oldukları ifade edilmiştir.
Gizli anlaşmalarla, gizli meclislerde kendilerine gizli gizli fitne ve fesat dersi veren mütemerrit, şeytan üstadlarına tenhaca varıp halvete çekildikleri zaman da “biz her halde sizinle beraberiz, bundan emin olunuz,” derler. Ayette şeyâtîn olarak çoğul sığasıyla gelmesi, sayılarının çok olduğunu göstermektedir.
Yaratılışı
Yaratılış Vakti
Şeytanın yaratılma vakti meselesinden önce, insanın yaratılışı hakkında kısaca durmak istiyoruz. İlk insan olan Hz. Âdem’in halkedilmesi, bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Allah, çamuru insan olma yoluna yöneltmiş, bu çamurdan oluşan hücreler, süzüle süzüle çeşitli aşamalar geçirerek insan düzeyine ulaştırılmıştır: “...Âdem gibi, Allah onu topraktan yarattı,” ayetinde Âdem’in topraktan yaratıldığı bildirilmektedir. Demek ki insanın aslı topraktır. Fakat toprak birden değil, çeşitli aşamalardan geçirilerek insan haline getirilmiştir. Önce su ile karışan toprak, çamur olmuş: “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım.” Sonra su ile toprağın karışımı olan balçık, zamanla kokuşmuş, vasfı değişmiş, ondan hücreler süzülmeye başlamış: “Biz insanı çamurdan bir sülâleden (süzmeden) yarattık.” İnsan olacak hücre, parçalara ayrılarak üremiş, eşi kendisinden yaratılmıştır: “Sizi bir tek canlıdan yarattı, ondan eşini yarattı.” Daha sonra dişisiyle birleşmek sûretiyle eşeyli üreme düzeyine gelmiş ve erkekle dişinin birleşmesinden insanlar çoğalmaya başlamıştır: “O ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaratıp yeryüzüne yaydı.”
Canlı varlıkların en şereflisi olan insanın ilk maddesi topraktır. Topraktan oluşan hücreler süzülerek tasfiye edilmiş, birleştirilmiş, mükemmelleştirilmiş ve sonunda insan haline getirilmiştir. Böyle meydana getirilen ilk insan, sonradan cinsel yolla üremeye başlamıştır.
Hz. Âdem’in ilk maddesi toprak idi. Sonraki insanların çoğalmaları, erkek ve kadının evlenmesi şeklinde, Allah tarafından bir kurala bağlanmıştır. İnsanın bu şekilde dünyaya gelmesi ana rahminde geçirdiği birkaç merhaleden sonra olmaktadır. İnsanlar, ataları Âdem (a.s) gibi, birkaç merhaleden geçirilerek yaratılmaktadırlar. Kur’an, insanın geçirdiği bu safhaları şöyle anlatır: “Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra biçimlenen ve biçimlenmeyen bir çiğnem et parçasından yarattık ki size yaratmadaki kudretimizi açıklayalım.”
İnsan, dünyaya geldikten sonra da değişik merhalelerden geçmeye devam eder. O, doğduktan sonra bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık gibi hayatında değişik zaman dilimlerini yaşar. Tabî bu dilimlerin her hangi birinde ecelle tanışmazsa.
Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmetini, yaratmadaki kudretini şunun ile anlamalı ki şu kuru topraktan öyle bir balçık yapmış ve o kokar balçıktan insanı yaratmıştır.
Cinler ise, insandan önce, vücuda nüfuz eden kavurucu bir ateşten (nâr-ı semûm) yaratılmıştır. İnsanın gözeneklerine teması halinde yakan, kavuran veya zehirleyen bir mahiyeti vardır.
İblis’e gelince: “Meleklere Âdem’e secde edin demiştik. Hemen secdeye vardılar. İblis müstesna. O cinlerdendi. Rabb’inin buyruğu dışına çıktı...” ayeti bize onun cinlerden olduğunu anlatır. Her ne kadar o, meleklerle beraber bulunuyor idiyse de, mahiyet itibariyle onlardan farklıdır. Nurdan değil, cinlerin de asıl maddesi olan ateşten yaratılmıştır. Cinlerin Âdem’den önce yaratıldığı göz önüne alındığında, şeytanın da insanoğlundan belirli bir zaman önce halkedildiği ortaya çıkmış olmaktadır.
Enes (r.a), şeytanın insandan önce yaratıldığını teyit eden şöyle bir hadis rivayet eder: Rasülûllah “Allah, cennette Âdem’i yaratıp dilediği kadar orada bıraktığı zaman, şeytan, etrafında dolanıp onun mahiyetini öğrenmeye çalıştı. Onun içinde boşluklar müşahede edince anladı ki o, kendisine sahip (nefsine hakim) olamayacak bir şekilde (zayıf) yaratılmıştır,” buyurdu.
Şeytan, insanlığın babası Âdem’in etrafında dönüp dolaşıyor, onu kolaçan ediyor, ileride ebedî hasmı olacak zatı tanımaya çalışıyordu. Demek ki ondan önce var idi ki bunu yapabiliyordu. Zaten şeytanın Âdem’e secde etmediğini anlatan bütün âyetler, aynı zamanda, onun insandan daha evvel yaratıldığını ispat etmektedir.
Yaratılış Hikmeti
Etrafımızda müşahede ettiğimiz her şeyin yaratılmasında bir hikmet vardır. Varlık aleminde hiçbir şey lüzumsuz değildir. Abes yaratılan bir tek nesne gösterilemez. Öyleyse şeytanın mevcudiyetinde de mutlaka birçok fayda ve hikmetler olmalıdır.
1. Yukarıda da ifade edildiği üzere şeytan, Âdem (a.s)’e secde ile emrolunmuş, fakat kibirlenmiş, dayatmış ve kafirlerden olmuştur. Onun küfrünün ortaya çıkmasına sebep Âdem (a.s) olduğundan, ona şiddetli bir düşman kesilmiş, insanları azdırıp yoldan çıkaracağına dair yemin bile etmiştir. Artık o, insanoğlunun ebedî düşmanı ve onun hem dünyada hem de ahirette her türlü mahrumiyet ve sıkıntıya maruz kalması için çalışan büyük bir hasmıdır.
İşte böyle bir düşmanla uğraşmak zorunda kalan insan, devamlı tetikte ve uyanık olacak, yaratılış gayesine uygun olarak yaşarken, kendisinde mevcut bulunan kontrol mekanizmalarını rantabl kullanacaktır. Öyleyse şeytan, insanın dünyada daha dikkatli ve daha temkinli bir hayat sürmesine sebep olmaktadır.
2. Dünya bir imtihan yeridir. Yüce Allah, insanları sınamak, davranış yönüyle onlardan hangisinin daha iyi olduğunu göstermek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. Farklı farklı imtihanlar değişik vesilelerle bize uygulanmaktadır ki o vesilelerden birisi de şeytandır.
3. Allah (c.c), şeytanın bizim düşmanımız olduğunu, bu yüzden de onu düşman edinmemizi salıklamaktadır. Öyleyse bize düşen, şeytana akide ve amel yönüyle muhalefet etmek, bütün davranışlarımızda ona değil, Hakk’a tabi olmaktır ki, bu da bizim mânen terakkî etmemiz ve Allah’a yakınlık kazanmamız mânâsına gelir. İnsanoğlu en yüksek insanlık derecesini, bu ezelî düşmanına karşı verdiği mücadele ile elde edebilecektir.
Kainattaki kötülüklerin, zararlı şeylerin, şeytan ve yardımcılarının yaratılması çirkin ve şer değildir. Mesela, yağmurun bilinen birçok faydaları varken, kendi yanlışlığından dolayı ondan zarar gören birisinin yağmurla alakalı olumsuz düşünceleri, rahmet olarak değerlendirilen yağmurun faydalarını göz ardı ettiremez. Getirdiği, götürdüğünden daha çok olan yağmuru şer olarak nitelemek haksızlıktır. Şeytanın yaratılışı hakkında da aynı şeyler söylenebilir. “Kötülüklerin yaratılması şer değil, o kötü işlerin işlenmesi çirkin ve şerdir.” İblis ve yardımcılarının yaratılması çirkin değil, asıl fena ve çirkin olan, onların oyuncağı haline gelip şeytanlaşmaktır.
Şeytanın Melek ve İnsanla Münasebeti
Melekle Münasebeti
Melekler de tıpkı İblis gibi, Âdem’e secde ile emrolunmuşlar ve derhal o emri yerine getirmişlerdir. Mahiyetlerinde emre itaattan başka bir şey bulunmayan meleklerin başkaca bir tutum içinde olmaları zaten mümkün değildir. Onlar, Allah’ın buyruklarını derhal yerine getirir, her emri bir ibadet neşvesi içinde yaparlar. Meleklerin hepsi istisnasız secde ettiklerine göre, demek ki içlerinde mahiyeti onlarınkine benzemeyen, bir başka ifadeyle melek olmayan birisi vardı. Bu, yaratılışı icabı hem hayra ve güzelliğe, hem de şerre ve çirkinliğe açık birisi olmalıydı ki iradesiyle çirkinliğe meyletmiş ve seçimini şer istikametinde kullanmış olsun. O birisi, “melâikeden olmadığı halde, onlardan biri sayılacak kadar aralarında uzun zamandan beri bulunan şeytandı. İlâhî hitap, biri hariç meleklere yapıldığı için İblis, tağlib tarikiyle meleklerden istisna edilmiş ve hali ayrıca beyan edilmiştir.”
“İblis, cinlerden idi. Binlerce seneden beri meleklerin arasında kalıyordu. Meleklerle kendini bürümüş, perdelemişti. Bundan dolayı “hepsi secde ettiler,” ayeti içine o da giriyordu. Fakat o secde etmediğinden istisna ile durumu beyan edilmiş: “Ancak İblis müstesna (o secde edenlerden olmadı)” buyurulmuştur.
Melekler, burada Âdem’e secde ile emrolunmuşlardı. Ahirette de Allah, melekleri toplayacak, kendi ayetlerini hükümsüz bırakmak isteyenleri, azapla baş başa bırakıp, onlar hakkında meleklere: “Bunlar size mi tapıyorlardı?” sorusunu yöneltecektir. Onlar da: “Seni ortaktan tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, sensin. Doğrusu onlar, cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanmıştı,” diyeceklerdir.
Melekler, Allah’ın ayetlerini hükümsüz bırakmak için çalışanların, cinleri kendilerine tapındıklarını söylemektedirler. Bu da gösteriyor ki melekler ve cinler ayrı ayrı varlıklardır. Cinleri, meleklerin bir cinsi gibi görerek, İblis’i meleklerden biri olarak değerlendirmek doğru değildir.
Allah Teâlâ, cinleri insanlardan önce, yalın bir ateşten yaratmıştır. Melekler ise nurdan halkedilmişlerdir. Allah Rasûlü: “Melekler nurdan, cinler de dumansız yalın bir ateşten yaratıldı,” buyurarak aralarındaki farka işarette bulunmuştur.
Melekler, Allah (c.c)’ın elçileridir. Cenab-ı Hakk’ın, kendisine isyan etmiş, baş kaldırmış birisini elçi edinmesi muhaldir. Şeytan, Allah’a baş kaldıranların ilki olduğuna göre ne melek ve ne de Allah’ın elçisi olabilir.
İnsanla Münasebeti
Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir öğüt, maddî-manevî rahatsızlıklara şifa, mü’minlere bir yol gösterici ve rahmettir. Allah’ın yüce kitabı, insanlara nasihat eder, onlara müjdeler verir, muhtemel tehlikelere karşı da uyarılarda bulunur. Kur’an, insan üzerinde durur. Onun birinci meselesi insandır. Onun dünyada da, ahirette de mutlu olmasını ister. Bu yüzden de ona kendisi için en faydalı yolu gösterir, içinde bulunduğu durumu, avantaj ve dezavantajlarıyla ona sunar: “Gerçekten Kur’an, insanı en doğru yola iletir. Ve iyi işler yapan mü’minlere, kendileri için büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” İnsan da bu verileri değerlendirerek, Kur’an’ın rehberliğinde ömrünü geçirmeye çalışır.
İnsan, Cenab-ı Hakk’ın kendisine en güzel sûreti giydirdiği, mîzaç ve aklî melekelerle donattığı, en çok ikramda bulunduğu şuurlu bir varlık olup, bütün davranışlarına kendisi şahittir. Allah (c.c), kendi ruhundan ona üflemiş, cismaniyetinin yanında ona bir de ruhânîyet bahşetmiştir. Yeryüzünde Allah’ın halifesidir. O’nun adına mahlûkat üzerinde tasarrufta bulunur. Cenab-ı Hakk’ın emanetini yüklenmiş güvenilir bir vekilidir.
“Allah, insanı, maddî-manevî mücehhez bulunduğu şeyler itibariyle ahsen-i takvime mazhar olarak yaratmştır. Bu açıdan insanın mahiyeti tıpkı bir takvim gibi bütün varlığa ait hakikatları bünyesinde toplamakta ve her şeyin özünü ihtiva etmektedir. İnsan, kainatı gösterebilecek bir takvim, seneler ve asırlar içinde geçen her şeyi ifade edebilecek bir fihrist mükemmeliyetindedir. Ayrıca böyle bir dışa paralel olarak iç mükemmeliyeti ifade eden kalb, sır, hafî, ahfâ gibi çeşitli duygularla da mahiyeti zenginleştirilmiştir.”
Bütün bunlarla beraber o, zayıftır; şiddete dayanamaz. Fevkalâde cahildir; akıbetinden habersizdir. Bir o kadar da zalimdir; Allah’ın emirlerini yerine getirmemek, insanların haklarını gasbetmek sûretiyle zulmeder. Sırtına yüklenen misyonun farkına tam varamadığından, vazifesini hakkıyla edâ etmemekte ve zulmetmektedir. Pek nankördür; Rabbi’nin sayılamayacak kadar fazla olan nimetlerini görüp şükretmez. O kadar acelecidir ki sonra olacak şeyin vaktini beklemeye tahammülü yoktur, hemen oluvermesini ister. Hayrı, şerden ayırt edecek kadar bile zamanı yokmuşçasına hareket eder. Cedele aşırı düşkünlüğü vardır. Bazen apaçık hakikatleri bile kabul etmez de beyhude tartışır durur. Öyle ki, Rabb’i onu bir spermden yarattığı halde o, O’na açıkça hasım kesilmiştir. Tahammülsüz, mızıkçı ve huysuzdur. Kendisine bir şer dokununca sızlanır, ah u vah eder. Hayır dokununca da eli sıkı bir kıskanç oluverir. Tuğyan eder durur, pek azgındır. Hasılı insan, hayatını boşuna geçirmek sûretiyle ziyana girmekte, hüsrana sürüklenip gitmektedir. Şeytanın, etrafında birkaç defa döndükten sonra zayıf yaratıldığını gördüğü insanın zaafları bunlar olsa gerek.
Halbuki, ömür sermayesini, yaratıcısı adına tasarruf ederek harcasa, değil zarar, kâra bile geçebilir. Bu da onun Allah’a iman etmesi ve güzel ameller işlemesiyle doğru orantılıdır. Çünkü insana, çalışıp ortaya koyduğundan başkaca bir şey yoktur. Lehine olsun, aleyhine olsun, bütün yaptıkları kendine olup neticesini görecektir. Her kişi, kazandığı şeylerle Allah katında sanki bir rehin gibidir, kurtuluşu ona bağlıdır. Salih amellerle borcunu ödeyemezse kendini kurtarması adeta imkansızdır. Zaten her insanın boynuna, kendi bahtı geçirilmiştir. Herkes, kendi eliyle kendi kitabını yazmaktadır.
İnsan, kazanma-kaybetme kuşağında yaşayan, inişlerin-çıkışların çocuğudur. Kendine ait hususiyetleriyle diğer mahlûkattan tamamen farklıdır. Cins olarak insan böyle olduğu gibi, fert planında da birbirleri arasında da fevkalâde farklılıklar bulunmaktadır. Sanki her insan, ayrı bir alemdir. Herkesin kendine göre bir yaşantısı ve bir dünya görüşü vardır.
Kendi aralarındaki bunca farklılığa rağmen, epeyce de ortak yanları vardır. Fıtrat itibariyle her insanın, yaratanını bilip, O’na ibadet etme kabiliyetinin olması gibi. Allah (c.c), insanların vicdanına, kendini tanıttıracak mekanizmayı yerleştirmiştir: “Andolsun, onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan, elbette “Allah” derler,” ayeti bunu anlatır. Hz. Peygamber (s.a.s) de bu konuya işarette bulunmuş: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra annesi babası onu ya yahudi, ya hıristiyan ya da mecusi yapar. Nasıl ki hayvan da uzuvları tam olarak doğar. Hiç doğan hayvanda bir eksiklik görür müsünüz?” demiş, sonra da :“İsterseniz: “(Allah’ın yaratma kanununa dön ki) insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur,” ayetini okuyunuz,” buyurmuştur.
Cenab-ı Hakk, Hz. Peygamber’e, yüzünü bütünüyle dine çevirmesini, yalnız O’na teveccüh ederek, Allah’ın dinine sımsıkı sarılmasını emretmiştir. Bu, Allah’ın fıtratı olup, insanları onun üzerine yaratmıştır. Bütün insanlara: “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diye hitap ettiğinde insanlar: “Tabî ki (bizim Rabb’imizsin), biz buna şahidiz,” demişlerdir. Her insanın vicdanının derinliklerinde bir hak duygusu ve iman çekirdeği saklıdır. Bu açıdan Cenab-ı Hakk’a inanma fıtrîdir, vicdanı bozulmamış her insan Allah’a inanır. Günümüzde bazı insanların ateistlik iddiaları, kendi kendileriyle zıtlaşmalarından başka bir şey değildir.
İnsanın vicdanında Allah’ı bulup, O’na iman etmesi, fıtratının gereğidir. Tabiatıyla uyum halinde olan bir insanın yapması gereken bir ikinci vazifesi de, içindeki imanını dışa aksettirmesidir ki bu da ancak ibadetle mümkün olabilir.
İnsanın müslümanca yaşaması, tabiatının icabı olsa da bazen o, fıtratıyla zıtlaşır, tabiatına ters işler yaparak yanlışlıklara girer, kabiliyetlerini kötüye kullanır. Rabb’ini tanıyıp O’na ibadet etmek için yaratılmış olmasına rağmen, aksi istikamette bir çizgi takip eder. Mesela ruh ve zekası, kendisine Hakk’ı tanıması ve O’ndan başkasına kul olmaması için verilmiştir. Yanlışlıklara girsin, şerre dadansın, şeytana uysun diye değil. İnsan, fıtratının gereğini sergileyip sergileyememe arasında gelip gitmekte, fitnelere maruz kalmaktadır. Fitnenin lugat manası; altın, gümüş gibi cevherleri ateşe sokup, iyisini kötüsünden ayırmaktır. Sıkıntıya sokmak, denemek, azdırmak gibi manalara da gelir. Allah Rasûlü: “İnsanlar, gümüş ve altın madenleri gibi madenlerdir,” buyurur. İnsanlar da, değişik sıkıntı ve belalarla ateşlere atılmakta, mahiyetlerindeki cevherlerin ortaya çıkarılması için denenmektedirler. Onların Hakk’a dönük bir hayat takip etmeleri fıtrîlik ve hidayet, fıtratlarına ters her işleri de, sun’îlik ve dalâlettir. İşte müslüman, dünyada, fıtratıyla uyum içerisinde sürdüreceği bir hayatın kavgasını vermektedir ki şeytanın da en çok kurcaladığı nokta burasıdır. Allah Teâlâ, insanları mağfiretine, cennetine, emniyet ve selamet evine davet ederken, şeytan da onu, onun tabiatına ters olarak Hakk’tan çevirip dalâlete sürükleyerek alevli cehennem ehlinden olmaya çağırmaktadır.
Hz. Âdem’le Münasebeti
İblis, Âdem (a.s) yaratıldığı zaman, cennette melekler ile beraber idi. Cenab-ı Hakk, meleklere Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde, bu ilahî emre İblis de muhatap olmuştur. Onun, meleklerden farklı bir yapıda olduğunu, ilahî emir karşısında takındığı tavırda daha net görülür: “...Allah’ın kendilerine olan buyruklarına katiyen isyan etmezler, emrolundukları her şeyi tastamam yerine getirirler,” ifadesiyle ilahî övgüye mazhar olan melekler, mahiyetlerindeki cevheri ortaya koymuş, derhal secdeye kapanmışlardır. Sadece şeytan, secde hususunda diretmiş ve kendi sonunu hazırlamıştır.
Secde, sözlük manası itibariyle, boyun eğmek, fevkalâde saygılı davranmak, son derece tevazu göstermek, alçalıp serfürû etmek gibi manalara gelir. Kibrin tam zıddıdır. Terim olarak ise, alnı yere koymaktır. Secde, bir boyun eğme ve tazim olduğundan, mecâzen secde edilene kalben bir inkıyad manasını içerir. Gerçi Allah’tan başkasına secde etme, dînen küfürdür. Fakat meleklerin Âdem’e secdelerini, onların kendi hakikatleri ile uygunluk arzeden bir yaklaşımla değerlendirmek daha doğru olacaktır. Zira Cenab-ı Hakk’ın her emrini anında yerine getiren meleklerin başka bir niyetle Âdem’e secde etmeleri söz konusu olamaz.
Secde, Allah için olursa ibadet manasına, Allah’tan başkasına olursa, secde edileni tekrim, yüceltme, ona değer ve şeref atfetme gibi manalara hamlolunur. Ayrıca secdenin, saygı ve tazim ifade etme manası da vardır ki Hz. Yusuf’un babasının ve kardeşlerinin, Yusuf’a secdeleri bu kabildendir.
Meleklerin Âdem’e secde etmeleri ise, onu tekrim, faziletini itiraf manasını taşımanın yanında, bizzat Allah’a bir ibadet idi. Bizim, Kâbe’yi kıble edinerek Allah’a ibadet etmemiz gibi, melekler de o an için, Âdem’i kıblegâh edinmişler, onun önünde Allah’a secdeye kapanmışlardı.
Şeytan, Âdem’e secde etmemiş, Allah’ın emrini dinlememiş, emre itaattaki inceliği anlayamamış, bu secdenin de Allah’a bir çeşit ibadet olduğunu sezememiş, diretmiş, küstahlaşmış ve kafirlerden olmuştur. O, Allah’ın zatını inkârından ötürü değil, isyân edip Allah’a karşı geldiğinden dolayı küfre girmiştir.
Şeytan, Hz. Âdem’e secde hususunda diretince Allah (c.c): “Ey Âdem, bu (şeytan), senin ve eşinin düşmanıdır, sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntı çekersin,” ve “Ey Âdem, sen ve hanımın cennette durun, dilediğiniz yerden yiyin (için), fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz,” diyerek uyarılarda bulunmuştu. Bu uyarı ve ikazlardan hemen ardından o ikisine fısıldayıp: “Ey Âdem, sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” demiş, “Rabb’iniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek veya ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti,” diyerek fitlemesine devam etmiştir.
Hz. Âdem’e ve eşine değil tatmaları, yanına yaklaşmaları bile yasaklanan bu ağaç hakkında değişik açıklamalarda bulunulmuştur. Bazı rivayetlere göre o, incir ağacı, sümbül, yaş üzüm, kuru üzüm veya buğday cinsinden bir gıda maddesidir. Fakat ne Kur’an’da ve ne de sahih hadislerde bu mesele tam olarak açıklığa kavuşturulmamıştır. Cenab-ı Hakk, ağaç adıyla ifade ettiği ve belki de bir sembolden ibaret olan o yasak meyvenin ne olduğunu söylememiş, sadece onun, Hz. Âdem’in saadet ve huzurunu bozacak bir özelliğinin olduğunu beyan etmiştir.
Hz. Âdem ve hanımının, o yasak meyveyi tattıktan sonraki halleri: “...Ağacın meyvesinden tadınca, kendilerine kötü yerleri beliriverdi. Cennet yapraklarını üst üste yamayıp oraları örtmeye başladılar,” ifadesiyle anlatılmıştır.
Emri çiğnedikten sonra kendilerine ait bir özellik olmasına rağmen o ana kadar habersiz oldukları bir husus ortaya çıkmıştı. Hadisenin cereyan şekli, bu ağaçtan kastedilen mananın, Âdem ile Havva’nın birbirlerine duydukları cinsî alaka olduğu fikrini vermektedir. Netice itibariyle insanoğlu, iki cins halinde yaratılmış, erkek ve kadının bir araya gelmesiyle insanlar çoğalmıştır. Allah Teâlâ, insanların fıtratlarına koyduğu bu duyguyu, belirli bir zaman için onlara hissettirmemiş, sonra da onu, bir imtihana sebep yapmıştır.
Hasılı, Hz. Âdem ve Havva’nın cennetten çıkarılmalarına sebep olan yasak meyvenin mahiyeti adına söylenen bütün sözler, ihtimalden öte bir mana ve değer taşımaz. Zira Allah (c.c), onu açıkça zikretmemiş, bize öğrenebileceğimiz bir işarette de bulunmamıştır. Demek ki onun tam ne manaya geldiğini bilmemiz, bize bir şey kazandırmayacaktır. İstenilse de tam bir malumat edinilemeyecek bir konuda uğraşmanın faydası da yoktur. Bilinmesi gereken bir şey varsa o da; Hz. Âdem’in ve eşinin cennette, Allah’ın nimetlerinden istifade ederlerken, o nimetlerin tadına benzemeyen, başkaca ve çok cazip bir lezzetle şiddetli bir imtihan geçirmeleridir. O lezzete yaklaşmamaları, aksi takdirde zalimlerden olacakları kendilerine önceden ihtar edilmesine rağmen, şeytanın vesvesesine mağlub olmuş ve o yasağı çiğnemişlerdir. Söz dinlemedikleri için de ciddî bir itâb almışlardır. Yaptıkları yanlışı anlar anlamaz derhal tevbe ve istiğfara koşarak pişmanlıklarını Allah’a arz etmişler, Cenab-ı Hakk da onları affedip yarlığamıştır.
Nefis-Şeytan İlişkisi
Nefsin Manası
İnsanda vicdan, idrak, şuur, his ve akıl gibi melekelerle bunlara bağlı öfke, şehvet, cesaret gibi fakülteler vardır. Bütün bunları taşıyan lâtif cevherin adı nefistir. Cürcânî (816/1413)’nin ifadeleri içerisinde bedeni aydınlatan, onun içini ve dışını canlandıran mekanizmadır ki ruh diye de adlandırılır.
Nefis kelimesi ruh manasının yanında kan, cesed, göz, irade, bir şeyin kendisi, hakikatı, azamet ve izzet gibi anlamlar taşır. Bir başka ifadeyle nefis: “Ruh ve bedenden oluşmuş ve benlik şuuruna sahip, bütün halindeki somut insan, beşeri kişilik, kişinin zatı, kendisi veya şahsiyetinin temayülleri demektir.”
Nefis ile ruhu birbirinden farklı yorumlayanlar da olmuştur. Onlara göre nefis, insan bedenine yerleştirilen kötü huyların barınağıdır. Tıpkı ruhun, bütün güzel huyların mahalli olması gibi. Tüm yerilen sıfatları içine alan latîfe nefis ise, övülen özellikleri kendisinde toplayan latîfe de ruhtur.
Alemde şeytanın-meleğin, cehennemin-cennetin olup da görülmemeleri gibi nefis ve ruhun her ikisi de kalıba ve bedene dökülmüş latîfeler olup gözle gözükmemektedirler. Gözün görme, kulağın duyma ve dilin tatma merkezi olmalarına benzer şekilde, nefis şerrin, ruh da hayrın merkezidir.
Nefis, insanın “ben” dediği hakikatıdır. Güzelliğe de çirkinliğe de açık ve her iki taraf açısından gelişmeye elverişlidir. Çoğunlukla olumsuz olarak algılanmış, mutlak manada “nefis” denildiğinde, insanı kötülüğe meylettiren, şeytan ile aynı kategoride ele alınan latîfe olarak telakki edilmiştir. Kuran’da ona yemin edilmiş: “Nefse ve onu biçimlendirene, ona bozukluğunu (fücur) ve korunmasını (takva) ilham edene andolsun ki nefsini yücelten kazanmış, onu alçaltan da ziyana uğramıştır,” denilerek onun hayra ve şerre kabiliyetli olduğu belirtilmiştir.
Hz. Peygamber bu ayeti okuyunca şöyle dua etmiştir: “Allah’ım, nefsime takva duygusunu ver, onu gaflet ve isyandan temizle, onu temizleyenlerin en hayırlısı Sensin.”
Nefsin arzu ve isteklerine “hevâ” denir. İnsandan istenen, bu devamlı olarak bayağı ve süflî arzuları bulunan hevâya muhalefet etmesidir. Bu aynı zamanda dinin konuluşunda gözetilen maksatlardan biri olmaktadır. Cenab-ı Hakk, insanların hevâ ve heveslerini aşarak, kendi iradeleriyle kendisine kul olmalarını istemektedir. Zaten insanlar, yaratılışları gereği zorunlu olarak Allah’ın kullarıdır.
Allah Teâlâ, hevâ ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla çatışan bir şey yapmış, onun yerini hakkın zıddı olarak belirlemiştir. Bunu gösteren ayetlerden bazıları şunlardır: “Ey Davud, seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.” “Artık kim azar ve dünya hayatını tercih ederse, (onun için) gidilecek yer cehennemdir.” Bunun karşıtı durum için de: “Ama kim Rabb’inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden menederse, (onun için) gidilecek yer cennettir.” Başka bir ayette de: “O hevâ ve hevesinden konuşmamaktadır, Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.” Bu son ayette Allah (c.c), davranışların kaynağını vahiy ve hevâ olarak ikiye ayırmıştır. Hak ve hakikatın vahiyde olduğu kesin olarak bilindiğine göre, hakkın zıddının hevâ olduğu meydandadır. “Ey Muhammed, hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah’ın şaşırttığı kimseyi gördün mü?” “Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar yıkılır giderdi.” “İşte bunlar, Allah’ın kalblerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir.” “Rabb’’inden bir delil üzere bulunan kimse, kötü işi kendisine süslendirilip güzel gösterilen ve heveslerine uyan insanlar gibi olur mu?” denilerek de, hevâ ve heveslerinin peşinden gidenler kötülenmiştir. Bu anlamda İbn Abbas’tan: “Allah, Kuran’da her nerede hevâ kelimesini zikretmişse mutlaka onu yergi makamında kullanmıştır,” şeklinde bir söz rivayet edilmiştir. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın muradının, mükelleflerin hevâ ve hevesleri peşinde koşmaktan vazgeçerek Mevla’sına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir.
İnsana düşen, ıslaha ve arınmaya muhtaç olan nefsini kötülüklerden ve çirkinliklerden temizleyip, onu takva yörüngeli bir hayat seviyesine yükseltmesidir. İnsanın hakiki mutluluğa ermesi burada gizlidir.
Nefsi temizleme denilince şunlar akla gelir:
1. Onu kirletecek küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış inançlar ve fena ahlaklar gibi istenmeyen sıfatlardan temizlemek.
2. Onu temizleyip koruyarak iman, ilim, irfan, iyi ve güzel ahlak gibi takva özellikleriyle terbiye ederek feyizli hale getirmek, ilahî tecellilere mazhar etmektir.
Bu iki şık ile nefsi tezkiye etmeye çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak üzere kulun vazifesi ve menfaatinin gereğidir.
3. Nefsin temizliğini iddia etmek ve kemâle erdiğini vehmedip övmek manasına gelen bir temizleme çalışması vardır ki hiç kimsenin bu manada nefsini açığa çıkarmaya hakkı yoktur. Sonunu bilemeyen, akıbetinden habersiz olan insanın böyle iddialarda bulunması gurura girmesine ve kaybetmesine sebep olabilir ki “Nefsinizi övüp yüceltmeyin, O, kimin takvalı olduğunu en iyi bilendir,” ayetindeki övme yasağı bu manadadır.
Nefsin Mertebeleri
Tasavvuf ehli tarafından nefsin mertebeleri ve makamları üzerinde bir hayli durulmuş, geniş malumât verilmiştir. Tasavvuf, “Nefsini bilen Rabb’ini bilir,” düsturu üzerine kuruludur dense yanlış söylenmiş olmaz.
Nefsi üçe, dörde, hatta kadar yediye kadar kategorize edenler olmuştur. Allah (c.c), Kuran’da üç sıfatla anmıştır. Biz de bu üç özellik altında nefsin mertebelerini incelemeye çalışacağız.
1. Nefs-i Emmare
Bu sınıflama içinde ilk sırayı alan nefs-i emmaredir. Devamlı emirler verip duran nefis anlamındadır. Onun emirleri her zaman cismaniyete ve sefil arzulara yönelik olur. Şehvet ve lezzet adına ne varsa hepsini tatmak ister. Kalbi, süflî ve bayağı duygulara çeker götürür. Bedene ait şiddetli arzuları tahrik eden odur. O, bu haliyle tüm kötülüklerin barınağı, yerilen bütün huyların kaynağıdır. “Ben nefsimi açığa çıkarmıyorum, zira nefis sürekli ve çok ısrarlı olarak kötülüğü emreder,” ayetinde bahsedilen bu birinci mertebedeki nefistir. Efendimiz (s.a.s)’de bu nefse atıfta bulunmuş: “Senin en azgın düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir,” buyurarak onun tehlike arzeden durumuna parmak basmıştır.
O bu haliyle, zemmedilen, yerilen, küçümsenen, horlanan bir konumdadır ki şeytanla aynı çizgide mütâlaa edilir. Nefs-i emmareye şeytan dense sezadır. Yüce Allah ona muhalefet edilmesini salıklamış, nefsin arzularına baş kaldıranları övmüştür: “...Ama kim Rabb’inin divanına durup, hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden alıkoymuşsa, onun barınağı cennettir.” İnsan, nefsiyle devamlı bir mücadele içinde olmalıdır. O, şeytanla beraber kötülükleri insana emredecek, insan da onların sözlerini tutmamak için onlarla çatışacaktır ki bu, Hz. Peygamber tarafından büyük cihad olarak tarif edilmiştir.
“Cihad, Allah yolunda verilen kavganın adıdır. Bu kavga, içten içe ve dışa doğru olmak üzere ikiye ayrılır. İçten içe olanı, insanın kendi özüne erme gayreti, dışa doğru olanı da başkalarını özlerine erdirme uğraşısıdır. Birincisine büyük cihad, ikincisine küçük cihad denir. Birincisiyle insanın kendi özüyle arasındaki engelleri aşarak nefis marifetine ve neticede de Allah bilgisine, sevgisine ve ruhânî zevklere ulaşması, ikincisiyle de iman ile insanlar arasındaki engeller bertaraf edilerek herkesin imanla tanıştırılması esas alınmıştır.”
“Büyük cihadla kastedilen, insanın kalbî ve ruhî hayatı itibariyle insanlığa yükseltilmesi çalışmasıdır. Böyle bir cihad, insanın nefs-i emmaresi ile yaka-paça olması, hayatı boyunca Cenab-ı Hakk’ın rızası dışındaki isteklere baş kaldırmasıyla gerçekleşir. Küçük cihad ise insanı Allah’a ulaşmaktan alıkoyan engelleri kaldırmaktan ibaret görülmüştür ki zamana göre değişiklik arzeder ve ara sıra kendisine başvurulan bir yoldur. Nefs-i emmareyle boğuşma bir ömür boyunca devam edeceğinden cihadın büyüğü olarak tanımlanmıştır.”
Nefs-i emmareyi riyazetle kontrol altına almak, hızını kesmek mümkündür. Fakat o, cevher ve öz itibariyle hiçbir zaman yok olmayacaktır. Nefis ile boğuşma, onun bizzat kendisini yok etmek için değil, ona ait kötü vasıfları ortadan kaldırmak içindir.
İnsanı nefs-i emmarenin istilasından kurtarabilecek mühim işlerden biri onu sorgulamaktır. “Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz ise nefsini hevâsına uydurur ve Allah hakkında boş kuruntularla avunur,” hadisinde bu mana açıkça belirtilmiştir. Ömer b. Hattab (r.a) da: “Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin, nefislerinizi tartılmadan önce tartın. Zira bugün kendinizi hesaba çekmeniz yarın hesaba çekilmenizden daha kolay ve hafiftir. En büyük arz günü için hazırlanınız,” demiş, sonra: “O gün hesap için Allah (a arz olunursunuz, sizden hiçbir sır (Allah’a) gizli kalmaz,” ayetini okuyarak konunun önemine dikkat çekmiştir.
2. Nefs-i Levvame
Tutuşulan kavgadaki ciddiyetle doğru orantılı olarak, nefs-i emmarede bir kırılma meydana gelir. İnsan, gafletinden silkinip kalbini aydınlatabildiği ölçüde nefsi, emmarelikten çıkar. Böylelikle nefsin gemi az da olsa çekilmiş, azgınlığının önü nispeten alınmış olur. Bu seviyenin insanı, hayır adına eline geçen fırsatları kaçırdığında kendini levmeder. Eskiye nazaran daha iyi inandığı için, günahlara karşı tepki verir, bayağı arzulara reaksiyon gösterir. İşlediği günahlar kendisini rahatsız eder, yaptığına pişman olur, hemen kendini kınamaya, ayıplamaya, azarlamaya başlar. Cenab-ı Hakk’a yönelip kendisini yarlığamasını diler, O’nun merhametine sığınır. Bu nefis Kuran-ı Kerim’de övgüye mazhar olmuş: “Yoo (iş sizin bildiğiniz gibi değil), o kendini aşırı derecede kınayan nefse yemin ederim,” buyurulmuştur.
Bu mertebe, öncekine nazaran daha berrak olsa da yinede tam olarak saflaşıp gerçek duruluğa erişilememiş, iç-dış bütünlüğüne ulaşılamamış, izleri hala silinememiş bazı şüphe, vehim ve hayaller henüz yok edilememiştir. Bu mertebedeki nefis yollardadır ve maksadına ulaşmak istiyorsa daha bir hayli mesafe katetmek zorundadır.
3. Nefs-i Mutmainne
Alması gerekli mesafeyi almış, sükûnete ermiş, huzura kavuşmuş, oturaklaşmış, iç ızdırapları dinmiş, doyma noktasını yakalamış, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına gönülden teslim olmuş, inanılması gereken hakikatlara görüyormuşçasına inanıp bağlanmış, yunmuş yıkanmış, nurlanmış, yerilen özelliklerden sıyrılıp övülen huylarla donanmış, hakiki mutluluğa ermiş nefis demektir.
İtminanda istikrar ve sebat manası vardır ki bu da birkaç açıdan ele alınabilir:
1. Hiçbir şüphe ile bulanmayacak şekilde yakînen Hakk’a inanma ve zevkine ermektir.
“...Tabi ki (inandım), fakat kalbim itminan bulsun diye,” ayetinde bu anlam belirgindir.
2. “Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de,” ayetinde de ifade edildiği gibi dünyada emin olarak yaşayacak, ölüm anında, ikinci defa dirilişte ve cennete girme vaktinde korku, endişe ve hüzünle sarsılmayacak “Korkmayın, üzülmeyin, size müjdelenen cennetle sevinin,” hitabını işiteceklerdir.
3. Bu itminan ancak Allah’ı zikretmekle hasıl olur. Kur’an:“Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı zikretmekle itmiana erer,” demektedir. İnsan, aklını kullanarak etrafındaki olayları müşahedeye başlarsa, her bir sebebin arkasından başka sebepler aramaya başlar. Bu arayış, Cenab-ı Hakk’a varıncaya kadar devam eder. O’na ulaşıp her şeyin O’ndan olduğunu bildiği an, arama da biteceği için artık intikaller bitmiş, itminan ve istikrar hasıl olmuş olur. Bir de insanın ihtiyaçları bitip tükenme bilmez. Allah’tan başka birisinin insanın bütün arzularına cevap verebilmesi imkansızdır. Onun için insanın nihayetsiz olan arzularına karşılık Allah’ın nihayetsiz olan kemâli lazımdır ki istikrar hasıl olabilsin. O halde sabit olur ki her kim Allah bilgisini, Allah’ın haricinde bir şey için isterse o itminana eremez. Onun nefsi mutmain olamaz. Fakat, kim de marifetullahı sadece Allah (c.c) için talep ederse işte o nefis mutmaindir. Dünyada Cenab-ı Hakk’ın kontrolünde olduğu duygusunu hiç kaybetmeden yaşar. Dünyadan ayrılırken de “Allah’ı hoşnut etmiş, O’nun rızasına ermiş olarak dön Rabb’’ine,” sözüne muhatap olur.
İnsanın hayatını anlamlı hale getirebilmesi, bu seviyeyi yakalamaya çalışmasıyla yakından ilgilidir. İnsana ait problemler bu seviyede halledilir.
Râdıyye ve Merdıyye ve Zekiyye (Sâfiyye) mertebeleri bu makamın sıfatlarındandır ve derecelerine göre peygamberlerin ve Allah dostlarının makamlarıdır. İtminana ermiş nefisler, nefs-i emmarenin tersine iyilik ve güzellikleri emreder, sahibini hayırdan hayra koşturur, ruhânî hazlarla kendinden geçirir. Bu seviyenin insanı vuslata ermiş olduğundan, gerisin geriye dönmesi söz konusu değildir. O, hayatını bütünüyle duyarak, doyarak ve en önemlisi de rıza eksenli geçirmektedir.
Nefsi yedi kısma ayıranlar nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıyye, nefs-i merdıyye, nefs-i zekiyye (kâmile) şeklinde sınıflamaya gitmişlerdir. Mertebe katedildikçe cismaniyetten çıkılmakta, yoğunluk azalırken, derece derece ruhâniyet ve letâfet artmaktadır. Her nefsin kendine göre bir alemi, bir seyri, bir hali vardır.
Nefis ile Şeytan Arasındaki Farklar
1. Şeytanın zâtî bir varlığı vardır. O, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmiş bir demagoji üstadıdır. Diretmiş, kibirlenmiş, huzurdan kovulmuş, insanoğlunun ebedî düşmanı olduğunu ant içerek ilan etmiştir.
Nefsin varlığı zâtî değil, itibârî (izâfî) dir. O, ruh, akıl, beden ve diğer cihazlarıyla insanın bir parçasıdır.
2. Şeytan, Âdem’den önce yaratılmış, maddesi ateşten, cin taifesine mensup bir varlıktır. Kendisi bir tane olup, insandan ve cinden yardımcıları vardır. Şeytan, insanlık var olduğu müddetçe varolacak, onlar ikinci bir defa daha dirilmek üzere öldüklerinde o da ölecek, haşir için tekrar diriltilecektir.
Nefsin yaşamının başlangıcı ve bitişi, parçası olduğu insana bağlıdır.
3. Şeytan, insana düşmanlıktan hiçbir zaman vazgeçmeyecek, zarar verme oranında düşme meydana gelmeyecektir.
Nefis, ilk başta emmare iken şeytanla aynı çizgidedir. Kötülüklerden arındırma işlemine tâbi tutulursa terakki edeceğinden düşmanlıktan vazgeçecek, üzerinde durmanın ciddiyetyle orantılı olarak iyiliği emreder hale gelebilecektir.
4. Şeytan bütün insanlarla birden uğraşır. Her birisini bir tarafından yakalayıp yıkmak ister. Bu konuda yandaşlarıyla beraber iş bölümü yapar.
Nefs-i emmare ise yalnız çalışır ve sadece beraberinde bulunduğu insanın başının belasıdır.
5. Şeytan, Allah’ın emrini reddedip küfre düştüğünden, ebediyen cehennemde kalacaktır. Onun yeri bellidir.
Nefis ise, Allah’a itaat edip etmesine göre değerlendirmeye tâbi tutulacak, ona göre muamele görecektir.
6. Arası kesin olarak ayrılmamakla birlikte şeytan, daha ziyade dışarıdan çalışır, insanı günah atmosferine çekmeye gayret eder.
Nefs-i emmare, kendisinde barınan inat, kıskançlık, kin, nefret gibi mekanizmaları işleterek içten içe zarar verir.
İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Mehmet Yavuz ŞEKER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder