Gök Gürültüsü
Birçok Kuzey Sibirya halkı ve aynı şekilde Kuzey Amerika yerlileri, gök gürültüsünün yaratıcısının kuş suretindeki kudretli bir varlıktan kaynaklandığına inanırlar. Turuhansk bölgesinde yaptığım araştırmalar esnasında konuşup, görüştüğüm Tunguzlar bana; gök gürültüsü sesinin dev bir kuşun kanatlarının çıkardığı hışırtı olduğunu anlatmışlardı. Tunguzlar, bu dev varlığa kurban sunmamakla beraber, şaman ayinlerinde bu kuşun ahşaptan yapılmış bir heykelini uzun bir çubuğun üzerine koyup, bu çubuğu çadırın önüne dikerler. İnanışlarına göre gök gürültüsü kuşu, şamanlarının gökyüzüne yaptıkları seyahât esnasında onları yoldaki tehlikelerden korur. Gerekli durumlarda hâtta şaman gök gürültüsü kuşunu düşmanlarının üzerine de saldırtabilir. Yıldırımın vurup yaktığı ve parçaladığı ağaçlar, bu dev kuşun kudretini ortaya koymaktadır.
Turuhansk bölgesindeki diğer ilkel topluluklar arasında da gök gürültüsü hakkında benzeri tasavvurlara rastlanır. Doğu Samoyedleri, gök gürültüsü kuşunun yaban kazı suretinde olduğuna inanırlar. İnanışa göre gök gürültüsü kuşu, hapşırdığında yağmur yağar, çıkardığı gök gürültüsü yüzünden ona “demir kuş” adı verilir. Jurakların ahşaptan yaptıkları gök gürültüsü kuş figürleri kaza benzer ve onlar da Tunguzlar gibi bu kuşun şamanları göğe seyahâtleri esnasında koruduğuna inanırlar. Anlattıklarına göre, çok ünlü bir şaman bu dev kuşun koruması altında yıllarca gökyüzünde dolaşmıştır. Baykal gölünün diğer yakasındaki Oroçon inançları arasında bu tarz bir gök gürültüsü kuş tasavvuru vardır. Schirokogorov’un aktardığına göre, Oroçonlar “ Tamnydra” isimli bir kuşun, yıldırım ve şimşeğin efendisi ve aynı zamanda bütün şamanların koruyucusu olduğuna inanmaktadırlar.
Altay Teleütleri, gök gürültüsünün yaratıcısı Aziz İlya’yı (İlyas peygamber) bir kartal suretinde “İlyamuri” olarak tasavvur ederken, onun göğün onikinci katında oturan Tengeri purkãn (Tanrı) ile aynı varlık olduğuna inanırlar.
Tremyugan Ostyakları’da gök gürültüsü kuşunu, yüksek sesli, siyah bir kayın tavuğu olarak tasavvur etmektedirler. Bir Yakut efsanesindeyse kahraman şöyle konuşur: “Neden kendimi bir kuşa dönüştürüp, yağmurun ve dolunun efendisi olarak göklerde süzülmüyorum?”
Moğollar, Soyotelerle, bazı Orta Asya halkları ve Goldeler gibi Doğu Tunguz kabileleri, gök gürültüsünün göklerde uçan bir ejderha tarafından meydana getirildiğine inanırlar. Moğolların tahayyülünde bu ejderha, kanatlı ve bedeni balık pullarıyla kaplı olup, bazen suda yaşar, bazen de havalanıp göklerde dolaşır. Gökyüzünde dolaştıkça gök gürültüsü oluşur. Bazı yerlerdeyse gök gürültüsünün onun kendi sesi olduğuna ve kuyruğunu her sallayışında yıldırım düştüğüne inanılır. Aslında çok yükseklerde uçmasına rağmen, kimi zaman insanların onu görebileceği kadar yeryüzüne yaklaştığı da olur. Tunguz-Oroçonlarına ait bir başka efsanede bulutların üzerinde yüzen dev bir balıkla, bu balığın pullarının gök gürültüsüne, kuyruğunu çırpmasının da fırtınaya sebep olduğu anlatılır. Hiç şüphesiz bu balık tasavvuru, biraz önce bahsi geçen ejderha tasavvuruna dayanmaktadır. Orta Asya inançlarında bu gök gürültüsü ejderhası, kışı yüksek dağlarda geçirmekte, dağlarda ve ovalardaki kırağı da onun nefesinden oluşmaktadır. Bazı bölgelerde onun kışı ormanlarda geçirdiğine ve ormanların üzerine çöken sisin, onun nefesinden kaynaklandığına inanılır. Bu tasavvurun bir başka anlatımında ise, ejderha kışı denizde geçirmektedir.
Altay bölgesindeki bir başka inanışa göreyse, ejderha biri ağzında, diğeri elinde duran iki taşı bir birine sürttüğünde yıldırım düşmektedir. Gökyüzündeki tanrılardan birinin ejderhanın sırtına binerek, dünyaya yıldırımlar fırlattığı tasavvuru da bölgede rastlanan yaygın inançlar arasındadır.
Bu ejderha tasavvurunun Orta ve Kuzeydoğu Asya halklarına nerden geldiği, bu inancın ancak hakim olduğu coğrafya ile anlaşılabilir. Çin kültüründe çok eski dönemlerden beri var olan ve Çin sanatında çok değişik şekillerde tasvir edilen “gök gürültüsünün yaratıcısı olan gökteki ejderha” tasavvuru, zaman içerisinde Altay halkları tarafından benimsenmiş, bazı Orta Asya halklarının gökgürültüsüne vermiş oldukları “lu” ismi, Çince’deki “lun” (ejderha, gök gürültüsü) kelimesinden gelmedir.
Dörbötler, “lu”nun öfkelendiğinde bir deve gibi böğürdüğünü anlatırlarken, Torgut efsanelerinde şeytan (Sulma), bir deve yavrusunun suretine bürünüp, su almaya gittiğinde gök gürültüsü meydana gelmekte, nefes verirken ağzından çıkan buhar, koyu bir buluta dönüşüp, deveyi yukarıya, göğe kaldırmaktadır. Bulut yana eğilecek olursa, deve dişlerini gıcırdatıp, ateş püskürterek aşağıya düşer. Gök gürültüsü ve yıldırım da bu şekilde oluşur. Bu düşme esnasında devenin dişi kırılıp ikiye bölündüğü takdirde, bu diş parçası dünyaya şeytan minaresi olarak düşer. Şeytan minaresi, onu bulanı her türlü kötülükten korur, ancak bulan kimse onu çok gizli tutmalıdır.
Torgut efsanelerine göre kahraman Merküt, bir defasında bir fırtına esnasında bu devenin yeryüzüne düştüğünü görür ve devenin sırtına binmeyi başarır. Bu şekilde beş gün, beş gece boyunca devenin sırtında uçar. Bu seyahât esnasında deve, Merkütü sırtından atmaya çalışır ama başaramaz ve en sonunda yorulup pes ederek, Merküt’ten onu serbest bırakmasını diler. Merküt bu dileği bir şartla kabûl eder, bundan sonra fırtınalı havalarda “ben Merkütüm” diye bağıracak olursa, gök gürültüsü onu korkutup, öldürmeyecektir. Deve bu anlaşmayı kabûl eder ve serbest kalır. Torgutların Merküt isimli kabile mensupları, fırtınalı havalarda kazanlarını birbirlerine çarparak gürültü çıkararak, “ben Merkütüm” diye bağırırlar ki, bu kabiledekiler gök gürültüsünün kendilerini öldürmeyeceğine inanırlar. Konu hakkında araştırmalar yapan Potanin de, Merküt kabile mensuplarının fırtına başladığında, beyaz kıyafetler giyip, beyaz atlara binerek “Ben Merkütüm, ben Merkütüm” diye bağırdıklarını aktarır.
Teleütler arasında aynı isimde bir kabile (Sök) vardır. Merküt ismi, ilk dönemlerde göklerde yaşayan efsanevî bir kuşu ifade etmekte olup, şaman ilâhilerinden bahsedildiğine göre bu kuş, bir kanadıyla ayı, diğeriyle güneşi örtebilecek cesamettedir. Daha ilk başlarda var olan bu gök gürültüsü kuşu tasavvuru yerini, zamanla “uçan deve” tasavvuruna bırakmış gibi görünmektedir.
Orta Asya efsanelerinden birinde gökyüzünde uçan devenin sırtındaki üç kişiden bahsedilir. Bu kişilerden biri davul çalarak gök gürültüsünü, biri beyaz bir bez sallayarak şimşeği, diğeriyse devenin dizginlerine asılarak, devenin ağzından salyalar akmasıyla yeryüzüne yağmur yağmasını sağlamaktadır. Devenin sesinin gök gürültüsünü hatırlatmasından kaynaklanan ve gök gürültüsünün oluşmasını deveye bağlayan bu tasavvur biçimi, daha ziyade basit bir bakış açısını yansıtmaktadır.
Efsanelerde geçen diğer hayvanlar, yâni kuşlar ve ejderha, kanatlı olmaları itibariyla gök gürültüsünün müsebbibi olarak görülmeye daha müsaittirler. Yıldırımın yaratıcısı olarak insan suretli varlıklarsa, genelde kanatlı olarak tasavvur edilmektedir. Konu hakkında çalışanlardan Demjanka, Ostyakların bu varlığa “kanatlı ihtiyar” adını verdiklerini bildirir. Nitekim, Buryatlar arasında kayda geçirilen bir efsanedeki kahraman, kanatlı bir elbise giydikten sonra gök gürültüsünün efendisi olur. Bu kahraman yeryüzünde yaşarken bir karısı ve üç oğlu olan maharetli bir okçudur. Yaşlandığında oğullarına artık başını alıp gideceğini, bu sebeple atını eyerlemelerini söyler. Ailesiyle vedalaştıktan sonra atına atlayıp, yola koyulur. Geldiği bir yol ayrımında, yol üçe ayrıldığından, yaşlı okçu ortadaki yolu seçerek, böylece gökyüzüne ulaşır. Gökyüzünde boş bulduğu bir kulübeye girdikten bir müddet sonra, dört genç adam gelip içeri girerler. Yaşlı okçuya misafirperverlik gösterip, ondan gök kulübelerini beklemesi için evde birlikte kalmalarını isteyen gençler, bu arada ona kulübedeki sandığı açmanın ve duvarda asılı olan kanatlı elbiseyi giymemesini tembih ederler. Kulübede yalnız kalan ihtiyar adam, merakını yenemeyip, bu esrarengiz sandığı açar. Sandığın içerisinde çok nadir bulunan renkli ve ok ucu şeklinde taşlar vardır. O sırada gökyüzünden aşağıya bakan ihtiyar, yeryüzündeki bir adamın, bir tarladan pancarları çaldığını görür ve öfkelenerek taşlardan birini aşağıya atmasıyla, akabinde dört genç adam kulübeye koşup, ihtiyarı yaptığından dolayı azarlarlar, çünkü tek bir kötü adam yüzünden bu taşla bütün bir köy yanmıştır. Daha sonra yaşlı adam duvarda asılı olan elbiseyi de denemeye heveslenir ve onu giydiğinde uçma yeteneğini kazanır, böylece gök gürültüsünün efendisi olur.
Bu efsanenin bir başka anlatımında ise, ormanda yürüyen yaşlı bir adamın yeryüzünden gökyüzüne uzanan bir merdiven gördüğünden bahsedilir. Merdivenden yukarı çıkan yaşlı adam, altın ve gümüşten yapılma pırıl pırıl parlayan sırça bir köşk görür. Bu köşkte, yaşlı Gök Tanrı “Esege-Malan-Tengeri” yaşamaktadır. Adamın göğe nasıl ulaştığını öğrenen Tanrı, buna çok sevinir ve ondan kendisinin hizmetçisi olarak yanında kalmasını istemesiyle, adam bunu kabûl eder. Bir gün, Tanrının ona emrettiği üzere insanların neler yaptıklarına bakması için yeryüzünü gözlerken, bir hırsızın bir adamın sürüsünden bir koyun çaldığını görür ve çok öfkelenir. Tanrının yanında duran sandıktan bir taş alıp, taşı hırsıza fırlatır. Fırlattığı taşın bir anda yıldırıma dönüştüğünü ve hırsızı yok ettiğini görerek hayret eder. Yaşlı adam o zamandan beri, Tanrıya gök gürültüsünün efendisi olarak hizmet etmektedir.
Her ne kadar bu tip efsaneler varsa da, Buryatların dini inançları arasında insan suretinde bir gök gürültüsü tanrısına rastlanmaz. Daha önce bahsi geçmiş olduğu gibi, Doğu ve Batı tengerileri olmak üzere çok sayıda tanrıları olmasına rağmen, bunlardan hangisinin gök gürültüsünü meydana getirdiği belirgin değildir. Bu sebeple ihtiyaç duyduklarında kâhinlerden yardım alırlar. Gök gürültüsünün yaratıcılarından bir tanesi de “Asan-Sagan- Tengeri” adını verdikleri, kötü ruhlarla ateşli oklarla mücadele eden tanrıdır. Buryat efsanelerinde kötü ruhlar, gök gürültüsünden korkar ve gök gürültüsünü duyduklarında ağaç ve taşların arkasına saklanırlar. Asan Sagan Tengeri ağaçları oku ile yaşayan varlıkları ise ateşle vurur. Her Tengeri’nin emrinde çalışan yetmiş yedi demirci vardır ve onlara her gün yeni oklar yapmaktadırlar. Tengeri’nin attığı ok, hedefini bulduğunda orada saplanmış olarak kalır ve üç gün içerisinde orada bir taş meydana gelir. Hedefini bulmayan oklar ise göğe geri dönerler. Yerde bulunan şeytan minareleri veya yıldırım düşmüş ağaçların parçaları büyülerde kullanılmak üzere saklanır.
Rus kültürel etkisinin çok yoğun olarak görüldüğü Yakutlar arasında Gök gürültüsü tanrısına “Balta Tanrı” (Sügä tojon), bazen de sadece “gümbürtü yapan” adı verilir. Yakutlar, gök gürültüsünün kötü ruhları kaçırdığına ve onların da korkarak ağaçlara, evlere hâtta insan ve hayvanların içine saklandıklarına inanırlar. Bazı bölgelerde hem Gök gürültüsü tanrısına, hem de Yıldırım tanrısına inanılır ki, Gök gürültüsü tanrısına “Cesur şamatacı (gürültücü), Yıldırım tanrısına ise “Balta efendi” adı verilir. Muhtemelen her iki ifade de aynı varlığa işaret etmektedir. Kuvvetli bir fırtına başladığında Yakutlar evlerini yıldırım düşmüş bir ağacın yongalarını yakarak tütsülerler. Bu yongalardan hemen hemen her Yakutun evinde bulunur. Tütsüleme esnasında, “Cesur şamatacı haykırdı, Balta efendi hareket etti, haydi haydi” şeklinde bağırırlar. Böyle bağırıp, tütsü yaparak kötü ruhları kovar ve sonra da yakmış oldukları ağaç parçalarını uzaklara atarlar. Herhangi bir şekilde silâh görünümlü taşlar bulacak olduklarında, bu taşların gökyüzünden düşmüş ”gök gürültüsü baltaları” (ätin sügätä) olduğuna ve bu taşların evlerini yıldırım düşmesinden koruyacağına inanırlar. Bu taşlar, evlerde yüksek bir yere koyulur, bunların aynı zamanda şifalı ve tedavi edici özellikleri olduğuna inanılır. Meselâ, lohusalara doğum sonrasında kısa sürede toparlanabilmeleri için içine bu taşların atılmış olduğu sular içirilir. Kabızlık veya benzeri idrar ve bağırsak bozukluklarında da bu tedaviye başvurulur. Kırgızlar da şeytan minarelerini belli bazı hastalıkların tedavisi için kullanmaktadırlar.
Gök gürültüsünün kötü ruhları kaçırdığına dair inanç şekli, Altay halklarının çoğunda görülür. Goldeler, “ejderha” gökyüzünde göründüğünde, şeytanî varlıkların insanlar veya ağaçların içlerine sığındıklarına ve yıldırımın da onların saklandıkları yerlere düştüğüne inanırlar. Goldeler yıldırıma “gök gürültüsü baltası” adı verirler ve bu sebeple yıldırım düşmüş bir ağacın kalıntıları arasında beyaz ve balta şeklinde bir taş bulunacağına inanırlar. Orta Asya’da bunun dışında yıldırımın, aslında çizgili bir sincabın peşinde olduğu ve onun saklandığı ağaçları vurduğu anlatılır. Bu sebeple fırtınalı havalarda bir ağacın altına saklanmak tehlikelidir. Bu tasavvur, muhtemelen yıldırımın neden çoğunlukla ağaçlara düştüğünü açıklama maksadıyla ortaya çıkmıştır. Bu efsanenin bir başka anlatımında, bir sincabın gökyüzünde Tanrının yanına misafir gittiğinde, Tanrının en küçük oğlunu öldürmüş olduğu veya Tanrının oğlunun gözünü kör etmiş olduğundan dolayı, Tengeri’nin sincaptan intikam almak için onun peşine düştüğü anlatılır.
Türkistan’da ise gök gürültüsünün sebebinin yaşlı bir kadın olduğu anlatılır. Rivayete göre bu yaşlı kadın, gökyüzünde postlarını silkelediğinde gök gürültüsü meydana gelmektedir. Çocuklar gök gürültüsünü duyduklarında; “ihtiyar, deri torbasını silkeliyor” diye bağırarak koştururlar. Orta Asyadaki İranlılar da fırtınalı havalarda “ihtiyar donunu silkeliyor” diye bağırırlar.
Soyote destanlarında ise yayı gök kuşağı, okları da yıldırım olan büyük bir kahramandan bahsedilir. Gök gürültüsü Tanrısının gök kuşağını silâh olarak kullandığı başka bir efsaneye hiç rastlamadığımız için, bu gök kuşağı-yay benzetmesinin sadece şiirsel bir yanı olması ihtimâl dairesindedir. Buna mukabil, gök kuşağının nehir ve göllerin sularını emmesi veya içmesi de sık rastlanan bir tasavvur şeklidir. Yakutlar, gökkuşağının insanları bile yeryüzünden alıp götürebileceğine inanırlar ki, efsaneye göre bir defasında Verchojansk’tan bir kızı alıp, Irkutsk’a bırakmıştır. Kafkasya’da çocuklara, gökkuşağının onları yukarı kaçırabileceğinden bahisle, dikkât etmeleri ve gökte gökkuşağı belirdiğinde su almaya veya yıkanmaya gitmemeleri tembih edilir. Benzeri bu tür inançlara aynı şekilde Avrupa’da da yaygın olarak rastlanır. Gökkuşağına Yakutlar ve Buryatlar “dişi tilkinin sidiği” adını verirler.
Ruysbroeck seyahât notlarında Moğolların gök gürültüsünden alışılmadık şekilde korktuklarından bahseder. Ruysbroeck, fırtına çıktığında Moğolların evlerindeki yabancıları dışarı çıkartıp, siyah bir örtünün altına girdiklerini ve fırtına dinene kadar orada saklandıklarını anlatır. Bunun dışında Moğolların elbiselerini asla yıkamadıkları, zira elbiselerini kuruması için asacak olurlarsa Gök Tanrı’nın onları gökgürültüsü ile cezalandıracağına inandıklarını aktarır. Çin kaynaklarında anlatıldığına göre Kuzey Uygurları gök gürlediğinde bağırıp çağırmaya ve göğe bir şeyler fırlatmaya başlarlar. Daha önce bahsi geçmiş olduğu gibi Torgutlar, kazanları birbirlerine vurarak gürültü çıkarırlar. Yakutların da kendilerini yıldırım çarpmasından korumak için demir nesneleri birbirlerine çarparak gürültü yaptıkları anlatılır. Her ne kadar daha sonraları bu geleneklere başka şekilde açıklamalar getirilmişse de, muhtemelen bu gelenekler ilk ortaya çıktığı dönemde gök gürültüsünü korkutup kaçırmak maksadı taşıyorlardı. Meselâ, Yakutlar bu geleneklerini insanların arasına sığınmaya çalışan ama varlıkları insanlara ve hayvanlarına zarar verebilecek olan kötü ruhları kovmak olarak açıklıyorlar. Buna bağlı olarak yıldırım çarpmasına uğrayan insanlar ve hayvanlar bu kültürlerde özel bir öneme sahiptirler. Pallas’ın aktardığına göre yıldırım çarpmış bir insanın yakınları onu soğuk su ile yıkayarak, tekrar hayata döndürmeye çalışırlar. Eğer yaralı kurtulamazsa, dört ayaklı bir iskele kurulur ve beyaz bir keçe veya keten örtüye sarıp ardıç ağacı odunu ile tütsülenmiş olan ceset bu iskeleye yerleştirilir. Cesedinin başında üç gün üç gece boyunca silâhlı adamlar beklerler, zira gök gürültüsünün efendisinin başsız bir deve (veya başka bir hayvan hâtta bir gölge) suretinde gelerek, ölenin ruhunu alabileceğine inanılır. Bu varlık eğer gelecek olursa, gürültü yaparak ve ona bir şeyler atarak korkutup kaçırılır. Bu esnada ölen kişinin canlanma ihtimâli vardır. Yıldırım çarpmasıyla ölen kişinin akrabaları, nesiller boyu bazı kurallara sıkı sıkıya riayet ederler, meselâ bu kişinin evinden yabancılara asla kesilmiş bir hayvanın kellesi veya sütü verilemez. Bir hayvanın kellesi yenmeden asla çadırdan dışarı çıkartılmaz.
Pallas’ın özellikle belirtmiş olduğu bir başka konu da, yıldırım çarpmış olan hayvanların etinin yenmemesidir. Bu hakka sadece daha önce bahsi geçmiş olan Merküt kabilesi sahiptir. Eğer bu kabileden bir kişi yakınlarda ise, kabile üyeleriyle beraber ölü hayvanın yenilebilir parçalarını alıp götürürler. Ancak bunun belli kuralları vardır: hayvanın ölüsüne at sırtında, ellerinde mızraklarla bağırarak yaklaşabilirler. Eğer yakınlarda Merküt kabilesinden kimse yoksa hayvanın leşi orada hiç el değmeden bırakılır. Merküt kabilesinin bir başka ayrıcalığı da, yıldırım çarpan hayvanın sahibini dövmek veya kötü muamele etme hakkına sahip olmalarıdır. Keza, bu kişinin atını, elbiselerini alma ve onu akrabaları gelip kurtarana kadar rehin tutma hakkına sahiptirler. Hayvanın sahibi bunlardan kurtulmak için, ya kaçmak, ya da bir ceza ödemek zorundadır. Merküt kabilesi üyeleri bunun için normalde fidye olarak, beyaz bir deve isterlerse de, bazı durumlarda iki kova içki veya bir koyun parçası da yeterli olabilir.
Totem inançlarını yansıtan bu gelenekler, Merküt kabilesiyle gök gürültüsü arasındaki varsayılan ilişkinin ne derece geniş kabûl gördüğünü ortaya koymaktadır.
Bunun benzeri bir örneği Tatarca konuşan Mordvin Teryuhanları arasında görebiliriz. Bu kabile de kendilerinin gök gürültüsüyle yakın bir ilişkileri olduğuna ve ona “yavaş, yavaş, sen bizimsin” diye, seslenerek onu yatıştırabileceklerine inanırlar. Muhtemelen kullandıkları bu cümlede, bu kabilenin efsanelerinde anlatılan olaylara bir atıf vardır.
Balagansk bölgesi Buryatları, yıldırımın insanı çarptığı yere hemen bir çadır diker ve çarpılan kişiyi bu çadırda soğuk suyla yıkayarak, hayata döndürmeye çalışırlar. Çarpılan kişinin kendi evine götürülmesine izin verilmez. Çarpılan kişi eğer hayata döndürülemeyip ölürse, onu giydirir, çam reçinesi ve muhtelif kokulu otlarla tütsüleyip, üç gün boyunca dokuz erkek çocuğu ölünün başında ağıt yakarlar. Daha sonra ceset, atın sırtında ormana götürülür. Bu şekilde ölenlerin defnedilmesi için ormanda özel bir yer hazırlanır. Bu özel yer, birbirine yakın iki ağacın, iki kulaç kadar yükseklikte kesilip, dip kısımlarının üzerine tahtalardan yapılan ve “aranga” adı verilen bir kerevet konulması ile gerçekleşir. Bu kerevetin üzerine son yolculuğunda yol erzağı olarak yiyecek ve içecek bırakılır. Yıldırım çarpmasından ölen hayvanlara da benzeri bir kerevet yapılır.
Aynı geleneğe diğer bölgelerde yaşayan Buryatlar ve Somoyetler arasında da rastlanır. Khalka Moğolları, yıldırım çarpması kurbanlarını toprağa gömerler, ancak bunun belli bir ritüeli vardır. Geleneğe göre, gömüldükten sonra dokuz erkek beyaz elbiseler giyip, beyaz atlara binerek mezarın etrafında bağırıp, gürültüler çıkartarak dolaşırlar. Eğer bu tören yapılmazsa, yakın zaman içinde bir başka kötü hadisenin vuku bulacağına inanılır.
Bazı Altay kabileleri ise, yıldırım düşen yeri uğursuz olarak görür ve buraların tekin olmadığı inancıyla korkarlar. Buryatlar genellikle burayı çitle çevirerek, hayvanlarının girmesini engellerler. Kırgızlar, daha önce yıldırım düşmüş bir yerde otlayan bir atın bütün tüylerinin döküleceğine inanırlar. Yenisey vadisindeki çalışmalarım esnasında, bölgedeki Tunguzların yıldırım düşmesi sebebiyle başlayan orman yangınlarını söndürmeye çalışmadıklarını duymuştum. Buryatların inançlarına göre üzerine yıldırım düşen bir kulübeyi yıkıp, başka bir yerde tekrar yapmak gerekir. Uğursuzluktan kurtulmak için seçilebilecek bir diğer yol da, kulübede özel bir ayin düzenleyip, göklerin yolladığı uğursuzluğu geri göndermektir. Bu ayin genelde fırtına dindikten üç gün sonra kabile büyücüsü ve ona yardım eden sekiz kişi tarafından yapılır. Ayin esnasında kulübenin etrafında üç defa atla dolaşılıp, kulübenin kapısının önünden her geçişte bir anlığına duraklanır. Büyücünün elinde Köknar ağacı filizleri, yardımcıları içecek kaplarını taşırlar ve büyücünün duaları eşliğinde bu kaplardaki içecekler göğe doğru serpilir. Bu ayinin en çarpıcı yanı, kulübenin önüne serilmiş olan keçe bir minderin üzerinde bulunan “şeytan minaresi” veya benzeri bir nesne ile beraber yukarı kaldırılmasıdır. Bu ayine adını veren “yukarı kaldırma” işini, büyücünün yardımcıları yerine getirir. “Yukarı kaldırma” ayininin maksadına ulaşıp ulaşmadığını anlamak için son olarak, süt veya damıtma içki dolu bir kaba eritilip dökülen çinko, eğer belirgin bir şekil alırsa, ayinin gerçekleştiğine inanılır.
Buryatlar arasında rastlanan bir başka inanış da, Tanrılar şimşekleri yollarken, bazen de gökyüzünden dünyaya bir parça “canavar sütü” fırlattıklarıdır. Her ne kadar bunu yapan Tengeriler arasında “Kan budal tengeri”, “Urak Sagan tengeri” ve” Karan budal tengeri” isimleri geçse de (bu isimlerden sonuncusunun, “Karan budal tengeri”nin doğu, yâni kara tengerilerden olduğu da söylenir), muhtemelen aynı varlık kastedilmektedir. Gökten döküldüğü rivayet edilen “canavar sütü”, yâni urak ise, inanca göre yoğun kıvamlı, sarı-beyaz renkte bir sıvı olup, kime denk gelirse ona mutluluk ve bereket getirir, fakat “urak”ın bir insana tesadüf etmesi çok nadir rastlanan bir durumdur. Bir Buryat, evindeki süt kabına bu semavî sıvının karışmış olduğundan şüphelendiğinde, derhal bir kâhine gider ve kâhin sütü inceleyerek gerçek olup olmadığını, gerçekten urak ise, bunu hangi Tengerinin serpmiş olduğunu tespit eder. Daha sonra bu sıvı kayın ağacından yapılma bir kap içinde, kutsallığına saygı maksadıyla yüksekçe bir yere konulur. Buryatlar bu sıvının göğe tekrar geri dönebileceğine inanırlar, hâtta mümkün olduğunda bunu gerçekleştirmek o kişinin görevi olur. Sadece Buryatlarda rastlanan bu süt benzeri semavî sıvı miti, bize Hind efsanelerinde bahsi geçen “soma”yı hatırlatmaktadır. Rigveda’da yazdığına göre; “soma” Gök gürültüsü tanrısı Indra’nın en sevdiği içecek olup, “canavar sütü” adıyla anılmaktadır.
Keza, Orta Asya halkları arasında Pers tarihçisi Reşidüddin’in belirttiği üzere, Moğolların toprağa süt ve kımız döküp, gök gürültüsünden evlerini ve hayvanlarını koruması için sunularda bulunduklarını kaydeder. Altay Tatarları arasında ilkbaharın ilk gök gürültülü fırtınasında, bütün köylülerin yüksek bir tepeye çıkarak, dört bir yöne süt serpme geleneği vardır. Tarbagatay Torgutlarıysa bu geleneği, süt kabını alıp, çadırın etrafında üç defa dolaşarak yere süt döküp, içinde biraz süt kalmış olan kabı kapının önüne bırakarak devam ettirirler. Süt kabı ile evin etrafını dolaşıp, yere süt dökme geleneğini komşu halklar arasında meselâ, Soyoteler ilk gökgürültülü fırtınadan sonra bu ayini tertip ederken, Altay bölgesi Kırgızları süt kabını çadırın duvarına vurup, kabı kapının önüne koyarken; “eski yıl geçti, yenisi geldi” sözlerini söyleyerek devam ettirirler ki, ilk fırtınanın çıkışını, senenin başlangıcı olarak alırlar. Khalkha Moğollarıysa, kendilerini yıldırım çarpmasından korumak için dokuz delikli, kürek benzeri bir cisimle beyaz keçe şiltenin üzerine süt dökerek icra ederler.
Orta Asya’da gök gürültüsüne kurban olarak süt sunma adeti, oldukça yaygın bir gelenek olarak görünmekle, Altaylıların fırtına esnasında ellerinde bir süt kabıyla, yıldırım düşmesi sonucu çıkacak yangını söndürmek için hazır bekledikleri ve bu esnada kokusu kuvvetli otlar yakılması, yıldırımın yol açtığı yangını ancak sütün söndürebileceği inancı bir benzeri şekilde Kuzey Avrupa’da da rastlanır.
Bütün bunların yanı sıra, gök gürültüsüne hayvan kurban edildiği de olur. Eski Çin vekayinâmelerinde, Uygurların ilkbahar geldiğinde, daha önce yıldırım düşmüş bir yere toplanıp koç kurban ettikleri anlatılır. Bazı bölgelerdeki Soyoteler arasında bu ayin esnasında çadırın önüne beyaz keçeden bir şilte yayılıp, bazı büyülerin icrasından sonra, bu şiltenin üzerine kurban edilen hayvanın parçalarıyla, yirmiyedi değişik çeşit yiyecek (peynir, içki v.s. gibi) koyup, çadırların süt ile yıkanması, geleneği hâlen ilk fırtınada koç kurban etme biçiminde devam etmektedir.
Minussinsk bölgesi Tatarlar ise, Gök Gürültüsü Tanrısına beyaz bir at hediye sunarlar. Sunak yerine toplu olarak gelip, dua ettikten sonra, atın dizgini çıkartılıp, serbest bırakıldığı andan itibaren at artık serbest ve dokunulmazlık kazanır. Buryatlar, Tanrıya sunulan bu hayvanların sırtına bir tas süt koyup, ayini yöneten büyücü bu sütü hayvanın sırtının üzerinden dört bir yana döktükten sonra hayvanı ot ve ağaç kabuğu tütsüsüyle kutsar ve yelesine kurdeleler takıp, hayvan serbest bırakılır. Süt kabının hayvanın sırtından düştüğü yerde dua edilip, sağlık ve başarı dileklerinde bulunulur. Bu şekilde Tanrıya sunulan bir hayvan, bundan sonra asla insanların hizmetinde kullanılmadığı gibi, hayvan öldüğünde de kuyruğu ve yelesi kesilip, onun yerini alacak yeni hayvanın yelesi ve kuyruğuna bağlanır.
Türk kökenli halklar tarıma daha sonraki aşamalarda geçtikleri için, onların Gök Gürültüsü Tanrısı, meselâ Avrupa halklarında görülen tarımla ilişkili bir tanrı değildir. Gök Gürültüsü Tanrısından yağmur yağdırmasını dilediklerinden maksat, göçebe hayatı için çok önemli olan bozkırlardaki otların daha hızlı büyümesini istemeleridir. Altaylılarda sık rastlanan bir gelenek de, ilk ilkbahar fırtınasının geliş yönünü gözlemektir. Eğer fırtına bulutları çadırın kadınlar tarafından geliyorsa, o yıl bereketli bir süt alma yılı olacak, bulutlar eğer erkek tarafından geliyorsa, o sene yaban hayatı bereketli olacak demektir.
Buryat inançlarına göre “Yağmurun efendisi” (Kuran noyon) gökyüzünde devamlı olarak dokuz büyük su kovasını hazır bekletmekte, bunlardan sadece birini açtığı takdirde, üç gün boyunca yağmur yağmaktadır. Gök gürültüsü kültü ve buna bağlı gelenek ve inançlar hakkında Altay ve Orta Asya halklarında olduğu gibi, komşu bölge halkları arasında da buna benzer inançlar görülür. Meselâ, Kafkaslarda yaşayan Abhazlar için gök gürültüsü korku verici olmakla, yıldırım düşen bir ağacın meyvelerini yemedikleri gibi, yıldırım düşen bir eve girmek de tehlikeli addedilir. Yıldırım düşmesi sonucu ölen bir hayvan, özel bir ayinle ormana götürülür ve sırf bu maksatla yapılmış bir kerevetin üzerine yatırılır. Yıldırım çarpması sonucu ölen bir insana da bir nevi Tanrı tarafından seçilmiş kurban gözüyle bakılır. Bu şekilde hayatını kaybeden birinin arkasından yas tutulup, ağlanmadığı gibi, bu kişi diğer cenazelerden farklı biçimde, cenazesi tabuta konmayıp, öldüğü anda üzerinde bulunan elbiseleriyle birlikte defnedilir. Eski dönemlerde Abhazların yıldırım çarpması sonucu ölenlerin cenazelerini dört direk üzerine kurulu bir kerevet üzerine defnettikleri tahmin edilmekte ve Moğollarda olduğu gibi, yıldırımın düştüğü yerde, gök gürültüsüne beyaz renkte hayvanlar kurban edildiği bilinmektedir.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder