6 Ocak 2023 Cuma

TÜRKLER VE YAHUDİLER-1

  Genel Hatlarıyla Türkler ve Yahudiler:


Yahudiler’in kitleler halinde Türk topraklarına yerleşmeleri 1492’den sonra olmuştur. Ancak bu topraklarda, 1492’den önce, Yahudilerin bulunup bulunmadığı üzerinde kısaca durup sonra, asıl konumuza, 1492’den sonraki duruma geçeceğiz.


Türkler, Anadolu’yu fethetmeye başladıklarında, hemen her yerde az-çok Yahudi bulmuşlardı. Bu Yahudiler, Hz, Davud’tan sonra kral olan Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra Kuzeyde Asur Kralı’nın son verdiği İsrail’in, Güneyde Babil Kralı’nın son verdiği Yahuda’nın bakiyeleri olduğu anlaşılmaktadır.


Asur hükümdarı Tiglat Falasar, istimlak ve göçettirme siyasetini tatbike başlayıp, İsrail devletinden kovulan esir Yahudileri Asur memleketinin muhtelif yerlerine dağıtmıştır. Sonra bu usûl, Bâbil Kralı II. Buhtunnasar (Nebukadnezar) tarafından da tatbik edilmiş ve Yahudi esirleri Babilin muhtelif yerlerine sürülmüştür. Babil Kralı II. Buhtunnasar (M.Ö. 605-562) Kudüs (Yeruşalâym) şehrini istilâ etmiş ve Yehuda’yı ele geçirmiştir (M.Ö. 586). Kudüs tahrip edilmiş Yahudi devletine son verilmiştir. İsrailoğulları (Yahudiler) esir alınıp, Babil’e sürgün edilmiştir. Yahudilerin Süleyman Mabedi (Beyt-Ha Mikdaş) tahrip edilmiş ve Perslerin' Filistin’i zaptına kadar Bâbil sürgünü devam etmiştir (M.Ö. 586-538) (44). Fakat VII. yüzyılda Yeremiya, Tanrı’nın Buhtannasar’ı kullanarak «Tanrı’nın kavmini», cezalandıracağını haber vermektedir.


Gerek îsrail, gerek Yahuda’nın yok olmasını müteakip Yahudi ahalisinin bir kısmı, Mısır’a giderek, orada koloniler teşkil etmişlerdir. Kurus, Babilin bağımsızlığına son verdikten sonra. Benî İsrail’in memleketlerine dönmelerine ferman çıkarmış; fakat zengin ve işleri yolunda olanlar, bulundukları yerlerde kalmayı tercih etmiş, ancak bir kısmı Filistin’e dönmüştür. Zamanla, Filistin’e dönmeyen bu aileler, civar yerlere giderek, kâh mevcudiyetlerini muhafaza, kâh içlerinde yaşamış oldukları cemaatlere -örf ve âdetleriyle dinî merasimleri muhafaza etmek suretiyle- kısmen karışarak İleri Asya’nın (Küçük Asya) muhtelif yerlerine yerleşmişlerdir. Bir kısmı da Şam’dan başlayarak Kuzey’e doğru çıkmış; Halep, Maraş ve Anadolu’ya, İzmir, İstanbul’da birer tortu bıraktıktan sonra, Rumeli’ye (Edirne, vs. yerlere) yayılmışlardır. Fakat Yahudiler, buralarda kuvvetlenen Hıristiyanlardan zulüm ve hakaret görmüşlerdir.


Henry Ford, Yahudilerin dünyaya dağılışlarını şöyle anlatıyor: “... Roma, Ortadoğu’ya hâkim olunca, M.S. 63’de Pompeius, Kudüs’ü aldı. Ancak üç sene sonra yeni bir isyan patlak verdi. İsyan, 70 senesine kadar sürdü ve General Titus tarafından ezildi. Kudüs yıkıldı, bir harabe haline geldi. Bu tarihten sonra geri kalan Yahudiler dünyaya dağıldılar”. Bu dağılmadan sonra Yahudilerin Anadolu sahillerine yerleştikleri ve Türklerle temasta bulunduklarını Avram Galanti şu şekilde belirtmektedir; «Miladın 70 senesinde Kudüs, Roma İmparatoru Titus’un eline düştüğü vakit, binlerce Musevî esir, Romalıların hesabına çalışmak üzere Mısır’a gönderilmiş ve binlercesi memleketlerinden kovulmuşlardır. Bu esirleri, ihtiyarî muhacirleri ve kovulanları sonra müteaddit yerlerde ve meselâ Anadolu’nun sahillerinde görüyoruz.


Sahillerde Musevî cemaatlere tesadüf olunuyorsa da, İleri Asya’da Türklerle beraber temasta bulunan Musevî izlere de tesadüf olunuyor. Irak Türkleri, zannolunduğundan daha eski zamanlarda o taraflarda bulunuyorlardı. Talmut'ta anbar, küpe, lâife gibi Türkçe kelimeleri görüyoruz ki, bu kelimelerin, Musevîler ile Irak Türkleri arasındaki temas neticesi olarak, İbranîce’ye girmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Selçuk Türkleri arazisinde Musevîler vardır.»


Yahudi tarihinden kronolojik sıraya göre bahseden Tanyu; Yeruşalaym’ın (Jerusalem -Kudüs)' Pompey tarafından ele geçirilmesini, Yahudilerin dağıtılmasını, Roma’nın Yahudileri itaati altına almasını ve Filistin’in zaptını (M.Ö. 63 yılı olayları arasında) zikrediyor ve devamında şöyle diyor: «Ağustos 70 Romalı ordu kumandanı, sonra kral olan Titus, Roma hakimiyeti ve baskısına isyan eden Yahudilere karşı harekete geçerek Yeruşalaym’ı zaptetti. Bu savaş sırasında bütün şehir yândı, yıkıldı. Beyt-Ha Mikdaş (Süleyman Mabedi), alevler içinde kaldı. Eylül ayında, kaçan, gizlenen, son defa karşı koyan Yahudi müdafîler yakalanıp öldürüldü. Beyt-Ha Mikdaş’ın sadece batı duvarı kaldı. Batı duvarı, Türkler tarafından, Osmanlılar zamanında ‘Ağlama duvarı’ diye adlandırılan, Avrupalıların ‘Şikâyet Duvarı’ dedikleri yerdir. Yüzlerce yıl Yahudiler bu duvar önünde toplanıp ağlamışlar, dua etmişler, eski günleri anmışlardır. Osmanlılar zamanında Türkler bu duvarı korumuşlar, hattâ onarmışlardır. Bu sebeple tamamen tahripten kurtulmuştur. Diğer duvarlar ve Süleyman Mabedi yıkılmıştır.


Yahudi esirler, Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere Mısır’a sevkediliyor. Binlerce Yahudi, Yeruşalaym (Kudüs) ve çevresinden kovuluyorlar. Yahudiler bölük bölük Filistin'i terkediyorlar. Bu, Yahudiler için büyük felâket yılı oluyor.» (Bunların, M.S. 70 yılında, dünyaya dağılış haritasını, Lewis Browne, «Stranger Than Fiction» adlı eserinin 157’nci sahifesinde vermektedir).


Hayrullah Örs; Hanibâl’ın yenilmesi ve Romalıların Akdeniz’in tek efendileri olmasıyla bu devletin ölüm saatinin çaldığını, bağımsız bir Yahuda devletinin kalmadığını ve buranın bir Roma eyaleti olduğunu belirtir. O, «Ama Yahudilik, tarihin beşiği olan kutsal şehirinden uzakta geçireceği iki bin yıllık yurtsuzluk devresine girmeden, bir kere daha kaderiyle boğuşmaya kalkacak, bir kere daha ‘Makus talihini’ yenmeye çalışacaktır» dedikten sonra, Filistin’in Roma eyaleti olmasını, başında sözde Yahuda krallarından Herodes ailesinin bulunmasını, bu ailenin de, kendi menfaatleri için, Roma’nın Kudüs’ü yıkmasına yardım ettiğini, o zamana kadar da bu şehrin, Romalıların gelenekleri gereğince, kutsal karakterini koruduğunu ifade etmekte ve şöyle demektedir: «Yahudilerin bu ızdırap yıllarında tek bir ümitleri vardır: MESİH’in gelmesi». Görülüyor ki Mesih, dar günlerinde Yahudileri kurtaracak ve Kudüs’e geri getirecek veya Kudüs’te onları toplayacak bir kurtarıcıdır.


Yukarıdaki kaynaklarda, Yahudilerin Filistin’den çıkarılmaları ve buradan dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olmaları anlatılıyor. Bütün kaynaklarda Roma hakimiyetinden sonra yeryüzüne dağıldıklarında ittifak vardır. Tarihler de aşağı yukarı aynı sayılır. Mühim olan olayın cereyan edişidir. Galanti, Yahudilerin Türklerle olan temasını buraya kadar getiriyor. Hattâ, Tevrat’ın tefsiri mahiyetinde olan Talmud’a giren bazı kelimelerin Türkçe oluşunu buna bağlıyor,


Yahudilerin biri Kudüs’te, diğeri Babil’de yazılan iki Talmud’ları vardır; Kudüs’te yazılana Kudüs (Yeruşalem) Talmud’u, Babilde yazılana da Babil Talmud’u denilmekledir. Kudüs Talmudu’nun tamamlanması IV. yüzyılda; Babil Talmud’unun tamamlanması ise V. yüzyılda olmuştur. Ayrıca 800 yılından sonra Yahudiliği kabul etmiş olan Hazar Türklerinin de Türkçe Tevrat’larının olduğu belirtilmektedir, Selçuklular da 1070- 1080’de Suriye ve Filistin’i; 1071'de Kudüs’ü fethetmişlerdir. Böylece Türklerle Yahudilerin ilk teması başlamış; 1203’de Engizisyon mahkemelerinin kurulması ve Hıristiyanların Yahudilere zulmetmesi ile bu temas daha da şıklaşmıştır. Bu tarihten sonra Yahudiler, dünyanın her yerinde zulüm ve işkenceye uğramış, bulundukları yerlerden sürülmüşlerdir. İşte bu sırada imdatlarına Türkler yetişmiştir.


1394’de Fransa Kralı VI. Şarl, bir kısım Yahudiyi Fransa’dan çıkarmış, bunlar Türkiye’ye sığınmışlardır. (Daha önceden kalma ufak Yahudi toplulukları Selçuklu, Osmanlı topraklarında bulunuyordu). 1326’da Sultan Orhan, Bursa’yı zaptettiği zaman, orada bir Yahudi cemaati bulmuştur. Ötedenberi zulüm, işkence ve baskı altında yaşayan Yahudiler, bugüne kadar gördükleri kötü muameleye bir yenisinin ekleneceği korkusuyla, Türklerin Bursa’yı almalarından sonra, şehri boşaltmış, daha sonra Türklerin ne kadar âdil ve âlicenap olduklarını öğrenince Bursa’ya tekrar geri dönmüşlerdir. Bir müddet sonra da civar şehirlerde bulunan Yahudiler, Bursa’ya gelmişlerdir. Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa Gelibolu’yu; Sultan Murad Ankara’yı aldığında buralarda küçük ve Edirne’yi aldığı zaman da büyük bir Yahudi kalabalığı ile karşılaşmıştır. Edirne, Trakya’da bulunan Yahudilerin ruhanî ve İçtimaî; Selânik de, Makedonya Yahudilerinin dinî ve ticarî bir merkezi haline gelmiştir. Türkler, hakimiyetleri altına aldıkları unsurların dinî ve İçtimaî vaziyetlerine müdahale etmiyor; tam bir vicdan hürriyeti içinde onların ayinlerine, âdetlerine riayet gösteriyorlardı. Türk hâkimiyeti başladığı zaman Yahudiler, İslâm taassubunun kendilerini sileceğinden korktular. Sonradan, bunun, böyle olmadığını görünce rahat bir nefes aldılar. Türklerin devamlı harplerle meşgul olmalarından da istifade ederek geniş miktarda ticaret işlerine koyuldular.


Türklerin, padişah ve topyekûn kavmiyle, Yahudilere gösterdikleri yakın ilgi ve samimiyeti Yahudi tarihçisinin şöyle yazdığını Galanti -ki bu da bir Türkiye Yahudisidir- naklediyor: «Türklerin gelişi, bir sülâlenin değişmesi değil, onlar (Yahudiler) için bir vaziyetin değişmesi idi. Yahudiler zulmetten nura, esaretten hürriyete kavuşmuşlardır. Yahudiler, Türkler’e yalnız galip ve toprağın efendisi nazariyle değil, kendi dinleriyle yakınlığı olan kardeş nazariyle bakmışlardır. Bilmukabele Türkler dahi, Hıristiyanların kendilerine ve dinlerine karşı olan husumetini bilerek Yahudilere muhabbet bağlamışlardır. Türklerin Yahudilere itimat ve emniyetleri vardı. Çünkü onlarda (Yahudiler), Yahudiliği İslam’a yaklaştıran sünnet, oruç, ibadethanelerdeki sadelik gibi âdetlerin mevcut olduğunu görmüşlerdir».


Yukarıdaki Yahudi tarihçisinin itirafına Atilhan şöyle cevap veriyor: «Bu itiraf veyahut temiz kalpli Türkleri avlamak için yapılan bu riyakârlık Balkan Harbinde Türk muhasara ordusunun ve Türk milletinin uğradığı hiyanetle en büyük bir tezat teşkil eder.


Bütün tarih boyunca ayağına çelme atılmadığı, arkasına kahpece hançer saplanmadığı her vakit muzaffer olmuş ve onun her mağlubiyeti muhakkak bir hiyanetten ileri gelmiştir. Bu hiyanetler silsilesinin %95’i İsrailoğullarının hissesine isabet eder.


Edirne dört taraftan düşman ordusuyla sarılıp kahramanca müdafaaya başladığı ilk dakika, Yahudi tarihçinin kendilerini ‘zulmetten nura, esaretten hürriyete’ kavuşturduğunu itiraf ettiği Türklerin ve müdafaa ordusunun can düşmanına, boğazına, iaşesine ellerini uzatmıştı.» Ayrıca o, harb yıllarında; tuz, şeker ve diğer gıda maddelerinin Yahudiler tarafından bir okka şeker dört altın liraya -ki o zaman tuzun okkası yirmi para, şekerin okkası altmış para imiş- satıldığını; yine, hükümetin arama korkusundan bu gıda maddelerini kuyulara gömüp bardakla sattıklarını ve harp yıllarında Bulgarlar adına casusluk ettiklerini de kaydediyor.


Yahudi tarihçisinin itiraflarında hakikat payı vardır. Çünkü, o güne kadar her millet tarafından hakaret gören, «çıfıt» diye her yerden kovulan Yahudiler, gerçek rahat ve huzuru Müslüman Türk idaresi altında bulmuştur.


Din yönündeki yakınlığa gelince: Hak dinlerin kaynağı birdir. Bütün Hak dinler birbirini tamamlar. Ancak Yahudilik ve Hıristiyanlık «muharref» (tahrif edilmiş) olduğu, yani mukaddes kitapları sonradan yazıldığı için asliyetini muhafaza, edememiş ve arasına kul sözleri girmiştir. Bununla beraber, ilâhi öze ait bazı izlerin bulunması, inançlarda ve kıssalarda, bazı benzerliklerin olması normaldir ve vardır da. Ancak bu, iki dinin aynı olduğu anlamına gelmez. İslâm son ve «en ekmel» dindir. Diğer dinlerin eksiklerini düzeltmiş, yanlış noktalarını aydınlatmış ve gerçeklerini ortaya çıkarmıştır. Diğer husûs, Hıristiyanlara karşı Yahudiler’e muhabbet duyulmasıdır. Bunun Hz. Muhammed devrinde de denenmiş olduğu, fakat müsbet bir sonuç vermediği görülmüştür.

Atilhan’ın tenkidine gelince; yüzde doksanbeş genellendirme yapmasına katılmamız mümkün değildir. Çünkü bir toplumun içerisinde ihanet etmiş kişilerin bulunması, bizi, hepsi böyledir yargısına götürmez. Ancak, hepsinin iyi olduğu, Türk milletinin bütün bu şefkatine karşılık, ihanet etmiyecekleri yargısına da götürmez. Şu tarihî bir gerçektir ki; bir milleti, dış düşmanlardan çok, iç düşmanlar yıkmıştır.


Sultan Orhan’ın 1326’da Bursa’yı almasıyla, Yahudilerle yakın temas başlamıştır. O zamandan, Yahudi dönmesi Torlak Kemal’in (1419-20) isyanına kadar (bir asır), Yahudilerden hükümete karşı Önemli bir isyan olmamıştır,


Torlak Kemal ve Bedreddin Simavı :


Torlak, Ansiklopedik sözlükte «genç ve beceriksiz hovarda, alışmamış hergele» ve diğer bir sözlükte gezginci bâtını» mânâlarına geldiği görülür. Ziya Şakir, tarihlerde Torlak Kemal diye geçen bu Yahudinin gerçek adının Torlak Hûd ve babasının adının Cemal olduğunu, Şeyh Bedreddin Simavî ve kâhyası Börklüce Mustafa'nın başlattıkları yeni «din» için kendilerine böyle bir Yahudi seçtiklerini belirtiyor. Ziya Şakir’in dinî olarak belirttiği bu hareketi Galanti, İçtimaî olarak belirtiyor ve 1416’da Şeyh Bedreddin’in İçtimaî inkılâbına iştirak ile İslâm’ı kabul eden Torlak Kemal’ın Manisalı bir Yahudi olduğunu ve bunun, o zaman Manisa’da bir Musevî cemaati bulunduğuna delâlet ettiğini açıklıyor.


Torlak, Manisa ve çevresinde kendi düşüncesiyle Simavnalı Bedreddin’in düşüncelerini karıştırarak, Börklüce Mustafa ile beraber, Bedreddin adına isyana girişiyor. Torlak Kemal, Rumlar arasına giriyor ve Hıristiyanları ayaklandırarak bu olayda büyük rol oynuyor. Ancak, Ord. Prof. İ. H. Uzunçarşılı, Şeyhlikten Şahlığa geçmek, isteyen Bedreddin Simavî’nin kendisine yardımcı Yahudi «dönmesi» Torlak Kemal'i seçtiğini, o zaman kendisine Torlak Hu Kemal denildiğini, âyin ve erkân-ı batılınca bir erkân tuttuğunu ve «şeriat’»a muhalif çok işler işlediğini; taifesine «Kemalîler» denildiğini; Manisa tarafında olan Torlak’ın üzerine Şehzade Murad ve Bayezid Paşa’nın, Börklüce isyanını bastırdıktan sonra, gittiğini ve avanesiyle birlikte Torlaki astırmak suretiyle bu Alevî kıyamını da bastırdığını kaydediyor.


Görüldüğü üzere bu isyan, Rum ve Hıristiyanlarla beraber alevîleri de içine almaktadır, Anadolu’da Börklüce Mustafa ile Torlak Kemalın, Rumeli’de Şeyh Bedreddin’in isyanları olmuştur... Bu isyanların akıl hocalığını yapan ve sistemleştiren Şeyh Bedreddin, torunu Hafız Halil’in yazmış olduğu manzum “Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin”e göre, Anadolu Selçukluları hükümdarı Alâüddin Keykûbat’ın neslindendir,


Bedreddin’in ceddi olan Abdülazîz, Osmanlıların Rumeli istilasında da bulunmuş ve Dimetoka Muhaberesi'nde şehid olmuştur. Abdulazîz’in İsrail adındaki oğlu Dimetoka kal'ası Rum beyinin kızını almış ve bu izdivaçtan Şeyh Bedreddin doğmuştur. Bedreddin’in doğum yeri, tahminen 770/M. 1368 tarihine doğru, Edirne yakınındaki (Karaağaç ile Dimetoka arasında) Samavna Karasındır. Kendisi, «Samavna»ya veya, sonradan yakıştırma suretiyle yanlış olarak, Kütahya'nın Simav kasabasına nisbet edilerek Bedreddin Simavî denilmiştir. Tahsilini Konya, Mekke ve kahire gibi o devrin en mühim ilim merkezlerinde yaptığı; Mısır Sultanı Baruk, Timur-Leng ve muhtelif Osmanlı hükümdarlarıyla temasta bulunduğu; fıkıh, tasavvuf ve siyâset sahasında şöhret sahibi olduğu yolunda rivayetler vardır.


Şeyh Bedreddin, 1397'de, şeyhinin vefatı üzerine, bir müddet Kahire'de onun yerine şeyh olmuş ve sonra Anadolu’ya dönmüştür, Anadolu’da Karaman, Germiyan, Aydın elinde Tire ve diğer Alevîlerle meskûn yerleri dolaşmış, bu dolaştığı sıralarda Bâtıni akidesini yaymağa başlamış ve gezdiği yerlerde hep alevî Türkmenlerle temas kurarak maksadına göre, onları hazırlamak istemiş; daha sonra Rumeli’ye geçip Edirne’de yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle görüşerek, yavaş yavaş, faaliyetini genişletmiştir. Şeyh Bedreddin’in bu faaliyeti, Osmanlı devletinin parçalanıp, şehzadelerin birbiriyle mücadele ettiği zamana tesadüf etmektedir. Bunun şöhreti her tarafta duyulunca, Edirne’de hükümdarlığını ilân eden Musa Çelebi, Bedreddin’i kazasker tayin etmek suretiyle, nüfuzunun yayılmasına yardım etmiş ve Şeyh de bundan istifade etmesini bilmiştir. Onun bu çalışmasının gayesi, hükümdarlığı elde etmek gibi görülmektedir. Şeyh Kazaskerliği sırasında, Börklüce Mustafa’yı da kethüdalığa getirmiştir. Musa Çelebi yerine tahta geçen Çelebi Sultan Mehmed, onu bu görevden uzaklaştırmış ve iki oğluyla beraber İznik’te ikâmete memur etmiştir. Şeyh Bedreddin, burada ikâmet ederken, kethüdası ve sonra halifesi olan Börklüce Mustafa’nın Karaburun taraflarında faaliyette bulunduğunu haber almış; çocuklarını İznik’te bırakarak Kastamonu’ya kaçmış, oradan Sinop’a geçmiş ve sonra da Eflâk voyvodasının yanına gitmiştir.


Börklüce Mustafa, Karaburun’da, İzmir’de Urla yarımadasının kuzey tarafında; Yahudi dönmesi Torlak Kemal, Manisa’nın kızılbaşlarla meskûn mıntıkalarında çalışarak Anadolu’da; Şeyh Bedreddin de, Rumeli’de bir isyan hazırlığına girişir. Bedreddin, Eflâkdan Osmanlı topraklarına geçer; Silistre, Dobruca ve Deliorman’da taraftarlar bulur. Bunları başına toplar ve ayaklanma mıntıkası olarak, alevîlerle meskûn olan Deliorman’ı seçer.


Bu durumu bir komünist ihtilâli olarak nitelendiren İ, Hâmi Danişmend şöyle diyor; «Bu komünist ihtilâlinin aynı zamanda hem Anadolu’da hem Rumeli’de olması çok esaslı surette tertib edildiğini gösterir. Bilhassa İsfendiyâr Bey’le, Prens Mirçe’nin bu tertibata dahil oldukları ve müşterek maksatlarının da Fetret devrinden henüz çıkmış olan Osmanlı devletinin başına eskisinden daha büyük bir buhran açmaktan ibaret olduğu muhakkaktır... Manisa taraflarında da gene bu teşkilâta mensup Torlak Kemal isminde bir Yahudi, binlerce taraftar bulmuş ve bunlar da bazı menbâlarda (Kemâlîler) ismini almıştır: Bu harekete bir Yahudinin de iştirak etmesi Şeyh Bedreddin'in din ve mezhep farklarına bakmamasındandır». Yahudinin bu hareketini Şeyh Bedreddin’in din ve mezhep farkına bakmamasının yanında, o güne kadar dönmüş görünen Yahudilerin, fırsatı ganimet bilerek, gâyelerini gerçekleştirme fırsatı olarak görmelerinde aramak, kanaatimizce daha isabetli olur. Faaliyetini alevîler arasında yürütmesindeki sebep ise, fikirlerini kabul ettirmek ve birliği daha rahat bozmak için alevîleri en müsait topluluk olarak görmesindendir. Hedefin bu şekilde seçilmiş olmasını daha fazla izaha lüzum görmüyoruz.


Anadolu tarafında ilk önce Karaburun hareketi bastırılıp Börklüce Mustafa idam edilmiş, ondan sonra da Manisa taraflarındaki Kemalîler cezalandırılıp, Torlak Kemal öldürülmüştür. Sonra da Şeyh Bedreddin üzerine gidilmiş; yakalandıktan sonra ulemadan mürekkep bir heyet tarafından sorguya çekilip, muhakeme edilmiş ve idam fetvasını kendisi imzalamıştır (Ölümü tahminen 1420-1421).


Şeyh Bedreddin Simavî’nin fıkıh sahasındaki görüş ve düşünceleri» «Camiu’l-Fusuleyn»de; tasavvuf ve felsefe konusundaki görüş ve düşünceleri «Varidat» adlı eserinde toplanmıştır. Varidat Bedreddin Simavî’nin en meşhur eseridir. O, bu eserinde, «Panteizm» e varan görüşleri savunmaktadır. Vâridat’ta Tanrı için şöyle demektedir: «Hak, etkili olması bakımından ilâhtır, etkilenmesi bakımından kuldur, yaratıktır, zorlanmıştır, mahkûmdur, kahredilmiştir. Dolayısiyle bütün eylemler, tümü ile Hakk’ındır; suretler ise onun aletleridir. Ama kul, Hakk’ın ancak kul suretinde bulunabileceğini bilmediğinden, kendinde Hakk’ın varlığı dışında bir irade, bir eylem, bir varlık bulunduğunu sanır. Bu anlayışsızlık, aletin varlığı, onu yapanın varlığına bağlı olduğu halde, aletle meydana getirilen eserin, dalgınlık yüzünden, alet tarafından yapılmış olduğunu sanmak gibidir. Böyle düşünüp böyle görmek, anlayışsızlıktan ileri geldiği için çirkindir. Eğer Hakk'ı ve kendinin Hakk olduğunu bilerek iradeyi ve eylemi kendine mal ederse, çirkinlik ortadan kalkar. Çünkü özel bir eylem, özel bir suretten doğar. Bu aşamada bu eylemi yapan Hakk suretinin de, kendini bu suretle gösterdiğini düşünesin! Buna göre, ermiş kişi, «yaptım, ettim diyebilir; cahil diyemez». Aynı eserin başka yerinde Şeyh Bedreddin, kitaplarda gelen ve ağızlarda dolaşan cennet, huri, köşkler, ağaçlar, meyveler, ırmaklar, işkence, ateş... ve benzerlerinin anlamlarının açık olmadığını; bunların ancak seçkin kişiler tarafından bilinen başka anlamlarının olduğunu ileri sürer (Bkz. Varidat, s. 61, 73). Bedenin dirilmesi hakkındaki görüşü de şöyledir: «Bu vücut için süreklilik, yoktur; yok olduktan sonra da parçaları eski hallerine dönmek üzere birleşemezler. ölüleri diriltmekten maksat bu değildir.


Huri, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, meyveler... ve benzerlerinin hepsi hayâlde gerçekleşir, duyumlarda değil. Cin de öyledir ve adı bunu doğrular. Çünkü duyumlardan gizlenmiştir. Onu gören, dıştan gördüğünü sanır. Oysa hayal kuvvetiyle görmüştür; gördüğü gerçek değildir».


Şeyh Bedreddin’in Hz. İsa ve cesetlerin dirilmesi hakkındaki görüşü ise şu şekildedir: «İsa Aleyhisselam, madde olan vücudu ile ölü, ruhû ile diridir. İsa, Tanrı’nın ruhudur; yani onun ruh yönü daha üstündür. Ruh için ölüm olmayacağından ‘İsa ölmedi' dediler. Bu, büyük ihtimalle ‘maddî varlığı ölmedi’ demek değildir. Böyle bir şeyin olmayacağını anlayasın! Sekiz yüz sekiz (1405) yılında bir Cuma günü gördüğüm yeşilli iki kişiden birinin elinde İsa. Aleyhisselâm’ın cesedinin öldüğünü herkese duyuruyorlardı.


Cesetlerin dirilmesi, avamın düşündüğü anlamda gerçekleşemez. Yer yüzünde insan cinsinden hiçbir varlığın kalmayacağı bir zaman gelebilir. Sonra anasız ve babasız, topraktan bir insan türer ve üreyerek çoğalır.


Felsefesinin esası «Panteizmce (Vahdet-i Vücud) dayanan Bedreddin Simavî, madde âleminin ezelî ve ebedî olduğunu; Allah’ın mahlûkattan ayrı bulunmadığını savunur. İslâmî anlayıştaki “Haşr” ve «Ahiret» inancım kabul etmez. O, Melek ve Şeytan mefhumlarını da «İyilik» ve «Fenalık» kuvvetleri şeklinde anlar. «Cennet ve Cehennem, câhillerin zannettiği gibi olmayıp, bu dünyadaki iyilik ve kötülüklerin ruhlardaki tatlı ve acı tezahürleri» olduğunu kabul eder. «Bu vaziyete göre şiddetli bir Materialiste (Maddeci) demektir. Cemiyeti alâkadar eden fikirleri de büsbütün mevzûata mugayirdir. Şeyh Bedreddin bu cephesi itibariyle çok şiddetli bir komünisttir; arazi ve emvalin taksimini, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki farkların ve İslâm dininde ‘Muharremat’ ismi verilen memnûniyetlerin helâl sayılmasını terviç (revaç) eder.

Yalnız kadın meselesinde iştiraki tecviz edip etmediği pek belli değildir; hattâ müridlerine izafe edilen ‘mum söndürme’ âdetinin kendisiyle alâkadar olup olmadığı da şüpheli kalmış bir meseledir. Bu hareket, Musa Çelebi’den sonra başlamış olmasına rağmen Musa Çelebi’nin bu fikirlerin tesiri altında kaldığını ve Süleyman Çelebi’yi sarsmak, Müslümanlarla beraber Hıristiyanları da kazanmak için bu fikirlerden istifade etme yoluna gittiği ihtimali üzerinde durulmaktadır. I. Mehmet tahta geçince, Musa Çelebi’nin kadıaskeri ve taraftarlarını sürmüştür.


Bu İsyancıların fikirlerine göre, dünya, insanların ortak malıdır. Mülkiyet, mal topluca kullanılmalıdır. Şahsiyet ve ferdiyet reddedilmiştir. Her güzel şey Cennet, her kötü şey Cehennem’dir. İbadetin sınırı, biçimi yoktur. Cesedin yeniden dirilmesi imkânsızdır. Bunları savunanlar, onların bu gibi fikirlerini, görüşlerini akılcı ve gerçekçi bulmaktadırlar. Ancak bu fikir ve düşüncelerin ne akılcılıkla, ne de gerçeklikle ilgisi vardır. Bu nasıl bir gerçek, nasıl bir akılcılıktır ki; insanın nasıl ve neden yaratıldığı hatırlanmamaktadır. İnsan topraktan yaratıldığına göre yemden yaratılmaması için hangi engel, hangi sebep mevcuttur?


Her güzele tapınmayı, kadın erkek farkı gözetmemeyi benimseyerek bir nevi demagoji ve ona karşı yıkıcı birtakım hareketlere, öldürücü bir mücadeleye girişme, hangi gerçekçi, hangi güzellik ilkesine uygundur? însânın, nefsin bekâsını, insan hakları ile ilgili varlığına uygun, ölçülü ve meşru bir mülkiyet, mal anlayışı ve aile müessesesini yıkmak kime ne kazandırır? Ayrıca Avrupa Haçlı zihniyetinin karşısında îslâm’ın savunuculuğunu yapan bu toplumu zaafa uğratmak, yıkmak, iç savaşa itmek ancak düşmanlara yarar ve onlara bir hizmet olur. Bunu da aslen kendisini Türk ve Müslüman hissetmeyenler içinde bulmak mümkündür.


Nazım Hikmet, Materyalist (Komünist) fikirleri, Marks’tan önce Şeyh Bedreddin Simavî’nin savunduğunu ve kendisi de fikirlerini ondan aldığını İfade etmekte; Marks'la Şeyh Bedreddin arasında bir bağ kurmağa çalışmaktadır. Böylece de o, savunduğu komünist fikirleri meşrulaştırmak için bir kaynak bulma gayreti içine girmektedir.


Bir Yahudi yazarın, Türkçe olarak, Kudüs’te basılan eserinde, Torlak Kemal ile ilgili kanaatini aynen vermekte yarar görüyorum: «Şeyh Bedreddin isyanında Torlak Kemal önemli bir rol oynamış olmakla birlikte, hem bu 'sosyalist ideolojide’, hem de isyan fikrinde bir Yahudi etkisinden söz etmek zordur. Üstelik Torlak Kemal dinini bırakarak-muhtemelen propaganda yaptığı Müslüman çevrelerine yabancı görünmemek için- Müslümanlığa geçmiştir. Bununla birlikte, Bizans zulmü altındaki eylemsizlikten sonra, Osmanlı yönetiminin hemen ilk yıllarında bir Yahudinin -olumlu ya da olumsuz- bu denli, ciddi ve faal rol oynama durumuna gelmiş olması kayda değer bir olaydır. Bu olay, herşeyden önce, bazı Yahudilerin ve belki de genel olarak Osmanlı Yahudi cemaatlerinin kısa süre içinde yeni kültürlerine 'entegre’ olduklarına işarettir» (Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri, Kudüs İbrani Üniversitesi, Yahudi Kültürü Türkçe Yayınları Serisi 1, Jerusalem 1982, sf. 23-24).


Yukarıda bahsettiğimiz olayda, büyük rol oynadığı ileri sürülen Torlak Kemal'in aslen Yahudi olduğunu ve sonradan İslâm’ı kabul ettiğini görüyoruz. Samimî bir Müslümanın bu fikirlere, bilerek, rağbet etmeyeceği malûmdur. Böyle olunca, Torlak Kemal, karşımıza bir “Yahudi dönmesi” olarak çıkmaktadır. İsyan, ne sadece Ziya Şakir’in dediği gibi dinî, ne de Galanti’nin belirttiği gibi İçtimaîdir. İsyan hem dinî, hem İçtimaî ve hem de felsefîdir. Çünkü, onlar, hem yeni bir din getirme, hem de İçtimaî düzeni değiştirip yerine maddeci bir düzeni hâkim kılma, fikirlerini de felsefî bir temele oturtma gayreti içine girmiştir. Bu fikirler, o sırada yükselme devrine adım atmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu içten çökertmeye ve muhtemelen yıkmaya matuf bir hareket olsa gerektir. Benzer örneklerini, İslâm’ın yayılması sırasında da görmüştük. Kendisini gerçek Türk ve Müslüman hissetmeyenler sahte kisveye bürünerek, sinsî emellerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Çünkü bilirler ki gerçek çehreleriyle ortaya çıkmaları, insanların aldatılıp arkalarından sürüklenmelerine yardımcı olamaz.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak