Malazgirt meydan savaşı
Doğu - Anadolu'ya yönelen Bizans imparatorunu karşılamak amacıyla, Diyarbakır üzerinden Ahlat'a ulaşan sultan Alparslan, burada kuvvetleriyle birlikte kendisini bekleyen emir Afşin ile karşılaştı. Sultan, karısı ve veziri Nizamülmülk'ü hazinesiyle birlikte Hemedan'a gönderdi ve onlara "Kendisine süratle asker göndermeleri" hususunda talimat verdi. Sultanın beraberinde, yedek atlarıyla birlikte dört bin Hassa askerinden başka, Anadolu'ya akınlarda bulunan Selçuklu prens, emir ve Türkmen beylerinin kumandalarındaki takriben 40 bin akıncı kuvveti, ayrıca Büyük Selçuklu devletine tabi çeşitli bölgelerden 10 bin kadar atlı kuvveti kendisine katılmış idi. 200 bin kişilik ve çeşitli milletlerden oluşturulması sebebiyle birlikten yoksun Bizans ordusuna karşılık, sayıları aşağı - yukarı 50 bin kişiyi bulan ve genellikle atlılardan meydana gelen Selçuklu ordusu, küffara karşı manen Türklük ve cihat ülküsüyle donatılmıştı. Sultan Alparslan'ın beraberinde, Gevherayin, Afşin, Savtekin, Sunduk, Aytekin, Tarankoğlu (Serhenkoğlu), Ahmetşah, Demleçoğlu Mehmet, Duduoğlu gibi Anadolu'ya sürekli akınlarda bulunan tecrübeli Selçuklu emirleri vardı. Ayrıca Kutalmışoğullarından Mansur, Süleyman, Devlet ve Alpilek ile Artuk, Tutak, Danişmend, Saltuk, Mengücük, Çavlı, Çavuldur ve Porsuk gibi Selçuklu devletinin en değerli ve savaş tekniğini son derecede iyi bilen emirlerin de savaşa katıldığı, bazı kaynaklarda ifade edilmiştir.
Sultan Alparslan, yukarıda sözünü ettiğimiz öncü savaşlarından bir süre sonra ordusuyla birlikte Ahlat'tan hareketle Ahlat- Malazgirt arasında bulunan Rahve ovasına gelip ordusunun su ihtiyaçlarını sağlamak amacıyla, bu yörelerdeki dağlardan inen sularla beslenen bir çay yörelerinde karargahını kurdu; buralardaki tepeleri elegeçirerek ovayı kontrolü altına aldı (24 Ağustos 1071). Bugün Süphan dağının Malazgirt yönündeki kuzey eteklerinde bulunan Sultan ve Ziyaret Tepeler'e, sultanın buralarda Genel Karargahını kurmasıyla ilgili olarak bu adların verilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan Bizans imparatoru, ordusuyla Malazgirt'ten hareket ettikten biraz sonra, Selçuklu ordusunun çok yakınlara kadar gelip ovaya hakim olduğunu öğrenince büyük bir telaşa kapıldı; onun bu telaş ve heyecanı ordusunu da etkiledi. Bundan faydalanan ve Bizans ordusunda rehin olarak getirilmekte olan Malazgirtliler, kaçıp Selçuklu ordusuna katıldılar. Alparslan, Bizans ordusuna oranla Selçuklu ordusunun çok az oluşu sebebiyle kesin sonuçlu bir meydan savaşına girişmeye henüz karar vermedi. Görünüşte barış önerisinde bulunmak, gerçekte ise Bizans ordusunun durumunu tespit ettirmek amacıyla, Abbasi halifesinin (Kaaim Biemrillah) kendisine yolladığı elçisi Ehul-Ganaim İhnül Mahlehan ile Selçuklu emiri Savtekin'in başında bulunduğu, yani hem halife, hem de kendi adına, bir elçi heyetini imparatora gönderdi. Sultan, imparatora gönderdiği önerisinde "Ülkene geri dön, barış yapmak istersen, bunu Bağdad halifesi aracılığıyla yaparız, aksi takdirde biz, azim ve kararımızı, içtenlikle bağlı olduğumuz Ulu Tanrı'ya bırakırız" dedi. Öncü savaşlarını kaybetmesine rağmen, askerlerinin çokluğuna ve iyi donatılmış olmasına güvenen ve savaşı kazanacağından emin görünen imparator, Alparslanın, bu elçi heyetini, sıkışık bir durumda bulunduğu için gönderdiğini sanmış ve önerisini sert ve kaba bir biçimde reddetmiştir. O, Selçuklu heyetine "Ben, bu üstün ve kudretli duruma, pek çok para ve çaba sarfederek eriştim. Barış, ancak ve ancak Selçuklu başkenti Rey'de yapılacaktır. Ben, İslam ülkelerine, kendi ülkem gibi hakim olmadan asla geri dönmeyeceğim" dedikten sonra "İsfahan mı güzeldir, yoksa Hemedan mı?" diye sorunca heyet başkanı İbn ül- Mahlehan, "İsfahan" diye cevap verdi. Bunun üzerine imparator "Hemedan'ın çok soğuk olduğunu haber aldım, bu bakımdan biz, lsfahan'da kışlayacağız, hayvanlarımız ise Henıedan'da kışlayacaklardır" dedi. Bu alaylı sözler karşısında İbnül- Mahleban, ona "Hayvanlarınız Hemedan'da kışlayabilirler, ama sizlerin nerede kışlayabileceğinizi bilemem" şeklinde çok anlamlı sözler söyledi. Güya Selçukluları Anadolu'dan çıkarttıktan başka bütün İslam ülkelerini de elegeçirme planlarını daha şimdiden uygulamaya kalkışan imparator, Iran, Irak, Suriye ve Mısır'a beraberindeki generalleri atadı, ancak hilafet başkenti Bağdad'ı bunun dışında tutarak “iyi bir insan ve bizim dostumuz olan o şeyh'e (yani halifeye) dokunmayınız" dedi. Böylece geri dönen Selçuklu elçi heyeti, imparatorun, barış hususundaki red cevabını sultana arz edince, savaşın artık kaçınılmaz bir duruma geldiğini anlayan ve Hıristiyan bir tarihçi CH. Lebeau'nun ifade ettiği üzere, "Romanos'tan daha babayiğit ve cesur olan, ancak barış hususunda çaresizlik içinde kalan, bu sebeple de kılıca sarılmak gerekliliğini anlayan sultan Alparslan," savaş hazırlıklarının derhal bitirilmesini emretti. Bu sırada sultanın imamı ve fatihi Buharalı Ebu Nasr Muhammed, ona: "Ey sultanım, sen, Tanrı'nın diğer dinlere üstün kıldığı İslam dini için savaşıyorsun, bu sebeple lslam ülkelerindeki camilerde bütün hatiplerin Müslüman halkla birlikte senin için dua edecekleri Cuma günü, öğle namazı sırasında, düşmana saldır. Ben, Ulu Tanrı' dan, zaferi senin adına yazmasını beklerim" diyerek onu moral bakımından kuvvetlendirdi. Ayrıca Bağdad Abbasi halifesi Kaaim Biemrillah da, o sıralarda bütün İslam dünyasının yakından ilgilendiği Malazgirt savaşının Alparslan tarafından kazanılması hususunda, Muslayaoğlu Ebu Said'e, bir dua metni hazırlatarak Cuma namazında bütün lslam ülkelerindeki minberlerde okutulmasını emretti. Bugün elimizde bulunan ilgili lslam kaynaklarında yer alan bu dua metni aynen şöyledir:
Alparslan için okunan hutbe
Tanrım! İslam sancağını yükselt ve İslama yardım et! Şirki, başını ezmek ve kökünü kazımak suretiyle yok et! Sana itaat için, canlarını feda edip kanlarını, sana tabi olma hususunda akıtan senin yolunun mücahitlerini, onları kuvvetlendirerek yurtlarını, güvenlik ve zaferle dolduran yardımlarından yoksun kılma! Mü'minlerin emirinin burhanı olan Şehinşahü'I - azam (yani Sultan Alparslan)'ın senden dilediği yardımı esirgeme ki o, bu sayede hükmünü yürütür, şanını yayılır kılsın ve zamanın güçlükleri karşısında kolayca yerinde tutunabilsin. Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu, lütufkar ve her zaman etkili olan desteğinden yoksun kılma! Onun, kafirlerin karşısındaki bugünkü günü, yarınına da yetsin. Ordusunu meleklerinle destekle, niyet ve azmini hayır ve başarıyla sonuçlandır! Çünkü o, senin ulu rızan için rahatını terketti; malı ve canıyla buyruklarına uymak amacıyla, senin yoluna düştü. Çünkü sen "Ey iman edenler, can yakıcı bir azaptan kurtaracak bir yolu size göstereyim mi? Tanrı'ya ve onun Peygamberine inanıyorsanız, onun yolunda, can ve malınızla savaşırsınız" diyorsun. Senin sözün gerçektir. Tanrım! o, nasıl senin sözüne uyup şeriatının korunmasında, gevşeklik göstermeden buyruğuna uymuş ve düşmanlarına bizzat karşı koyarak dinine hizmet için gecesini gündüzüne katmışsa sen de ona zafer kısmet eyle, dileklerinde ona yardımcı ol, kaza ve kaderini, onun için iyi ve hayırlı bir şekilde tecelli ettir! Onu öyle bir koruyucu ile kuşat ki, düşmanların her türlü hilelerini defetsin ve lütfunla, bu koruyucu onu, güzel sıfatların içinde, en emin ve sağlam ellerle korusun! Yapmak istediği her işi, ona kolay kıl! Böylece onun, düşmana karşı giriştiği bu "Kutsal Hareket", zaferden ışık alsın ve şirk zümresinin, hak yollarını göremeyip sapıklıkta gözleri yumulsun. Ey Müslümanlar, doğru bir niyet, içten bir azim ve Tanrı'dan korkan temiz kalplerle ve birlik bahçesinden kısmet alan inançlarla Sultan Alparslan için Tanrı'ya yalvarıp yakarınız! Çünkü eksiklerden yoksun olan Yüce Tanrı şöyle buyuruyor : "Ey Muhammed, 'onlara dualarınız olmazsa Rabbim size niçin değer versin' de". Ey Müslümanlar, Alparslan'ın şerefli olarak düşmanlarını yoketmesi, sancağını yükseltip zaferlerin en son derecesine ve amacına erişmesi hususunda, Tanrı'ya dua ve niyazda bulununuz!. Tanrım! onun bütün güçlüklerini kolaylaştır ve şirki, onun önünde boyun eğdir!
Bu duanın, savaş günü, başta hilafet başkenti Bağdad olmak üzere, bütün İslam ülkelerinde, derin bir inanç ve içtenlikle yapılacağının yayılması, bütün Türk kumandan ve askerleri üzerinde moral yönünden kuvvetli bir etki yapmıştır. Sultan Alparslan, bir kısım atlı kuvvetlerini bugün Malazgirt'in sağ taraflarında bulunan ve ilçenin sağ- arka yörelerine kadar uzanan küçük bir yarma vadi boyunca kurduğu pusulara yerleştirdi, kendi de merkez hattında yer aldı. Böylece, uygulanacak takdik gereğince, Bizans ordusu, önce yarım bir çenber, daha sonra da tam bir kuşatma altına alınacaktı. Öte yandan Bizans ordusunun sol kanadında Rumeli kuvvetleriyle Nikephoros Bryennios, sağ kanadında Uz askerleriyle Aliattes, merkez hattında kırmızı atlastan bir giysi giymiş olan imparator Romanos Diogenes, gerideki ihtiyat kuvvetlerinin başında da imparatorun üvey oğlu (eski imparator Ioannes Dukas'ın oğlu) Andronikos Dukas yer almışlardı. XI. yüzyıl Bizans vekayiname müelliflerinden ve Romanos Diogenes'in Harp Divanı başkanı olarak onun seferlerine katılmış olan Mihael Attaleiates'in (Ölümü 1079'dan sonra), bugün elimizde bulunan eserindeki (İslam kaynaklarında yer almayan) kayıtlara göre, "Mehtapsız karanlık bir gecede, baskın düzenleyen Selçuklu atlı birlikleri, Bizans ordugahının dışındaki ırktaşları Türk askerlerini kuşatıp hareketsiz hale getirdikten sonra -belki de işbirliği yaparak- Bizans erzak muhafızlarını yok ettiler . Onların at üstündeki çevik hareketleri, yağdırdıkları oklar, insanı şaşırtan savaş çığlıkları, Bizans ordugahında ölüm ve dehşet saçtı. Bu arada Bizans askerleri ordugah içlerine ve kaleye sığınmaya çalışıyorlardı, hatta baskın yapan 'Selçuklu atlılarının da Bizanslılarla birlikte kaleye girdikleri ve ordugahın bütün ağırlıklarıyla ellerine geçtiği' haberleri bile yayılmıştı. Kimin kaçtığı, kimin kovaladığı, kimin düşman, kimin dost olduğu anlaşılamıyordu; özellikle Bizans ordugahındaki Uzlar, bu kargaşalığı bir kat daha artırıyorlardı". Ayrıca, bir Norman şairinin kaleme aldığı Gesta Roberti Wiscardi destanında:
"Bu gece baskını sırasında imparator, kendilerini kuşatan Selçuklu kuvvetlerinin dikkatlerini çekmek ve böylece kendilerini biraz olsun toparlayabilmek amacıyla, hazinede bulunan para, değerli giysiler, çeşitli altın, gümüş kapları ordugahın içine serptirdi. Böylece ganimete dalan Selçuklu kuvvetleri, kendilerini izleme ve yok etmeyi bırakacaklardı. Fakat bu plan gerçekleşemedi; çünkü bu değerli eşya, Bizans ücretli askerleri tarafından kapışıldıktan sonra bunların arasındaki Türk asıllı olanları, elegeçirdikleri ganimetlerle birlikte ırktaşları Selçuklu birliklerine katıldılar".
Böylece, daha esas savaş başlamadan, bu gece baskını sonucunda, Bizans ordusuna maddi ve manevi bir darbe vurulmuş oldu. Bununla birlikte Bizans ordusunun yeniden toparlanmada büyük bir çaba gösterdiği anlaşılıyor. Gerçekten birkaç gün sonra, karşılıklı olarak savaş düzeni alan Selçuklu ve Bizans ordu birlikleri, 25 Ağustos 1071 gününü böylece geçirdiler. Bu arada Selçuklu atlı birlikleri, devamlı olarak tekbir sesleriyle boru ve davullar çalıp haykırarak ve oraya buraya oklar atarak karşılarındaki Bizans askerlerini moral bakımından çökertmeye çalıştılar. Buna karşılık Bizans askerleri arasında da çanlar çalınmaya başladı. Bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan ve ak giysileri giyerek '"Ölürsem kefenim bu olsun" diyen sultan Alparslan, Cuma sabahı, ordugahtaki bütün kumandanları toplayarak onların önünde, Tanrı'ya şöyle bir yakarıda bulundu:
"Ey Tanrım! sana müvekkil oldum ve bu cihatta sana yaklaştım; şu an senin huzurunda secdeye kapanıyor ve yalvarıyorum. Bu sözlerim, benim gerçek duygularımı yansıtmıyorsa beni, beraberimdeki yardımcılarımı kahret!. Eğer içtenliğimi kabul edersen hu cihatta düşmanlara karşı bana yardımcı ol ve beni muzaffer bir sultan kıl!". Bu duadan sonra sultan kumandanlarına şu hitabede bulundu:
Alparslan'ın orduya hitabı
"Ben Tanrı'ya kendini veren muhtesipler gibi sabırlıyım ve hayatını tehlikelere atan kimselerin yaptıkları gibi, gazilerin başında savaşacağım. Eğer Tanrı, kendisinden beklediğim üzere, beni başarıya ulaştırırsa bu güzel bir sonuç olacaktır; eğer durum bunun tersi olursa oğlum Melikşah'ı yerime geçirip ona itaat etmenizi sizlere vasiyet ediyorum". Büyük bir heyecan ve inançla sultanı dinleyen kumandanlar, hiç duraksamadan hep bir ağızdan "Baş üstüne" dediler. Sultan, 26 Ağustos 1071 Cuma günü, bütün kumandan ve askerleriyle birlikte Cuma namazı kıldı ve onlara son olarak şu hitabede bulundu:
"Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana kadar biz azınlıkta, düşman çoğunlukta olarak böyle bekleyeceğiz? Ben, Müslümanların camilerde bizler için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Galip gelirsek arzu ettiğinıiz sonuç gerçekleşecektir, aksi takdirde şehit olarak cennete gideriz. Beni izlemek isteyenler gelsinler, istemeyenler ise serbestçe geri dönebilirler. Bugün burada, ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Bugün ben de sizlerden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım. Biz, Müslümanların eskiden beri yapageldikleri bir gaza yapıyoruz".
Sultanı tam bir dikkat ve heyecanla dinleyen asker ve kumandanlar hep bir ağızdan:
"Ey sultan, biz, senin kulların olarak sen ne yaparsan biz de aynı şeyi yapar ve sana yardımcı oluruz, istediğin biçimde hareket et" dediler. Sultan Alparslan, vakit kaybetmeden Türk töresi gereğince, bizzat atının kolanını sıktı ve kuyruğunu bağladıktan sonra ok ve yayını atarak kılıç ve topuzunu aldı; kumandan ve askerler de kendisi gibi yaptılar, fakat onlar, ok ve yaylarını yanlarında alıkoydular. Artık büyük tarihi savaş başlamak üzere idi. Öte yandan Bizans imparatorunun son olarak topladığı savaş meclisinde yapılan müzakerelerden sonra "Taarruz" fikri benimsendi. İmparator, eskiden Romalıların uyguladıkları savaş taktiklerinden dikdörtgen düzenini uygulamak istedi. Esasen bu düzen, çok uzun bir alanı kapsaması ve kolayca yarılma tehlikesine düşülebileceği sebebiyle, tecrübeli kumandanlar tarafından pek kullanılmamakta idi. Yine Roma savaş yöntemine göre hareket eden Romanos Diogenes, ordugahının çevresini bir hendekle çevirterek kazıdan çıkan toprakları ordugah tarafına yığdırdı. Böylece imparator, ordugahını, sağlam Malazgirt kalesinde değil, ancak dışında bir yerde kurmuş oldu. Bu sıralarda Bizans ordusunda, bir yandan saldırı hazırlıklarının son safhaları tamamlanırken, bir yandan da dini törenler yapılıyor, ellerinde renkli bayraklar tutan kumandan ve papazlar, askerler arasında dolaşarak onları moral bakımından kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı. Öte yandan Selçuklu ordusunun merkez hattında yer alan sultan Alparslan'ın komutasındaki atlı birlikler, tekbir sesleri, boru ve köslerden çıkan etkili gürültüler yanında, insan ruhunda heyecan yaratan devamlı haykırışlarla hareket halinde idiler. Çok geçmeden bu kuvvetler, okçuların savunma desteğiyle Bizans ordusunun merkez hattına, onları taarruza kışkırtan düzme bir saldırıya geçtiler. Pusulardakine oranla daha az sayıda olan bu kuvvetleri yok etmek amacıyla derhal saldırıya geçen Bizans imparatoru, Türklerin eskiden beri uyguladıkları bozkır savaş taktiği gereğince, savunma savaşı yapa yapa yavaş yavaş, sanki kaçar gibi, çekilmekte olan Selçuklu atlı kuvvetlerini izlemeye başladı ve bu sıralarda da oldukça ağır kayıplar verdi. Bizzat sultan Alparslan tarafından büyük bir ustalık ve maharetle uygulamakta olan bu düzme geri çekilme harekatı tam bir başarıya ulaşmıştı. Şöyleki: Selçuklu pusularının bulunduğu hatlara kadar ilerlemiş olan imparator, artık genel karargahından epeyce uzaklaşmıştı. Büyük Sultan'ın, ordusuna, kesin sonuçlu bir meydan savaşı için genel bir taarruz emri verme zamanı artık gelmiş bulunuyordu. Çok geçmeden bu emir verildiği zaman Bizans ordusu, pusulardaki Selçuklu atlı kuvvetleri tarafından ciddi bir şekilde tehdide başlandı. İmparator, hatasını anlamakta artık çok geç kalmıştı. Pusulardaki Selçuklu atlı kuvvetleri, saldırıya geçtikleri sırada, Alparslan da komutasındaki merkez hattı kuvvetlerinin taktik gereği, çekilmesini durdurmuş ve onları karşı saldırıya geçirmişti. İşte bu anlardan itibaren şaşkınlığa düşen Bizans ordusunun savaş düzeni bozulmaya başladı. İlk Selçuklu darbesini yiyen Bizans merkez hattı, süratle çenber içine alınmakta idi. Bu hatta bulunan imparator, Nikephoros Bryennios kumandasındaki sol kanattan yardım istemişse de artık pusulardan çıkmış bulunan Selçuklu atlı birlikleri, buna imkan vermediler. Öte yandan Aliattes'in kumandasındaki sağ kanat kuvvetleri de yine Selçuklu atlı birlikleri tarafından bozguna uğratıldılar. Bu arada, bu kanatta yer alan Uz ve Peçenek atlı kuvvetleri, başlarında Tamış adlı beyleri oldukları halde, kendi öz soydaşlarına karşı savaşmayarak Bizans saflarından ayrılıp Selçuklu kardeşlerinin tarafına geçtiler. İşte bu olay, ünlü Bizans komutanı Nikephoros komutasındaki sol kanadın tamamen çöküp dağılmasına sebep oldu. Bu durum karşısında imparator, ordusunu geriye çekip karargahın arka tarafında toplamak için büyük çaba göstermişse de ardı arkası kesilmeyen Türk saldırıları ve dolayısıyla ok yağmuru sebebiyle, uygulamak istediği bu harekatı da başaramadı. Çok geçmeden Bizans ordusu tam bir çenber içine alınmış bir duruma getirildi. Esasen geride takviye kuvvetlerinin başında bulunan ve üvey babası Romanos Diogenes'e adeta bir düşman gözüyle hakan Andronikos Dukas, Bizans ordusunun bozulup tam bir çenber içine düştüğünü ve hatta imparatorun öldüğünü ilan etmiş ve çarpışmalara katılmaksızın daha da gerilere çekilmişti. Aynı şekilde Bizans'ın özellikle mezhep ayrılığı ve baskıları sebebiyle hoşlanmadıkları Ermeni birlikleri de savaş alanından çekilmişlerdi. Bunlardan başka, kendi başına buyruk olan ücretli Frank askerleri komutanı Ursel, kendisinin sabırsızlıkla yardıma gelmesini bekleyen imparatora gitmeyip, Ahlat yörelerinden derhal uzaklaşarak batı yönüne, kendisini güvencede gördüğü bir yere çekildi. Sultan Alparslan, kuşatılan Bizans ordusunun yok edilmesi harekatını yönettikten başka, bizzat at üstünde, bir asker gibi, oraya buraya koşuyor, zaman zaman kılıç ve süngüsü ile düşman askerlerine saldırıyordu. Bu sırada değerli Selçuklu emirlerinden Aytekin, atından inip yer öperek ona : "Bir sultanın Müslümanlara merhamet etmesi gerekir; bir eşi daha bulunmayan o değerli varlığını savaşa sokup ölüm tehlikesine atmamalı, rahatı, savaşa tercih etmelidir" dedi. Sultan, çok sevdiği bu emirin bu sözlerine karşılık olarak : "Bu zalim milleti yok edersem o zaman rahata kavuşurum. Benim bu rahatsızlığım sonunda, Müslümanlar esenliğe kavuşacağından ben, bu rahatsızlığı, bir rahatlık sayarım" dedikten sonra Aytekin'i savaşa teşvik ettiği gibi, kendisi de aynı şekilde hiç durmadan savaşmıştır. Öğle vaktinden akşama, hatta geceye kadar devam eden bir meydan savaşında, koskoca Bizans ordusu yenilgiden kurtulamadı. Kuşatılan ordunun büyük bir kısmı kılıçtan geçirilmiş, çok sayıda general tutsak alınmış, askerlerden ancak bir bölümü, kaçarak canlarını kurtarabilmişti. Bozgun sırasında imparatorun özel çadırı, tahtı, hazinesi, imparatorluk tacı'nın bazı değerli taşları, çok değerli bir inci, çeşitli silah ve savaş aletleri ganimet olarak Selçuklu askerlerinin eline geçti. Artık hiç bir çıkış ve kaçış imkanı bulamayan imparator Romanos Diogenes, at üstünde kılıcıyla çarpışmalara katılmış, elinden yaralandıktan başka atı da bir okla vurulup yere yıkılmış, bir kargaşa halini alan savaş alanında yaya kalmıştı. Yaralı bir halde, akşam karanlığından faydalanarak emin bir yere çekilip akıbetini beklemekte olan imparator, kaçan atını aramaya çıkan emir Saduddevle Gevherayin'in bir askeri tarafından bir rastlantı sonucu görülmüştür. Bu asker, altın tolgalı ve yine altınla örülmüş bir zırhı bulunan hu adamın, değerli bir kimse olduğu kanısına varınca, ödül alırım düşüncesiyle, onu öldürmekten vazgeçti, ellerini bağlayarak çadırına getirip bütün gece burada yanında alıkoydu. Ertesi gün emir Gevherayin'e gösterilen ve daha sonra da onun tarafından sultan Alparslan'ın karargahına götürülen bu tutsağın, Bizans imparatoru olabileceği düşünülmüşse de bu hususta bazı şüpheler uyanmıştı. Fakat çok geçmeden, savaştan önce, imparatora elçi heyetiyle birlikte gönderilen hadim Şadi'nin onu tanıması, ayrıca öncü savaşları sırasında tutsak alınan general Basilakis ve diğer ilerigelen Bizans tutsaklarının onu görür görmez ağlayarak ayaklarına kapanmaları, bu tutsağın "Bizans imparatoru Romanos Diogenes" olduğu hususunda hiç bir şüphe bırakmamıştır. İslam, Bizans, Ermeni ve Süryani kaynaklarının özellikle belirttiklerine göre, sultan Alparslan, imparatora, bir savaş tutsağı değil, bir konuk hükümdar muamelesi yapmıştır. Gerçekten sultan, onun imparator olduğunu tespit ettirip anlayınca derhal onun için "özel bir çadır kurulmasını ve emrine hizmetkarlar tahsisini, ayrıca kendisine, özel masrafları için her gün, yeterli miktarda para verilmesini" emretti. Sultan, bir süre sonra huzuruna getirtip süslü ve güzel bir yere oturttuğu imparatora şunları söyledi:
imparator sultanın katında Tutsak
"Sana, barış konusunda, halifenin elçisini gönderdiğim halde, sen bunu niçin reddettin?. Sana, düşmanlarımın (Erbasgan ve ailesi) bize teslimi için emir Afşin ile haber gönderdiğim halde, bundan niçin kaçındın?. Daha önce, anlaştığımız halde, bunu bozup, benimle savaşmak suretiyle, bana neden zulmettin?. Savaştan vazgeçip memleketine dönmen hususunda, sana, daha dün haber gönderip teklifte bulunmama, 'Buraya gelebilmek ve amacıma ulaşmak için pek çok para sarfettim ve dolayısıyla çok asker topladım. İslam ülkelerini, kendi ülkeme katmadan nasıl geri dönebilirim ve ülkeme karşı girişilen bu istilaların sonuçlarını nasıl mazur görebilirim' diye cevap verdin?".
Bunun üzerine imparator:
"Ey sultan, ülkeni almak amacıyla para sarfedip çeşitli milletlerden asker topladım, buna rağmen zaferi sen kazandın. Ülkem böyle perişan, ben de tutsak olarak senin huzurundayım. Bu durumda beni lütfen azarlama ve bana sert sözler söyleme, ama istediğini yap" deyince sultan ona:
"Eğer zaferi sen kazansaydın ve beni böyle tutsak alsaydın ne yapardın?" diye sorunca imparator: "Fena şeyler" diye karşılık verdi. Bunun üzerine sultan: "Gerçekten doğru söyledin, eğer bunun aksini söyleseydin, o zaman yalan söylemiş olurdun". Daha sonra sultan huzurundakilere: "Bu, akıllı ve baba yiğit bir adamdır, bu bakımdan onun öldürülmesi doğru değildir" dedikten sonra imparatora: "Şimdi sana ne yapacağımı sanıyorsun?" diye sorunca imparator "Bana şu üç şeyden birini yapabilirsin: Birincisi, öldürmek, ikincisi, elegeçirmek istediğim ülkende beni halka ibret olsun diye, teşhir etmek, üçüncüsü ise yapmayacağın bir şey olduğu için söylenmesi gerekmez" dedi. Sultan: "Bu nedir?" diye sorunca imparator: "Affetmek, takdir ettiğin para ve armağanlar ile iyi niyetimin kabulü ve Bizans ülkesinde senin bir kumandanın ve bir naibin olarak beni memleketime geri göndermendir. Eğer beni öldürtürsen bu, sana bir fayda sağlamaz, çünkü başka birisini benim yerime imparator yaparlar" dedi. Onun bu sözlerine karşılık sulta: "Seni affetmek niyetindeyim, ancak sen, ümitsizliği giderilmiş ve hakkındaki kararımı öğrenmiş bir kimse olarak, seni serbest bırakacak para, yani kurtuluş akçası'nın miktarını söyle" dedi. İmparator: "Sultan, istediği miktarı söylemelidir" dedi. Sultan'ın "10 milyon altın" demesi üzerine imparator: "Benim hayatımı bağışladığın için Bizans ülkesine sahip olmak senin hakkındır. Tahta çıktığımdan beri ordu hazırlayıp savaş yapmak amacıyla Bizans'ın mal ve paralarını tükettim, bu sebeple halk yoksullaştı. Eğer durum böyle olmasaydı istediğinden çok daha fazlasını verirdim" dedi. Böylece Alparslan ile Romanos Diogenes arasında yapılan müzakereler sonunda, aşağıdaki maddeleri kapsayan bir barış antlaşması yapıldı:
Barış antlaşması
1- İmparator kurtuluş akçası olarak bir buçuk milyon altın verecek,
2-Bizans devleti, her yıl, Selçuklu devletine 360 bin altın vergi ödeyecek,
3-Bizans'ın elinde bulunan bütün İslam tutsakları serbest bırakılacak,
4 - Bizanslılar, gerektiğinde Selçuklulara askeri yardımda bulunacak,
5-İmparator, kızlarından birini sultanın oğluna verecek,
6 - İmparator, yeniden tahta oturduğu takdirde Antakya, Urfa, Menbic, Malazgirt kent ve kalelerini Selçuklulara bırakılacak.
Barış antlaşması yapıldıktan sonra imparator, sultana: "Yerime başka birisi geçirilmeden önce beni süratle İstanbul'a yollayınız. Aksi takdirde amaca ulaşılamaz ve ben de imparator olarak Bizans tahtına geçemem, bu durumda da barış şartlarından hiç birisi yerine getirilemeyecektir" dedi. Bu müzakerelerden sonra kendisine tahsis edilmiş olan özel çadırına çekilen imparatora 10 bin altın borç verildi. O da bu altınların bir kısmını yakınlarına dağıttı, bir kısmıyla da tutsak generallerden birkaçının serbest bırakılmasını sağladı. Bununla birlikte sultan Alparslan'ın emriyle geri kalan tutsak Bizans generalleri kurtuluş akçası alınmaksızın serbest bırakıldılar.
Ertesi gün, sultanın huzuruna yeniden getirilen imparatora, özel bir giysi ve elegeçirilen kendi tacı giydirildi. Bu sırada sultan ona : "Sana güveniyor ve sözlerine inanıyorum, bu sebeple seni ülkene yollayarak hükümdarlığına iade edeceğim" dedi. Daha soma sultan, üzerinde kelimei şehadet (Tanrı'dan başka ilah yoktur, Muhammed onun elçisidir=La ilahe illallah Muhammedun Resulullah) yazılı bir bayrak hazırlatarak ona verdi. Sultan, atına binip imparatorla birlikte 1 - 2 km. giderek onu uğurladı. Vedalaşma sırasında imparator, atından inerek sultana tazimde bulunmak istemişse de sultan, buna engel olmuş ve "kendisiyle daima dost kalacağı" hususunda ant içtikten sonra onu kucaklayıp vedalaşmıştır. Daha sonra sultan lsfahan'a ve kendisine iki hacip ve 100 Hassa askeri eşlik edilen imparator da İstanbul'a doğru hareket etmişlerdir.
Malazgirt yenilgi ve bozgundan bir fırsat bulup kaçarak İstanbul'a gelebilen bazı askerlerin durumu bildirmeleri üzerine, toplanan Bizans senatosu, Romanos Diogenes'i tahttan indirip yerine VII. Mihael Dukas'ı (1071-1078) imparator ilan etti. Öte yandan Erzurum ve Şebinkarahisar üzerinden Amasya (veya Tokat)'ya geldiği zaman durumu haber alan Romanos Diogenes, yeni imparatora bir mektupla şunları bildirdi:
"Ben, para sarfedip asker toplamak, ordu kurup savaşa girişmek suretiyle, Hıristiyan dinini yüceltmek için elimden geleni yaptım. Bununla birlikte zaferi, Müslümanlar kazandı. Bu sonucu, hiç kimse değiştiremezdi. Sultan Alparslan'ın eline tutsak düşünce o, bana, hiç ummadığım bir şekilde iyi davranışlarda bulundu ve beni, barış için ödeyeceğim para miktarını tespit ve kararlaştırdıktan sonra lütuf ve ihsanlarda bulunarak serbest bıraktı. Hükümdarlıktan ayrılarak sof giyip bu kaleye yerleştim ve senin, başkalarından daha çok hakkın olan Bizans tahtına çıkmandan dolayı Tanrı'ya şükrettim. Şimdi sultanın durumu ve bana yaptığı iyilik ve insanlığı sana bildiriyorum. Onunla yaptığım barışı sakın bozma. Bu teklifimi kabul edip uygularsan Hıristiyanlığın korunması hususunda, sultanla senin aranda aracılık yaparım, yok eğer kabul etmezsen sen bilirsin. O zaman benim için kararlaştırılmış olan parayı, yani kurtuluş akçasını ver ve beni bu yükten kurtar". Romanos Diogenes'in hu önerisini olumlu karşılayan yeni imparator Mihael Dukas, "sürekli savaşlar sebebiyle, Bizans hazinesinde çok az para kaldığını" bildirerek geri kalanını sonra ödemek üzere, ona, kurtuluş akçasının ancak bir kısmını yolladı. Diogenes, bu paralarla birlikte Amasya'dan topladığı 200 bin altın ve içinde, değerli taşlarla bezenmiş altın bir leğen, ibrik ve tabak bulunan 70 bin altın değerindeki mücevheratı, sultana verilmek üzere, kendisiyle birlikte gelen iki Selçuklu hacibine teslim etti ve onlara, "Bunlardan daha fazlasını göndermesinin mümkün olmadığını, sultana bildirmelerini" söyledi. Ayrıca kendisine eşlik eden iki hacib ve askerlere de para ve çeşitli armağanlar verip onları geri yolladı. Romanos Diogenes, bir süre sonra, Bizans tahtına yeniden çıkmak amacıyla, harekete geçmişse de kendisine karşı gönderilen Konstantin Dukas ile Tokat yörelerinde tutuştuğu savaşta yenilgiye uğradı. Daha sonra o, 1072 yılında imparator Mihael Dukas'ın kendisine karşı sevkettiği oğulluğu Andronikos Dukas ile Tarsus ovasında giriştiği savaşı da kaybetti. Çok geçmeden "hayatının bağışlanması" şartıyla teslim olan Romanos Diogenes, getirildiği Kütahya'da gözlerine mil çekilerek hapse atıldı; o, bu acıklı durumunu, bu sıralarda lsfahan'da bulunan sultan Alparslan'a gönderdiği bir mektupla bildirmiş, çok geçmeden sevkedildiği Kınalı adada, ıztıraplar içinde, feci bir şekilde hayata gözlerini yummuştur (Ağustos 1072).
Zaferin akisleri ve sonuçları
Özellikle bütün islam dünyası'nın çok yakından izlediği Malazgirt Meydan Savaşı sonunda sultan Alparslan, başta Bağdat Abbasi halifesi olmak üzere, diğer bütün İslam memleketleri hükümdarlarına birer Fetihname göndererek kazandığı zaferi müjdeledi. Bu zafer haberi, bütün İslam ülkelerindeki insanlar üzerinde derin bir etki meydana getirdi. Zafer mektubu (Fetihname) Bağdad'a halifeye getirilip, halifelik ileri gelenleri ile sarayın önünde toplanan halka, törenle okundu, bu vesileyle büyük coşku ve şenlik gösterileri yapılmış, davullar çalınıp borular öttürülmüş, ayrıca zafer takları da kurulmuştur. Öte yandan halife Kaaim Biemrillah, sultan Alparslan'a değerli armağanlarla birlikte özel bir mektup göndererek kazandığı bu eşsiz zaferden dolayı kendisini kutladı. Mektupta ona Tanrı'nın desteğine mazhar, galip ve muzaffer evlad, en büyük sultan, Arap ve Acem hükümdarı, dünya hükümdarlarının efendisi, Müslümanların yardımcısı, insanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tacı ve İslam ülkelerinin sultanı gibi ünvanlarla hitap etmiştir. Halifeden başka diğer İslam memleketleri hükümdarları da bu sıralarda lsfahan'da bulunan sultan Alparslan'a ayrı ayrı özel heyetlerle değerli armağanlar ve tebriknameler gönderip kendisini kutlamışlardır. Ayrıca devrin şair ve edipleri sultan hakkında kaside ve çeşitli övgüler kaleme almışlardır. Birçok özel ve genel vekayiname yazan tarihçilerin bu büyük zaferi, Hz. Ömer devrinde, Bizans'a karşı kazanılan ve islam hakimiyetinin Asya ve Akdeniz' de kesin olarak yerleşmesini sağlayan Kadisiyle ve Yermuk zaferlerine benzetmişlerdir. Bu büyük zafer, yalnız İslam dünyasında değil, Bizans ve Avrupa ülkelerinde de dikkat ve ilgiyle izlenmiştir. Zaferden birkaç yıl gibi çok kısa süre sonra Anadolu ve Suriye'de hakimiyetin Türklerin eline geçmesi sonucunda, bütün Avrupa, Bizans'ı kurtarmak amacıyla harekete geçecek ve Haçlı Seferleri'nin hazırlıklarına başlayacaklardır.
Malazgirt Zaferi, Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birisini oluşturan önemli bir olaydır. Bu zafer sonunda, Bizans'ın bütün maddi imkanları kullanılarak hazırlanmış olan büyük ordu, darmadağın edildiğinden zaferi izleyen yıllarda, Türk akıncı kuvvetleri kendilerine karşı belirli hiçbir direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda, Adalar Denizi ve Marmara kıyılarına kadar kolayca ilerlediler. Artık bir millet halinde, sel gibi akmakta olan Türkler, bu kez bir istila ve yağma amacıyla değil, artık fethettikleri bölge ve yörelerde yerleşmeye başlamışlardır. Esasen zaferden sonra, yukarı Fırat'ta Erzurum merkez olmak üzere, Saltuklular (1072-1202), aşağı Fırat'ta Erzincan - Şebinkarahisar şehirleri arasında Mengücükler (1080-1228), Sivas başkent olmak üzere, Orta - Anadolu'da Danişmendliler (1080-1178), Bitlis ve Erzen'de Demleçoğulları {1084-1393), Van Gölü havzasında Sökmenliler (Ahlatşahlar) (1110-1207), Diyarbakır'da Yınaloğulları (1098-1183), Harput'ta Çubukoğulları (1085-1113) ve Hasankeyf, Mardin ve Harput merkez olmak üzere Güneydoğu - Anadolu'da Artuklular (1102-1409) adlarında Türk devletleri kurulmuş ve bu devletler, Anadolunun bir Türk yurdu haline gelmesinde önemli tarihi rollerini oynamışlardır. Genel bir sonuç olarak ifade edilebilir ki, Malazgirt zaferi ve bu zaferin eşsiz kahramanı Ulu Sultan Alparslan'ın Türk ulusuna en büyük armağanı, bugün üzerinde yaşamakta olduğumuz bu yurdun baştan başa fethedilerek bu ülkede bağımsız bir devlet haline gelip, dünya siyasetinde önemli roller oynamamızı sağlamış olmasıdır.
Malazgirt Zaferi'nden sonra lsfahan'a dönen sultan Alparslan, Maveraünnehr'e büyük bir sefer hazırlıklarına başladı. Bununla beraber o, Anadolu'yu ihmal etmemiş, özellikle Romanos Diogenes'in bertaraf edilmesi sonucunda, onunla yaptığı barış antlaşmasının geçerliliğini yitirmesi üzerine, "Selçuklu prens, emir ve Türkmen beylerinin Anadolu'da istila ve fetih hareketlerini sürdürmeleri" emrini vermiştir. Bu emir üzerine, özellikle emir Kapar (Kebir), Murat suyu yörelerinde fetihlere girişti. Malazgirt Zaferi'nden, sultan Alparslan'ın ölümü (24 Kasım 1072) arasında geçen aşağı - yukarı bir yıllık bir sürede, Anadolu'da yapılan Selçuklu fetihleri hakkında, daha fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu'nun etnik durumu süratle değişti. Esasen Horasan'da Büyük Selçuklu Devleti'nin kurulmasından (1040 Dandanakan Zaferinden) sonra ve tabii olarak Malazgirt Zaferini izleyen yıllarda, Türkistan Maveraünnehr ve Horasan'dan bütün İslam ülkelerine ve özellikle küffar diyarı sayılan Anadolu'ya dalgalar halinde Türk göçleri yapıldı. İslam kaynaklarından başka, çeşitli Bizans Gürcü ve Ermeni vekayinameleri, bu Türk göçlerinin nasıl sürekli ve çok büyük ölçüde yapılmış olduğunu özellikle ifade etmişlerdir. Artık Anadolu'ya yapılan bu göçler, Malazgirt Zaferi'nden önceki devirlerde olduğu gibi, istila ve yağma hareketleri şeklinde değil, bir yerleşme ve yurt tutma amacıyla yapılmıştır. Böylece Anadolu'nun başta Rumlar olmak üzere, Ermeni ve Gürcü nüfusu, Türk nüfus yoğunluğu karşısında çok azınlıkta kalmıştır. İşte Anadolu'nun Türkleşmesi gibi Türk ve dünya tarihinin çok önemli dönüm noktasından birini oluşturan bu sonucu, Ulu Sultan Alparslan'ın kazandığı Büyük Malazgirt Zaferi'ne borçluyuz.
ANADOLU'NUN FETHİ SELÇUKLULAR DÖNEMİ (BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)
Prof. Dr. ALİ SEVİM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder