Hanbelilik
Ehl-i sünnet mezheplerinden üçüncü büyük mezheb olarak kabul edilen Hanbeli Mezhebi, İmam Ahmed b. Hanbel'in (öl.855) görüşlerini benimseyenlere verilen addır. İmam Şafii'nin yanında yetişen ve ondan büyük oranda etkilenen Ahmed b. Hanbel, Abbasi Halifelerinden Memun zamanında başlayan ve haleflerince de devam ettirilen Mutezile görüşlerinin zorla halka kabul ettirilmesi senelerinde büyük eziyetler görmüştür. Ahmed b. Hanbel, fıkhın füruundan ziyade hadis usulü ile meşgul olmasından dolayı, bazı alimlerce fakihten çok muhaddis kabul edilir.
Hanbeli Mezhebi, diğer büyük mezheplere oranla azınlık durumunda kalmıştır. Bunun ana sebeplerinden birisi, diğer mezheplerin daha önceden ve büyük merkezlerde genellikle de bir siyasi desteğin tesiriyle yayılmış olması, buna karşılık Hanbeli Mezhebi'nin yayılma sahasının daralması ve diğer mezhepler için konu ettiğimiz şekilde Hanbeliliği yayacak kadıların bulunmamasıydı. Bir başka önemli sebep ise, Hanbelilerin kendi mezhep anlayışlarından kaynaklanan yorumlarla taassup ve şiddete meyilli olmalarıydı. O yüzdendir ki bu mezhep, imamının ilim, vera ve dindarlığı ölçüsünde yayılma imkanı bulamamıştır."' Bidatlere karşı son derece yasakçı bir tavırla yaklaşan ve bunu ifrat noktasına vardıran Hanbeliler, diğer Sünni mezheplerde olmayan bir taassup ve hoşgörüsüzlüğe yönelmişlerdir. "Emri bi'l-Maruf ve Nehyi ani'l-Münker" adına insanlara baskı yapmışlar, onlara karşı kuvvet kullanmaktan çekinmemişlerdir. Kendileri "Mihne" olayında en büyük baskı ve zorbalığı görmüş olan bu mezhep sakinleri, ne yazık ki, daha sonraki dönemlerde kendileri gibi düşünmeyenlere karşı şiddet kullanmaktan kaçınmamışlardır. Araştırmamıza konu olan dönemlerde de hoş olmayan misallerini vermek zorunda kalacağımız bu mezhep, bahsedilen olumsuzluklar yüzünden fazla gelişme ve yayılma imkanı bulamamıştır. Buna rağmen, İslam aleminin üçüncü büyük mezhebi ve fıkhi düşüncesi olarak varlığını günümüze kadar devam ettirebilmiştir.
Hanbeli Mezhebi, mezhep imamının yapdığı ve fikirlerini yaydığı yer olması bakımından en çok Bağdad ve çevresinde yayılmıştır.1.Özellikle Selçukluların hakimiyeti döneminde, Bağdad'da Hanbeli ulemasının büyükleri yetişmiş, bu şahıslar düşünce ve davranışlarıyla dönemin fikri ve sosyal yapısına tesir etmişlerdir. Hanbeli Mezhebi'nin bölgede gelişmesinde en büyük pay, adeta döneminde mezhebin baş halkası durumunda olan büyük alim Ebu Ya'la'ya (öl.1065) aittir. Bu alim, zamanında Hanbelilerin reisi durumundaydı. Sayısız öğrenci yetiştirmiş, Mansur Camii'nde Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'ın kürsüsünden halka hadis imla ettirmiştir. Asrının fakihi olan bu insan, el-Harim kadılığı yanısıra Harran ve Hulvan (Hilvan) kadılıkları görevini de yürütmüştür. Vefat ettiği zaman devlet ricaliyle beraber Hanefi Kadısı Ebu Abdullah ed-Dameğani ve diğer fakihler cenazesinin arkasından yürümüşlerdi. Bahsedilen asırda yetişen Hanbeli ulemasının ekserisi onun öğrenciliğinden yetişmişlerdir.
Şam bölgesinde ise, müntesipleri yaygın olarak bulunan Şafii ve Hanefilikten sonra en fazla mensubu bulunan mezhep Hanbeli Mezhebi olmuştur. Şam'a Hanbeliliği ilk defa getiren Ebu'I-Kasım el-Hüseyn'dir (öl.945). Şam ve civarında fazlaca yayılma şansı bulamayan bu mezhep Selçuklular döneminde biraz canlanma göstermiştir. Bağdad'da Hanbeli alim Ebu Ya'la'dan fıkıh okuyan ve sonrada bu bölgeye gelerek mezhebi buralarda yayan Ebu'l-Ferec eş-Şirazi el-Makdisi (öl.1093) ile Hanbeli Mezhebi bu bölgede canlanmıştır. Kerametleri açık olan, Dımeşk hakimi Tutuş tarafından da büyük saygı ve hürmet gösterilen bu alim, mezhebini Şam bölgesinde yaymıştır. Ebu'l-Ferec, oğlu Abdulvahhab'ı ( öl. 1141) yetiştirerek kendi yerine bırakmış ve bu şahıs Dımeşk'te bir Hanbeli Medresesi yaptırdığı gibi mezhebin Şam bölgesinde gelişip güçlenmesine de gayret göstermiştir.
Hanbeli Mezhebi mensuplarının etkili bir şekilde bulunduğu başka bir mekan ise Harran'dır. Bağdad'da Ebu Ya'la'dan fıkıh okuduktan sonra Harran'a gelerek buranın kadısı, vaizi ve müftisi olan Ebu'l-Feth elHarrani (öl. 1083), diğer faaliyetlerinin yanı sıra mezhebini de yaymıştır. Bu dönemde Harran, Musul emiri Şerefuddevle Müslim b. Kuren'in hakimiyetinde idi. Müslim'in Antakya meselesi yüzünden Tutuş ile aralarının açılması üzerine, Mısır Halifesinden yardım alarak Şam'ın zaptına girişmesi ve Tutuş'u Dımeşk'te muhasara etmesi, Harran kadısını isyana sevk etti. Harran'ı Rafızi olan Müslim'in elinden kurtarmak isteyen Kadı Ebu'I-Feth, Türkmen emiri Çubuk Bey'le temasa geçerek şehri ona teslim etmek istedi. Durumu haber alan ve o sırada Tutuş'u muhasarayla meşgul olan Müslim geri dönerek, Çubuk Bey yetişmeden Harran'ı kuşattı ve şehri mancınıklarla döverek ele geçirdi. Kadıyı ve ona bağlı olanları katlettikten sonra surlardan astırdı. Kabri Harran' da ziyaret yeri olan Ebu'l-Feth, Hanbeli Mezhebi'nin bölgedeki önemli temsilcilerindendi.
Harran gibi Hanbeli Mezhebi'nin görüldüğü bir başka mekan da Amid (Diyarbekir)'dir. Yine Ebu Ya'la'nın öğrencilerinden olan ve sonradan Ebu'I-Hasan el-Amidi olarak tanınacak olan Ali b. Muhammed el Bağdadi (öl. 1075), Bağdad'da Hanbeliler in önde gelenlerindendi. Bizzat hocası tarafından Mansur Camii'nde ders ve fetva vermek için görevlendirilmişti. Dönemin Hanefi kadısı Ebu'I-Hasan ed-Dameğani ve Şafii alim Ebu İshak eş-Şirazi'nin de yakın dostu olan bu şahıs, Besasiri olayları yüzünden Bağdad'dan ayrılarak Amid'e gelmiş ve buraya yerleşmişti. Hayatının sonuna kadar Amid Camii'nde hadis okutan, ders veren ve mezhebini yayan bu alim, dört ciltlik "Umdetu'l-Hadır ve'l-Kifayetu'l Müsafir" adlı fıkıh eserini de kaleme almıştı. Anlaşılacağı üzere Şam, Harran ve Amid gibi bölgelerde görülen Hanbeli hareketlerinin hepsi Bağdad'daki hareketin devamı mahiyetindedir. Bağdad'da yetişen mezhep mensupları diğer bölgelere giderek düşüncelerini yayma gayreti içinde olmuşlardır. Bağdad'ın Hanbeliliğin merkezi ve tek hakimiyet bölgesi olduğu düşünülürse bunun tabii olduğu anlaşılır.
Herat şehri de Hanbelilik açısından önemli bir merkezdir. "Mezheb Ahmed'dir, Ahmed de Mezheb" diyecek kadar mezhebine taassupla bağlı olan ve vezir Nizamülmülk, Halife Kaim Biemrillah gibi zatlardan hilat alacak kadar da devrin devlet ricalinden saygı ve hürmet gören Abdullah el-Ensari (öl.1088) bu şehirde yaşamıştır. Tefsir, hadis, tasavvuf ve Hanbeli Mezhebi'nde devrinin imamı olan bu şahıs devrin diğer mezhep alimleriyle münazaralarda bulunmuş ve görüşleri sebebiyle pek çok sıkıntılara katlanmak durumunda kalmıştır. Münazaradaki mahareti ve mezhebindeki tavizsiz hakimiyeti yüzünden diğer mezhep alimlerince kıskanılmış ve Sultan Alp Arslan Herat'a geldiğinde bizzat Sultan'ın gözünden düşürmek için kendisine tertip düzenlenmiştir. Fakat Abdullah el-Ensari, ilimdeki yeteneği ve mezhebindeki mahareti sayesinde bu tertibi boşa çıkardığı gibi Sultan Alp Arslan'ın da iltifatına mazhar olmuştur.
Verilen misallerden de anlaşılacağı üzere Bağdad Hanbeli Mezhebi için her zaman merkez durumunu muhafaza etmiş, Selçuklular döneminde de bu hususta bir değişme olmamıştır. Suriye, Anadolu ve Horasan bölgelerinde de bu mezhep mensuplarına rastlanmakla beraber, diğer mezhepler yanında azınlık durumunda oldukları görülmüştür ki, bu Hanbeli Mezhebinin genel yapısından kaynaklanan bir husustur.
Maliki ve Zahirilik
Selçukluların hakimiyet sahasına bakıldığında üç büyük mezhebin yaygın şekilde varlıklarını devam ettirdikleri ve sosyal bünyeyi etkiledikleri görülür. Şurası muhakkak ki, Ehl-i sünnet mezhepleri bunlardan ibaret değildir. Bugün için müntesibi kalmayan, fakat bahsedilen dönemde bağlıları, fakihleri olan Evzai ve Zahiri Mezhepleri gibi yine Sünni ekolden olan mezhepler o dönemde mevcuttu. Bu mezhepler, görüşleri ve faaliyetleri ile fazla fonksiyon İcra etmeseler de, bahsedilen dönem için yaşayan mezhep konumundaydılar. Zikredilen bu küçük mezheplerle birlikte yine müntesibi diğer üç Sünni mezhebe nazaran fazla olmayan, dördüncü büyük Sünni mezhep Maliki Mezhebi de bahsedilen coğrafyada yaşayan bir mezhepti.
Sünni mezheplerin dördüncüsü Medine'de yaşayan ve burada vefat eden bu yüzden de kendisine "Medine İmamı" denen İmam Malik b. Enes'in (öl.795) görüşlerini benimseyen insanların mezhebidir. Bu mezhep, hukuk metodu olarak diğer mezheplerden ayrı bir yol benimseyip Medine örf ve adetini ön plana çıkarır. Hicaz hayat tarzı, bedevi hayat tarzı olduğu için, Maliki Mezhebi bu hayat tarzına uygun düşmüştür. Mezhebin daha sonraki yayılma sahasına bakıldığında da, bedevi hayat tarzına yakın olan Kuzey Afrika ve Endülüs gibi bölgelerde fazlaca yayıldığı görülür. Özellikle İslam aleminin batı tarafında yayılan bu mezhep, Evzai ve Zahiri mezheplerini bertaraf ettikten sonra hemen hemen bütün Kuzey Afrika'ya hakim olmuştur. Selçukluların hakim olduğu Irak, Bağdad ve Şam Maliki fıkhının en az destek gördüğü yer olmuştur. Buna rağmen bahsedilen bu bölgelerde Maliki Mezhebi'nden alimleri görmek mümkündür.
Zahiri mezhebinin kurucusu ise Davud b. Halef el-İsfehani'dir (öl.883). Şafii alimlerinden ders alarak yetişen bu şahıs, daha sonraları nassların zahirlerine itibar ederek yeni bir metot belirlediğinden dolayı bu görüşe Zahiri Mezhebi denmiştir. Mezhebin ikinci imamı konumunda olan şahıs ise Endülüslü alim İbn Hazm'dır (öl.1064). Önceleri Şafii olan İbn Hazm sonradan Zahiri görüşlerine meylederek bu mezhebin ateşli müdafii olmuştur. Kur'an ve hadislerin zahiri manalarını kabul ederek fıkıhta yeni bir metot benimsemiştir. Dörtyüzün üzerinde eser kaleme alan ve mezhebin gerçek manada gelişmesini sağlayan İbn Hazm'dır. Daha çok Endülüs ve Kuzey Afrika'da yayılan bu mezhebe, İslam aleminin diğer bölgelerinde de az miktarda rastlanmaktadır. Özellikle X. asırda doğu bölgelerinde yayılma imkanı bulmuşlardır. Bu sebeptendir ki el Makdisi (öl.1113), kendi zamanında Sünni mezhepleri sayarken Hanbelilerin yerine dördüncü Sünni mezhep olarak Zahirileri saymaktadır.
MEZHEP İHTİLAFLARINA SELÇUKLULARIN YAKLAŞIMI
Selçuklular dönemi, İslam dünyasının mezhep çekişmelerinden kurtulup, kendisini yok etmeye çalışan Hıristiyan dünyasına ve içeride Sünniliğe düşmanlıklarından dolayı bazı durumlarda adete onların müttefiki gibi davranan Şiliere karşı derlenip toparlanma dönemidir. Selçukluların islam aleminin liderliğini ele geçirmeleriyle birlikte ülkenin her yanı huzur ve sükuna kavuşmuş, devletin otoritesini sarsacak hiçbir ciddi isyan ve başkaldırı görülmemiştir. Bu, devletin inanç gruplarına karşı müsamahakar ve adil yaklaşımının bir neticesidir. Böyle olmakla beraber, önceden oluşmuş meselelerin devamı mahiyetinde olan mezhep çekişmelerinin Selçuklular döneminde de devam ettiği ve taraflar arasında devletin bazen hakem rolünü üstlenerek, bazen de kuvvet kullanarak huzuru sağladığı görülmektedir. Selçuklular döneminde oluşan mezhep ihtilaflarının başında Tuğrul Bey döneminde yaşanan Eş'ari düşmanlığı ve bunun karşısında oluşan muhalefet gelmekteydi.
Eş'ari Düşmanlığının Doğuşu ve Tuğrul Bey
Selçukluların ilk sultanı olan Tuğrul Bey, devletin yapılanmasında olduğu kadar, sosyal ve dini konulardaki uygulamalarıyla da dönemine damgasını vurmuş birisidir. Onun hayatı ve şahsiyeti hakkında bilgi veren kaynaklar Tuğrul Bey'in son derece dindar, ha'lim, cömert, namazlarını cemaatle eda edecek kadar ibadetlerine bağlı, haftanın pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu olarak geçiren, mescit yapmaya düşkün ve "Kendime bir saray yaptırır da yanında mescit yaptırmazsam Allah'tan haya ederim" diyecek kadar dini bütün bir insan olarak naklederler."" Tuğrul Bey, bu meziyetlere sahip bir insan ve Ehl-i sünnetin müdafii olmasına rağmen, kendi döneminde Ehl-i sünnetin bir kesimi olan Eş'arilerin minberlerden lanetlenmesine sebep olmuştur. Tuğrul Bey'in bu işe yönelmesine amil olarak yine aynı kaynaklar onun veziri Kunduri'yi işaret etmektedirler.
Vezir Kunduri'nin Rolü
İbnu'l-Esir, İbn Hallikan ve Ebu'l-Fida gibi kaynaklar Kunduri'den Şafiilere karşı şiddetle taassup besleyen birisi şeklinde bahsederken; Kazvini, Tuğrul Bey'in Mutezili, Kunduri'nin ise Şii olduğunu söylemektedir. Yine dönemin kaynaklarından olan Bundari, Kunduri'nin Hanefi Mezhebi'nde ziyadesiyle taassup sahibi ve Şafiiliğe düşman birisi olduğunu zikretmektedir. Günümüz araştırma eserlerinde de bu konuda birlik yoktur. Bazıları onun Mutezili ve Rafızi inancından olduğunu zikrederken, bazıları da Şii ve Mutezili olduğunu söylemektedirler. Bir kısmı ise onun Mutezili, Kerramiye ve Mücessimeden olduğunu zikretmektedir. Görüldüğü gibi ne eski müelliflerde, ne de yenilerinde bu konu hakkında tam bir fikir birliği yoktur. Ama, Eş'arilere lanet hususunda Kunduri'nin baş rolü oynadığı ve bunda da onun yanlış inancının ve siyasi ihtiraslarının payının bulunduğu hususunda ittifak vardır.
Kunduri'yi çok ağır bir şekilde itham edenlere dikkat edildiğinde, onların Eş'arilikte mutaassıp olan Subki ve İbn Asakir gibi şahıslar olduğu görülür. Meseleye daha tarafsız yaklaşan İbnu'l-Esir ve İbn Tağriberdi gibi müverrihler ise daha mutedil ifadeler kullanmaktadırlar. Aynı meseleyi ele alan A. Bedevi, konuyu genişçe tahlil etmekte, Kunduri'yi Mutezile ve Mücessime olarak itham edenlerin Eş'ariler olduğunu zikrettikten sonra; "Mutezile mutlak manada tenzihi kabul eden, Müşebbihe ise tecsimi kabul eden bir görüştür, dolayısıyla bu iki görüşün bir şahısta toplanması mümkün değildir" demektedir. Bedevi'nin ifadelerine dikkat etmek zorundayız. Zira ağır ithamlarda bulunanlar, Kunduri'den zarar görmüş muhalif grubun temsilcileridir. Daha tarafsız olabilmek için ılımlıların görüşlerini kabul etmek uygun düşer. Vezir Kunduri'nin Mücessime ve Rafızi olması düşünülemez. Zira Sünni düşünceye ve Hanefiliğe şiddetle bağlı olan Tuğrul Bey'in böyle bir şahsı vezir yapması mümkün görülmemektedir. Kaynakların abartılı ifadelerini çıkardığımızda, onun itikatde Hanefi ve irikatta Mutezili olduğu söylenebilir. Vezir Amidulmülk Kunduri, sureta haktan görünerek, ama aslında Şafiilere olan kinini ve nefretini gizleyerek, dindar Sultan Tuğrul Bey'den her pazartesi ve perşembe ehli bidat için minberlerden lanet edilmesi hususunda izin istedi. Sultan'dan bu izni aldıktan sonra, Hanefilikteki taassubu ve Şafiiliğe olan husumeti yüzünden ve Şafiilerin de ekser çoğunluğunun Eş'ari olmaları sebebiyle, minberlerden okunan lanet işine Eş'arileri de kattı. Bu işi yaparken irikatta Mutezile Mezhebi'ni benimsemiş olan Hanefilerden de yardım alarak iyice güçlendi. Amelde Hanefi olmakla beraber itikatta Eş'ari olanlar da bu lanetlenmeden paylarını aldılar. Böylece ülkede uzun sürecek bir fitne hareketi başlatılmış oldu.
Eş'arilerin lanetlenmesi işinde Kunduri için muharrık güç olarak, belki de en önemlisi, onun siyasi ihtirasları ve bunu gerçekleştirmede lanetleme olayını bir araç olarak kullanmasıdır. Bahsedilen dönemde Nisabur Şafiilerinin reisi Cemalu'l-İslam Kadı Ebu Ömer vefat etmiş, yerine oğlu ve Nisabur halkının kendisiyle iftihar ettiği hadis alimi Ebu Sehl b. el-Muvaffak getirilmişti. Kendisine hilatle birlikte babasının unvanı da verilen bu alim; Eş'ariliğin hararetli savunucusu, maddi yönden; engin, cömert ve cesur olup, evi de Şafii ve Hanefi ulemasının buluşma yeri idi.
Tuğrul Bey tarafından da iltifat gören bu alimin vezirlik makamına getirilmesi ihtimali vardı. Ebu Sehl'in kendi makamını elinden alabileceğini sezen ve bu ihtimali ortadan kaldırmak için Ebu Sehl'i Sultan'ın gözünden düşürmek isteyen Kunduri, böyle bir tertibin içine girerek, bidatçilerin lanetlenmesi işi için sultandan izin çıkarmış, sonra da buna Eş'arileri katarak, hem mezhebi taassubunu diğerlerine karşı göstermiş, hem de Eş'arilerin lanetlenmesi vesilesiyle Ebu Sehl'i devre dışı bırakmayı amaçlamıştır. Sonuçta Eş'ari fitnesinde mezhebi taassup ön plandaymış gibi görülse de, ana sebep Kunduri'nin Ebu Sehl ile olan çekişmesinde düğümlenmektedir. Bu olaylarda baş sorumlu vezir Kunduri ve onun siyasi ihtiraslarıdır. Ne var ki, Sultan Tuğrul Bey de vezirinin tertipleri neticesinde bu olayların içine çekilmiştir.
İmam Kuşeyri'nin Faaliyetleri
Vezir Kunduri, Tuğrul Bey'den bidatçilerin lanetlenmesi iznini aldıktan sonra, Eş'arileri de bu hükmün içine dahil ederek 1053 senesinde minberlerde lanet okutmaya başladı. Nisabur'da minberlerden açıkça Eş'arilere lanet okunurken, Ebu'I-Hasan el-Eş'ari'nin ve onun gibi düşünenlerin kafir oldukları da açıkça ilan edilmiştir. Bu durum Eş'arilerin büyüklerinden olan ve o dönemde Nisabur'da İkamet etmekte olan Ebu'l Kasım el-Kuşeyri ve diğer alimleri sıkıntıya sokmuştur. İşlerin büyümesi üzerine içlerinde İmam Kuşeyri'nin de bulunduğu Eş'ari topluluğu, Tuğrul Bey'in huzuruna gelerek Sultanla görüşüp, kendilerine yapılan haksız uygulamanın kaldırılmasını İstemişlerdi. Tuğrul Bey'le yapılan görüşme netice vermemiş, Sultan Eş'ariler hakkında yanlış bilgilendirildiği için, "Bana göre Eş'ari Mutezilenin üzerine bidati artırandır. Çünkü, Mutezile Kur'an mushafın içindedir dedi, Eş'ari ise bunu nefyetti" diyerek, Kuşeyri'nin başkanlığında gelenlerin İsteklerini reddetmiştir. Bunun üzerine İmam Kuşeyri, bu yanlışlığı düzeltmek ve yapılan hareketin yersizliğini anlatmak gayesi ile bir risale yazarak Eş'ari'yi övmüş ve Ehl-i sünneti ihya eden bir imamın nasıl olup da lanetlenebileceğini sormuştur.
Kuşeyri mektubunda: 455 (1063) senesinde Nisabur'da "el-Milletu'l Hanefiyye"nin, dinin imamı, sünnetin ihya edicisi, bidatleri kaldıran, hakkın yardımcısı, halkın nasihatcısı ve gökyüzünde yıldız mesabesinde olan Ebu'I-Hasan el-Eş'ari'ye lanet okunmasını ihdas ettiklerini, oysa Eş'ari'nin ömrünü dinin başarısı ve bidatçilerin, mülhitlerin ve Mutezilenin görüşlerini reddetmek için harcadığını anlatmakta ve diğer alimlerin nakilleriyle Eş'ari'nin faziletinden bahsetmekteydi. Mektubuna devamla; Tuğrul Bey'in ömrüne dua etmekte, onun sünneti ihya eden birisi olduğunu ve onunla birlikte bidatçilerden hiç bir grubun ortada kalmadığını, fakat daha sonraları onun meclisinde bulunan bazı yanlış fikirli insanların Eş’ari'nin kitaplarında olmadığı halde birtakım sözleri Eş'ari'ye isnat ederek Tuğrul Bey'e bildirdiklerini, dolayısıyla da Eş'ari'yi Sultan'ın gözünde kötü bir kimse olarak tanıttıklarını anlatmaktadır. Kendilerinin Sultan'ın yüce meclisine giderek Eş'ari konusundaki bu isnat edilen şeylerin Eş'ari tarafından söylenmediği, onun eserlerinde Sünnet'e muhalif şeylerin bulunmadığının belirttiğini, buna karşılık "Biz eserlerinde bu yanlış fikirleri söyleyen Eş'ari'ye lanet ediyoruz. Eğer o bunları söylememişse, bizim yaptıklarımızdan sana bir şey yok, yaptığımız şeyden sana bir zarar ulaşmıyor" şeklinde cevap verildiğini, kendisinin ise cevaben; "Eş'ari benim anlattığım insandır, o asrında mezhep konusunda tek şahıstır" şeklinde Eş'ari'yi savunup ehli kıble nasıl tekfir edilir, diye sorduğunu anlatmaktadır. Bunun karşısında Tuğrul Bey, Eş'ariler hakkında yanlış bilgilendirildiği için, "Bana göre Eş'ari Mutezilenin üzerine bidati artırandır. Çünkü, Mutezile Kur'an mushafın içindedir dedi, Eş'ari ise bunu nefyetti" diyerek, Kuşeyri'nin başkanlığında gelenlerin istekleri reddedilmiştir. Kuşeyri, risalesinde bu olayları safhalarıyla anlattıktan sonra, tekrar İmam Eş'ari'nin büyüklüğünü hatırlatarak, ey Müslümanlar topluluğu yardım, yardım! Dinin iptaline ve Müslümanların temellerini yıkmaya çalışıyorlar, dedikten sonra, "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki, kafirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır" ayeti ile risalesini bitirmişti.
İmam Kuşeyri'nin gayretlerinin bir netice vermemesinin sebebi, Sultan Tuğrul Bey'e ulaştırılan birtakım haberlerle İmam Eş'ari'nin söylemediği şeylerin ona isnad edilmiş olmasıdır. Eş'ariler, bu şeylerin İmam Eş'ari tarafından söylenmesi muhaldir demişlerse de, Sultan böyle söyleyen Eş'arilere lanet edin, eğer böyle inanmıyorlarsa İmam Eş'ari bir şey söylememiştir, diyerek lanet olayının devam ettirilmesini istemiştir.
Olayların gelişmesi üzerine, Nisabur'da bulunan ünlü muhaddis ve önde gelen Eş'arilerden Ebu Bekir el-Beyhaki (öl.1066) de Kuşeyri'nin yaptığı çağrıya uyarak Eş'ariliğin lanetlenmesini engellemek kastıyla, vezir Kunduri'ye bir mektup yazarak Eş'ariliği savunmuş ve yapılan baskıların kaldırılmasını istemiştir. Fakat o da Kuşeyri gibi bir netice elde edememiştir. Aksine Kunduri itikatta Mutezili olan Hanefilerin de yardımını alarak uygulamayı genişletmiş, Şafii Mezhebi'nden olanlar bidat ehli sayılarak kitap yazma, vaaz, hutbe ve ders verme gibi tüm faaliyetlerden menedilmişlerdir. Aynı şekilde, Nisabur'un reisi Ebu Sehl de, defalarca Tuğrul Bey'le görüşmek isteyerek durumu düzeltmek istemişse de, Sultan'la görüşmek ancak vezir Kunduri'nin izniyle mümkün olduğundan buna muvaffak olamamıştır.
Eş'ari İmamların Tutuklanması
Eş'ariler dertlerine çözüm bulamadıkları gibi, durum iyice ağırlaşmış ve fitne yayılarak Horasan, Şam, Hicaz ve Irak bölgelerini de içine almıştır. Iş sadece lanetlemekle kalmamış, vezirin iknası sonucunda Tuğrul Bey, Eş'arilerin önde gelenlerinden Ebu Sehl b. el-Muvaffak, İmam Kuşeyri, er-Reisu'l-Rurati, İmamu'l-Harameyn Cüveyni gibi alimlerin yakalanarak hapsedilmesi için de emir çıkarmıştır. Ebu Sehl şehir dışında olduğu için yakalanamamış, fakat Kuşeyri ve el-rurati yakalanarak şehrin eski kalesine hapsedilmiştir. İmam Cüveyni ise olacakları önceden sezerek Kirman yoluyla Hicaz'a gitmiştir.
Eş'arilerin önde gelen iki aliminin yakalanarak hapsedilmesi üzerine Ebu Sehl kendisine bağlı adamlarıyla birlikte şehrin kapısına dayanıp, mahpus alimlerin serbest bırakılmasını istedi. Şehrin valisi bu isteği reddederek savaş hazırlığına başladı. Bunun üzerine Ebu Sehl kendine ait köye çekildi. Ertesi günü araya giren alimler, taraflar arasında sulh yapmak istedilerse de başarılı olamadılar. Aradaki mesele görüşmeler yoluyla çözülemeyince çatışma kaçınılmaz oldu ve taraflar savaşa tutuştular. İki taraf kuvvetlerinin çarpışmasında Ebu Sehl taraftarları galip gelerek valiyi yaralı olarak ele geçirip, hapisteki alimleri kurtardı. Kurtulan alimler, artık hu bölgede kendileri için yaşama imkanı kalmadığını idrak ettiklerinden, Hicaz'a hicret ederek bu zulümden kurtulmuşlardır.
Ebu Sehl ise Rey'de bulunan Tuğrul Bey'in yanına giderek özür beyan edip, durumu anlatmak istemişse de, hasımları daha önce Sultan'a ulaşarak olanları kendi istedikleri doğrultuda anlattılar. Bunun üzerine Ebu Sehl yakalanarak hapsedilip, mal ve çiftlikleri müsadere edildi. Daha sonra hapisten kurtulan Ebu Sehl diğerleri gibi Hicaz'a göç etti. Kaynakların naklettiğine göre Eş'arilere yapılan zulüm yüzünden İmam Kuşeyri, Cüveyni ve Beyhaki gibi dört yüz Şafii ve Hanefi alim memleketlerini terk ederek başka yerlere göç etmişlerdir.
Tuğrul Bey'in uygulaması diğer mezhep alimlerince de hayretle karşılanmıştır. Kuşeyri'nin Eş'ari'nin büyüklüğünü anlattığı ve diğer ulemadan yardım istediği risalenin etrafa gönderilmesinden sonra, bu çağrı diğer alimler katında da yankısını bulmuş, Beyhaki'den sonra Bağdad uleması da benzer açıklamalar yapmışlardır. Bağdad'ın önde gelen Şafii alimlerinden Ebu İshak eş-Şirazi de "Eş'arilere lanet edilmesi" konusu hakkında kendisinden istenen fetvaya verdiği cevapta: Eş'arilerin Ehl-i sünnetin seçkinlerinden olduğunu, dinin yayılması için gayret ettiklerini; bunun yanında bidatçi, Kaderiyye ve Rafızi düşüncelerin engellenmesi için yardımcı olduklarını açıklamıştır. Ebu İshak, Eş'arilere lanet edenlerin gerçekte Ehl-i sünnete lanet etmiş olacakları ve bu işi yapanların tedibinin uygun olduğunu, dolayısıyla bu işten vazgeçirilmeleri gerektiğini belirtmişti. Aynı mesele hakkında Hanefi ulemasından da benzer fetvalar verilmiştir. Bunların önde gelenlerinden Ebu Abdullah ed-Dameğani, bu işin caiz olmadığı ve yapanların tedip edilmesi gerektiği şeklinde fetva vermiştir. Hanefi, Şafii ve Hanbeli alimlerince yazılan bir belge ile de, İmam Eş'ari'nin büyüklüğü anlatılarak, ortak olarak imzalanmıştır. Bu belge Arapça ve Farsça olarak çoğaltılıp etraf beldelere dağıtılmıştır.
Eş'arilere lanet edilmesi olayı Sultan Alp Arslan'ın başa geçmesine kadar devam etmiştir. Alp Arslan başa geçtikten sonra vezir Kunduri'yi yakalatarak önce hapsettirmiş, sonra da öldürtmüştür. Alp Arslan, vezirlik makamına Şafii ve Eş'ari olan Nizamülmülk'ü getirince durum tersine dönmüştür. Memleketlerinden göç etmek zorunda kalan ulema geri dönerek Sultan'ın ve Nizamülmülk'ün ihsan ve ikramlarına nail olmuşlardır. 1053'de başlayan bu olaylar 1064'de Alp Arslan'ın başa geçmesine kadar on iki sene müddetle devam etmiştir. Alp Arslan döneminde Nizamiye Medreseleri'nin açılması ve Şafii-Eş'ari ulemaya imkanlar tanınması ile geçmişteki tatsızlıklar unutulmuştur.
Hanbeli - Eş'ari İlişkileri
Selçuklular döneminde meydana gelen mezhep ihtilafları en fazla Hanbeliler ile Şafiiler, dolayısıyla da Şafiiliği benimsemiş olan Eş'ariler arasında cereyan etmiştir. Bu iki grup daha çok Bağdad ve çevresinde birbirleriyle çekişmişlerdir. Özellikle kelami meselelerin yorumundan kaynaklanan bu münakaşalar, zaman zaman fikri tartışma zemininden taşarak şiddet boyutuna kadar ulaşmıştır. Sosyal düzenin sağlanması ve huzurun temini gayesiyle devletin olaylara müdahale etmek zaruretinde kaldığı da bir gerçektir.
Sünni mezhepler içerisinde en fazla baskı taraftarı olan ve başkalarına karşı delil yerine daha çok fiili kuvvete başvuran mezhebin Hanbeli Mezhebi olduğuna daha önce işaret edilmişti. Esasen X. yy'da ortaya çıkan ve kendilerini "Selefiye" görüşü olarak adlandıran kesim daha çok Hanbeli Mezhebi mensupları arasında taraftar bulmuştur. Bütün görüşlerini Ahmed b. Hanbel'e dayandırdıklarını iddia eden bu insanlar, akli ve mantıki yolların İslam'a sonradan ve Yunan düşüncesi tesiriyle sokulduğunu iddia ederek bu metotları benimsemediler. İtikat konularında Sahabe ve Tabiin dönemindeki gibi doğrudan Kitap ve Sünnet'ten nakledenin nassını almak gerektiğini ileri sürerek, akıldan ziyade nassın belirttiği delillere inanmak gerektiğini kabul ettiler.
Selefi bir yaklaşımla meseleleri yorumlayan Hanbeliler, diğer mezhep mensupları ile ihtilafa düştükleri konularda fiili kuvvete başvurmaktan kaçınmamışlar, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı taassupla hareket etmişlerdir. Genelde teferruat meseleleriyle uğraşmış, taassupla hareket ettiklerinden dolayı da ölçülü davranmaktan uzak kalmışlardır. Selçuklu hakimiyetinden çok önce de Hanbelilerin Bağdad'da adeta terör estirdikleri bilinmektedir. 934 senesinde Bağdad'da komutanların evlerini basarak içkileri dökmüş, çalgı aletlerini kırmış, sokaklarda kadın ve erkeklerin birlikte yürümelerine müdahale etmiş ve insanlara baskı uygulamışlardır. Baskılarını artırarak Şafiileri öldürünceye kadar dövmüş, namazlarda besmelenin açıktan okunmasını engellemişlerdir. Devrin polis teşkilatı Bedru'l-Hurşeni, Hanbelilerin bir araya gelmelerini ve başka mensuplarıyla görüşüp tartışmalarını yasaklamışsa da, Hanbelilerin faaliyetlerini engelleyememişti. Bunun üzerine Halife er-Radi (934-940) bir ferman yayınlayarak bunların yaptıklarının kötü olduğunu ve vazgeçmezlerse kendilerine karşı kılıç kullanılacağını bildirmişti.
Selçuklular dönemine bakıldığında, benzer sebeplerden dolayı Hanbelilerin diğer insanlara karşı şiddete başvurduğunu, kendileri gibi inanmayanların tekfir edildiğini ve Sünni olarak sadece kendilerini kabul ettiklerini görmek mümkündür. Nitekim dönemin alimlerinden İbnu'z Zuzeni'nin defni esnasında yaşananlar bunun delilidir: İbnu'z-Zuzeni defnedilip de sıra telkine gelince, Bağdad'ın önemli Hanbeli şahsiyetlerinden olan Ebu'I-Vefa el-Bağdadi (öl.1083) telkin verecek kişinin yanına gelerek, kenara çekilmesini ve telkini kendisinin vereceğini söyledi. Telkin vermeye başladığında: "Ey Abdullah! Sana iki sert melek geldiğinde onlara bakma. Sana soru sorduklarında de ki, ben Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan razı oldum. Ben Eş'ari ve Mutezili değilim; bilakis Hanbeliyim, Sünniyim". Orada bulunanlardan hiçbirisi konuşmaya cesaret edemedi. Eğer konuşacak olsalardı Babu'l-Basra (Hanbelilerin Mahallesi) ehli onların kafasını koparırdı. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Hanbeliler kendilerinin dışındakilerini Sünni saymadıkları gibi, kendilerinden olmayanlara karşı şiddet kullanmaktan da çekinmezlerdi. Hanbelilerin çekiştikleri gruplar arasında en fazla Şafiilerin, dolayısıyla Eş' arilerin olduğu tarihi kaynaklardan bilinmektedir.
Alp Arslan’ın Dönemi
Tuğrul Bey döneminde Eş'arilere yapılan zulüm ve lanet okumasından sonra, Alp Arslan'ın başa geçmesiyle birlikte durum tersine dönmüştü. Alp Arslan'ın özellikle Şafii ve Eş'ari olan Nizamülmülk'ü vezirliğe getirmesi, arkasından da Şafiilik ve Eş'ariliğin öğretildiği müesseseler olan Nizamiye Medreseleri'ni yine kendi desteğiyle açtırması, onun devrini Eş'ariler için geniş imkanlar sağlanan bir dönem haline getirmişti.
Alp Arslan'ın başa geçmesinden üç sene sonra vefat eden Ebu Ya'la'ya kadar Hanbeliler ile Eş'ariler aynı itikadı paylaşmaktaydılar. Ebu Ya'la, yazdığı "Kitabu's-Sıfat" adlı eseriyle bir yol ayırımına gelmiş ve bu tarihten sonra Eş'ariler ile Hanbeliler arasında ihtilaflar başlamıştır. Hanbeliler nassları tevilsiz kabul etmeleri ve diğer görüşlere müsamaha göstermemeleri sebebiyle daima sertlik yanlısı olmuşlardır. Bahsedilen dönemde Herat'da bulunan ve Horasan Ehl-i sünnet mensuplarının “Şeyhülislam" lakabını verdikleri Ebu Osman es-Sabuni'ye nazire olarak kendi bağlılarının ona da "Şeyhülislam" unvanını verdikleri Abdullah el Ensari (Abdullah b. Muhammed el- Herevi) (öl.1089) mezhep konularında çok mutaassıp davranmakta ve "Mezhep Ahmed'dir, Ahmed de Mezheptir" şeklindeki ifadesi ile Hanbeliliğin dışındaki bir görüşü kesinlikle tanımamaktaydı. Bu şekildeki fikirleri ve bağlılarına da aynı görüşü telkin etmesi sebebiyle, Şafiiler ve Hanefiler tarafından husumet beslenen birisi durumuna gelmiştir.
Abdullah el-Ensari, Horasan'ın önemli şahsiyetlerinden yetişmiş, ilimdeki derinliği ve fesahatından dolayı "Hatibu'l-Acem" ünvanını almıştı. Sultan Alp Arslan ve vezir Nizamülmülk Herat'a geldiğinde diğer mezhep mensupları Abdullah el-Ensari'yle vezirin önünde münazara yapmak istemişler ve taraflar davet edilerek münazara yapılması sağlanmıştır. Neticede Abdullah el-Ensari'ye, Şafiilerden el-Alevi ed-Debusi, Ebu Hasan el-Eş'ari'ye niçin lanet ettiğini sormuştu. Vezir ve mecliste bulunanlar onun cevabını beklemeye başladılar. Bunun üzerine Abdullah el-Ensari: "Ben Eş'ari'yi tanımıyorum. Yalnız Allah'ın semada, Kur'an'ın mushafta ve Hz. Muhammed’in bugün de peygamber olduğuna inanmayan adama lanet ediyorum" dedi ve oradan ayrıldı. Orada bulunanların hiçbirisi onun heybetinden dolayı bir şey söyleyemediler. Vezir Nizamülmülk, mecliste bulunanlara dönerek: "Bunu istemiştiniz, böyle yapan birisi isyan etmiş olmaz" dedi. Nizamülmülk, Abdullah el-Ensari'in arkasından ona hilat gönderdiyse de o, bunu kabul etmediği gibi kızgınlığından dolayı Herat'ı da terk etti.
Sultan Alp Arslan Herat'a geldiğinde, onu Sultan'ın gözünden düşürmek isteyen bazı alimler bir tertip içine girdiler. Abdullah el-Ensari'in mescidindeki seccadesinin altına küçük bir heykelcik sakladıktan sonra, onun Mücessimeden olduğu ve Allah'ı bu heykel şeklinde tasavvur ettiğine dair Sultan'a şikayette bulundular. Sultan, bir adamını göndererek önce bahsedilen yerdeki heykelciği, sonra da Abdullah el-Ensari'yi huzuruna getirtti. Abdullah el-Ensari, Herat meşayihini Sultan'ın huzurunda oturur buldu. Sultan heykelciği göstererek, bu nedir, diye sordu? Abdullah el-Ensari, gayet sakin bir şekilde; "O oyuncak bir heykeldir" şeklinde cevap verdi. Sultan kızarak, "Bu alimler senin buna ibadet ettiğini söylüyorlar" dedi. Bu defa Abdullah el-Ensari çok şiddetli bir şekilde karşı çıkıp bunun "açık bir iftira olduğunu" söyledi.
Alp Arslan, bu durum karşısında iddiacıların yalan söylediğini anlayarak, Abdullah el-Ensari'yi saygılı bir şekilde evine gönderdi. Sonra da orada bulunan alimleri sıkıştırdı. Sonunda zor durumda kalan alimler durumu itiraf ederek: "Biz bu adamın elinde çaresiz kalmıştık. Böyle yaparak onu senin gözünden düşürmek istedik" dediler. Bunun üzerine Sultan, onların suçlarına karşılık, her birinin Sultan'ın hazinesine yüklü miktarda para ödemelerini emredip, bunu ödemedikçe evlerine gitmelerini yasakladı. Abdullah el-Ensari'yle ilgili kargaşalar Sultan Melikşah döneminde de devam etmiş ve bu büyük alim memleketinden sürülmek zorunda kalmıştır.
Alp Arslan döneminde Horasan bölgesinin önemli Hanbeli alimlerinden birisi de Abdurrahman b. Mende'dir (öl.1077). Sad b. Zencani onun için "Allah iki adamla İslam'ı korumaktadır. Bunlardan biri İsfehan'da Abdurrahman b. Mende, diğeri de Herat'da Abdullah el-Ensari el-Herevi'dir" demek suretiyle duruma işaret etmektedir. Bidatler üzerine çekilmiş kılıç gibi olduğu söylenen Abdurrahman b. Mende'ye karşı bazı kişiler yanlış görüşler isnat etmişlerse de, İsfehan uleması İbn Mende'nin bunlardan uzak olduğuna şahadet etmiş ve onun yanlış yapmadığını kabul etmişlerdir.
Sultan Melikşah Dönemi
Eş'arilerin lanetlenmesinden sonra en fazla iz bırakan ve mezhep fitnesinde önemli yeri olan hadise, Melikşah'ın başa geçmesinden dört sene sonra meydana gelen ve "Ebu Nasr el-Kuşeyri Fitnesi" olarak bilinen olaylar zinciridir. Ebu Nasr, dini ilimlerdeki mahareti, münazaracılığı, edipliği ve mütekellimliği yanı sıra Eş'ari Mezhebinde de taassup sahibi idi. Bu yüzden, konuşmaları iki mezhep arasında olayların çıkmasına sebep olmuştur.
İki mezhep arasındaki olayların 1076 senesi Mayıs ayında başladığı görülmektedir. Hacca gitmek için yola çıkan ve Bağdad'a uğrayan Ebu Nasr el-Kuşeyri, Nizamiye Medresesi'nde verdiği vaazlarda Eş'ari Mezhebi'ni yücelten ve onun üstünlüğünü ifade eden konuşmalar yapmış, Hanbelileri eleştirerek onları Mücessimeye mensup olmakla itham etmiştir. Ebu Nasr'ın mutaassıplarından olan Ebu Sad es-Sıffi ve Ebu İshak eş-Şirazi de bu vaize faaliyetlerinde yardımcı olmuşlardır. Ebu Nasr'ın Hanbelileri bu şekilde kınaması ve onların yanlış inanç üzere olduklarını açıklaması, Hanbeli Mezhebi mensuplarını kızdırmış ve Ebu Nasr'ın şahsında Şafiilere karşı harekete geçirmiştir. Hanbeliler, Ebu Nasr ve İmam Eş'ari hakkında hakaretler etmeye, açıktan İmam Eş'ari'ye kötü sözler söylemeye başlamışlardı. Hanbelilerin Bağdad ve çevresinde çokluğuna karşılık Şafiiler de kendi mezheplerinden olan Nizamülmülk'den yardım görüyorlardı. Dolayısıyla, birisi sayı çokluğu, diğeri siyasi güç sebebiyle her iki mezhep de Bağdad'da güçlü durumda idiler. Bu konumlarına güvenerek birbirlerine karşı cephe almaktan kaçınmıyorlardı.
Ebu Nasr'ın vaaz meclislerine Hıristiyan ve Yahudiler de gelir, kendilerine yapılan ikramlar ve Ebu Nasr'ın konuşmalarının tesiriyle Müslüman olurlardı. Hanbeliler ve avam kesimi bu insanların Müslümanlığını samimi görmeyip bunlara "Rüşvetin Müslümanları" demeye başladılar. Bir taraftan Hanbeliler hakkındaki konuşmalar, diğer taraftan meseleye bu şekilde yaklaşım, iki tarafı da birbiri aleyhinde germeye başladı. Bu durum karşısında Ebu İshak, Nizamülmülk'e mektup yazarak Hanbelileri şikayet etmiş ve onlara karşı vezirden yardım istemişti.
Bahsedilen dönemde Bağdad'da Hanbelilerin reisi eş-Şerif Ebu Cafer el-Haşimi (öl.1077) idi. Şahnenin kendisi için yaptırmış olduğu el Camiu'r - Mesafe'de oturmaktaydı. Ebu Nasr el-Kuşeyri'nin Şahne ile birlikte Cuma günü camiu’r-mesafe'ye geleceğini duyunca kargaşa çıkabileceği ihtimalinden korkarak, şikayet kastıyla Halife'nin sarayına geldi ve Babu'l-Meratib'de günlerce kaldı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Babu'n-Nevba semtindeki mescidine giderek adeti olduğu üzere ders vermeye devam etti. Ebu Nasr el-Kuşeyri de her Çarşamba günü adeti olan Nizamiye Medresesi'ndeki vaazlarını vermeye başladı. Bu sırada Yahudinin biri onun meclisine gelerek Müslüman oldu.
Vaazın sonunda toplanan bir grup Şafii, Yahudiyi ata bindirerek, Ebu Cafer el-Haşimi'nin Babu'n-Nevba'daki mescidine hücum etmeyi ve mescidinde ona hakaret etmeyi kararlaştırdılar. Ebu Cafer, durumu haber alınca kendi adamlarını tertibatlandırarak gelenlerin zararından korunmayı amaçladı. Saldırgan grup mescidin kapısına gelince karşılıklı taş atılması sonucunda; Hanbelilerce atılan bir taş saldırgan gruptan birisinin ölümüne sebep oldu. Bunun üzerine Şafiiler Nizamiye Medresesi çarşısı kapılarını kapatarak Halife'yi yardıma çağırdılar. Özellikle Ebu Cafer'i gelişen olaylardan sorumlu tutuyorlardı. Halife el-Muktedi'yi Hanbelilere meyletmekle itham etmeye başladılar. Duruma sinirlenen Ebu İshak el-Şirazi taraftarlarıyla birlikte Bağdad'ı terk etmek için harekete geçtiyse de, durumu haber alan Halife onunla görüşerek bu niyetinden vazgeçirdi. Bunun üzerine Ebu İshak el-Şirazi, Nizamülmülk'e, olayların nasıl geliştiğini anlatan bir mektup yazıp, bir grup Şafii fakihle birlikte vezirin yanına gönderdi.
Nizamülmülk, gelişen olaylardan haberdar olmuş, özellikle Halife'nin veziri Fahru'd-Devle b. Cehir'e (öl. 1 090) gönderdiği cevabi mektubunda meydana gelen olaylara üzüldüğünü ve Hanbelilerin diğer mezheplere karşı tasallutuna kızdığını açıklamıştır. Bu olaylar esnasında Ebu Cafer kendisine saygıda kusur edilmeksizin hilafet sarayında göz altında tutuldu.
Halife, Şafiilerin kötülük yapabilecekleri ihtimali yanında, Şafiiliğe karşı hamiliği bilinen Nizamülmülk'ten çekinmesinden ve İşlerin kendisinden bilinmesinden korktuğundan dolayı her iki mezhebin ileri gelenlerini sarayda toplayarak aralarında sulh yapmak istedi. Ebu Cafer el Haşimi, Ebu İshak eş-Şirazi, Ebu Sad es-Sfıfi ve Ebu Nasr el-Kuşeyri gibi hasım tarafların temsilcileri sarayda bir araya getirildi. Halifenin veziri tarafından Ebu Cafer övüldükten sonra diğerlerinin kalkarak onun elini öpmeleri ve sulh yapmaları teklif edildi. Mecliste bulunanlar Ebu Cafer'in elini öptüler ve taraflar arasında sulh gerçekleşti.
Taraflar arasında yapılan görüşmelerin neticesine göre Ebu Nasr, Saray Camii'nde haftada iki veye üç defa meclis kuracaktı. Nitekim bu karar gereğince Zilkadenin yirmi ikisi Cuma günü gelince Ebu Nasr, Saray Camii'nde vaaz vermeğe başladığında, Halife ona gelebilecek zararı defetmek kastıyla· silahlı askerlerden oluşan bir grup görevlendirmişti. Bu vaazlardan birinde ama birisi kalkarak Ebu Nasr'a karşı Kur'an'dan ayetler okuyarak karşı geldiyse de, Ebu Nasr bu şahsı vezir Fahru'd-Devle b. Cehir'e şikayet etti ve mezkur şahıs tutuklandı.
Olayların başlamasından iki ay sonra Temmuz 1077'de Ebu İshak eş Şirizi bir· elçi vasıtasıyla biri Fahru'd-Devle b. Cehir'e; diğeri de onun oğlu Amidu'd-Devle Ebu Mansur'a olmak üzere iki mektup göndermişti. Bu mektuplarda: Hanbelilerin sayılarının çokluğu sebebi ile taşkınlıklar yaptıklarını belirtiyor, Şafiiler ve Hanefilere karşı kanlarını helal sayacak derecede kötü niyet beslediklerinden bahsediyordu. Mektubunda uzun uzun kınamalarda bulunuyor ve bu şahısları tehdit ediyordu.
Halife, Nizamülmülk'ün Şafiilere olan düşkünlüğünü bildiğinden dolayı, Şafiilerin Nizamülmülk'ü kendisine karşı kötülük yapmaya sevk edeceklerinden korkarak vezirine emir verip, iki mezhebin hasım taraflarının tekrar toplanması ve barışı niçin bozduklarını sormasını istedi. Ebu Cafer el-Haşimi, Ebu İshak, Ebu Said es-Sufi ve Ebu Nasr el-Kuşeyri divanda toplandılar ve vezirin gayretiyle hepsi Ebu Cafer'in elini öpüp aralarında gerginliği yumuşattılar. Ebu Cafer, vezire iltifat ettikten sonra "Biz ne sulhu yapacağız ki? Bizim hasımlığımız miras meselesinden, toprak paylaşımından kaynaklanan bir şey değildir. Bu topluluk bizim kafir olduğumuza inanmaktadır. Bizler de bizim gibi inanmayanların kafir olduğuna inanmaktayız. Bizim inandığımız şey, Halife'nin babası Kaim Biemrillah ve dedesi Kadir Billah'ın kabul ettikleri ve yazdırarak hacılar vasıtasıyla Horasan'ın çeşitli yerlerine dağıttığı itikat (inanç) esaslarıdır" dedi. Böylece taraflar kendi yerlerine döndüler.
Vezir toplantıda alınan kararları Halifeye nakletmiş, O da, toplantıya katılanlara, özellikle Ebu Cafer'e teşekkür ettiğini bildirdikten sonra, onu tebrik edip, duasını almak üzere saraya davet etmişti. Ebu Nasr el Kuşeyri'nin hac için Bağdad'dan ayrılmasından sonra durum sakinleşti. Esasen Nizamülmülk, vezir İbn Cehir'i ve Hanbelileri koruyup Eş'arileri buğzeden Halifeye kızmakta, fakat Sultan Melikşah'ın Halife ve vezirine olan meylini bildiğinden dolayı bir şey yapamamaktaydı.
Hanbelileri şikayet kastıyla Ebu İshak el-Şirazi'nin Nizamülmülk'e yazmış olduğu mektubun cevabı 1077 senesi Ramazan ayında Ebu Ishak'a ulaştı. Vezir mektubunda, Sultan'ın siyaseten bir mezhep aleyhine meyletmek gibi bir kastının olmadığı ve kendilerinin gayesinin Sünniliği güçlendirmek ve fitneyi engellemek olduğunu bildiriyordu. Devamla, biz medreseyi (Nizamiye Medresesi) ilim ehlini ve Sünniliği yüceltmek için açtık, yoksa ihtilafları körüklemek için değil. Bu işler devam ederse (medrese) kapılarını kapamaktan başka çare yoktur, diyordu. Ahmed b. Hanbel'in bu ümmetin büyük imamlarından olduğunu, Eş'ari'ye dil uzatanların yanlış yolda olduklarını ve Eş'ari'nin akidesinin Ahmed b. Hanbel ile aynı olduğunu, hatta Eş'ari'nin eserlerinde defalarca "Benim akidem Ahmed b. Hanbel'in akidesidir" dediğini zikrederek, olayların yanlış olduğunu ve hoş görmediklerini bildiriyordu.
Nizamülmülk'ün bu şekilde mezhepler arasında fark gözetmediğini ve Ahmed b. Hanbel'in büyük bir imam olduğunu kabul eden mektubu üzerine Hanbeliler sevindiler ve daha da güçlendiler. Bu durum bazı mutaassıp Şafiilerin hoşuna gitmemiş olmalı ki, taraflar arasında yeni olayların çıkmasına sebep olmuştur. 24 Nisan 1077 Salı günü Nizamiye Medresesi fakihlerinden olan ve el-İskenderani olarak tanınan bir fakih kendisi gibi düşünen bir grup insanla birlikte Nizamiye Medresesi'nden çıkıp, es-Sülesa çarşısına gelerek, burada Hanbelilere ağır hakaretler edip, onları küfürle itham etti. Bu duruma isyan eden oradaki insanlar, bu Şafii fakihi dövdüler. Bu arada çıkan kargaşada çarşı yağmalandı ve Şafiilerden birisi öldürüldü. Fitne ateşi yeniden alevlenmişti. Durumdan endişe eden Müeyyedü'l-Mülk, amid Ebu Nasr'ı göndererek durumu öğrenmesini istedi. Deylemli ve Horasanlı askerler sevkedilerek kuvvet kullanıldı ve atılan okiardan ondan fazla kişi öldü. Taraflar ayrıldıktan sonra maktüllerden ikisi divana getirilerek divandaki kadıların ve şuhudun görmesi sağlandı. Olayların nasıl seyrettiği Nizamülmülk'e mektup yazılarak bildirildi. Bu sefer Nizamülmülk'den birincisinin tam tersi bir cevap geldi ve burada meydan gelen olaylarda amidin parmağının olduğu iddia edildi.
Bağdad'da bu şekilde gelişen olaylar ve Selçuklu devlet ricalinin olaylarda taraf olmaması çekişen tarafların cesaretini kırdığı gibi, belki de muhtemel olayların meydana gelmesine, dolayısıyla kapanmayacak yaraların açılmasına engel olmuştur. Nitekim Nizamülmülk'ün Ebu İshak'a gönderdiği mektubunda Melikşah'ın ve kendisinin meseleye nasıl yaklaştığı açıkça görülmektedir. Halife'nin veziri İbn Cehir'in hem mezhep olarak Hanbeli olması, hem de olaylarda parmağının olabileceği ihtimali üzerine Sultan Melikşah Halife'ye mektup yazarak onu görevden aldırtmış ve Hanbelilerin dışındaki mezhep mensuplarının kafalarında oluşabilecek istifhamları doğmadan ortadan kaldırmıştır.
Kuşeyri fitnesinin yatışması için devlet elinden gelen gayreti göstermiş, taraflar arasında gerginliğin azaltılması için vaizlerin cami ve mescitlerde vaaz vermeleri yasaklanmıştı. Biraz zaman geçtikten sonra gerginlikler azalıp, durum normale dönünce 1080 senesi Kasım ayında vaizler divanda toplatılarak yasaklanmış olan vaaz verme işlerinin artık serbest olduğu bildirilmiş, yalnız mezhep ve usul konusunda konuşmamaları, dolayısıyla yeni gerginliklere sebep olmamaları şart koşulmuştur.
Bağdad'da meydana gelen Eş'ari-Hanbeli çekişmesi sadece bundan ibaret değildir. 1082 senesine gelindiğinde vaizler için vaazlarında dikkat edecekleri hususlar unutulmuş olmalı ki, benzer olayların olduğu gözlenmektedir. Hz. Ebu Bekir soyundan gelen, fakat soyunun vakarını üzerinde taşıyamayan Mağribli vaiz eş-Şerif Ebu'l-Kasım el-Bekri, Bağdad'da olayların çıkmasına sebep olmuştur. Eş'ari mezhebinden olan bu şahıs Nizamülmülk'ün yanına gitmiş ve Nizamülmülk'ün yakın ilgisine mazhar olmuştu. Bu vaizi seven Nizamülmülk, ona İhsanlarda bulunmuş ve istediği mekanda konuşma yapma izni vererek Bağdad'a göndermişti.
Bağdad'a gelen bu şahıs Nizamiye Medresesi'nde oturarak vaazlar vermiş ve vaazlarında Hanbelileri kötüleyen, onların Mücessimeden olduklarını belirten ifadeler kullanmıştır. Vaazlarında hiddetli ve temkinsiz konuştuğu için kısa süre içerisinde Hanbelilerin hedefi haline gelmişti. Hanbeliler de bu şahsa karşı hakaret etmeğe ve onu suçlamaya başladılar. Karşılıklı olarak lanetlemeler ve suçlamalar iyice çoğaldı. Hanbeliler ona ayıp şeyler yazıyorlar, o da verdiği cevaplarında onları hafife alıyordu.
İstediği her mekanda vaaz veren Ebu'l-Kasım el-Bekri, bu defa da ısrarla Hanbelilerin toplanma merkezi olan Mansur Camii'nde vaaz vermek istedi. Elinde Nizamülmülk'ün izin belgesi olmasından dolayı kimse kendisine engel olamıyordu. Durum Nakibu'n-Nükeba'ya bildirilince, benim Hanbelileri engelleyecek gücüm yok, diye meseleye yanaşmadı. Vaizin ısrarlı isteği üzerine kendisi şahneye gönderilerek ondan yardım istendi. Şahne Türkler ve silahlı Acemlerden oluşan askerleri Mansur Camii'nin kapılarına yerleştirerek, gelebilecek zararlara karşı vaizin emniyetini sağladıktan sonra vaiz camide vaazını verdi. Vaiz el-Bekri, minbere çıkarken "Süleyman kafir olmadı, fakat şeytanlar kafir oldu." (Bakara Suresi, 102) ayeti kerimesini okuyarak, Ahmed b. Hanbel kafir olmadı, fakat adamları kafir oldu diye, Hanbelilere ağır şekilde ithamda bulundu.
Hanbeli fitnesine sebep olan başka bir alim de Ahmed b. Muhammed el-Fureki (öl.1085)'dir. Ünlü Şafii alim üstad Ebu Bekir b. Furek'in torunu olan bu şahıs Bağdad'ı vatan edinmiş ve Nizamiye Medresesi'nde halka vaazlar vermiştir. Vaazlarında Hanbelileri zemmetmesi yüzünden iki mezhep arasında karışıklık çıkmasına sebep olmuştur. Bunun gibi iki mezhep arasında fitne çıkmasına sebep olan bir başka mutaassıp Eş'ari uleması da Ebu'l-Fütuh el-İsferayini (öl. 1143)'dir. Bu alim de kargaşa çıkmasına yol açmış, bunun üzerine ve olayların yatışması için bir müddet Bağdad'dan çıkarılmıştır.
Melikşah döneminde meydana gelen Eş'ari-Hanbeli olayları sadece Bağdad ve çevresiyle sınırlı değildir. Alp Arslan döneminde Horasan'da meydana gelen mezhep çekişmelerinin Melikşah döneminde de devam ettiği görülmektedir. Herat'da oturan ve Hanbeli Mezhebi'nin önemli simalarından olan Abdullah el-Ensari el-Herevi ile diğer mezhep salikleri arasında olaylar olmuştur. Şehirde bozgunculuk yapan bir grup, bu işin suçunu Abdullah el-Ensari'nin üzerine attılar. Bunun üzerine beldenin ileri gelenleri 20 Aralık 1085 Cuma günü Abdullah el-Ensari'nin şehirden çıkarılmasını istediler. Abdullah el-Ensari'nin Cuma namazını kılmasına bile müsade edilmeyip şehirden çıkarıldığı gibi, şehrin yakınında konaklamasına da izin verilmedi.
Herat'dan Fusenc'e giden Abdullah el-Ensari orada da rahat bırakılmadı. Herat halkı bir mektupla durumu Sultan'a bildirmiş, Sultan da vezir Nizamülmülk'e mektup yazarak bu alimin ve ailesinin Maveraünnehr'e sürülmesini emretmişti. Bu mektup camide Yahya b. Ammar'ın minberinde okundu. Abdullah el-Ensari önce Merv, buradan Belh ve sonrada Maveraünnehr'e sürüldü. Hatta Abdullah el-Ensari Belh'e vardığında, Belh halkı onu taşlayarak şehre girmesini engellemişlerdi. Ebu Tahir el İskenderi'nin rivayetine göre: Nizamülmülk bu işe engel olmuş ve "Siz ehli ilimden birini taşlayarak zamanın musibeti mi olacaksınız?" demişti. er-Rehavi'nin naklettiğine göre : Belh halkı onu Mutezileden sandığı için taşlamış ve şehre sokmak istememişti. Abdullah el-Ensari ancak 1087 senesi Nisan ayında memleketi Herat'a geri dönebilmişti.
1085 senesi olaylarını anlatan İbn u'l Cevzi'nin nakline göre, olayların çıkmasına sebep, Herat'da konuşan bir kelamcının görüşlerine Abdullah el-Ensari'nin karşı çıkması ve el-Ensari'ye bağlı mutassıp kişilerin Herat'da fitne çıkarmasıdır. Bahsedilen bu kelamcı alim Herat'ı terk ederek Fusenc'e gitmişse de, el-Ensari'nin mutassıp taraftarları kelamcının peşini bırakmayarak oraya kadar takip etmiş ve Fusenc'deki evini yakmışlardır. Evi yakılan alim can güvenliğinin sağlanması için buranın müderrisi el-Kadı Ebu Sad b. Ebi Yusuf'a sığınmıştır. Fakat el-Ensari'nin adamları bu müderrise ve misafirine zarar vermekten geri kalmamışlardır. Şehirde fitne çıkmış, Fusenc Nizamiyesi'nin kapısı kararmıştı. Yaralanma olayları üzerine durum Nizamülmülk'e bildirilmiş, o da el-Ensari'nin yakalanarak şehirden çıkarılmasını ve fitne yatıştıktan sonra Herat'a dönmesini emretmiştir. İbnu'l-Cevzi'nin verdiği bilgiler, İbn Receb'in nakillerindeki müphem noktaları açıklamaktadır. İbn Receb, el-Ensari'nin Herat'dan niçin çıkarıldığı konusuna hiç dokunmazken, İbnu'l-Cevzi bu konuyu açığa kavuşturmakta ve el-Ensari'nin mezhepteki taassubu yüzünden olduğunu zikretmektedir.
Ebu Nasr el-Kuşeyri, vaiz el-Bekri ve el-Ensari olaylarına dikkat edildiğinde bu olaylar hakkında en fazla bilgi veren kaynakların Hanbeli Mezhebi'ne mensup alimler tarafından kaleme alınan eserler olduğu görülür. Şafii Mezhebi'ne mensup alimler bu olayları eserlerinde kısa ve teferruatsız geçiştirdikleri gibi, olayları da değişik nakletmektedirler. Mesela, Ebu Nasr fitnesinde İbnu'l-Esir ve el-Bundari gibi alimler Hanbelilerin Şafiilerin medresesine saldırarak adam öldürdüklerini söylerken, aynı olayı aktaran İbnu'l-Cevzi, İbn Receb ve Sıbt İbnu'l-Cevzi gibi Hanbeli müellifler ise Şafiilerin Hanbelilerin camisine saldırdığını ve bunun üzerine ölüm olayının meydana geldiğini zikretmektedirler. Burada dikkat edilmesi gereken şey, mezhebi endişelerin müelliflerin eserlerine de yansıdığıdır. O sebepten dolayı, bu çekişmelerin bize aktarılmasında mezhebi endişelerden ve husumetlerden kaynaklanan birtakım hususların olabileceğini göz ardı etmememiz gerekmektedir. Yalnız, olayların tümünde görülen ortak husus, Hanbelilerin kendi mezhep anlayışlarından dolayı diğer mezheplere karşı hoşgörüsüz ve fiili müdahaleye meyyal tavırlarının olmasıdır. Bununla birlikte Şafiilerin de olayların çıkmasında aktif rol oynadıkları olayların gelişme seyrinden belli olmaktadır. Bu yüzden, gelişmelerin sebebini tamamen Hanbeli mantığına ve taraftarlarının taassubuna bağlamak yanlıştır. Onlar kadar olmasa da, konuşmaları ve bazen tahrik edici tavırlarıyla Şafii-Eş'ariler de olaylardan sorumlu gözükmektedirler.
Hanbeli - Mutezili İlişkileri
Büyük günah işleyenlerin durumu, Kur'an'ın mahluk olması, kulun fiillerinin yaratıcısı olması ve akıl konusundaki görüşleriyle diğer fırkalardan ayrılan Mutezile, daha çok akılcı bir görüş olup, insan aklına Kur'anı Kerim'in de üstünde mutlak bir değer atfetme yoluna sapmıştı. İslam akaidini felsefi fikirlere dayanarak münakaşa edenler Mutezile mensupları olduğu gibi, irade hürriyeti konusunda da değişik düşünceye sahiptiler.
Buna karşılık Hanbeliler ise, nassları tevilsiz kabul etmeleri ve diğer görüşlere fazla iltifat etmemeleriyle tanınmışlardır. Bütün görüşlerini Ahmed b. Hanbel'e dayandırdıklarını iddia eden bu insanlar, akıl ve mantık yollarını İslam'a sonradan ve Yunan düşüncesi tesiriyle sokulduğunu iddia ederek bu metotları benimsemediler. İtikat konularında Sahabe ve Tabiin dönemindeki gibi doğrudan Kitap ve Sünnetten akidenin aslını almak gerektiğini ileri sürerek, akıldan ziyade nassın belirttiği delillere inanmak gerektiğini kabul ettiler. İki grup arasında metot farkı bu kadar keskin olunca, meseleleri algılama ve yorumlamada da farklılıklar kaçınılmaz olmuştur. Konuların değişik şekilde yorumlanmasının neticesinde iki mezhep arasında birtakım ihtilaflar zuhur etmiştir ki, Selçuklular döneminde de bu ihtilafların devam ettiği görülmektedir.
1067 senesinde dönemin ünlü Sünni alimlerinden olan ve kendisinden başkasına "Şeyh" unvanı verilmemiş olan Ebu Mansur b. Yusuf'un vefatından sonra Mutezile müderrisi Ebu Ali b. Velid (öl.1086) mezhebini açıklamaya başlamıştı. Bunun üzerine Abdussamed'in ashabından bazıları Ebu Ali b. Velid'e hücum ederek ona hakaret ve küfür ettiler. Bunu yapmalarındaki gaye onu camide namazdan menetmek ve Mutezile Mezhebi üzerine verdiği derslerden engellemekti. Ebu Ali de bu saldırganlara karşı: "Allah namazı engelleyenlere ve beni namazdan alıkoyanlara lanet etsin" diyordu. Ebu Ali bu sözüyle, avamdan bu işi yapanları ve insanların kanını dökmeyi helal kabul edenleri kastediyor, onları küfürle nispetlendiriyordu. Saldırganlar Ebu Ali'yi yaralamış ve kapısını kapatmışlardı. Bu saldırıdan sonra Mansur Camii'nde ve diğer camilerde Mutezileye lanet okundu, onların inançlarını kötüleyen konuşmalar yapıldı.
Ebu Ali'nin faaliyete geçmesini duyan Hanbeli alimi eş-Şerif Ebu Cafer yanında mezhepdaşları, fakihler ve hadis ehli olduğu halde Mansur Camii'ne giderek burada İbn Huzeyme'nin "Kitibu't-Tevhid" ini okudular. Buradan divana giderek, Halife el-Kadir Billah döneminde kaleme alınan ve Ehl-i sünnetin görüşlerini toplayan "el-İtikaditu'l-Kadiri" (Kadiri İtikadı) adlı kitapçığın okunmasını istediler; onların istekleri doğrultusunda bu kitapçık orada bulunanlara okundu. Bu kitapta Rafızilere lanet ediliyor ve "Onların hepsi kafirdir, onları tekfir etmeyen de kafirdir" deniliyordu. Bu toplantıda bulunanlardan İbn Furek ayağa kalkarak bidatçilere lanet ettikten sonra: "Bu metinde bulunan itikadın dışında bizim bir itikadımız ve inancımız yoktur" demişti. Bu sözlerden sonra halk ona teşekkür etti. O toplantıda bulunanlardan Ebu Cafer ve Zahid es-Sahravi bu itikat metninin kendilerine verilmesini istemişler, vezir İbn Cehir ise bu metinden başka ellerinde olmadığını ve yeni bir nüshanın hazırlanarak onlara verileceğini söylemiştir. Hazırlanan yeni bir nüsha bu insanlara verilmiş ve metin Babu'l-Basra ve diğer mescitlerde halka okunmuştur. Böylece Bağdad'da başlatılmaya çalışılan Mutezilenin ders verme faaliyetleri, diğer Sünnileri de arkasına alan Hanbeliler tarafından engellenmiştir. Ebu Ali b. Velid'in, Ehl-i sünnet mensuplarınca protesto edilerek engellenmesi, bu defa da yine Mutezile aleyhine gerçekleşmiştir. Bu engellemeler yüzündendir ki, Ebu Ali elli sene müddetle evinde kapalı kalmış ve mezhebi konusunda faaliyet göstermesine müsaade edilmemiştir.
Hanbelilerin Mutezili olanlara karşı davranışları daha sonra da benzer şekillerde devam etmiştir. Nitekim bir başka Mutezili olan Ebu Cafer el Buhari (öl. 1089) Bağdad'a geldiğinde fikirlerinden dolayı şehre girmesine müsaade edilmemişti. Benzer bir davranışı da, İbnu'z-Zuzeni'nin defni esnasında görülmektedir. Nitekim, cenazeye telkin veren Ebu'l-Vefa el Bağdadi (öl.1083) merhuma hitaben: "Gelen meleklere de ki, ben Eş'ari ve Mutezili değilim; bilakis Hanbeliyim, Sünniyim" demişti. Orada bulunan hiç kimse de buna itiraz edememişti. Zira itiraz vaki olsa Babu'l-Basra halkı onun kafasını koparırdı. Bu kadar baskı karşısında düşüncelerini açıklamak mümkün olmasa gerek.
Hanbeli Mezhebi mensuplarının Mutezileye hoş bakmamaları sebebiyle, zaman zaman kendi mensuplarının da Mutezili olmakla itham edildikleri görülmüştür. Bunlardan biri olan Hanbeli alim Ebu'I-Vefa b. Akil (öl.1095), dönemin Mutezili şeyhlerinden olan Ebu Ali b. Velid ve İbnu't-Tıbban gibi şahıslarla görüşünce, onun Ehl-i sünnet düşüncesinden inhiraf ettiğine dair söylentiler çıktı. 1068 senesinde onun evinde Hallac'ı öven ve Mutezileyi yücelten kitaplar bulunduğu haberi duyulunca, Hanbeliler bu alime eziyet etmeye başladılar. Ebu'l-Vefa korkusundan Sultan'ın sarayına sığınmak mecburiyetinde kaldı. Bu olaylar 1072 senesine kadar dinmeden devam etti.
1072'de Ebu'I-Vefa ve onu kınayanlar arasında sulh yapmak için divanda bir toplantı yapıldı. Hanbelllerin önde gelen alimi Ebu Cafer kızgınlığından dolayı bu toplantıya katılmadı. Bunun üzerine Ebu'l-Vefa, Ebu Cafer'in evine kadar giderek özür diledi ve onunla barıştı. Ebu'l Vefa, kendisine atfedilen görüşlerin doğru olmadığını ispat için kendi el yazısıyla bir bildiri yazarak; Mutezilenin bidat mezhebi olduğunu, kendisinin onlarla sohbet etmekten ve mensuplarını yüceltmekten uzak olduğunu, Mutezililerle görüşmekten dolayı tövbe ettiğini ve onları dalalette gördüğünü açıklamıştır. Aynı şekilde, Hallac'ın da hata ettiğini ve ulemanın fetvasıyla öldürüldüğünü, Ebu Cafer ve diğer alimlerin huzurunda bu metni yazdığım açıklamıştır. 1091 senesine Melikşah ve Nizamülmülk Bağdad'a gelince bu ilimin mücessiminden olduğu şikayet edilmiş ve Ebu'l-Vefa bu duruma şiddetle tepki göstermişti.
Hanbeli mensuplarının Mutezileye karşı olan mutassıp yaklaşımlarını Horasan Hanbelilerinde de görmek mümkün. Herat'ın Hanbeli alimi olan Abdullah el-Ensari de, Eş'arilerin yanı sıra Mutezileye karşı mutaassıp bir insandı. Bu yüzden birtakım sıkıntılar çekmiş ve vatanından uzaklaştırılmıştır.
Mezhep Değiştirme Olayları
Selçuklu Devleti, hakim olduğu coğrafyanın özeliği gereği çok dinli, çok mezhepli bir yapıya sahiptir. Çok mezheplilik bahsedilen sebeplerden dolayı Selçukluların miras aldıkları hususlardan biridir. Bu kadar mezhebin bir arada bulunduğu ve kendi aralarında bazen metot farklarından, bazen de taassuptan kaynaklanan çekişmelerin yaşandığı da bir gerçektir. Selçuklu Sultanları da kendi mezheplerine son derecede bağlı olmalarına rağmen, hükmettikleri coğrafyanın özelliğinden dolayı hiçbir zaman bir mezhebi tutma ve diğerlerine karşı yüceltme gibi bir davranışın içinde olmamışlardır. Bu anlayışın gereği olarak her mezhep yapma ve yayılma hakkını elde etmiş, şahıslar bir mezhepten diğer bir mezhebe geçme imkanına sahip olmuşlardır. Bazı kesimler tarafından istisna kabul edilebilecek kınama ve ayıplama davranışlarının dışında genelde kimseye karışılmamıştır. Bunun sebebi de bütün Sünni ekollerin hepsinin hak kabul edilmesi ve aralarında fazla bir fark görülmemesidir. Bu anlayıştan ötürüdür ki, Selçuklular döneminde mezhep değiştirme olaylarına rastlamaktayız.
Hanbeli Mezhebi'nin metot olarak diğer mezheplerden farklı olması ve nassları tevilsiz kabul etmesi, bu mezhebin alimlerinin zaman zaman diğer mezhepleri tercih etmelerine sebep olmuştu. Bu metot farklılığından dolayı, mezhep değiştiren Hanbeli alimlerinin daha çok Şafiiliği tercih ettiği gözlenmiştir. Hanbelilikten Şafiiliğe geçişi sağlayan faktörlerden birisi mezhepteki metot farkı olurken, bir başka faktör de Nizamiye Medreseleri'nin açılmasıdır. Nizamiyelerin açılması ile bu medreseler devletin büyük madi ve manevi desteğine sahip olmuş, medresenin hocalarına ve öğrencilerine harcanmak üzere zengin vakıflar bağlanmıştı. Nizamülmülk'ün sadece İsfehan Nizamiyesine bağladığı vakfın gelirleri yılda 10.000 dinarı bulmaktaydı. Medrese vakıflarının geniş imkanlara sahip olması, hocalar ve talebeler başta olmak üzere tüm medrese mensuplarına müreffeh bir hayat sunmasının yanı sıra, ilmi çalışmalar için de geniş imkanlar sağlaması yüzünden, pek çok alim Nizamiye Medreseleri'nde müderris olmak için gayret etmiştir. Fakat yine Nizarniye Medresesi vakfiye şartlarına göre bu medresede müderris ve öğrenci olabilmek için asılda ve füruda Şafii Mezhebinden olmak gerekliydi. Nizamiyelerin ilim seviyesinin yüksekliği, maddi imkanlarının genişliği alimleri buraya cezbetmiş, burada müderris olmak için gerekli şarta uymak lüzumundan dolayı da mezheplerini değiştirmişlerdir. Bu alimlerin daha çok Hanbelilikten Şafiiliğe geçenler oldukları anlaşılmaktadır.
Hanefi Mezhebi'nde iken Şafii Mezhebi'ne geçenler de mevcuttur. Ebu Müzaffer es-Semani (öl.1095) Merv'de yetişen önemli Hanefi alimlerindendir. Bu şahıs sonradan Bağdad'a geldiğinde mezhebini değiştirerek Şafii olmuştur. Memleketine dönünce halk tarafından kendisine eziyet edilmiş ve mezhep değiştirmesi hoş karşılanmamıştır. Buna rağmen Şafii Mezhebi üzere ders vermeye devam etmiştir. Halkın taassubu yüzünden Merv'den Tus'a gitmeye mecbur olmuş, oradan da Nisabur'a geçmiştir.
Geniş bir coğrafyaya ve değişik mezhepten insanlara hükmeden Selçuklular, kendileri Sünni-Hanefi olmalarına rağmen, diğer mezheplere karşı menfi tutum içerisinde olmamışlardır. Özellikle Ehl-i sünnet'in bütün mezheplerini korumuş, kendi fikri özelliklerini muhafaza ederek gelişmelerine zemin hazırlamışlardır. Sünni olmamakla beraber devlete cephe almayan ve cemiyette kargaşa çıkarmayan diğer mezheplere de hoşgörülü davranmışlardır. Bu sebepten ülkede her fikir kendini ifade edebilme imkanına sahip olmuş, ara sıra meydana gelen istenmeyen olaylar ise devletin müdahalesiyle önlenmiştir. Bu çok seslilik ve çok görüşlülük, Selçukluların ulaştığı gelişmişlik seviyesini gösterme bakımından önemlidir.
Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder