ERTELEME (1187-1244)
OLANAKSIZ KARŞILAŞMA
Kudüs’ün geri alınmasının ertesinde bir kahraman gibi saygı gören Selahaddin, gene de eleştirilmektedir. Yakınları tarafından dostça, hasımları tarafından giderek artan bir sertlikte. İbn el-Esir’in dediğine göre:
Selahaddin, kararlarında hiçbir sıkılığa sahip değildi. Bir kenti kuşattığında, savunucular bir süre direnirlerse, işten bıkıyor ve kuşatmayı kaldırıyordu. Oysa bir hükümdar, kaderi lehte olsa bile, asla böyle davranmamalıdır. Başarının meyvalarını sonradan israf etmektense, kararlı kalıp başarısız olmak evlâdır. Bu gerçeği Selahaddin’in Sûr önündeki tutumundan daha iyi aydınlatan birşey olamaz. Eğer Müslümanlar bu kale önünde yenilgiye uğradılarsa, bu sadece onun hatasından kaynaklanmıştır.
Körü körüne bir düşmanlık göstermeyen ve Zengi hanedanına sadık kalan Musullu tarihçi, Selahaddin’e karşı her zaman mesafeli durmuştur. İbn el-Esir, Hattin’den ve Kudüs’ten sonra Arap dünyasının genel coşkusuna katılmıştır. Ama bu onun, kahramanın hatalarını hiç kayırma yapmadan ortaya koymasını engellememiştir. Tarihçinin Sûr’a ilişkin olarak getirdiği eleştiriler tamamen doğrulanmışlardır.
Akkâ, Askalan veya Kudüs gibi bir Frenk kentini veya kalesini ele geçirdiği her seferinde, Selahaddin düşman şövalye ve askerlerine Sûr’a gitme izini veriyordu. Öylesine ki, bu kent hemen hemen alınamaz hale geldi. Frenkler, denizlerin ötesindekilere mesajlar yolladılar, onlar da yardıma gelmeye söz verdiler. Sûr’un savunmasını kendi ordusuna karşı örgütleyenin bir bakıma Selahaddin’in bizzat kendi olduğu söylenemez mi?
Kuşkusuz, sultanın yeniklere karşı yüce gönüllü tutumu eleştirilemez. Boş yere kan dökmekten nefret etmesi, verdiği sözlere harfiyen uyması, hareketlerinin herbirinde varolan duygulandırıcı soyluluk, tarihin gözünde en azından fetihleri kadar değere sahiptirler. Ama bu arada, vahim bir siyasal ve askeri hata işlediğini inkâr etmek de mümkün değildir. Kudüs’ü aldığında, Batı’ya meydan okuduğunu ve onun buna karşılık vereceğini bilmektedir. Bu koşullarda, onbinlerce Frenk’in, Sahil kesiminin en güçlü kalesi olan Sûr’da burçlar arkasında mevzilenmesine izin vermek, yeni bir istila için ideal bir köprü başı sunmak demektir. Üstelik şövalyeler, hâlâ esir olan kral Guy’nin yokluğunda, Arap vakanüvislerin “el-Markiş” dedikleri, Batı’dan yeni gelmiş olan marki Conrad de Montferrat’nın kişiliğinde özellikle inatçı bir şef bulmuşlardır.
Selahaddin, tehlikenin farkında olmakla birlikte, onu küçümsemektedir. Kutsal Kent’in fethinden birkaç hafta sonra, Kasım 1187’de Sûr’un kuşatmasını başlatmıştır, ama bunu pek büyük bir kararlılıkla yapmamıştır. Antik Fenike kenti, ancak Mısır donanmasının kitlesel işbirliğiyle alınabilir. Selahaddin bunu bilmektedir. Ama surların önüne topu topu on tekne çıkartmış, zaten bunların beş tanesi de savunucuların cüretkâr bir huruç hareketi esnasında yakılmıştır. Diğerleri Beyrut yönünde kaçmışlardır. Donanmadan yoksun kalan Müslüman ordusu Sur’a artık ancak, kenti anakaraya bağlayan dar yığma geçitten saldırabilir. Bu koşullarda kuşatma aylarca sürebilirdi. Bu bitmez tükenmez seferden bitkin düşen emirlerin çoğu, Selahaddin’e bu işten vazgeçmesini önermişlerdir. Sultan bunlardan bazılarını, yanında kalmaları için altınla ikna edebilirdi. Ama askerler kışın pahalıya malolurlar ve devlet hazinesi tamtakırdır. Selahaddin’in kendi de bıkkındır. Bu durumda askerlerin yarısını terhis etmiş, sonra kuşatmayı kaldırarak, çok sayıda kentin ve kalenin fazla gayret sarfetmeden geri alınabileceği kuzeye yönelmiştir.
Bu, Müslüman ordusu için yeni bir zafer yürüyüşü olmuştur: Lazkiye, Tartus (Anartus, Tortosa), Bagras, Safed, Kefertâb... fetih listesi uzayıp gitmektedir. Frenklerin Doğu’da ellerinde kalan yerleri saymak daha kolay olacaktır: Sûr, Trablusşam, Antakya ve limanı ile üç tane soyutlanmış kale. Fakat Selahaddin’in çevresindekiler içinde en basiretli olanları yanılmamaktadırlar. Eğer yeni bir istila girişimine engel olmayacaksa, bu fetihlerin ne anlamı var? Sultan da sarsılmaz bir serinkanlılık göstermektedir. Bir Sicilya filosu Lazkiye önlerinde gözüktüğünde, “eğer Frenkler denizlerin ötesinden gelirlerse, buradakilerle aynı kadere uğrarlar” diye ilan etmiştir. 1188 Temmuzunda Guy’yi serbest bırakmakta tereddüt etmemiş, ona Müslümanlara karşı bir daha silaha sarılmayacağına dair yemin ettirmeyi ihmal etmemiştir.
Bu sonuncu armağan da pahalıya malolacaktır. Yeminini inkâr eden Frenk kralı, 1189 ağustosunda Akkâ kalesini kuşatmıştır. Elindeki güç mütevazıdır, ama artık her gün gemiler gelerek, sahile dalgalar halinde Batılı savaşçı dökmektedir. İbn el-Esir’in anlattığına göre:
Frenkler, Kudüs düştükten sonra karalar giyinip, denizlerin ötesindeki bütün ülkelere, en başta da büyük Roma’ya yardım ve imdat istemeye gittiler. İnsanları intikam almaya tahrik için, üzerinde ona darbeler indiren bir Arap tarafından kanlar içinde bırakılmış Mesih olan bir resim taşıyorlardı. “Bakınız. İşte Mesih ve işte ona öldüresiye vuran Arapların peygamberi Muhammed” diyorlardı. Duygulanan Frenkler, kadınlar da dahil toplandılar ve gelemeyecek durumda olanlar, kendi yerlerine dövüşmeye gidenlerin masraflarını karşıladılar. Düşman esirlerden biri bana, ailesinin tek erkek çocuğu olduğunu ve annesinin teçhizatını sağlamak için evini sattığını anlattı. Frenklerin dinsel ve psikolojik güdülenmeleri o düzeydeydi ki, amaçlarına ulaşmak için her zorluğu aşmaya hazırdılar.
Nitekim, Guy’nin birlikleri, eylülün ilk günlerinden itibaren takviye üstüne takviye aldılar. Bunun üzerine, bütün Frenk savaşlarının en uzun ve en korkunçlarından biri olan Akkâ çarpışması başlar. Akkâ, burun ucu gibi olan bir yarımadanın üzerinde kurulmuştur: Güneyde liman, batıda deniz, kuzeyde ve doğuda dik açı yapan iki sağlam sur. Kent iki sıra halinde kuşatılmıştır. Frenkler, Müslüman garnizonu tarafından iyi korunan burçların etrafında giderek kalınlaşan bir yay oluşturmuşlardır, ama arkalarında Selahaddin’in ordusunu hesaba katmak zorundadırlar. Selahaddin, başlangıçta düşmanı kıskaca alıp işini bitirmeye uğraşmıştır. Ama bunun üstesinden gelemeyeceğini çabuk anlamıştır. Çünkü Müslümanlar ard arda birçok zafer kazandılarsa da, Frenkler kayıplarını hemen gidermektedirler. Doğan her gün, onlara Sûr’dan veya denizlerin ötesinden savaşçı cinsinden nasipleri neyse onu getirmektedir.
Ekim 1189’da Akkâ çarpışması ortalığı kasıp kavururken, Selahaddin Halep’ten bir mesaj alır ve “Almanların kralı” imparator Friedrich Barbarossa’nın iki yüz bin ilâ iki yüz altmış bin adamıyla birlikte Suriye’ye yürümek üzere Konstantinopolis’e yaklaştığını öğrenir. O sıralarda yanında bulunan sadık adamı Bahaeddin, sultanın bu haberden çok kaygılandığını bildirmektedir. Durumun aşırı vahametini gözönüne alarak, bütün Müslümanları cihada çağırmanın ve halifeyi durumdaki gelişmelerden haberdar etmenin gerekli olduğu sonucuna vardı. Beni de bu doğrultuda, Sincar, Cezire, Musul, Erbil beylerine giderek, onları askerleriyle birlikte cihada bizzat katılmaya teşvik etmekle görevlendirdi. Bunların arkasından Bağdat’a giderek, emirülmüminini tepki göstermeye teşvik edecektim. Bunların hepsini yaptım. Selahaddin, halifeyi içinde bulunduğu uyuşukluktan çıkartmak için ona bir mektup yazarak, Roma’da oturan papanın Frenk halklarına Kudüs üzerine ilerlemelerini emrettiği’ni bildirmiştir. Selahaddin aynı sıralar, Magrip ve Müslüman İspanya hükümdarlarına mesajlar göndererek, onları tıpkı Batılı Frenkler’in Doğulu Frenkler’e karşı yaptıkları gibi kardeşlerinin yardımına koşmaya davet etmiştir. Frenklerin intikamının müthiş olacağı, yeni bir kan gölüne tanık olunacağı, Kutsal Kent’in gene kaybedileceği, Suriye ve Mısır’ın ikisinin birden istilacıların eline geçeceği fısıltıları etrafta dolaşmaktadır. Fakat, rastlantı veya tanrı bir kez daha Selahaddin’in lehinde müdahalede bulunmuştur.
Alman imparatoru Küçük Asya’dan muzaffer bir şekilde geçtikten sonra, 1190 yılında, Kılıçarslan’ın ardıllarının başkenti Konya’nın önüne gelmiş, şehrin kapılarını hızla zorlamış ve geldiğini haber vermek için Antakya’ya adamlar yollamıştır. Anadolu’nun güneyindeki Ermeniler bu haberden ötürü alarm durumuna geçmişlerdir. Ermeni ruhbanı, Selahaddin’e bir mesaj yollayarak, kendilerini bu yeni Frenk istilasına karşı korumasını rica etmiştir. Fakat sultanın müdahalesine gerek kalmayacaktır. 10 Haziranda hava çok sıcaktır; Friedrich Barbarossa Toros eteklerindeki bir akarsuda yıkanırken, herhalde bir kalp krizi sonucu, suyun ancak bel hizasına geldiği bir yerde boğuldu. Bu kesinlemeyi yapan İbn el-Esir şöyle devam etmektedir: Ordusu dağıldı ve Allah Müslümanları, Frenkler arasında özellikle kalabalık ve inatçı bir tür olan Almanların kötülüğünden esirgedi.
Böylece Alman tehlikesi mucizevî bir şeklide atlatılmıştır, ama Selahaddin’i aylarca felç ederek, onun Akkâ’yı kuşatanlara karşı nihai çarpışmaya girmesini engellemiştir. Bu Filistin limanının çevresindeki durum artık donmuştur. Sultan artık bir karşı saldırıya karşı korunaklı hale gelecek kadar takviye almışsa da, Frenkler’i de artık yerlerinden sökmek olanaksızdır. Yavaş yavaş bir modus vivendi yerleşik hale gelir. Bazen itiş kakışlar olmakta, bunların arasında emirler ve şövalyeler birbirlerini ziyafete davet etmekte, aralarında sakin sakin söyleşmekte, hatta Bahaeddin’in aktardığı gibi bazen oyun bile oynamaktadırlar:
İki tarafın adamları bir gün çarpışmaktan yorgun düşerek, çocuklar arasında bir çarpışma düzenlemeye karar verdiler. Genç kâfirlerle boy ölçüşmek üzere kentten iki oğlan çocuğu çıktı. Çarpışmanın harareti içinde Müslüman oğlanlardan biri rakibinin üstüne atladı, onu yere devirdi ve boğazına çöktü. Onu öldürebileceğini gören bazı Frenkler yaklaşarak, ona “Dur. O senin gerçekten esirin oldu ve biz onu senden fidye ödeyerek geri alacağız” dediler. İki dinar aldı ve onu serbest bıraktı.
Fakat panayır eğlencesi havasına rağmen, savaşan tarafların durumu hiç de iyi değildir. Çok sayıda ölü ve yaralı vardır, salgın hastalıklar ortalığı kasıp kavurmaktadırlar, kışın iaşe sağlamak kolay değildir. Selahaddin’i en çok Akkâ garnizonunun durumu endişelendirmektedir. Batıdan gemiler geldikçe, deniz tarafından abluka daha da sıklaşmaktadır. Onlarca tekneden meydana gelen bir Mısır filosu, kendine limana kadar yol açmayı iki kere başarmıştır, ama kayıplar ağırdır ve sultan kuşatma altındakilere iaşe sağlamak için bir süre sonra hileye başvuracaktır. 1190 Temmuzunda Beyrut’ta devasa bir gemi donatmış, bunu ağzına kadar buğday, peynir, soğan ve koyunla doldurmuştur. Bahaeddin durumu şöyle anlatmaktadır:
Bir grup Müslüman tekneye bindi, Frenk kıyafetine büründüler, sakallarını kestiler, direğin üzerine haçlar astılar ve güvertenin iyice görünür yerlerine domuzlar koydular. Düşman teknelerinin arasından sakin sakin geçerek kente yaklaştılar. “Akkâ’ya doğru gidiyorsunuz” diyerek onları durdurdular. Bizimkiler şaşırmış gibi yaparak, “Kenti almadınız mı?” dediler. Gerçekten dindaşlarıyla konuştuklarını sanan Frenkler, “Hayır, henüz alamadık,” diye cevap verdiler. Bizimkiler de “Pekâlâ, kampın yanına yanaşacağız, ama arkamızda bir gemi daha var, onu kente doğru gitmemesi konusunda hemen uyarmak gerek” dediler. Aslında Beyrutlular, gelirlerken arkalarından bir Frenk gemisinin geldiğini fark etmişlerdir. Düşman denizciler hemen ona yöneldiler, bu arada bizimkiler bütün yelkenleri fora edip, Akkâ limanına yöneldiler, burada sevinç çığlıklarıyla karşılandılar, çünkü kentte kıtlık hüküm sürüyordu.
Ancak bu cins kurnazlıkları çok fazla tekrarlamak mümkün değildir.
Selahaddin’in ordusu kıskacı gevşetmezse, Akkâ sonunda teslim olacaktır. Oysa aylar geçtikçe bir Müslüman zaferi olasılığı, yeni bir Hattin şansı giderek azalmaktadır. Batılı savaşçı akını tavsamak yerine, giderek genişlemektedir. Nisan 1191’de karaya birlikleriyle birlikte çıkan Fransa kralı Philippe Auguste’tür, Haziran başında da onu Richard Coeur de Lion (Arslan Yürekli Richard İngiltere kralı olmasına rağmen Fransızca konuşmaktadır, saray çevresinde ve soylular arasında da aynı dil konuşulduğundan lâkabı Fransızcadır.) izlemiştir. Bahaeddin şöyle anlatmaktadır:
Bu İngiltere kralı (Melik el-İnkitar) çarpışmada cesur, enerjik, cüretkâr bir adamdı. Mertebe olarak Fransa kralından daha altta olmasına rağmen, ondan daha zengin ve savaşçı olarak daha ünlüydü.
Yolda gelirken Kıbrıs’a uğradı, burayı ele geçirdi ve tıklım tıklım adam ve savaş malzemesi dolu yirmi beş kadırgayla birlikte Akkâ önlerinde gözüktüğünde, Frenkler sevinç çığlıkları attılar ve gelişini kutlamak için büyük ateşler yaktılar. Müslümanlara gelince, bu olay kalplerini kaygı ve korkuyla doldurdu.
İngiltere tacını taşıyan otuz üç yaşındaki bu kızıl saçlı dev, savaşçı ve uçarı şövalyenin prototipidir; ideallerinin soyluluğu yoldan çıkartan kabalığını ve hiç utanma duygusu olmamasını iyi gizleyememektedir. Fakat hiçbir Batılı onun çekiciliği ve inkâr edilemez karizması karşısında duyarsız kakmıyorsa, Richard da Selahaddin’in cazibesine kapılmıştır. Daha gelişinden itibaren onunla buluşmanın çarelerini aramıştır. El-Adil’e bir mesaj göndererek, ağabeyiyle bir görüşme ayarlamasını istemiştir. Sultan buna hiç tereddüt etmeden şu cevabı vermiştir: “Krallar ancak bir anlaşmaya varıldıktan sonra biraraya gelirler, çünkü bir kez tanıştıktan ve birlikte yemek yedikten sonra savaşmak uygun değildir”, ama her ikisinin de askerleriyle çevrelenmiş olması koşuluyla, kardeşinin Richard’la buluşmasına izin vermiştir. Böylece temaslar sürdürülmüş, ama pek bir sonuç elde edilememiştir. Bahaeddin’in açıkladığına göre, Aslında Frenkler’in bize haberci göndermekteki niyetleri, özellikle güçlü noktalarımızı ve zayıflıklarımızı öğrenmekti. Biz de onları kabul ettiğimizde tamamen aynı amaca sahiptik. Richard, Kudüs fatihini tanımayı samimiyetle arzu ediyorduysa da, Doğu’da kesinlikle yalnızca görüşme yapmaya gelmemişti.
Bu ilişkiler sürerken, İngiliz kralı Akkâ’ya karşı nihai saldırıya etkin bir şekilde hazırlanmaktadır. Dünyadan tamamen kopan kent açlığın pençesine düşmüştür. Kente yalnızca artık birkaç çok iyi yüzücü hayatını tehlikeye atarak ulaşabilmektedir. Bahaeddin, bu konuda onlardan birinin macerasını aktarmaktadır.
Bu uzun çarpışmanın en ilginç ve en ibret verici olaylarından biri söz konusudur. Adı İsa olan Müslüman bir yüzücü vardı, bunun geceleri düşman gemilerinin altına dalarak, kuşatma altındakilerin onu bekledikleri öteki taraftan su yüzüne çıkma adeti vardı. Genelde, kemerine bağladığı para ve haberleri garnizona götürmekteydi. İçinde bin dinar ve çok sayıda mektubun bulunduğu üç keseyle birlikte daldığı bir gece farkedildi ve öldürüldü. Bir felâketin meydana geldiğini hemen bildik, çünkü İsa varır varmaz kentten bir güvercin salarak bizi haberdar ediyordu. O gece bize hiçbir işaret gelmedi. Birkaç gün sonra, su kenarında bulunan bazı Akkâlılar bir cesetin sahile vurduğunu gördüler. Yaklaşınca kemerinde altın ve mektupların mühürlendiği balmumu hâlâ duran yüzücü İsa’yı tanıdılar. Acaba görevini öldükten sonra da, tıpkı hayattaykenki kadar sadakatle yerine getiren başka bir insan görülmüş müdür?
Bazı Arap savaşçılarının kahramanlığı durumu kurtarmaya yetmemektedir. Akkâ garnizonunun durumu kritikleşmektedir. 1191 yazının başında, kuşatma altındakilerin çağrıları artık umutsuzluk çığlıklarından ibaret hale gelmiştir: “Gücümüz tükendi ve artık teslim olmaktan başka çaremiz yok. Eğer bizim için birşey yapmazsanız, yarın aman dileyip kenti teslim edeceğiz”. Selahaddin üzerindeki baskıya mağlup olur. Kuşatma altındaki kente ilişkin bütün hayallerini kaybettiği için, gözyaşlarını tutamaz. Yakınları sağlığından endişelenmektedirler ve hekimler ona sakinleştirici ilaçlar vermektedirler. Selahaddin, habercilerine, kampın tümüne Akkâ’yı kurtarmak için kitlesel bir saldırı yapılacağını duyurmalarını emreder. Ama emirleri ona uymazlar. “Müslüman ordusunun tümünü neden boş yere tehlikeye atalım ki?” diye karşılık verirler. Frenkler şimdi o kadar kalabalık ve o kadar iyi mevzilenmişlerdir ki, her saldırı intihar olacaktır.
İki yıllık kuşatmadan sonra, 11 Temmuz 1191’de Akkâ surlarının üzerinde aniden haçlı bayraklar görülür.
Frenkler muazzam bir sevinç çığlığı attılar, bu arada bizim kampta herkes apışıp kalmıştı. Askerler ağlıyor ve yakınıyordu. Sultana gelince, çocuğunu kaybetmiş bir anne gibiydi. Onu görmeye gittim ve rahatlatmak için elimden geleni yaptım. Artık Kudüs’ün ve sahil şehirlerinin geleceğini düşünmesi ve Akkâ’da esir düşen Müslümanların kaderiyle meşgul olması gerektiğini söyledim.
Acısını bastıran Selahaddin, esirlerin serbest bırakılma koşullarını tartışmak üzere Richard’a bir haberci yolladı. Fakat İngilizin acelesi vardır. Geniş bir saldırı başlatmak için başarısından yararlanmaya iyice kararlı olarak, tıpkı dört yıl önce Frenk kentleri birbiri ardına eline geçerken sultanın da yaşadığı gibi, esirlerle uğraşmaya zamanı yoktur. Tek fark, esirlerle uğraşmak istemeyen Selahaddin’in onları serbest bırakmasına karşılık, Richard’ın katletmeyi tercih etmesidir. Akkâ garnizonundaki iki bin yedi yüz asker kent surlarının önünde toplanmıştır, yanlarında onların ailelerinden olan yaklaşık üç yüz kadın ve çocuk vardır. Artık tek bir et kitlesi oluşturacak şekilde birbirlerine iplerle bağlanan bu insanlar Frenk savaşçılarına verilmiş, onlar da bunları üzerine kılıçlar, kargılar ve hatta taşlarla saldırarak, bütün iniltiler kesilene kadar işlerini sürdürmüşlerdir.
Bu sorunu böylece çabucak çözen Richard, birliklerinin başında Akkâ’dan ayrılır. Güneye yönelir, donanması onu kıyı boyunca yakından izlemekte, Selahaddin de bu arada kara içindeki paralel bir yol üzerinde onu izlemektedir. İki ordu arasında defalarca çarpışma olur, ama hiçbiri belirleyici değildir. Sultan, artık istilacıların sahil kesiminin denetimini yeniden ele geçirmelerini engelleyemeyeceğini, ordularını ise hiç yok edemeyeceğini bilmektedir. İhtirası, onları engellemekle, kaybedilmesi İslamiyet için korkunç bir şey olacak Kudüs’e giden yolu ne pahasına olursa olsun onlara kesmekle yetinmektedir. Kariyerinin en karanlık anlarını yaşadığını hissetmektedir. Derinlemesine etkilenmiştir, ama yine de askerlerinin ve yakınlarının moralini yüksek tutmaya çabalamaktadır. Yakınlarıyla konuşurken, ağır yenilgilere uğradığını kabul etmekte, ama kendinin ve halkının burada kalacaklarını, oysa Frenk krallarının er veya geç bitecek bir sefere katılmaktan başka bir şey yapmadıklarını söylemektedir. Fransa kralı, Doğu’da yüz gün kaldıktan sonra ağustosta Filistin’den ayrılmamış mıdır? İngiltere kralı da, uzaktaki krallığına geri dönmek için acele ettiğini defalarca tekrarlamamış mıdır?
Zaten Richard da diplomatik girişimlerini artırmaktadır. Askerlerinin başta Yafa’nın kuzeyindeki Arsuf kıyı ovasında olmak üzere bazı başarılar kazandığı 1191 eylülünde hızlı bir anlaşmaya varabilmek için el-Adil nezdinde ısrar etmektedir. Ona yolladığı bir mesajda şöyle der:
Bizimkiler ve sizinkiler öldüler, ülke harap oldu ve olay hepimizin denetiminden tamamen çıktı. Bunların yeterli olduğunu düşünmüyor musun? Bize ilişkin olarak, yalnızca üç uyuşmazlık konusu var: Kudüs, hakiki haç ve ülke.
Kudüs’e ilişkin olarak, orası bizim tapınma yerimiz ve oradan vazgeçmeyi asla kabul etmeyiz, sonuncu askerimize kadar çarpışmak zorunda kalsak bile. Ülke konusunda, Ürdün nehrinin batısının bize bırakılmasını isteriz. Haça gelince, o sizin için bir tahta parçasıdır, ama bizim için ölçülemez bir değere sahiptir. Sultan onu bize versin ve bu tüketici mücadeleye son verilsin.
El-Adil bunu hemen ağabeyine aktarır, o da cevabını yazdırmadan önce başlıca yardımcılarına danışır.
Kutsal kent size ait olduğu kadar bize de aittir; hatta bizim için daha önemlidir, çünkü peygamberimiz mucizevî gece yolculuğunu ona doğru yaptı ve cemaatimiz kıyamet günü burada toplanacak. Demek ki burayı terketmemiz söz konusu olamaz. Müslümanlar bunu asla kabul etmezler. Ülkeye gelince, burası her zaman bizimdir ve sizin işgaliniz geçicidir. Buralara, o sıralarda orada oturan Müslümanların zayıflığı sayesinde yerleşebildiniz, ama savaş olduğu sürece elinizde tuttuğunuz topraklardan yararlanmanıza izin vermeyeceğiz. Haça gelince, bizim için büyük bir kozdur ve ancak karşılığında İslam lehine büyük bir taviz alırsak ondan ayrılırız.
İki mesajın da kararlılığı yanıltmamalıdır. Her iki taraf da uç isteklerini sunmuşsa da, uzlaşma yolunun kapalı olmadığı açıktır. Nitekim, bu mesaj alış verişinden üç gün sonra Richard, Selahaddin’e çok ilginç bir mektup ulaştırır. Bahaeddin anlatmaktadır:
El-Adil, son temaslarının sonuçlarını aktarmak üzere beni çağırdı. Öngörülen anlaşmaya göre, el-Adil İngiltere kralının kızkardeşiyle evlenecek. Bu kadın Sicilya kralıyla evliydi, ama kral öldü. İngiliz de kızkardeşini Doğu’ya getirdi ve onu el-Adil’le evlendirmeyi teklif etti. Kral, bu evlilikle kıyı şeridinin (Sahel) kraliçesi olacak olan kızkardeşine, Akkâ’yla Askalan arasında bulunan kendi denetimindeki toprakları verecek. Sultan da, kıyı şeridinin kralı olacak kardeşine sahildeki toprakları verecek. Haç onlara teslim edilecek ve her iki taraf ellerindeki esirleri serbest bırakacak. Sonra barış antlaşmasına varıldığından, İngiltere kralı denizler ötesindeki ülkesine geri dönecek.
El-Adil, buna açıkçası bayılmıştır. Bahaeddin’den, Selahaddin’i ikna etmek için elinden geleni yapmasını ister. Vakanüvis buna uğraşacağına söz verir.
Ben de sultanın huzuruna çıktım ve duyduklarımı ona tekrarladım. Başlangıçta bunda bir sakınca görmediğini söyledi, ama onun kanısına göre İngiltere kralının kendisi böyle bir düzenlemeyi asla kabul etmezdi ve burada bir şaka veya bir hileden başka birşey söz konusu değildi. Ondan, bunu onayladığını doğrulamasını üç kere istedim, o da onayladı. Ben de el-Adil’in yanına dönerek, sultanın kabul ettiğini bildirdim. Oda düşman kampına acele cevap yolladı. Ama melun İngiliz ona, kızkardeşinin bu öneriyi duyduktan sonra korkunç öfkelenerek geri döndüğünü söyletti; kadın kendini asla bir Müslümana vermeyeceğine yemin etmişti.
Tam da Selahaddin’in tahmin ettiği gibi, Richard hile yapmaya uğraşıyordu. Sultanın bu planı tamamen reddedeceğini, bunun da el-Adil’in hiç hoşuna gitmeyeceğini düşünüyordu. Selahaddin planı kabul ederek, Frenk hükümdarını ikili oyununu açık etmek zorunda bırakıyordu. Nitekim Richard, aylardır el-Adil’le ayrıcalıklı ilişkiler kurmaya çalışıyor, ona “kardeşim” diye hitap ediyor, Selahaddin’e karşı kullanmak amacıyla onun ihtiraslarını gıdıklıyordu. Savaşta böyle şeyler olur. Sultan da kendi cephesinden böyle yöntemler uygulamaktadır. Richard’la yürüttüğü müzakerelere paralel olarak, Sûr’un efendisi el-Markiş Conrad’la da görüşme başlatmıştır. Conrad, topraklarını elinden alacağından kuşkulandığı İngiltere kralıyla aşırı gergin ilişkiler içindedir. Selahaddin’e “deniz Frenkleri”ne karşı bir ittifak önerecek kadar ileri gidecektir. Bu teklifi tamamen kabul etmeyen sultan, bunu Richard’ın üzerindeki diplomatik baskısını artırmak için kullanmıştır. Öylesine ki, sonunda markinin siyasetinden öfkeye kapılan Richard, birkaç ay sonra onu öldürtecektir.
Tuzağı başarısız olan İngiltere kralı, el-Adil’den, Selahaddin’le bir görüşme ayarlamasını istemiştir. Ama sultanın cevabı birkaç ay önce verdiğinin aynı olmuştur:
Krallar ancak bir anlaşmaya vardıktan sonra buluşurlar. Her halükârda ben senin dilini anlamam ve sen de benimkini bilmezsin, bu durumda ikimizin birden güveneceği bir çevirmene ihtiyacımız var. Bu adam, bizim aramızda habercilik yapsın, bir anlaşmaya vardığımızda bir araya geliriz ve aramızda dostluk hüküm sürer.
Müzakereler daha bir yıl sürüncemede kalacaktır. Kudüs’te mevzilenen Selahaddin, zamanın geçmesine aldırmamaktadır. Önerileri basittir: Herkes elindekini muhafaza etsin; Frenkler eğer isterlerse Kutsal Kent’e silahsız olarak gelsinler, ama kent Müslümanların elinde kalacaktır. Yurduna dönme arzusuyla yanıp tutuşan Richard, iki kere Kudüs yönüne yürüyüp, ama saldırıya geçmeyerek, onu karar vermeye zorlamıştır. Fazlasıyla bol olan enerjisini sarfetmek için, Askalan’da aylar boyunca süren müthiş bir kale inşasına girişmiştir, burayı bir gün yapmayı hayal ettiği Mısır seferi için üs olarak kullanmayı düşünmektedir. Kale inşası bitince, Selahaddin onun barış antlaşmasından önce taş be taş yıkılmasını talep etmiştir.
1192 Ağustosunda Richard’ın sinirleri artık son haddine kadar gerilmiştir. Ağır hastadır, Kudüs’ü geri almaya girişmemekle itham eden birçok şövalye onu terketmiştir, Conrad’ı öldürtmekle suçlanmaktadır, dostları bir an önce İngiltere’ye dönmek için baskı yapmaktadırlar ve artık yola çıkışını geciktirecek durumda değildir. Askalan’ı kendine bırakması için Selahaddin’e adeta yalvarır. Fakat cevap olumsuzdur. Bunun üzerine yeni bir mesaj yollar, talebini yeniler ve eğer altı gün içinde uygun bir anlaşma imzalanmazsa, kışı burada geçirmek zorunda kalacağını belirtir. Bu örtülü ültimatom Selahaddin’i gülümsetir. Sultan haberciyi yanına oturtarak, ona şöyle der: “Krala, Askalan konusunda hiçbir şeye razı olmadığımı söyleyeceksin. Kışı bu ülkede geçirme tasarısına gelince, bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, çünkü ele geçirdiği bu toprakların gittiği anda elinden alınacağını biliyor. Gitmeden alınması bile mümkündür. Ailesinden ve ülkesinden iki ay uzaktayken, güçlü kuvvetliyken ve hayatın zevklerinden yararlanabilecek durumdayken, kışı gerçekten burada geçirmek istiyor mu? Ben kendi hesabıma kışı burada geçirebilirim, sonra yazı, sonra başka bir kışı ve başka bir yazı, çünkü ben kendi ülkemdeyim, çocuklarımın ve yakınlarımın arasındayım, onlara bakıyorum ve bir kışlık bir de yazlık ordum var. Artık hayatın zevkleriyle pek bir ilgisi kalmamış yaşlı bir insanım. Tanrının ikimizden birine zafer vermesine kadar böylece bekleyeceğim.”
Bu konuşma tarzından açıkça etkilenen Richard, izleyen günlerde Askalan’dan vazgeçmeye hazır olduğunu bildirir. Ve 1192 Eylülünün başında beş yıllık bir barış anlaşması imzalanır. Frenkler, Sûr’la Yafa arasındaki sahil kesimini muhafaza etmekte ve Kudüs de dahil, ülkenin geri kalanı üzerinde Selahaddin’in egemenliğini tanımaktadırlar. Sultandan geçiş belgesi alan Batılı savaşçılar, İsa’nın kabri üzerinde dua etmek için Kutsal kente doluşurlar. Selahaddin onların en önemlilerini kibarca kabul eder ve hatta yemeğini paylaşmaya davet eder ve ibadet serbestisi konusundaki kesin kararını doğrular. Fakat Richard Kudüs’e gitmeyi reddeder. Fatih olarak girmek üzere kendine söz verdiği bir kente konuk olarak girmek istememektedir. Barış anlaşmasına varılmasından birkaç ay sonra, Kutsal Kabri ve Selahaddin’i göremeden Doğu’dan ayrılır.
Sultan, Batı’yla olan bu mücadeleden sonunda galip çıkmıştır. Frenkler kuşkusuz bazı kentlerin denetimini geri alarak, böylece yüz yıllık bir erteleme sağlamışlardır. Ama artık asla isteklerini İslam dünyasına dayatabilecek bir güç olmayacaklardır. Artık denetimlerinde gerçek devletler olmayacak, yalnızca bazı yerleşimlerle yetineceklerdir.
Selahaddin, bu başarısına rağmen, kendini örselenmiş ve biraz da çaptan düşmüş olarak hissetmektedir. Emirleri üzerindeki otoritesi zayıflamıştır, aleyhinde olanlar giderek artmaktadır. Bedensel bakımdan iyi değildir. Aslında sağlığı hiçbir zaman mükemmel olmamış, onu yıllardan beri hem Şam’da, hem Kahire’de saray hekimlerine tedavi olmak zorunda bırakmıştır. Kahire’deyken, İspanya’dan gelmiş olan ve Maimonides adıyla daha fazla tanınan Musa İbn Meymun adındaki ünlü bir Arap Yahudisi “tabip”in hizmetinden yararlanmaktadır. Üstelik, Frenkler’e karşı mücadelesinin en zor yılları esnasında sık sık sıtma olmuş, bu da onu günlerce yatağa çivilemiştir. Fakat 1192’de hekimleri endişelendiren, herhangi bir hastalığın ilerlemesi değil de, genel bir zayıflama, sultana yaklaşan herkesin farkettiği bir cins zamanından önce ihtiyarlamadır. Selahaddin henüz elli beş yaşındadır, ama kendi de hayatının sonuna geldiğini bilmektedir.
Selahaddin hayatının son günlerini, en sevdiği kent olan Şam’da, akrabalarının arasında huzur içinde geçirmiştir. Bahaeddin artık onun yanından ayrılmamakta, her hareketini sevgiyle kaydetmektedir. 18 Şubat 1193 perşembe günü, Hisardaki sarayının bahçesinde onun yanına gider.
Sultan, çocuklarının en küçükleriyle çevrelenmiş olarak gölgede oturmuştu. İçeride onu kimin beklediğini sordu. “Frenk haberciler ile bir grup emir ve önde gelen kişi” diye cevap verdiler. Frenkler’i çağırttı. Bunlar huzuruna geldiklerinde, kucağında çok şımarttığı küçük oğullarından Ebubekir vardı. Bıyıkları ve sakalları traşlı çehreleri, saç biçimleri, ilginç kıyafetleriyle Frenkler’i gören çocuk korktu ve ağlamaya başladı. Sultan Frenkler’den özür diledi ve ne söyleyeceklerini bile dinlemeden görüşmeye son verdi. Sonra bana, “bugün birşey yedin mi?” dedi. Bu, onun birini yemeğe davet etme tarzıydı. Sonra seslendi: “Bize yiyecek birşeyler getirsinler”. Pilav ve ayranla birlikte hepsi de hafif başka yemekler getirdiler, bunlardan yedi. Bu beni rahatlattı, çünkü iştahını tamamen kaybettiğini sanıyordum. Bir seneden beri kendini ağır hissediyor ve ağzına hiçbir şey koyamıyordu. Zor yürüyor ve insanlardan bundan ötürü özür diliyordu.
Hatta Selahaddin bu perşembe günü, Mekke’den dönen bir hacı kafilesini karşılamaya atla gidecek kadar kendini iyi hissetmektedir. Ama iki gün sonra artık ayağa kalkamamaktadır. Yavaş yavaş bir hareketsizlik halinin içine yuvarlanmıştır. Bilincinin açıldığı anlar giderek azalmaktadır. Herhalde haberi kente yayıldığından, Şamlılar kentlerinin bir süre sonra anarşiye yuvarlanacağından kaygılanmaktadırlar.
Yağma korkusuyla çarşılardan kumaşlar kaldırıldı. Ve her gece eve gitmek için sultanın başucundan ayrıldığımda, insanlar benim ifademden kaçınılmaz sonun meydana gelip gelmediğini anlamak için yoluma üşüşüyorlardı.
2 Mart akşamı, hastanın odası gözyaşlarını tutamayan saraylı kadınlar tarafından istila edilir. Selahaddin’in durumu o kadar kritiktir ki, büyük oğlu el-Efdal, Bahaeddin’den ve sultanın diğer bir çalışma arkadaşı olan kadı el-Fadıl’dan geceyi hisarda geçirmelerini ister. Kadı, “Bu tedbirsizlik olur” diye cevap verir, “çünkü kent halkı bizim gelmediğimizi görünce, en kötü şeyi düşünecektir ve yağmalama başlayabilir”. Hastanın başında durması için, Hisarın içinde oturan bir şeyh getirtilir.
Bu (şeyh) kuran okuyor, Allahtan ve ahiretten söz ediyordu, sultan bu arada bilinçsiz bir şekilde yatıyordu. Ertesi sabah geri döndüğümde çoktan ölmüştü. Tanrı ona merhamet etsin. Bana, şeyhin “Allahtan başka tanrı yoktur ve ben ona teslim oldum” diyen ayeti okuduğunda, sultanın gülümsediği, yüzünün aydınlandığı ve sonra ruhunu teslim ettiği anlatıldı.
Ölüm haberi duyulur duyulmaz, çok sayıda Şamlı hisara yönelir, ama muhafızlar onları içeri sokmaz. Yalnızca büyük emirlerin ve başlıca ulemanın, sarayın salonlarından birinde oturan, müteveffa sultanın büyük oğlu el-Efdal’e başsağlığı dilemelerine izin verilmektedir. Şairler ve hatiplerden ses çıkartmamaları istenmiştir. Selahaddin’in en küçük çocukları sokağa çıkıp, gözyaşları içinde kalabalığa karışmışlardır. Bahaeddin anlatıyor:
Bu dayanılmaz sahneler öğle namazı sonrasına kadar sürdü. Sonra sultanı yıkadılar ve kefene sardılar; bu iş için gereken herşey borca alındı, çünkü sultanın kendine ait hiç malı yoktu. İlahiyatçı el-Devlehi tarafından yürütülen yıkama törenine davet edilmeme rağmen, buna katılacak cesareti bulamadım. Öğle namazından sonra, cenazeyi kumaş kaplı bir tabutun içinde dışarı çıkardılar. Cenaze alayını gören kalabalık, ağlaşıp bağrışmaya başladı. Sonra tabutun üstünde grup grup dua edildi. Daha sonra sultan hastayken tedavi gördüğü saray bahçesine götürüldü, sonra batıdaki bölüme gömüldü. Onu ikindi namazında toprağa verdiler. Allah ruhunu şad etsin ve nur içinde yatsın.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder