17 Ocak 2023 Salı

İslam Devletlerinde Yönetim

 


Hilafet: Mahiyeti - Şartları - Hukuku


Mahiyeti


Hilafet İslamiyet'e özel, bir çeşit hükümdarlıktır. lslamiyet'in ilk yıllarında böyle bir hükümdarlık yoktu. Halife bir dereceye kadar "saltanat-ı mutlaka" (sınırsız saltanat) yetkilerini üzerinde taşıyor gibi gözükse de dünyevi ve dini egemenliğin ikisini birlikte üzerinde toplamakla, tüm halkın hem dini hem dünyevi işlerini şer'i kurallara uygun olmasını zorlayan bir yetki gücüne sahip olduğundan, kayserler, imparatorlar ve kisraların egemenlik biçimlerinden ayrılır. Halifelik dışında kalan tüm diğer saltanat çeşitleri yalnız dünya düzeni ve idaresiyle ilgilidir.


Söz konusu iki egemenlik arasında önemli farklılıklar vardır. Bununla birlikte, ikisinin dayandığı nokta veya kaynak aynı yerde birleşir. Halk üzerine mutlak egemenlik yetkileri ile egemen olabilen kişi, hükumet işlerinde ya belli bir kanuna veya kendi keyif ve arzusuna göre hareket eder. Uygar toplumlarda hükümdarların çoğu, ulusun ileri gelenleri, düşünürleri, bilim adamları ve devletin büyükleri tarafından konulan kanun ve nizamlara uygun olarak egemenliklerini sürdürür ve halkı o kanun ve nizamlar gereğince davranmaya zorlar. lslamiyet'ten önce Rum ve Iran padişahları bu şekilde saltanat sürdüler. Günümüzde Avrupa'da mutlakıyetle hüküm süren krallar da böyledir. Oysa hilafet birtakım şer'i ve dini kanunlarla sınırlanmış olup, halife olan kişi şeriatın kurucusu ve sahibi olan Hz. Peygamber'e uyar ve onun vekili olarak o şer'i ve dini hükümler gereğince idaresini yürütür, halkı da o hükümlere göre hareket etmeye zorlar. Halifeliğin imametten daha kapsamlı olması bu noktadan ileri gelir. Halifeye imam denilmesinin nedeni, imama halk namazda nasıl uyuyorsa halifenin hukuka uygun olan emirlerine de öyle uyup bağlandıklarından dolayıdır.


Halifeliğin Şartları


Halifeliğin dört şartı vardır:


1. İlim,

2.Adalet,

3.Kifayet (yeterlilik),

4.Selamet-i havas (akıl, his ve ruh sağlığı)


Soy olarak Kureyş'ten olmak, yani halife olacak kişinin Kureyş kabilesinden olması gibi beşinci bir şart üzerinde tartışmalar ve farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu son şart kabul edilecek olursa, Arap olmayan bir kimse halife adı altında Müslümanlar üzerinde egemenlik iddia edemez demektir. Bu şartın kaynağı Ebu Bekir'e yapılan biat konusunda da açıkladığımız gibi, Medineli Müslümanlar olan "Ensar" hilafetin kendilerinin hakkı olduğunu iddia ettikleri sırada, Kureyş tarafından en kritik anda söylenen hadis-i şeriftir. Bu şart, tarih boyu hüküm sürmüş olan lslam devletlerinin hepsinde de uyulması gerekli bir kural olarak kabul edilmiştir. Kureyşlilerden başka hiç kimse hilafet talebiyle ortaya çıkmazdı. Üstelik Abbasi Devleti'nin son devirlerinde halifelerin içine düştüğü zaaf ve valilerce her türlü dünyevi güç ve otoriteden soyutlama derecesine kadar gördükleri baskılara ve bu valilerin bağımsız devletler kurarak kendilerine "sultan" lakabı vermelerine rağmen onlardan hiçbiri halifelik iddiasında bulunmayı veya kendini halife ilan etmeyi aklına getirmemiştir.


Örneğin lran ve Irak tarafında hüküm süren Buveyhiler, Selçuklular, Gazneliler, Horasan'daki Tahiriler devletleri ve diğerleri bağımsızlıklarını ilan etmiş, üstelik bunlardan bazıları bizzat halifenin şahsı üzerinde baskı kurarak ona hükmetmiş olduğu halde, yalnız sultan lakabı ile yetinmişlerdir. Ayrıca bu sultanlar kendi egemenliklerinin güçlenmesi için halifelerin dostluk ve iltifatlarına layık olmaya çalışırlardı. Nitekim Salahaddin Eyyübi Mısır'da böyle yapmıştı. Mısır'ın egemenliğini son Fatımi halifesinin elinden almıştı. Kendisine karşı egemenlik iddiasında bulunabilecek herhangi bir rakibi de yoktu. Tüm ülkenin tek hakimiydi. Bununla birlikte bağımsızlığını ilan etmek istediğinde, Abbasi halifesi adına hutbe okutmuştur. Kendine yalnızca "sultan" lakabını vermekle yetindi. Kureyş'in dışında, halifelik yetkisini üzerine alan ilk kişi Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han'dır (H. 916-26/M. 1512-1520).


Yavuz Sultan Selim'in Halifeliğinin Meşruluğu


Hanefi mezhebi imamları ve diğer lslam alimleri, Yavuz Selim'in yüce hilafet makamına aşağıdaki şartlara göre en layık kişi olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır.


1. Kılıç hakkı: Hilafet makamına geçecek kişinin kendisine rakip çıkılamayacak derece ve güçte asker desteğine, şan ve kudrete sahip olmasıdır. Sultan Selim lslam hükümdarları arasında en kudretli, en şanlı olanıydı.


2. Seçilme hakkı: Oy ve güç ehlinin yani imamlar ve ümmetin alimlerinden oluşan meclisin tasdiki. Hanefi imamları ve lslam alimleri diyorlar ki; bu meclis lslamiyet'in ilk yıllarında Medine'deydi. Daha sonra Şam'a, Bağdat'a, Kahire'ye geçli. Bunun aynı şekilde Kahire'den lstanbul'a nakledilmesi de elbette caizdir. Zaten Sultan Yavuz Selim, Mısır'dan lstanbul'a dönerken el-Ezher alimlerinden birçok alimi kendisiyle beraber getirmişti. Bunlara Türk alimleri de katıldı ve bir meclis kurdular. Hepsi Yavuz Selim'in halifeliğini uygun görüp onayladıktan sonra halifelik kılıcını kendi elleriyle kuşattılar. Eyüb Sultan Camii'nde halifelere kılıç kuşatma merasimi Osmanlı devletinde hala geçerli bir usuldür (1900'ün başları).


3. Vasiyet: Bir halifenin kendisinden sonra gelecek halifeyi yerine aday göstermesi. Abbasilerin Mısır'da son halifesi olan Mütevekkil halifeliği Sultan Selim'e, yani Yavuz Selim'e bizzat vasiyet etmiştir.


4. Haremeyn'in himayesi: Büyük Osmanlı sultanları hilafeti elde ettikleri zamandan itibaren H. 10/M. 632. yüzyılda Sana imamlarının Haremeyn'i istila ettikleri 7 yıl (ve daha sonra Vehhabilerin 7 yıl süren işgalleri dışında) her zaman Haremeyn-i Şerifeyn'i (Mekke ve Medine) hakkıyla himaye ederek hizmet etmişlerdir.


5. Mübarek emanetlerin korunması: Mübarek emanetler, lstanbul'da korunan Peygamber'e ait özel eşyalardır. Bu emanetler Moğolların Bağdat'ı ele geçirmeleri zamanında kurtarılarak Abbasi halifeleriyle beraber Kahire'ye getirilmişti. Yavuz Selim Mısır'ı fethedinceye kadar orada kaldı. Mübarek emanetler (kutsal emanetler) Mısır'ın fethinden sonra Sultan Selim tarafından lstanbul'a getirilmiştir. Gümüşten bir sandık içinde günümüzde de Topkapı Sarayı'nda özel bir bölümde korunmaktadır.


Halifelere Biat


Biatın şekli: Halifelik, Raşid Halifeler devrinde meşveret (danışma meclisi) yöntemine dayanıyordu. Halife yeterli özelliklere ve kabiliyete sahip olduğunu gördüğü birini kendisinden sonra halifelik makamına geçecek aday olarak belirlerdi. Hz. Ebu bekir'in Hz. Ömer'i namzet etmesi yani aday göstermesi gibi. Ancak Hz. Ebubekir Hz. Ömer'i, sahabe ile danışıp, görüş alışverişinde bulunduktan sonra aday göstermişti.


Eğer halife böyle bir adaylığın dedikoduyu doğuracağını hissederse halife seçimi için bir danışma kurulu kurdururdu; Hz. Ömer'in yaptığı gibi. Raşid Halifelerden hiçbiri halifeliği kendi soyuna bırakmayı düşünmemiştir. Üstelik Hz. Ömer halife seçimi için danışma kurulunu belirlerken, oğlu Abdullah'ı da onların arasına tayin etmiş ancak onun halife seçilmemesini vasiyet etmişti. Bunun üzerine Hz. Osman'ı seçtiler. Hz. Osman görevdeyken şehit edildi. Bu nedenle yeni halife için herhangi bir vasiyette bulunmadı. Halk danışma meclisinin oluşmasını beklemeden Hz. Ali'yi halife seçti. Bu seçim sahabenin büyüklerinden bir çoğunun görüşüne aykırıydı. Bu nedenle kabullenmekte güçlük çektiler. Çünkü onlar Hz. Osman'ın şehit edildiği sırada değişik vilayetlerde bulunuyorlardı. Hz. Ali'ye yapılan biat için henüz hazır değildiler. Bununla birlikte bunlardan bazıları yine de Hz. Ali'ye biat etmiştir. Bazıları ise halkın toplanmasına ve Müslümanlar arasında danışma kurulu oluşturularak yeniden halife seçilmesine kadar işi askıda bıraktılar. Bunun sonucunda da daha önce birkaç yerde sözünü ettiğimiz büyük fitne ve karışıklıklar ortaya çıktı.


Hz. Ali şehit olunca yandaşları halifeliği Hz. Peygamber'in neslinden olan onun çocuk ve torunlarına vermek istediler. Hz. Ali ölüm döşeğindeyken kendisine "Hz. Hasan'a biat edelim mi?" diye sorduklarında "bunu size ne tavsiye ederim ne de yapmayınız derim" cevabını verdi. Hz. Ali'nin yandaşları Hz. Hasan'a biat ettiler. O da bir süre sonra halifeliği kendi isteğiyle Muaviye'ye bıraktı.


Halife seçiminde Raşid Halifelerin uyguladığı metotlar, uygar milletlerin günümüze kadar bulabildikleri seçim sistemlerinin en iyisidir. Çünkü bu seçim sistemi, cumhuriyeti, monarşiyi ve meşrutiyetin hepsini içine alır. Cumhuriyettir, çünkü halife tüm Müslümanlar tarafından kayıtsız şartsız seçilmiştir. Meşrutiyettir, çünkü seçim meşferetle olur. Mutlak saltanattır, çünkü halife egemenlik makamına geçince istediği gibi hareket eder. Buna yukarıda sözü edilen dört şart da eklenirse dünyanın kuşkusuz en seçkin idaresi bu olur. Çünkü bir hükümdar ilim ve adaleti yeterlilik ve ehliyeti, duygu ve ruh sağlığını kendisinde toplarsa ülkenin gelişmesi ve büyümesine, halkı arasında birlik ve sevginin yaşamasına hizmet edecek güçlü ve otoriter bir yönetici olur. Raşid Halifelerin hayatlarında da görüldüğü üzere, öyle bir hükümdara o dürüst hali, züht ve takvayı da ilave ettiğinizde dünyada bundan daha mükemmel, daha adaletli, daha laik bir yönetim düşünülebilir mi?


Emeviler zamanında Muaviye diğer devletlerin yönetim şekillerinden etkilenmiştir. Onlarda saltanatın soy ve irs yoluyla devam ettiğini görünce, halifeliğin de aynı şekilde kendi nesline bırakılmasını düşünmüştür. Bu konuda ilk önce yakın arkadaşlarıyla görüş alışverişinde bulundu. Mugire, kendisini bu işte cesaretlendirmiştir. Muaviye'nin kendisinden sonra halifeliği ortada bırakmaktan dolayı ortaya çıkması mümkün karışıklıktan korkusu da ona bir kat daha cesaret vermişti. Çünkü halef bırakmadan vefat edecek olursa Emevilerle Haşimiler arasında yeniden bir fitne ortaya çıkması bekleniyordu. Bunun üzerine hayattayken oğlu Yezid'e biat etti. Aslında Muaviye bu biattan dolayı halktan çekiniyordu. Ancak bir tepki görmeyince rahatladı. Muaviye'den sonra hilafet makamına geçen Emevi halifeleri de aynı yolu takip ettiler. Yalnız Ömer b. Abdülaziz (H. 99-101/M. 717-720) Raşid Halifelerin metodunu tekrar uygulamak istemiş ancak bunda başarılı olamamıştır. Kendisinden sonra yine Muaviye'nin yöntemine dönülmüştür.


Abbasi halifelerinden Me'mun da (H. 198-216/M. 813-833) böyle bir teşebbüste bulunarak Hz. Ali neslinden Cafer-i Sadık'ı "el-Rıza" adıyla veliahd yapmış, ama başarılı olamamıştır. Abbasiler, halifeliğin bu şekilde ellerinden gitmesine razı olamadıklarından halife Me'mun'u hilafet makamından indirerek amcası lbrahim b. el-Mehdi'yi halife ilan etmişlerdir. Me'mun halifeliğin kendi elinden çıkacağını anlayınca, kararından vazgeçip halifeliğin eskiden olduğu şekilde irs yoluyla geçmesi yöntemini kabul etmek zorunda kalmıştır. Abbasiler, Fatımiler vs. lslam halifelerinin tamamı hilafeti veraset sistemi, yani soy sop esası üzerine yürütmüşlerdir.


Biat ve Yemin Törenleri


Biat, itaat edeceğine söz vermek demektir. Bir adamın bir hükümdara veya halifeye biat etmesi demek, söz konusu idareciyi vekil kabul etmek ve onun yaptıklarına itirazsız itaat etmeyi kabul etmek demektir. Araplar bir emir veya idareciye biat ettikleri zaman sözlerinde (ahidde) duracaklarına delil olmak üzere, ellerini o emirin ellerine koyarak alışverişte yapılan harekete benzeyen bir harekette bulunduklarından, verilen söz veya yapılan sözleşme, satış eylemine benzemesinden dolayı, "baa =sattı" kelimesinin mastan olarak "biat"adı verilmiştir. Daha sonra biat, "musafaha" (el sıkışma) şekline dönmüştür. Biat sözlükte de musafaha anlamına gelir. lslamiyel'te ilk biat, Medineli Müslümanların Hz. Muhammed'le Hicret'ten önce yaptıkları Akabe biatıdır. Bu biat yemininden, daha sonra halifelerin ahd ve misakta devam için yaptırdıkları biat yemini doğmuştur. Biat, verilen tüm söz ve yeminleri içine alacak kapsamda genel bir sözleşmedir.

Halifelere biat yemini, devletlerin ve durumların değişmesine göre farklı şekillere bürünmüştü. Ensar Hz. Peygamber'e Akabe'de biat ettiği zaman şöyle demişti: "Ey Allah'ın rasulü! Şehrimize gelinceye kadar senin hak, can, mal ve ırz güvenliğinden sorumlu değiliz. Bize gelirsen hak, can, mal ve ırz güvenliğin üzerimize vacip olur. Kendimizi, çocuklarımızı, kadınlarımızı her neden koruyorsak seni de koruruz." Akabe'de olan ve "biatü'n-nisa" (kadınların biatı) adıyla bilinen diğer bir biatın sözleri de şöyleydi: "Allah'a ortak koşmamaya, hırsızlık, zina yapmamaya, çocuklarımızı öldürmemeye, iftira ve bühtanda bulunmamaya, Cenab-ı Hakk'a karşı iyilikte asi olmamaya biat ettik."


Ebu Müslim Horasani tarafından Abbasiler adına halifeliği ele geçirmek için teşebbüste bulunulduğu andan beri Abbasilere yapılan biat yemini ise şu şekildeydi: "Allah'ın kitabı ve elçisinin sünneti ve Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden el-Rıza'ya itaat üzerine, size biat ediyorum. Buna sizin üzerinize Allah'ın ahd u misakı, talak, ıtak, Beytullah'a kadar yayan gitmek olsun. Başınızdaki idareciler size vermek istemeden, maaş, yiyecek istemeyeceksiniz."


Halifeye biat edildiğinde öncelikle devlet büyükleri, ikinci derecede devlet memurları biat ederlerdi. Abbasilerde ilk önce biat edenler asker, komutanlar ve Bağdat kadılarıydı. Çoğunlukla biat zamanında ordu katibi durup biat edenlere yemin ettirmek görevini yerine getirirdi. Katib onları herkesi adıyla birer birer davet ederek kendilerine yemin ettirirdi. Halifeye biat töreni tamamlanınca kendisine birtakım "lakaplar" (el­ kab) arz ederlerdi. Halife o lakaplardan birini seçerdi. Bu lakaplar lslam'ın ortaya çıkmasından sonra icat edilen şeylerdendir. Abbasi Devleti'nin ilk yıllarında halifelere, "Emin, Me'mün, Harünürreşid" gibi basit lakaplar verilirken Mu'tasım zamanında lakaba Allah ismi de (ism-i celal) eklenerek söz konusu halifeye "Mu'tasım billah" lakabı verildi. Mu'tasımdan sonra Allah isminin bulunduğu bir lakapla çağrılmak ve anılmak Abbasi halifelerince bir adet haline getirildi.


Halifeye kendi sarayında biat olunursa, hilafet alayı halifenin evine getirilirdi. Bu alay eyerli birçok attan oluşuyordu. Her atın yanında süslü elbise giymiş birer seyis dururdu. Halife kendisine tahsis olunan ata biner ve devlet büyükleri de atlı olarak etrafında bulunurlardı. Halifenin önünde, elinde mızrak bulunan bir adam yürürdü. Yolun iki tarafında askerler iki saf halinde dizilirlerdi. Hilafet alayı bu düzenle, asker safları arasından Bağdat'ta "Darü'l- amme" diye bilinen hilafet sarayına giderdi. Duruma göre çevreden gelen özel heyetler vs. tarafından halifeye tebrik töreni burada yapılırdı.


Yukarıda belirtildiği gibi, halifelere biat yemini ve hilafet alayı töreni her yerde ve her zaman aynı şekilde değildi. Devletten devlete değişebiliyordu. Bununla birlikte biat yemini esas olarak aynıydı. Çünkü bu yemin halife ile halkı arasında Kitap ve Sünnetin emirlerine uygun hareket edileceğine dair karşılıklı bir söz verme ve yeminleşmeden ibaretti. Müslümanların ilk devirlerinde bu yeminin şekli çok kısaydı. Önceden birkaç kelimeden oluşan ve açıkça söylenip geçilir bir yemin olan bu biat yemini, daha sonra devletler arasında, anlatma ve bildirme, yüceltme, övme cümlelerine olan özenti nedeniyle birtakım gereksiz tekrar ve uzatmalarla uzadıkça uzamış, yazılıp ezberlenmeye başlanmıştır. Hicri 8. asır ortasında Mısır Abbasi halifelerinden Hakimbillah'a yapılan biat yemininin kopyası kitabımızın 4-5 sayfasını dolduracak kadar uzundu.


Veliahda Biat


Hilafet irs (miras) biçimine döndükten sonra halifeler kendi oğullarını veya yakınlarından diğerlerini veliahd tayin ettikleri sırada halifelere biat edilirken yapılan tören gibi birtakım törenler düzenleniyordu. Çoğunlukla halifeler, veliahda biat etmeden büyük devlet adamlarıyla ve tecrübeli kişilerle istişare ederlerdi. Örneğin Mansur'un Mehdi'yi veliahd kabul etmesine diğer oğlu Cafer itiraz etmişti. Bunun üzerine Mansur halkı topladı. Konuşmalar yapıldı. Düşünceler söylendi. Şairler de Mehdi'nin övülecek özelliklerini anlatan şiirler okudular.

 


 


Mansur bu durumdan kamuoyunun kendi görüşünü desteklediği sonucunu çıkararak Mehdi'yi veliahd olarak ilan ettirdi.


Halifeler kendi oğullarından veya kardeşlerinden çok sayıda kişinin hilafete ehil olduğunu gördükleri zaman, bunlardan birine diğeri fülan veyahut fülanı halife yapmak şartıyla biat ederlerdi. Nitekim Emeviler'in 8. halifesi Yezit b. Abdülmelik veliahd tayin etmek istediği zaman öyle yaptı. Kendisinin oğlu küçük bir yaşta bulunuyordu. Buna dayanarak oğlu Velid b. Yezid'i veliahd yapmak şartıyla kardeşi Hişam'a biat etti. Çok kere halifeler biat şartlarında istedikleri gibi değişiklik yapıyorlardı. Ara sıra halifeler, veliahdı ve ona veliahd olacak kişiyi tayin etmekle beraber ikinci veliahdın kabul olunup olunmamasını 1. veliahdın isteğine bırakırlardı. Nitekim 5. Abbasi halifesi Harünürreşid o şekilde hareket ederek kendisine veliahd olmak üzere oğulları Emin ve Me'mün'u ve bunlardan sonra da veliahd olarak diğer oğlu Kasım'ı tayin etti. Fakat Kasım'ın veliahdlığını kabul veya reddetmeyi Me'mün'un isteğine bıraktı.


Veliahdlara yapılan biatlar bir ahidname şeklinde yazılıp halifenin, akraba ve taallukatının mühürleriyle mühürlendikten sonra veliahda ve küçük ise vasisine teslim olunurdu. Veliahdlar veya vasiler ahidnameyi gerektiğinde ibraz etmek üzere bir yerde saklarlardı. Kimi kez bu ahidnameler bir hazine, bir mescid yahut da Kabe gibi gayet emniyetli yerlerde muhafaza edilirdi. Nitekim Abbasi halifelerinden Harünürreşid kendi oğulları Emin ve Me'mün'u ve onlardan sonra Kasım'ı veliahd tayin ettiği zaman yazdığı iki ahidnameyi Kabe'nin içinde saklatmıştı.


Halifeliğin Alametleri


Önceki dönemlerde halifeler kendilerince bazı alametler edinmişlerdi. Bunlar hırka, mühür ve asadan oluşuyordu.


Hırka


Hz. Peygamber'in hırkasıdır. Peygamber bu hırkayı ünlü şair Ka'b b. Züheyr'e hediye edinceye kadar giymişti. Ka'b, Hz. Peygamber'i alaya alan şiirler yazarak onu hicvetmiş ve sonra da öldürüleceğinden korkarak kaçmıştı. Müslümanlar Mekke'yi fethedince, kardeşi Ka'b'a şöyle bir mektup yazarak gönderdi: "Allah'ın Rasulü Mekke'yi ele geçirince kendisini kötüleyip, hakaret ederek aleyhte faaliyetlerde bulunan bazı kimseleri idam ettirdi. Kureyş şairlerinden hayatta kalanlar korkularından bir köşeye kaçtılar. Kendi hayatına değer veriyorsan hemen uçarak koş ve Allah'ın Rasulüne sığın. Hz. Peygamber tövbe ederek kendisine sığınanlardan kimseye dokunmaz."


Ka'b b. Züheyr, tövbe ve sığınmadan başka bir kurtuluş yolu bulamayınca Medine'ye gelip Hz. Peygamber'e kendini teslim edip Peygamber'in huzurunda onu öven "Suad şu an yanımda yok, kalbim küskün ve yaralı. Ondan mahrum olan gönlüm kelepçeyle bağlı" dizeleriyle başlayan, daha sonra "kaside-i bürde" adını alan ünlü şiirini okumuştu.


Hz. Peygamber Ka'b'ı güzel bir şekilde karşıladı. Sahabeden bazıları şairden intikam almak istiyorlardı. Hz. Muhammed, onları engellediği gibi, şairi de iltifata boğdu. Buna ek olarak da üzerinde bulunan hırkayı ona hediye etti. Araplar arasında "bürde", Türklerce "hırka" adıyla bilinen bu önemli hırka Ka'bın akrabaları yanında korunmuştur. Emevilerin ilk halifesi Muaviye hilafet makamına geçince, söz konusu hırkayı mirasçılarından 20.000 dirheme (yaklaşık 1600 İngiliz sterlini) satın aldı. Hırka, miras yoluyla diğer Emevi halifelerine, daha sonra da Abbasilere intikal etti. Ebu'l-Fida, hırkanın Bağdat'ı ele geçiren Moğollar (Tatarlar) tarafından alınıp götürüldüğünü rivayet ediyor. Bu rivayet doğru değildir. Hırka daha önce gösterildiği üzere günümüzde lstanbul'da Topkapı Sarayı'nda saklanan kutsal emanetler arasındadır. Muhtemelen Ebu'l-Fi­da, Tatarların Bağdat'ı ele geçirdiklerinde, halife sarayı vs.'de yaptıkları yağmalar arasında hırkayı da ele geçirdiklerini düşünmüş olmalıdır. Gerçekte ise Abbasiler Mısır'a beraberlerinde hırkayı vs. kutsal emanetleri de getirmişlerdir. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethederek hilafeti üzerine alınca, oradaki kutsal emanetleri lstanbul'a getirmiştir.

 


 


Mühür


Halifeler, mührü Hz. Peygamber'in izini takip ettikleri için kullanmışlardır. Hz. Peygamber lslamiyet'e davet amacıyla çevre devlet hükümdarlarına mektuplar gönderip onları dinine davet edince, kendisine "Bunlar yabancıdır, mühürsüz mektup kabul etmezler" denildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir mühür yaptırarak üzerine "Muhammedü'n-rasulullah" ibaresini kazdırdı. Bu mühür Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ebu Bekir'e daha sonra Hz. Ömer'e ondan sonrada Hz. Osman'a geçti. Hz. Osman mührü "eris" kuyusuna düşürdü. Çok aratmasına rağmen bulamadı. Bunun üzerine benzer yeni bir mühür yaptırdı. Kendisinden sonra hilafete geçen her halife özel mühürler yaptırmıştır. Hilafet divanından yazılan emirlerin altlarına veya üstlerine "tin-i mahtum" (bir çeşit kırmızı toprak) veya mürekkeple mühür basılırdı. Daha sonra mektuplar dürüldükten sonra dışarıdan da mumla mühürlenmeye başlandı. Yazışmaları bu şekilde mumla ilk mühürleyen halife Muaviye'ydi. Kendisi bu metodu mektuplar üstünde oynamalar ve değişiklikler yapılmasını engellemek için kullanmıştı. Kendisinin Küfe'deki valisi olan Ziyad b. Ebih'e mektubu getiren Ömer b. Zübeyr'e 100.000 dirhem verilmesi emrini bildiren bir mektup yazmıştı. Ömer b. Zübeyr kendisine teslim edilen mektupta yazan 100.000'i 200.000 olarak değiştirmiş ve Ziyad'dan parayı o miktarda almıştı. Daha sonra Ziyad hesabı takdim edince, yapılan hile meydana çıkmıştı. Bunun üzerine Muaviye mektupları yuvarlayıp tomar haline getirdikten sonra iki yandan mum ile mühürlenmesi kuralını uygulatmaya başlamıştır.


Ünlü tarihçi Belazuri (Ö. M. 897) diyor ki: "Müslümanlardan zimam ve mühür divanını ilk kuran kişi Irak'ta valiliği sırasında Ziyad b. Ebih'ti. Ziyad bu konuda İranlıları taklit etmişti. İslam'dan önce İran padişahlarının her biri bir konuda kullanılan çeşitli mühürleri vardı. Bir mühür gizli yazışmalar, bir mühür gönderilen özel memurlar, bir mühür sicillere ve mukatalara, bir mühür haraca aitti. Bu mühürler üzerine görevlendirilen kişiye de "sahih el zimam" (mühürdar) adı verilirdi.

Mühür divanı Muaviye zamanından Abbasiler devri ortalarına kadar en büyük devlet dairelerinden sayılıyordu. Abbasiler devri ortalarında ise devlet işleri birtakım emirler, vezirler ve sultanların eline geçince artık mühür dairesi de eski önemini yitirdi. Harünürreşid veziri bulunan Fazl b. Yahya Bermeki yerine, kardeşi Cafer b. Yahya'yı vezir yapmak istediğinde babaları Yahya b. Halid'e "Babacığım! mührü sağ elimden sol elime geçirmek isterim" diyerek vezirliği mühürle tanımlamıştı. Bu durum, söz konusu devirde mührün halifeler yanında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.


Halifelerin mühürlerine büyük saygı gösterilirdi. Vezir veya diğer bir devlet memuru belgeyi mühürlemek düşüncesiyle, mührü eline almak istediğinde, hilafet makamına saygısından dolayı ayağa kalkardı. Belgeler mühürlendiğinde "tin-i mahtüm" adıyla o zamanlarda kullanılan kırmızı ince topraktan yapılan mürekkeple veya siyah mürekkeple doğrudan doğruya kağıda veya mum gibi yumuşak maddelere basarlardı. Ara sıra mektubun altına, arada bir de yukarısına basılan mühürden daha önce tahmid veya tesbihi (Allah'a hamd ve anma) ya da halifenin ismini içeren veya o zamanlara göre klişe olmuş birkaç kelime yazılırdı. Bu kelimeler mektubun sıhhatine (doğruluğuna) delil kabul edilirdi. Böyle bir işareti taşımayan belgeler hükümsüz kabul edilirdi. Mühre "alamet" adı da verilirdi.

İslam aleminde beylikler veya küçük devletleri oluşturan saltanatlar ortaya çıkınca, kendi hükumetlerinde halifelerin kullandıkları mühür alameti gibi bir alamet edinmişler ve buna "tuğra" adını vermişlerdir. Tuğra bilindiği üzere hükümdarın isim ve elkabını içeren, kalın kalemle yazılmış bir nakıştır. Tuğra, hükümdarın özel işareti yerine geçerdi. Sultan veya beyler zamanında ferman veya beyannameler tuğra ile müvaşşah olunca (süslenince) hükümdarların kendi elleriyle diğer bir işaretin konulmasına lüzum görülmezdi. Selçuklular inşa (mekatibat) divanına "tuğra divanı" adını verirlerdi.

Söylentiye göre tuğraya bu adın verilmesi, ünlü "lamiyetü'-l acem" kasidesini yazan Hüseyin Ebü lsmail el-Tuğrai'ye mensup olunmasından kaynaklanıyor. Tuğrai, Selçuklu meliklerinden Sultan Mesud'un veziriydi. Güzel yazısı vardı. Tuğrayı da o güzel yazıyla çekerdi. Bu nedenle ona nispetle tuğra denildi. Üstelik ilk tuğra yazan da kendisidir. Tuğrai, H. 515/1121 yılında idam edilmiştir. Bizim de düşüncemize göre tuğranın aslının böyle olması gerekir. Lamartin ve Jouannin'in dedikleri gibi Sultan Murad'ın avucunun şekli değildir.


İslam'ın ilk yıllarında halifeler, mühürlerine kendi isimlerine bedel birtakım vaaz ve hikmetleri içeren kısa ibareler kazdırırlardı. Hz. Ebubekir'in mührünün nakşı "ni'mel kadirillah-Cenab-ı Hakk en yüce kudret sahibidir" ve Hz. Ömer'in ki "kefabilmevti vaizen ya Ömer- ey Ömer ölüm insana vaiz olarak yeter"di. Hz. Osman'ın yüzüğünün nakşı "le tasbirenn ev letendümenn -ya sabr etmeli ya pişman olmalı" . Hz. Ali'ninki ise "el-mülkülillah- mülk Allah'ındır" ibarelerini içeriyordu.


Emevi ve Abbasi halifeleri de bu şekilde hareket ederek her biri diğerinden farklı bir ibare edinmişti. Çoğunlukla o ibareler ait olduğu halifenin ismiyle manevi bir ilişkiyi belirtirdi. Abbasi halifelerinden Me'mün'un yüzüğünün nakşı (tevki'i) "Abdullah yu'minu billah muhlisan- Abdullah Cenab-ı Hakk'a samimiyetle inanır," Vasık'ınki "Allah sıkatü'l Vasık- Cenab-ı Hakk Vasık'ın dayanağıdır", Mütevekkil'inki "ala Allahi tevekkeltü", Mu'temid'inki, “İtimadi alallah ve huva hasbi - güvenim Allah'a dır o bana kafidir." şeklindeydi. Diğer halifelerin de bunlara benzer tevki'leri vardı.


Kutsal Emanetler


Günümüzde hilafet alametleriyle Peygamber'in bıraktığı kutsal emanetler kastedilir. Bunlar daha önce belirttiğimiz gibi, lstanbul'da Dersaadet'te "Eski Saray" adıyla bilinen "Sarayiçi"nde bir dairede gümüş bir sandık içinde korunmaktadır. Şunlardan oluşur:


Hırka-i Şerife: Hz. Peygamber'in bir dişi, Peygamber'in saçından birkaç tel (lihye-i sa'adet), Peygamber'in giydiği nalın (takunya).


Sancak: Hz. lbrahim Peygamber'in zemzemden su içtiği rivayet olunan demirden yapılmış iki su kabı, İmam Ebu Hanife'nin cübbesi, Peygamber Yahya'nın kolu.

Osmanlı halifeleri her yıl Ramazan'ın 15'inde devlet adamlarından oluşan muhteşem bir alayla söz konusu saraya gider ve Peygamber'in bıraktığı bu kutsal emanetleri ziyaret ederek saygılarını yenilerlerdi. 


Asa (baston): Asa, hilafet alametinin üçüncüsüdür. Halife tahta oturunca hırka, mühür ve asayı kendisine verirlerdi. Gerek Abbasiler gerek Emeviler zamanında bu üç şey halifelere ait alametler olarak devam etmiştir.


Halifelere ait alamet ve nişanlardan üç şey daha vardır: Hutbe, sikke ve trazdır.


Hutbe: Camilerde, namazda, minberler üzerinde halife için okunan duaya hutbe denir. Hutbenin aslı şöyleydi: lslam'ın ilk yıllarında namazda imamlığı halifeler kendisi yapar ve namazı, Hz. Peygamber'e salavat ve sahabeye dualarla bitirirlerdi. Daha sonra lslam ülkeleri genişleyip her tarafa valiler gönderilince, valiler bulundukları yerlerde namazda imamlık ve namaz sonunda da halifelere dua etmeye başladılar. Valiler arasında bu uygulamayı ilk başlatan Hz. Ali'nin Basra valisi olan Abdullah b. Abbas'tı. Kendisi minbere çıkarak "Allah'ım Hz. Ali'yi galip getir" dedi. Daha sonra halifelere dua etmek adet oldu. Hatta bir yerde bir halifeye dua etmek, o halifenin o yerde hakim olduğunu gösteren bir alamet kabul edildi. Bağdat'ta halifelerin egemenlik ve güçleri azaldığı zamanlarda, bağımlı davranmaya başlayan vilayet valileri, sultanlar ve beyler duada halifelere ortak olmaya başlamış, hutbede önce devrin halifesinin daha sonra kendilerinin isminin anılmasını emretmişlerdi. Daha sonra halifenin ismini tamamen kaldırarak yalnız kendi isimlerini okutmuşlardır. Camilerdeki minberlerde halifelere dua etme geleneği günümüze dek devam etmiştir.


Sikke: Halifeliğe ve daha doğrusu hükümdarlığa mahsus alametlerden biri de sikkedir. Sikke, halifenin veya hükümdarın ismini taşıyan, demirden bir mühürün paralar üzerine basılmasıdır. Buna sikke denilir.


İslam'dan önce Araplarda sikke: Araplar İslamiyet'ten önce lran ve Rum hükümdarlarının paralarını kullanıyorlardı. Bu paralar (nukud) dirhem ve dinar adlarıyla biliniyordu. Günümüzde bizde bulunan altın ve mecidiye sikkesi gibi, o dönemde de dinarlar altından, dirhemler gümüştendi. Altını belirtmek için "ayn" ve gümüşü belirtmek için "varak" tabirlerini kullanırlardı. Bakır sikkeler de vardı. Bununla birlikte bu paraların hepsi de tartıya bağlıydı. Çünkü dinardan anladıkları şey, onu bastıran padişahın veya emirin nakşını taşıyan bir miskal ağırlığında bir parça altından ibaretti. Böylece bir dirhem para bir dirhem ağırlığında bir gümüş parçası demekti. Dirheme "vafi" adı da verilirdi. O zamanki dinar bugünkü sikkeye göre on franka eşittir. O günlerde dinar on dirhem sayıldığı gibi, ara sıra duruma göre, on üç ve on beş dirhem kabul edildiği de olurdu. Bir dirhem bir frank, diğer bir tabirle, bugünkü Mısır parası olarak 4 guruş değerindeydi.


"Ahkam-ı Sultaniye" adındaki kitabın yazan o devirlerde kullanılan paralardan söz ederken: "İran dirhemleri üç çeşitti. Biri bir miskal yirmi kıratlık dirhem idi ki, buna "derahim-i bugliye" derlerdi. Diğeri on iki kırat, üçüncüsü on kırat ağırlıktaydı."


Diğer tarihçilerin verdiği bilgilere göre de "derahim-i simriyye" adı verilen her biri altı miskal ve "hafif simeriyye dirhemleri" denilen beş misgal ağırlığında dirhemler (akçeler) kullanılıyordu. Bunların hepsi de İran parasıydı.


İslamiyet'ten önce Arapların kullandığı dinarlar iki çeşitti. Birisi, "hrakıl" veya "Rum dinarı" diğeri "kisra" veya "fars dinarı" adını verdikleri lran altın sikkeleriydi. Dirhemler de hem Rum hem lran sikkelerindendi. Ancak Araplar çoğunlukla Rumların dinarlarını ve İranlıların dirhemlerini, yani Rumların altın, İranlıların gümüş sikkelerini kullanırlardı. Bunun için Rum altınlarını daha kıymetli ve daha revaçta kabul ederlerdi. Üstelik Rum altınlarının güzelliğini, parlaklığını anlatan sözleri deyim ve atasözü haline getirmişlerdi.

Dinar Latince bir kelimedir. Aslında on (es) anlamında bir parça gümüşü belirtir. Es, Rum akçelerinden birinin adıydı. İşin başında bu amaca dayanarak basılan dinar kelimesi on anlamına gelen "deni" kelimesinden türemiştir. Dinarın ölçüsü, Roma "ukiyye"sinin 1/7'si veya "ratl"ın (libre) yüzde biridir. Yani onlar gümüşten bir libreyi 100 dinara bölerlerdi. Daha sonra altından da dinar kullanılmaya başladı. İranlılar bu sikke usulünü Rumlardan almışlar ve kendileri para bastırarak aynı adları vermişlerdi.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak