ERTELEME (1187-1244)
ADİL VE KÂMİL
Döneminin bütün büyük Müslüman yöneticilerinden sonra olduğu gibi, Selahaddin’in ardından da hemen iç savaş çıkmıştır. Ölür ölmez, imparatorluğu parçalanmıştır. Oğullarından biri Mısır’ı, bir diğeri Şam’ı, üçüncüsü Halep’i almıştır. Ama ne mutlu ki, on yedi erkek ve tek kız çocuğunun çoğu çarpışamayacak kadar küçüktür, bu da parçalanmayı bir miktar sınırlandırmaktadır. Fakat sultan, arkasında iki erkek kardeş ve çok sayıda yeğen bırakmıştır ki, bunlar da mirastan paylarını ve eğer mümkünse terekenin tamamını istemektedirler. Eyyubi imparatorluğunun yeniden tek bir şefe, az daha Arslan Yürekli Richard’ın eniştesi olacak olan becerikli müzakereci “adil” el-Adil’e itaat etmesi için, yaklaşık dokuz yıl süren çarpışmalar, ittifaklar, ihanetler ve cinayetler gerekmiştir.
Selahaddin, fazlasıyla iyi hatip, fazlasıyla entrikacı, fazlasıyla hırslı ve Batılılara aşırı iltifatkâr olan küçük kardeşinden biraz çekinmekteydi. Bu yüzden ona çok önemli olmayan bir ikta vermişti: Ürdün’ün doğu kıyısında, Renaud de Châtillon’dan alınan kaleler. Sultan, onun bu kurak ve hemen hiç oturanı olmayan topraklarda asla imparatorluğun yönetimine talip olamayacağını düşünüyordu. Bu, onu yanlış tanıdığını gösterir. El-Adil, 1196 Temmuzunda Şam’ı el-Efdal’den söker alır. Selahaddin’in yirmi altı yaşındaki oğlu, hiçbir yönetim yeteneğinin bulunmadığını göstermiştir. Fiili iktidarı veziri, tarihçinin kardeşi Ziyaeddin el-Esir’e bırakarak, kendini alkole ve harem zevklerine vermiştir. Amcası bir komplo sayesinde ondan kurtularak onu yakındaki Serpad kalesine sürmüş; burada pişmanlıktan kıvranan el-Efdal, sefil hayatını bırakarak kendini ibadet ve zikre vermeye karar vermiştir.
Selahaddin’in Mısır hakimi olan el-Aziz adındaki diğer oğlu 1198 Kasımında, Piramitler yakınındaki bir kurt avı sırasında attan düşerek ölmüştür. El-Efdal, onun varisi olarak tahta geçmek üzere inzivasından ayrılmış, ama amcası bu yeni tacı onun elinden alıp, onu tekrar münzevi hayatına göndermekte hiç zorluk çekmemiştir. 1202’de elli yedi yaşında olan el-Adil, bu tarihten itibaren artık Eyyubi imparatorluğunun tartışmasız hakimidir.
Ünlü ağabeyinin karizmasına ve dehasına sahip değilse de, ondan daha iyi bir yöneticidir. Arap âlemi onun yönetimi altında bir barış, refah ve hoşgörü dönemi yaşamıştır. Kudüs’ün geri alınmasından ve Frenkler’in zayıflamasından sonra cihada gerek kalmadığını düşünen yeni sultan, Frenklere karşı bir arada yaşama ve ticari ilişki siyaseti benimsemiştir; hatta yüzlerce İtalyan tüccarının Mısır’a yerleşmesine izin bile vermiştir. Arap-Frenk âleminde daha önce eşi görülmemiş bir sükûnet yıllarca hüküm sürecektir.
İlk dönemde, Eyyubiler kendi kavgalarının içine sürüklenirlerken, Frenkler, kocaman parçaları kopartılmış olan ülkelerini biraz hale yola koymaya çalışmışlardır. Richard, Doğu’dan ayrılmadan önce, başkenti artık Akkâ olan Kudüs krallığını yeğenlerinden birine, “el-kont Herre”ye, kont Henri de Champagne’a emanet etmişti. Hattin’de uğradığı yenilgiden sonra gözden düşen Guy de Lusignan’a gelince, Kıbrıs kralı yapılarak, şerefli bir şekilde sürgün edilmiştir. Hanedanı adada dört yüzyıl hüküm sürecektir. Henri de Champagne, devletinin zayıflığını telâfi etmek için haşhaşiyunla bir anlaşma yapmanın peşindedir. Onların şeyhi olan dağın ihtiyarını görebilmek için tarikatın kalelerinden el-Kaf’a bizzat gitmiştir. Dağın ihtiyarı Sinan kısa bir süre önce ölmüştür, ama ardılı, tarikatın üzerinde aynı mutlak otoriteye sahiptir. Bunu Frenk ziyaretçisine kanıtlamak için, iki müridine surların tepesinden aşağı atlamalarını emretmiş, onlar da bunu bir an bile tereddüt etmeden yerine getirmişlerdir. Şeyh bu katliamı sürdürmeye niyetlidir, ama Henri ona bu işe son vermesi için rica etmiştir. Bir ittifak anlaşması yapılmıştır. Haşhaşiyun, konuklarını şereflendirmek için, kendilerine verilecek bir öldürme işinin olup olmadığını sormuşlardır. Henri, eğer fırsat çıkarsa onlara başvuracağına söz vererek teşekkür etmiştir. Kaderin cilvesi; Richard’ın yeğeni bu sahneyi gördükten kısa bir süre sonra, 10 Eylül 1197’de Akkâ’daki sarayının pencerelerinden birinden düşerek ölmüştür.
Onun ölümünü izleyen haftalar içinde, bu dönemi belirleyen yegâne ciddi çarpışmalar meydana gelmiştir. Nitekim, fanatik Alman hacılar, Sayda ve Beyrut’u ele geçirmişler ve el-Adil de bu esnada Yafa’yı geri almıştır. Fakat 1 Temmuz 1198’de, beş yıl sekiz ay için yeni bir anlaşma imzalanmıştır.
Selahaddin’in kardeşi bu barıştan iktidarını sağlamlaştırmak için yararlanmıştır. Uyanık bir devlet adamı olarak, artık yeni bir istilayı önlemek için sahil kesimi Frenkleriyle anlaşmanın yeterli olmadığını, bizzat Batı’nın kendine başvurmak gerektiğini bilmektedir. Onları Mısır ve Suriye’nin üzerine denetimsiz savaşçı dalgalarını boşaltmamaları konusunda ikna etmek üzere, İtalyan tüccarlarıyla olan iyi ilişkilerini kullanmak yararlı olmaz mı?
1202 yılında, Mısır naibi olan oğlu el-Kâmil’e (mükemmel), Akdeniz’in en büyük deniz gücü olan Yüce Venedik Cumhuriyetiyle görüşmeler başlatmasını tavsiye etmiştir. Pragmatizmin ve ticari çıkarların dilini konuşan iki devlet çabucak bir anlaşmaya varmıştır. El-Kamil Venediklilere, İskenderiye veya Dimyat gibi Nil deltası limanlarına girişlerini garanti etmekte ve onlara gereken tüm koruma ve yardımı sağlamaktadır; dukalar cumhuriyeti, bunun karşılığında Mısır’a yönelik hiçbir Batı seferini desteklememe sözü vermektedir. Büyük bir tutar ödeneceği vaadi karşısında, bir grup Batılı hükümdarla yaklaşık otuz beş bin Frenk savaşçısını Mısır’a taşıma anlaşması imzalamış olan İtalyanlar, bunu gizli tutmayı tercih etmişlerdir. Becerikli pazarlıkçılar olan Venedikliler, yüklenimlerinin hiçbirini bozmamaya karar vermişlerdir.
Şövalyeler gemiye binmek üzere Adriyatik kentine geldiklerinde, duka Dandolo tarafından sıcak bir şekilde karşılanmışlardır. İbn el-Esir, çok yaşlı, kör bir adamdı ve ata bindiğinde, bineğin gitmesi için bir seyise ihtiyacı vardı, demektedir. Yaşına ve sakatlığına rağmen, Dandolo haç altındaki sefere bizzat katılmaya niyetli olduğunu bildirmiştir.
Ancak yola çıkmadan önce, şövalyelerden üzerinde anlaşmaya varılmış tutarı ödemelerini istemiştir. Ve onlar ödemenin ertelenmesini talep edince, birkaç yıldan beri Adriyatik’te Venediklilerle rekabete girişmiş olan Zara limanının işgâl edilmesi koşuluyla bunu kabul etmiştir. Şövalyeler bu teklife ancak epeyce tereddüt ettikten sonra razı olmuşlardır, çünkü Zara, Roma’nın sadık hizmetkârı Macaristan kralına ait bir hıristiyan kentidir, fakat şövalyelerin seçeneği yoktur: Duka ya bu küçük hizmeti, ya da vaadedilen tutarın hemen ödenmesini istemektedir. Böylece Zara’ya 1202 Kasımında saldırılmış ve kent yağmalanmıştır.
Fakat Venediklilerin gözü daha yukarılardadır. Seferin önderlerini, tahta Batılılara yatkın birini yerleştirmek üzere yolu Konstantinopolis’e saptırmak konusunda ikna etmeye uğraşmaktadırlar. Duka’nın gerçek amacı, elbette cumhuriyetini Akdeniz’in tümünü denetler hale getirmektir, ama ileri sürdüğü kanıtlar çok kurnazcadır. Şövalyelerin Rum “sapkınlar”dan hiç hoşlanmamalarından yararlanarak, Bizans’ın muazzam hazinelerini onlara anlatarak, onların önderlerine Rumların kentinin denetiminin Müslümanlara karşı daha etkili saldırılarda bulunmalarına olanak sağlayacağını açıklayarak, onların bu yönde karar vermelerini başarmıştır. Venedik filosu 1203 Haziranında Konstantinopolis önlerine gelmiştir. İbn el-Esir şöyle anlatmaktadır:
Rumların kralı çarpışmadan kaçtı ve Frenkler genç adaylarını tahta oturttular. Fakat ancak ismen iktidardaydı, çünkü bütün kararları Frenkler veriyordu. Bunlar insanlara çok ağır vergiler koydular ve ödeme olanaksız hale geldiğinde, bütün altınları ve mücevherleri, hatta haçların ve Mesih ikonalarının üzerinde olanlarını da aldılar. Rumlar bunun üzerine ayaklandılar genç hükümdarı öldürdüler, sonra Frenkler’i kentten atıp, kapılara barikat kurdular. Mevcutları çok az olduğundan, Kılıçarslan’ın oğlu Konya sultanı Süleyman’a yardımlarına gelmesi için haber yolladılar. Ama o bunu yapamadı.
Rumların kendilerini savunacak kadar güçleri yoktu. Bunun nedeni yalnızca ordularının mevcutlarının büyük bölümünün Frenk paralı askerlerden oluşması değil, aynı zamanda bizzat surların içinde onlara karşı hareket eden çok sayıda Venedik ajanının bulunmasıydı. Bir hafta bile sürmeyen çarpışmalardan sonra, kent Nisan 1204’te istila edilmiş ve üç gün boyunca talana ve katliama terkedilmiştir. İkonalar, kitaplar, heykeller, Yunan ve Bizans uygarlığının tanığı, sayılamayacak kadar çok sanat eseri çalınmış veya tahrip edilmiş ve kent halkından binlercesi boğazlanmıştır. Musullu tarihçi şunları aktarmaktadır:
Bütün Rumlar öldürüldüler veya soyuldular. Önde gelenlerinden bazıları, peşlerinde Frenkler olduğu halde, Sofya dedikleri büyük kiliseye sığınmaya çalıştılar. Bunun üzerine bir grup papaz ve keşiş, ellerinde haçlar ve İnciller olduğu halde dışarı çıkarak, saldırganlara hayatlarının bağışlanması için yalvarmışlar, ama Frenkler onların ricalarına hiç kulak asmamışlar, hepsini katledip, sonra da kiliseyi yağmalamışlardır.
Frenk ordusuyla birlikte gelen bir fahişe patriğin tahtına oturarak açık saçık şarkılar söylerken, sarhoş askerlerin komşu manastırlarda Rum rahibelerin ırzına geçtikleri de anlatılmaktadır. Tarihin en aşağılık eylemlerinden biri olan Konstantinopolis’in yağma edilmesinin ardından, İbn el-Esir’in dediği gibi, tahta bir Doğu Latin imparatorunun çıkartılmasına sıra gelmiştir. Flandre dükü Baudouin olan bu imparatorun otoritesini Rumlar elbette asla tanımayacaklardır. İmparatorluk sarayından kurtulabilenler, Bizans’ın elli yedi yıl sonra geri alınmasına kadar geçici başkent olacak İznik’e yerleşeceklerdir.
Çılgın Kontantinopolis macerası, Suriye’deki Frenk yerleşimlerini güçlendirmek yerine, onlara son bir darbe indirmiştir. Nitekim, Doğu’ya servet aramak üzere gelen bu çok sayıdaki şövalye için, Rum toprakları artık iyi bir gelecek sunmaktadır. Burada alınacak, yığılacak zenginlikler varken; Akkâ, Trablus veya Antakya çevresindeki dar sahil şeridi maceracılara hiç de cazip gözükmemektedir. Seferin yönünün değişmesi, ilk etki olarak Suriye Frenkler’ini Kudüs’e karşı yeni bir harekâta girişebilecekleri takviyeden mahrum etmiş ve 1204 yılında sultandan barış anlaşmasını uzatma talebinde bulunmak zorunda bırakmıştır. El-Adil bunu altı yıl için kabul etmiştir. Gücünün zirvesinde olmasına rağmen Selahaddin’in kardeşi bir yeniden fetih harekâtına girişmeye hiç niyetli değildir. Sahil kesiminde Frenkler’in bulunması onu hiç rahatsız etmemektedir.
Suriye Frenkler’inin çoğunluğu barışın uzamasını isterdi, ama denizlerin ötesinde ve özellikle de Roma’da, çarpışmaları başlatmaktan başka birşey düşünülmemektedir. Akkâ krallığı, bir evlilik nedeniyle 1210’da Jean de Brienne’e geçmiştir. Bu adam, Batı’dan yeni gelmiş altmış yaşında bir şövalyedir. Temmuz 1212’de barışı beş yıl daha uzatmaya razı olmakla birlikte, 1217 yazından itibaren bir saldırıya geçmek üzere hazırlıkları hızlandırması için papaya haberci üzerine haberci göndermeye de ara vermemektedir. Bu hazırlıklardan sonra, ilk hacı gemileri Akkâ’ya biraz gecikmeli olarak Eylül ayında varmışlar ve arkalarından daha yüzlercesi gelmiştir. Nisan 1218’de de yeni bir Frenk istilası başlamıştır. Hedef Mısır’dır.
El-Adil şaşkındır ve özellikle de bu saldırı onu hayal kırıklığına uğratmıştır. Savaş durumuna son vermek için, iktidara geldiğinden beri ve hatta daha önceleri Richard’la olan müzakereleri sırasında elinden geleni yapmamış mıdır? Onu, sarışın adamlarla dostluk uğruna cihaddan kaçmakla suçlayan din adamlarının ısrarlarına yıllar boyunca dayanmamış mıdır? Bu yetmiş üç yaşındaki hasta adam, kendine ulaşan raporlara inanmayı aylar boyunca reddetmiştir. Kudurmuş bir Alman çetesi Celeli’de bazı köylerde talana mı girişti, bu alışık olduğu bir sapmadır ve bundan kaygı duymamaktadır. Fakat Batı’nın çeyrek yüzyıllık bir barış döneminden sonra yeni bir kitlesel istilaya girişmesi, işte bu ona olabilirmiş gibi gözükmemektedir.
Fakat haberler giderek daha belirgin hale gelmektedirler. Onbinlerce Frenk savaşçısı, Nil’in anakoluna uzanan yolu denetleyen Dimyat kentinin önünde toplanmıştır. Babasının talimatı üzerine, el-Kâmil birliklerinin başında onların üzerine yürür. Sayılarından dehşete düşerek, çarpışmaktan kaçınır. Ordugâhını temkinli bir şekilde limanın güneyine kurar, böylece bir meydan savaşına girmek zorunda kalmadan kent garnizonunu destekleyebilecektir. Kent, Mısır’ın en iyi savunulanlarından biridir. Surları, doğuda ve güneyde dar bir bataklık toprak şeridiyle çevrelenmiştir, bu arada kuzey ve batıda Nil’in iç bölgeleriyle sürekli bir bağ sağlanmaktadır. Etkin bir şekilde kuşatılabilmesi için, düşmanın nehrin denetimini ele geçirmesi gerekir. Kent böylesine bir tehlikeye karşı korunmak üzere, çok büyük bir demir zincirden başka birşey olmayan dahiyane bir sisteme sahiptir. Bu zincirin bir ucu kent surlarına, diğeri de karşı kıyıya yakın bir adanın üzerinde yapılmış bir hisara bağlıdır ve böylece Nil’e girişi engellemektedir. Zincir çözülmedikçe hiçbir geminin geçemeyeceğini farkeden Frenkler hisara yüklenmişlerdir. Üç ay boyunca Bütün saldırıları püskürtülmüştür. Frenkler sonunda iki gemiyi yükleyerek, bunların üzerinde hisar yüksekliğinde bir cins yüzer kule inşa etmeyi akıl etmişlerdir. Hisarı 25 Ağustos 1218’de almışlar, zinciri çözmüşlerdir.
Bir posta güvercini, bu bozgun haberini birkaç gün sonra Şam’a ulaştırdığında, el-Adil bundan çok etkilenmiştir. Hisarın düşmesinin Dimyat’ın düşmesine yol açacağı ve istilacıları Kahire yolunda artık hiçbir şeyin durduramayacağı çok açıktır. Yapmaya ne gücünün, ne de hevesinin bulunduğu uzun bir sefer ufukta gözükmektedir. Birkaç saat içinde bir kalp krizi geçirmiş ve ölmüştür.
Müslümanlar için gerçek felâket, nehir üzerindeki hisarın düşmesi değil de, yaşlı sultanın ölümüdür. Nitekim, el-Kâmil askeri düzlemde düşmanı durdurmayı, ona ciddi kayıplar verdirtmeyi ve Dimyat kuşatmasını engellemeyi başarmıştır. Buna karşılık siyasal düzlemde, sultanın oğulları bu kadere uğramasınlar diye aldığı tedbirlere rağmen kaçınılmaz veraset mücadelesi başlamıştır. Sultan ülkesini daha hayattayken paylaştırmıştır: El-Kâmil’e Mısır, el-Muazzam’a Şam ve Kudüs, el-Eşref’e Cezire ve daha genç oğullara da daha ufak topraklar. Fakat bütün tutkuları tatmin etmek olanaksızdır: Fiili durumda kardeşler arasında nisbi bir uyum varsa da, bazı uyuşmazlıkları önlemek mümkün olmamıştır. Kahire’de çok sayıda emir, küçük kardeşlerinden birini tahta çıkartmak üzere el-Kâmil’in yokluğundan yararlanmışlardır. Bu hükümet darbesi tam başarıya ulaşacakken, olaydan haberdar olan Mısır’ın efendisi Dimyat’ı ve Frenkleri unutarak ordugâhını toplamış ve düzeni sağlamak ve fesatçıları cezalandırmak üzere başkentine doğru inmeye başlamıştır. İstilacılar, terkettikleri konumları gecikmeden yeniden işgâl etmişlerdir. Dimyat artık kuşatılmıştır.
Şam’dan koşup gelen kardeşi el-Muazzam’ın desteğini almasına rağmen, el-Kâmil artık kenti kurtaracak durumda değildir, istilaya son verecek durumda ise hiç değildir. Bu yüzden barış elde etmek için çok cömert davranmıştır. El-Muazzam’dan Kudüs tahkimatını sökmesini istedikten sonra, eğer Mısır’ı terkederlerse Kutsal Kenti onlara teslim etmeye hazır olduğu mesajını Frenkler’e yollamıştır. Fakat kendilerini güçlü konumda hisseden Frenkler, pazarlık yapmayı reddetmişlerdir. El-Kâmil, Ekim 1219’da teklifini belirginleştirmiştir: Sadece Kudüs’ü değil, Ürdün nehrinin batısında kalan Filistin topraklarının tamamını teslim edecek, ayrıca hakiki haçıda verecektir. İstilacılar, önerileri bu kez inceleme zahmetine katlanırlar. Jean de Brienne lehte görüş bildirir, bütün Suriye Frenkleri de onun gibi yapar. Fakat nihai karar, papanın seferin yönetimine atadığı, sonuna kadar kutsal savaş yanlısı olan Pelagius (Pélage) adındaki bir İspanyol kardinaline (Santa Lucia kardinali) aittir. Müslüman kâfirlerle asla pazarlık yapmayacağını söylemektedir. Ve böylesine bir durumu reddettiğini iyice vurgulamak için, vakit geçirilmeden Dimyat’a saldırılması emrini verir. Çarpışmalardan, açlıktan ve yakınlarda çıkan bir salgıdan ötürü perişan durumda olan garnizon hiçbir direnme göstermez.
Pelagius, artık Mısır’ın tümünü ele geçirmeye kararlıdır. Eğer Kahire üzerine hemen yürümüyorsa, bunun nedeni Batı’nın en güçlü hükümdarı olan Almanya ve Sicilya kralı Friedrich von Hohenstaufen’ın büyük bir ordunun başında geldiğinin haber verilmiş olmasıdır. Bu söylentilerden elbette haberdar olan el-Kâmil savaşa hazırlanmaktadır. Habercileri, bütün İslam âlemini dolaşarak, kardeşleri, kuzenleri ve müttefikleri yardıma çağırırlar. Öte yandan İskenderiye yakınlarında, deltanın batısında bir filo donatır ve bu donanma 1220 yazında Batılı gemileri Kıbrıs açıklarında gafil avlayarak, ezici bir zafer kazanır. Düşman böylece deniz egemenliğini kaybettiğinden, el-Kâmil hemen barış teklifini yeniler ve bir de otuz yıllık bir barış anlaşması imzalama vaadi ekler. Boşuna. Pelagius, bu tekliflerin Kahire’nin efendisinin zor durumda olduğunu gösterdiklerini düşünmektedir. II. Friedrich’in Roma’da imparator olarak kutsandığı ve hiç vakit kaybetmeden Mısır’a doğru yola çıkacağına yemin ettiği haber alınmamış mıdır? En geç 1221 baharında, yüzlerce gemi ve onbinlerce askerle burada olmalıdır. Frenk ordusu, onu beklerken ne savaş, ne de barış yapmalıdır.
Friedrich ancak sekiz yıl sonra gelecektir. Pelagius yaz başına kadar sabreder. Frenk ordusu 1221’de Dimyat’tan ayrılarak, kararlı bir şekilde Kahire’ye yönelir. Mısır başkentinde, el-Kâmil’in askerleri halkın kaçmasını önlemek için güç kullanmak zorunda kalır. Ama sultan güvenli gözükmektedir, çünkü kardeşlerinden ikisi yardıma gelmiştir: Cezire askerleriyle gelerek istilacıların Kahire’ye ulaşmalarını engellemek için ona katılan el-Eşref ile Suriye ordusuyla kuzeye yönelerek, düşman ile Dimyat arasına kahramanca yerleşen el-Muazzam. El-Kâmil’in kendisine gelince, zaptetmeyi pek başaramadığı bir sevinçle Nil’in taşmasını beklemektedir. Çünkü sular, Batılılar tedbir almadan yükselmeye başlamıştır. Ağustos ortasında toprak o kadar çamurlu ve kaygan hale gelmiştir ki, şövalyeler duraklamak ve ordunun tümünü geri çekmek zorunda kalmışlardır.
Geri çekilme hareketi daha yeni başlamışken, bir Mısır asker grubu setleri yıkmaya girişir. Tarih 26 Ağustos 1221’dir. Müslüman birlikleri çıkışları keserken, Frenk ordusunun tümü kendini birkaç saat içinde bir çamur deryasının içinde bulur. İki gün sonra, ordusunu yokolmaktan kurtarma konusunda umutsuzluğa düşen Pelagius, barış istemek üzere el-Kâmil’e bir haberci gönderir. Eyyubi hükümdarı koşullarını dikte eder: Frenkler Dimyat’ı tahliye edecekler ve sekiz yıllık bir barış anlaşması imzalayacaklardır; bunun karşılığında, orduları rahatsız edilmeden deniz kıyısına gidebilecektir. Elbette artık Kudüs’ün onlara verilmesi söz konusu değildir.
Bu beklenmedik olduğu kadar eksiksiz olan zaferi kutlayan çok sayıda Arap, el-Kâmil’in Kudüs’ü Frenkler’e sunarken ciddi olup olmadığını sormaktadırlar. Burada zaman kazanmaya yönelik bir hile mi söz konusuydu? Bu konuda kesinleşmekte gecikmeyeceklerdir.
Mısır’ın efendisi, şu zor Dimyat bunalımı esnasında, Frenklerin gelişini bekledikleri bu ünlü Friedrich, “el-emboror” hakkında kendine sık sık sorular sormuştur. Acaba söylendiği kadar güçlü müdür? Acaba Müslümanlar karşı kutsal savaş yapmaya gerçekten kararlı mıdır? El-Kâmil, çalışma arkadaşlarını sorguladıkça, Friedrich’in kralı olduğu Sicilya adasından gelen yolculardan bilgi aldıkça şaşkınlığı artmaktadır. 1225’te, imparatorun Jean de Brienne’in kızıyla evlenip, böylece Kudüs kralı olduğunu öğrenince, ona emir Fahreddin İbn eş-Şeyh gibi nitelikli bir diplomatın başkanlığında bir elçilik kurulu yollamaya karar verir. Eş-Şeyh, daha Palermo’ya varır varmaz büyülenir: Evet, Friedrich hakkında söylenilen herşey doğrudur. Çok iyi Arapça konuşmakta ve yazmaktadır, İslam uygarlığına duyduğu hayranlığı saklamamaktadır, barbar Batı’yı ve özellikle Büyük Roma’daki papayı küçümsemektedir. En yakın çalışma arkadaşları ile muhafız alayındaki askerleri Araptır, bunlar ibadet saatlerinde Mekke’ye yönelerek namaz kılmaktadırlar. Çocukluğunun tümünü, o sıralarda Arap biliminin önde gelen merkezi olan Sicilya’da geçiren bu meraklı insan, kendini dar kafalı ve fanatik Frenkler’le pek bir ortak yana sahipmiş gibi hissetmemektedir. Krallığında, müezzinin sesi aralıksız çınlamaktadır.
Fahreddin, kısa bir süre içinde Friedrich’in dostu ve sırdaşı haline gelir. Kahire sultanıyla Alman imparatoru arasındaki ilişkiler onun aracılığıyla sıkılaşır. İki hükümdar, Aristoteles’in mantığı, ruhun ölümsüzlüğü, evrenin oluşumu konularında mektuplaşırlar. Mektup arkadaşının hayvanları gözlemleme konusundaki tutkusunu öğrenen el-Kâmil, ona ayılar, maymunlar, çift hörgüçlü develer ve bir fil armağan eder; imparator, bunların bakımıyla özel hayvanat bahçesindeki Arap bakıcıları görevlendirir. Sultan, Batı’da kendi gibi bu bitmez tükenmez din savaşlarının yararsızlığını anlayabilecek, aydınlanmış bir yönetici bulmaktan hiç de memnun olmamış değildir. Böylece Friedrich’e, onu yakın bir gelecekte Doğu’da görmek istediğini ifade etmekte tereddüt etmez, Kudüs’ü ona vermekten mutlu olacağını da buna ekler.
Bu bağışın telaffuz edildiği sırada, kutsal kentin el-Kâmil’e değil de, bozuşmuş olduğu kardeşi el-Muazzam’a ait olduğu bilinecek olursa bu aşırı cömertlik daha iyi anlaşılır. El-Kâmil’in düşüncesine göre, Filistin’in müttefiki Friedrich tarafından işgal edilmesi, onu el-Muazzam’ın girişimlerine karşı koruyacak tampon bir devlet yaratacaktır. Yeniden canlanan Kudüs krallığı, uzun dönemde Mısır ile tehdidleri belirginleşmeye başlayan savaşçı Asya halklarının arasında etkin bir şekilde dikilecektir. Coşkulu bir Müslüman Kutsal Kent’i terketmeyi bu denli soğukkanlı bir şekilde asla aklına getiremezdi, ama el-Kâmil, amcası Selahaddin’den çok farklıdır. Ona göre, Kudüs sorunu her şeyden önce askeri ve siyasaldır: Dinsel yan, ancak kamuoyunu etkilediği ölçüde devreye girmektedir. Kendini hıristiyanlığa islamiyete olduğundan daha yakın görmeyen Friedrich de buna benzer bir tutum içindedir. Kutsal Kent’i ele geçirmek istemesinin nedeni, hiç de İsa’nın kabrinde saygı duruşu yapmak değil de, böylesine bir başarının, Doğu’ya karşı seferi geciktirdiği için onu afaroz etmiş olan papaya karşı olan mücadelesindeki konumunu güçlendirecek olmasıdır.
İmparator 1128 Eylülünde Akkâ’da karaya çıktığında, el-Kâmil’in yardımıyla Kudüs’e muzaffer bir şekilde gireceğinden emindir. Ama fiili durumda Kahire’nin efendisi müthiş sıkıntılıdır, çünkü yakınlarda meydana gelen olaylar bölgesel satranç tahtasını tamamen alt üst etmişlerdir. El-Muazzam 1127 Kasımında aniden ölerek, Şam’ı deneysiz bir genç olan oğlu en-Nasır’a bırakmıştır. Artık Şam ile Filistin’i bizzat ele geçirmeyi düşünebilecek duruma gelen el-Kâmil için, Mısır ile Suriye’nin arasına tampon bir devlet yerleştirmek söz konusu değildir. Bunun anlamı, Kudüs ile çevresini ondan tamamen dostane bir şekilde talep eden Friedrich’in gelişinden hiç hoşlanmamasına rağmen, şerefli bir insan olarak sözünü tutmaktan kaçınamayacağıdır. Ama, imparatora durumun aniden değiştiğini açıklayarak kurtulmaya çalışmaktadır.
Yalnızca üç bin askerle gelmiş olan Friedrich, Kudüs’ün zaptının bir formaliteden ibaret olduğunu düşünmüştür. Bu yüzden bir korkutma siyaseti izlemeye cesaret edememekte ve el-Kâmil’in duygularına yönelmektedir.
Ona Ben senin dostunum. Bu yolculuğu yapmaya beni sen teşvik ettin. Şimdi papanın ve Batının bütün krallarının bu işe giriştiğimden haberleri var. Eğer ellerim boş dönersem bütün itibarımı kaybederim. Lütfen Kudüs’ü bana ver ki, başımı dik tutabileyim diye yazmıştır. El-Kâmil duygulanır, Friedrich’e, dostu Friedrich’e armağanlar ve çifte anlamlı bir cevap gönderir: Ben de kanaatleri dikkate almak zorundayım. Eğer Kudüs’ü sana teslim edersem bu yalnızca kararlarımın halife tarafından mahkûm edilmesine değil, aynı zamanda tahtımı alaşağı etme tehlikesi taşıyan dinsel bir ayaklanmaya yol açabilir. Her ikisi için de öncelikli sorun, görünüşü kurtarmaktır. Friedrich, Fahreddin’den kendine şerefli bir çıkış yolu bulmasını rica etme noktasına gelir. O da, sultanın önceden verdiği onayla ona bir kurtuluş yolu gösterir. Halk, Selahaddin tarafından çok yüksek bedel karşılığı fethedilmiş olan Kudüs’ü teslim etmemizi asla kabul etmez. Buna karşılık, Kutsal Kent konusundaki anlaşma kanlı bir çatışmayı önlerse... İmparator anlamıştır. Gülümser, dostuna tavsiyesinden ötürü teşekkür eder, sonra zayıf birliklerine çarpışmaya hazır olmalarını emreder. 1228 Kasımının sonunda çok gösterişli bir şekilde Yafa’ya doğru ilerlerken, el-Kâmil tüm ülkede, Batı’nın güçlü hükümdarına karşı uzun ve zor bir savaşa hazırlanmak gerektiğini söyletir.
Bundan birkaç hafta sonra, daha hiçbir çarpışma olmadan anlaşma metni hazırdır: Friedrich Kudüs’ü, şehri kıyıya bağlayan bir şeridi ve Beyt Lahim, Nazaret, Sayda çevresi ile Sûr’un doğusundaki güçlü Tibnin kalesini almaktadır. Müslümanlar, Kutsal Kent’te başlıca tapınaklarının yer aldığı Haram eş-Şerif kesimindeki mevcudiyetlerini sürdüreceklerdir. Anlaşma, 18 Şubat 1229’da Friedrich ile sultan adına elçi Fahreddin tarafından imzalanmıştır. İmparator bir ay sonra, islamiyetin kutsal yerlerinde görevli birkaç din adamı hariç Müslüman halkı el-Kâmil tarafından tahliye edilmiş olan Kudüs’e girmiştir. Burada Nablus kadısı Şemseddin onu karşılayarak, kentin anahtarlarını teslim etmiş ve bir bakıma ona rehberlik yapmıştır. Kadı, bu ziyareti bizzat anlatmaktadır:
Frenkler kralı imparator Kudüs’e geldiğinde, el-Kâmil’in isteği üzerine onun yanında kaldım. Haram eş-Şerif’e girdim, imparator burada küçük camileri gezdi. Sonra el-Aksa camiine gittik, Kaya kubbesi (Kubbe eş-Şakra) tapınağınınkine olduğu gibi bunun da mimarisine hayran oldu. Caminin mimberinin güzelliğinden büyülendi, merdivenin tepesine kadar çıktı. İnince beni elimden yakaladı ve yeniden el-Aksa’ya götürdü. Orada, elinde İncil olduğu halde camiye girmek isteyen bir papaz buldu. Öfkelenen imparator onu terslemeye başladı: “Buraya neden geldin. Allah adına, eğer içinizden biri buraya adımını atmaya cüret ederse onun gözlerini oyarım”. Papaz titreyerek uzaklaştı. O gece, müezzine imparatorun huzurunu kaçırmaması için ezan okumamasını söyledim. Ama ertesi gün onu görmeye gittiğimde, imparator beni sorguladı: “Ey kadı, müezzinler neden her zaman olduğu gibi ezan okumadılar?” Cevap verdim: “Böyle yapmamalıydın, çünkü bu geceyi Kudüs’te geçirmemin nedeni gece müezzinin ezan okumasını duymaktı”, dedi.
Friedrich Kubbe eş-Şakra’yı ziyareti sırasında, Selahaddin bu kenti müşrikinden temizledi, diye bir yazıt okur.
“Tanrıya ortak (şirk) koşanlar”ı, hatta “Çoktanrılılar”ı ifade eden bu terim, tek tanrı inancına başka tanrıları dahil edenleri atıfta bulunmaktadır. Bu bağlam içinde, özellikle Teslis yanlısı hıristiyanları işaret etmektedir. Bunu bilmezden gelen imparator, ne yapacaklarını şaşırmış ev sahiplerine, alaylı bir gülümsemeyle, bu “Müşrikler de kim” diye sorar. Birkaç dakika sonra kubbenin girişinde demir bir parmaklık görerek, bunun ne işe yaradığını sorar. “Kuşların buraya girmesini engellemek için” diye cevap verilir. Friedrich şaşkınlıktan apışıp kalan muhataplarına, tabii ki Frenkler’i hedef alan imayı yorumlar: “Yani bu, tanrının domuzlara buraya girme izni vermediği anlamına gelir”. 1229’da kırk üç yaşında parlak bir hatip olan vakanüvis Sibt İbn el-Cevzi, bu düşüncelerin Friedrich’in ne hıristiyan, ne de Müslüman olup, çok kesin bir şekilde tanrısız olduğunun kanıtı olduklarını ileri sürmektedir. Kudüs’te onunla görüşebilenlerin tanıklıklarına dayanarak, imparatorun kızıl tüylü, kel ve miyop olduğunu eklemektedir; eğer köle olsaydı, iki yüz dirhem etmezdi.
Sibt’in imparatora duyduğu husumet, Arapların büyük çoğunluğunun duygusunu yansıtmaktadır. İmparatorun İslamiyet ve uygarlığı karşısındaki dostane tutumu, başka koşullarda hiç kuşkusuz takdir toplardı. Fakat el-Kâmil tarafından imzalanan antlaşmanın hükümleri kamuoyunu kızdırmıştır. Kutsal kentin Frenkler’e teslim edildiği haberi duyulduğunda demektedir vakanüvis, bütün İslam âlemi gerçek bir fırtına tarafından sallandı. Olayın vahametinden ötürü, kamusal matem gösterileri düzenlendi. Bağdat’ta, Musul’da, Halep’te camilerde toplanılarak, el-Kâmil’in ihaneti duyurulmaktadır. Sibt şöyle anlatmaktadır: Melik en-Nasır, benden halkı Şam Ulucamii’nde toplamamı ve onlara Kudüs’te neler olduğunu anlatmamı istedi. Bunu kabul etmekten başka çarem yoktu, çünkü imanıma karşı ödevlerim beni buna zorluyordu.
Vakanüvis-vaiz, zincirinden boşalmış bir kalabalığın önünde mimbere çıkar, kafasına siyah bir ipek sarık sarmıştır: “Aldığımız felâket haberi kalplerimizi paramparça etti. Hacılarımız artık Kudüs’e gidemeyecekler, okullarda artık kuran okunamayacak. Müslüman yöneticiler bugün ne kadar büyük bir utanç içindeler!” En-Nasır, gösteriye bizzat katılır. Onunla amcası el-Kâmil arasında açıkça savaş ilân edilmiştir. Üstelik, el-Kâmil Kudüs’ü Friedrich’e teslim ederken, Mısır ordusu da Şam’ı sıkı bir ablukaya almıştır. Bu büyük Suriye kentinin genç hükümdarının etrafında kenetlenmiş halk için, Kahire’nin efendisinin ihanetine karşı girişilen mücadele bir seferberlik teması haline gelmektedir. Ancak, Sibt’in hitabet gücü Şam’ı kurtarmaya yetmeyecektir. Ezici bir sayısal üstünlüğe sahip olan el-Kâmil, bu çatışmadan galip çıkarak kente boyun eğdirmiş ve Eyyubi imparatorluğunun birliğini, kendi lehine olmak üzere yeniden kurmuştur.
En-Nasır, Haziran 1229’da başkentini terketmek zorunda kalacaktır. Acılı, ama umudunu hiç kaybetmemiş olarak, Ürdün nehrinin doğusundaki Kerak kalesine yerleşmiştir. Barış yılları esnasında, burada düşmana karşı kararlılığın simgesi olarak oturacaktır. Birçok Şamlı ona bağlı kalmayı sürdürmüş ve diğer Eyyubilerin aşırı uzlaşmacı siyasetlerinden hayal kırıklığına uğrayan çok sayıda dinci militan, diğer yöneticileri istilacıya karşı cihadı sürdürmeye teşvik eden bu atılgan genç hükümdar sayesinde umutlarını muhafaza etmektedir. Benden başka kim, bütün olanaklarını islamı korumak için seferber ediyor? diye yazmaktadır. Kim, her koşulda tanrı yolunda dövüşüyor? 1239 Kasımında, barış antlaşmasının süresinin sona ermesinden yüz gün sonra, en-Nasır ani bir baskınla Kudüs’ü ele geçirir. Bu, bütün Arap aleminde bir sevinç patlaması yaratır. Şairler, galibi büyük amcası Selahaddin’e benzetir ve ona el-Kâmil’in ihanetinden kaynaklanan hakareti böylece yıkamış olmasından ötürü teşekkür ederler.
Ona methiye düzenler, en-Nasır’ın, Kahire’nin efendisinin 1238’de ölmesinden kısa bir süre önce, hiç kuşkusuz Şam yönetimini kendine vereceği umuduyla onunla anlaştığını söylemeyi ihmal etmektedirler. Aynı şekilde şairler de, Eyyubi soyundan bu hükümdarın Kudüs’ü geri aldıktan sonra burayı elinde tutmaya uğraşmadığını açıklamaktan kaçınmaktadırlar. Kentin savunulamaz olduğunu düşünerek, Davud kulesi ile Frenkler tarafından yakınlarda yapılmış olan tahkimatı aceleyle yıktırarak, birlikleriyle birlikte Kerak’a çekilmiştir. Coşkunun, siyasal ve askeri gerçekçiliği dışlamadığı söylenebilir. Sonuna kadar gitmeye kararlı bu yöneticinin daha sonraki tutumu kafa karıştırmaktadır. El-Kâmil’in ölümünü izleyen kaçınılmaz taht kavgası sırasında en-Nasır, Frenklere kuzenlerine karşı bir ittifak teklif etmekte tereddüt etmemiştir. Batılıları yemlemek üzere, 1243’te onların Kudüs üzerindeki haklarını resmen tanımış, hatta Müslüman dininden olanları Haram eş-Şerif’ten çekmeyi bile önermiştir. El-Kâmil taviz vermeden hiç bu kadar ileri gitmemişti.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder