23 Ocak 2023 Pazartesi

KUR’AN-I KERİM VE HADİS-İ ŞERİFLERDE ŞEYTAN

 


Kur’an-ı Kerim’de Şeytan


Kur’an-ı Kerim, insanlara bir rehberdir. Onlara, fıtratlarına en uygun yaşama tarzını gösterir. Hayatlarının gayesini haber verir. Bu gayeye varma adına onlara teşviklerde bulunur. Yürünmesi gereken yolu, olumlu ve olumsuz yanlarıyla gözler önüne sererek lazım gelen ikazları yapar.


Kur’an: “Şeytan, sizin apaçık düşmanınızdır,” buyurarak bizi ona karşı uyarır. İnsanın bu en büyük düşmanında hiç insaf yoktur. Zamanla düşmanlığı azalmayacak, kini dinmeyecek, öfkesi geçmeyecektir. Bu yüzden: “Şeytan sizin düşmanınızdır, (öyleyse) sizde onu düşman tutun,” denilerek onun tehlike arzeden durumuna bir defa daha dikkatler çekilir. Onun en çok göze batan özelliği, insanoğluna açıktan savaş ilan etmiş olmasıdır. Değişik stratejiler uygulamak sûretiyle onları vuracağını bizzat kendisi ifade eder: “And içerim ki ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım, onların çoğunu şükredenler olarak bulamayacaksın.”


Şeytan, insana düşmanlığa öyle kilitlenmiştir ki artık tüm fakülteleriyle onu alaşağı etmek için hummalı bir uğraş içindedir. Bütün derdi, insanı, tabiatına ters bir hayata sürüklemektir. Bundan ötürü de hayra tamamen kapanmış, iyilik adına büsbütün körelmiştir. İnkişaf ettirdiği kötü kabiliyetlerini de, hep insanın aleyhine kullanmaktadır.


Şeytanın insanları  azdırma adına belirlediği bir sınırı  da yoktur. Bir fenalığı  işlettirip bırakıvermez. Vesvese verir, fısıldar, fitler, kışkırtır, seslenir, süsler, emreder, geri geri çekilir tekrar saldırır, sinsice sokulur, peşinden sürükler, yalan va’dlerle kandırır. Hiç olmayacak yerde, hiç olmayacak şeyleri insanın aklına getirir. Azla da çokla da yetinmez, dozajı gitgide artırarak azdırdıkça azdırır. İnsanı kontrolüne alarak ona inandığı hakikatleri unutturur, Allah’ı hatırına getirtmez. Kendini bile inkâr ettirir. Günahlara meylettirir. Sonra da emirler yağdırmaya başlar. Verdiği her emir, insanı iyice çizgisinden çıkarıcı mahiyettedir. Çünkü o, fuhşiyattan başka bir şey emretmemektedir.


Şeytan, teker teker fertlerle uğraştığı gibi, cemiyetle de uğraşır. İnsanların arasını açan bütün kötülükler ondandır. Kur’an: “Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları, şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” buyurarak şeytanın bu yanına işaret eder. İçki ve kumar, hem ferdi ve hem de toplumu yiyip bitiren mikroplardandır. Bu illetlere müptela olan fert, huzursuz ve huysuzdur. Şahsiyeti çöküktür. Etrafındaki insanların da huzurunu kaçırmış, büyük ihtimalle aile hayatını da bitirmiştir. Böyle tiplerin ülkeye yararlı birer uzuv haline gelme ihtimalleri yok gibidir.


Şeytanın insanlar arasında yaydığı düşmanlık ve kinin bir başka tezahürü de, karşılıklı sövüşme, derken kavga ve nihayet işin cinayete kadar varmasıdır. Hz. Musa, kavga edenlerden birisine yardım etmek maksadıyla ötekine bir yumruk vurmuş, yumruğun tesiriyle o şahıs ölmüştü. Canı sıkılan Hz. Musa: “Bu şeytanın işindendir. O gerçekten apaçık, şaşırtıcı bir düşmandır,” diyerek rahatsızlığını ifade etmişti.


Şeytan, kini, nefreti, öfkeyi, insanların arasına öyle sokar ki, kardeşi kardeşe vurdurur. O, Yusuf (a.s)’ın kardeşlerinde bu duyguları öyle körüklemiştir ki, kalkıp Hz. Yusuf’u kuyuya atmışlardır.


Şeytanın arabozuculuğuna yine Kur’an’ın öğretileriyle karşı konulabilir: “Kullarıma söyle en güzel sözü söylesinler, zira şeytan kavga ve sürtüşmeyi onlara fitler. hakikaten de şeytan, insanın besbelli bir düşmanıdır.” Kimseyi kırmama, güzel söz söyleme, hatta en güzel kelimeleri seçip onlarla insanlara hitap etme, şeytanın bu fitnesini kıracak, insanlar arasında müspet münasebetlerin devam etmesinde önemli rol oynayacaktır. Kur’an: “Ey inananlar, topluca barışa girin, (barışa girmemek sûretiyle) şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” diyerek aynı konu üzerinde dikkat birikimi yapar. Bu ayette, şeytanın cemiyeti bölmek için uğraş vereceği, buna karşı koymak için, hep beraber barışık bir hayat yaşanılması gerektiği, aksi takdirde şeytanın adım adım arkasından gidilmiş olunacağı haber veriliyor.


Şeytan, kendini adım adım takip edenleri, edepsizliğe götürür: “Ey iman edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin, kim şeytanı adım adım takip ederse, o ona edepsizliği ve çirkinliği emreder. Eğer size lütfu ve rahmeti olmasaydı, Allah hiçbirinizi temizlemezdi. Fakat Allah, dilediğini arındırır. Allah, hakkıyla işiten, her şeyi en iyi bilendir.”


“Ey insanlar, yeryüzündeki helal ve temiz şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Çünkü o sizin apaşikar bir düşmanınızdır. O size daima, kötülük ve çirkin iş yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” ayetinde de, inanan inanmayan ayırt edilmeksizin bütün insanlara seslenilerek yiyip içilen şeylere dikkat etmeleri ikazında bulunuluyor. Her ele geçen pis, başkasının hakkı geçmiş, şüpheli şeylerin değil, helal ve temiz şeylerin yenmesi emrediliyor. Böyle yapılmazsa, şeytana uyulmuş, kaybetme çizgisine girilmiş olunacağı ihtar ediliyor. Zira şeytan, gizliden gizliye insanın demine damarına işlemekte, ona kötülük ve edepsizlik adına ne varsa hepsini yapması hususunda emirler yağdırıp durmaktadır.


Cenab-ı Hakk mahşer günü günahkarlara: “Ey mücrimler, bugün şöyle ayrılın (bakalım). Ey Âdemoğulları, ben size şeytana tapmayın, o sizin besbelli düşmanınızdır, bana kullukta bulunun, müstakim yol budur diye and vermemiş miydim? O, sizden birçok nesli saptırdı, düşünmüyor musunuz? İşte size va’dolunan cehennem,” diye seslenecektir. İbrahim (a.s) de, putperest olan babasına: “Babacığım, şeytana tapma, zira şeytan, Rahman’a isyan etmiştir,” diyerek onu kötü akıbete karşı uyarırken aynı üslûbu kullanmıştır. İbrahim (a.s)’in babası şeytana tapmıyordu. Kavmin tanrıları vardı, onlara tapınıyorlardı. Hz. İbrahim babasını hak dine davet ettiğinde o: “Ey İbrahim, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun?” demişti. Demek ki bir çok tanrısı vardı. İbrahim (a.s) bunları bildiği halde babasına: “Babacığım, şeytana tapma” demişti. Allah’tan başka neye ibadet edilirse edilsin, o, şeytana tapmak demekti. İbrahim (as) da babasının ve kavminin putlara tapmalarını, şeytana tapma diye nitelemişti. Bu görüşü: “O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp bir takım dişilerden başkasına dua etmiyorlar. Ve onlar, o meret şeytandan başkasına tapmıyorlar” ayeti desteklemektedir. Kur’an’da, Allah’tan başka edinilen mabudlara “tağut” ismi verilmiştir.


Hz. Eyyüb (a.s), Rabbi’ne yaptığı  bir duasında: “Şeytan, bana zahmet ve acı  ile dokundu,”demiştir. Buradaki dokunma, şeytanın vesveseye yol bulması  şeklinde tefsir edilmiştir.


Hz. Süleyman ve Sihir


Kur’an-ı Kerim, Süleyman (a.s)’la alakalı ayetlerde de şeytandan bahseder.


Şeytanlar, Hz. Süleyman zamanında, kulak hırsızlığı yaparak, semadan bilgi çalarlar, bu bilgilere yüzlerce yalanı da katarak onları kâhinlere fısıldarlardı. Bu kadar yalanın içindeki birkaç doğru habere kanan kâhinler de onlara güvenir, söylediklerini söylerlerdi. Sonraları büyücüler, şeytanlardan aldıkları bunca malumatı kitaplaştırdılar. Bu kitaplardaki bilgiler, zamanla romanlara, masallara girdi ve kötü emellere âlet edildi. Cinlerin gaybı bildiği söylentileri yayıldı. Birçok fitne çıktı. Hz. Süleyman da, ortalığı karıştıran bu kitapları toplattırarak kendi tahtının altındaki mahzene gömdürdü. O vefat ettikten sonra, hakikata aşina olan alimler de ölünce, insî şeytanlardan birisi, bu kitapları gömüldüğü yerden çıkarttı. Süleyman (a.s)’ın, bu kadar mülkü, bu kitaplardan öğrendiği büyüyle elde ettiği iftirasında bulunuldu. Bu uydurmalar dört bir tarafa yayıldı. Süleyman (a.s) da, sihirbaz bir insan olarak algılanır oldu. İşte, “Süleyman’ın mülküne dair şeytanların uydurdukları sözlere tâbi oldular,” ayetinde, bütün bu şeytanlıklara işaret vardır. İsrâil oğulları, Hz. Süleyman’a, peygamber değil, sihirbaz bir hükümdar nazarıyla bakıyorlardı. İşin öyle olmadığını Kur’an haber verince, bu defa vahyi getiren Cebrail (a.s)’e düşman kesildiler. Rasûlüllah’ın peygamberliğini kabul etmediler. “Süleyman, Muhammed’in dediği gibi peygamber değil, büyücünün biriydi” diye eskiden söylenen iftirayı tekrarladılar. Bu iftiraya göre -hâşâ- Hz. Süleyman’ın kafir olması gerekiyordu. Zira, büyüyü bu denli zarar vermek için yapmak küfürdür.


İşte Kur’an, Hz. Süleyman’ın saltanatını büyü ile kazanmadığını, bir sihirbaz olmadığını, hele hele kafir hiç olmayacağını, bilakis ona kafir deyip, sonra da insanlara zarar vermek üzere sihri öğretenlerin küfre düştüğünü ifade sadedinde: “Süleyman’ın mülküne dair, şeytanların uydurdukları sözlere uydular. Oysa ki Süleyman, küfre girmemişti. Fakat o şeytanlar küfrettiler,” demiştir.


Bu ayetteki şeytanlar insan ve cin şeytanlar olsa gerektir. Normalde insana, şeytan denilmediği gibi, cine de şeytan denmez. Fakat bu her iki cinsten de, şeytana ait fonksiyonları yerine getiren, işi gücü şeytanlık olanlar vardır ki bunlar aynı şeytandır. Nâs sûresindeki mana da budur.


Süleyman (a.s): “Rabb’im, beni bağışla, bana benden sonra kimseye nasib olmayan bir mülk lütfet, zira sen yegane lütufta bulunansın,” diye dua etmiş, Cenab-ı Hakk da duasını kabul buyurmuştu: “Biz ona rüzgarı boyun eğdirdik. O’nun buyruğuyla, istediği yere tatlı tatlı eserdi. Ve şeytanları, her bina ustasını ve dalgıcı, ve zincirlerle birbirine bağlanmış başkalarını da (onun emrine verdik.)”


“Süleyman’a kendisi için denize dalan ve bundan başka işler yapan bazı şeytanları da emrine verdik. Biz, onları onun emrinde tutuyorduk,” ayetinde de Süleyman (a.s)’ın emrinde çalıştırdığı cinlerden, şeytanlar diye bahsedilmiştir. Sebe’ sûresinde ise: “Rabb’inin izniyle cinlerin bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan saparsa, ona alevli azabı tattırırdık. O’na dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı.” ayetinde ise, emrinde çalıştırdıklarının cinler olduğu bizzat ifade edilmiştir. Mü’min cinlerin bir peygambere karşı gelmesi düşünülemez. Bundan ötürü de alevli bir ateşle korkutulmalarına gerek yoktur. Böyle bir tehdit, Hz. Süleyman’a itaat etmeme ihtimali olan cinler için söz konusu olmalıdır ki bunlar da şerli kafir cinlerdir. Böylelikle Kur’an, bu cinlerin, cinnî şeytanlardan olduklarını haber vermiş oluyor.


Şeytanların Casusluğu


Şeytanlar, yeryüzünde kötülük ve şer adına çalışır dururlar. Bazen göklere de çıkar, meleklerin sözlerine kulak kesilirler. Hedefleri, bu çalıp kaçırdıkları haberleri yerdeki insî şeytanlara ulaştırıp, fesat çalışmalarına hız vermektir. Fakat onların semaya yükselmeleri kendileri için risklidir. Çünkü dinleme esnasında, birden bir ateş parçası kendilerini vurabilir. Kur’an, onların bu hallerini şöyle beyan eder: “Biz dünyanın semasını yıldızlarla süsledik. Ve onu, bütün itaate yanaşmayan şeytanlardan koruduk. Onlar, melei a’lâyı (yüksek melekler topluluğunu) dinleyemezler. Kovulmaları için her bir taraftan kendilerine atışlar yapılır. Onlara sürekli bir azap vardır. Yalnız (o yüce topluluktan) bir söz çalıp kaçmaca yapan olur ki, onu da delici bir ateş kütlesi kovalar.”


Kur’an nazil olmaya başlamadan önce, semaya daha sıkça çıkan, meleklerin konuşmalarına daha çok şahit olan şeytanlar, Kur’an’ın nazil olmaya başlamasıyla artık eskisi kadar bu işi yapamaz oldular. Cinler bunu kendileri itiraf ederler: “Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevli ateş parçalarıyla doldurulmuş bulduk. Biz (evvelce) dinlemek için onun müsait yerlerine otururduk. (Fakat) şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözleyen (yakmaya hazır) bir parlak alev buluyor.” Onlar için geriye sadece kulak hırsızlığı kalmıştı. Bunu yaparken de aniden, parlak bir ateş parçasının hücûmuna uğrama tehlikesi söz konusuydu.


Bazı müfessirler, ayette geçen delici ateş kütlesi ifadesini hakikata hamletmişlerdir. Yani böyle bir şeytanın kulak hırsızlığına engel olmak için, bir meteor ona musallat edilir. Fakat Elmalılı (ö. 1361/1942), burada mecazî mananın daha yerinde olacağı görüşünde ısrar ederek: “Asıl murad, nübüvvet nuru ve Kur’an ayetleri ile, hakikat aleminde parlatılan ve bâtı fikirlere karşı fırlatılan ateşîn uyarıları anlatmak olması, daha yüksek bir mana olduğu kanaatindeyiz,” der. İşin özünü Allah bilir.


Kur’an, şeytanların kulak hırsızlığı yapmaları konusunda bir hayli durmaktadır. Bunun en belirgin sebeplerden birisi, Hz. Peygamber’e ve Kur’an’a yapılabilecek iftiraların önünü almadır. Rasûlüllah’a kâhin, Kitabullah’a kehânet nazarıyla bakılmaması içindir. Zira, Allah Rasûlü’nü içinde barındıran Asr-ı Saadet’ten önce kâhinlerin, gaybı bildikleri inancı çok yaygındı. Araplar da buna inanıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s), Allah’ın ayetlerini okumaya başlayınca, Arapların bu inançlarını Kur’an’a da yansıtma ihtimalleri vardı. Cenab-ı Hakk: “(Ey Muhammed) sen hatırlat, öğüt ver, Rabb’inin nimetiyle sen ne kâhinsin, ne de mecnun,” “(O Kur’an) bir kâhinin sözü de değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz. (O) Alemlerin Rabb’i tarafından indirilmiştir,” buyurarak bu vehmin önünü kapatmıştır. İnsanlara rahmetinin ayrı bir buudu olarak, tekrar tekrar dikkatleri Kur’an’a çekmekte: “(O Kur’an’ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar, meleklerin seslerini dinlemekten uzaklaştırılmışlardır,” demektedir. Ayrıca şeytanların iftiracı günahkarlara inecekleri, onların da şeytanlara kulak verip, birçok yalanla birlikte insanları şaşırtacakları haber verilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) ve Kur’an, bizzat Cenab-ı Hakk tarafından tebrie edilmiş, masumiyetleri ifade edilmiştir.


Kur’an, insanlara rehber olduğu gibi, rahmettir de. Yüce kitabın, şeytan hakkında bilgi vermesi onun rehberliği ise, vartalarına karşı insanı uyarıp, alınması gereken önlemler üzerinde durması da onun rahmet yanıdır.


Kur’an: “Ne zaman, şeytandan bir dürtü (kötü düşünce), seni dürtüklerse hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Müttakiler, kendilerine şeytandan bir hayal iliştiğinde (Allah’ı) hatırlarlar. Ve hemen gözlerini açarlar. (Şeytanların) kardeşleri ise onları, azgınlığa çekerler, (sonrada) hiç mi hiç yakalarını bırakmazlar,” buyurarak bu çok önemli korunmayı hatırlatır.


Hayatı gelişi güzel ve heves ağırlıklı yaşama, şeytanın insan üzerindeki tesirini artırır: “Kim Rahman’ın zikrine karşı körleşirse ona bir şeytanı sardırırız, (artık o onun yanından ayrılmayan, sürekli kötülükleri pompalayan) bir arkadaş olur. O (şeyta)nlar, onları doğru yoldan alıkoydukları halde, onlar kendilerini hidayette sanırlar,” ayetleri, bu hakikata işaret etmektedir.


Kur’an okurken, şeytandan Allah’a sığınma da Kur’an’ın öğretileri arasındadır: “Kur’an okumak istediğinde, (Allah’ın huzurundan) çıkartılmış şeytandan Allah’a sığın.” ayetinin anlattığı bu manadır. Bu ayetin hemen arkasından bir done daha verilmiş: “O (şeytan) nun, inananlara ve Rabb’ilerine dayanıp O’na itimat edenlere herhangi bir gücü (ve tesiri) yoktur. Onun gücü sadece, kendisini dost tutanlara ve Allah’a ortak koşanlara yeter,” denilerek Allah’a güvenmenin, şeytanın tesirini kırmadaki önemi üzerinde durulmuştur.


Şeytan, pek çok kimseyi baştan çıkarır, şaşırtır, saptırır, azdırır, hakka karşı kör, sağır eder. Fakat, Kur’an okumak, ibadet etmek, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak sûretiyle Allah’ın koruması altına girmek, şeytanın bütün planlarını alt-üst edecek, etkisini azaltacaktır. Zira: “Şeytanın hilesi pek zayıftır.”




İçkiyle Oluşturduğu Uygunsuz Atmosfer


Şeytan, insanları dengesizliğe itmek için değişik vasıtalar kullanır. Sarhoş edici içecekler onun en çok kullandığı araçlardandır. O, bunlarla insanı Allah’ın (c.c) razı olmayacağı atmosferlere çekmek ister.


Mâide sûresinde şeytanın bu yönüne dikkat çekilerek: “Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokuşturmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor, artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi,” denmektedir. Şeytan işi birer pislik olarak nazara verilen içki ve kumar gibi vasıtalarla İblis, sosyal bünyeyi kemirip durmaktadır. İçkiden ötürü yıkılan aileler, dağılan yuvalar, meydana gelen insanlık dışı pek çok hadiseler, sosyal hayatı felç eden dünya kadar olaylar her türlü izahtan vareste olup bu toplumsal yarayı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.


İnsanın, sarhoş olduğunda davranışlarını kontrol edemeyeceği ve birçok kötülüğü işleyebileceği açıktır. Bu kötülükler, ferdî olabileceği gibi ekseriyetle de içtimâîdir. İnsan dengesini kaybedince her türlü fenalığa açık hale gelir. Şeytan da fenalık adına olan her şeyi insana fitleyeceğinden, içkinin şeytana nispeti fevkalâde yerindedir. Zaten, içkinin şeytanla irtibatlandırılmasının hemen ardından bir uyarı gelmekte, insanlar ikaz edilmektedir.


İçkinin, peşinden başka fenalıklar da getirdiğini göstermesiyle alakalı olarak şöyle bir hadise nakledilir:


“Sizden önce yaşayanlar içinde, bir köşeye çekilmiş, Allah’a kullukta bulunan birisi vardı. Kötü bir kadın ona tutulmuştu. Ona bir hizmetçisini göndererek: Bir konuda şahit olman için seni çağırıyoruz,” dedirtti. O zat gelip odaya girince, kadın kapıyı kilitledi. Sonra da: “Ben seni şehadette bulunasın diye değil, şu çocuğu öldüresin veya benimle beraber olasın yahut ta şu içkiyi içesin diye çağırdım. Eğer diretirsen bağırır, seni aleme rezil ederim," dedi. Adam başka bir çıkar yol olmadığını görünce: “Bari içkiyi içeyim” dedi. Sarhoş olunca da hem o kadınla beraber oldu, hem de o çocuğu öldürdü.”


İçki, meydana getirdiği uygunsuz atmosfer ile, olumlu havayı bozmakta, doğrudan doğruya zarar görenlerin haricindeki insanlar arasında da istenmeyen olayların cereyan etmesine sebep olmaktadır:


Ebu Hüreyre diyor ki: “Allah Rasûlü (s.a.s)’ne bir sarhoş getirildi. O (s.a.s), (ceza olarak ona) vurulmasını emretti. Bizden bazıları eliyle, bazıları ayakkabısıyla, bazısı da elbisesiyle vuruyordu. O esnada birisi: “Ne yapıp duruyor bu adam, Allah onu rezil rüsva etsin,” dedi. Efendimiz (s.a.s) de: “Kardeşiniz aleyhine şeytana yardımcı olmayın,” buyurdu.” Hadisin başka bir varyantında “Ona lanet etmeyin, Allah’a yemin ederim ki o, Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyor,” buyurulmuştur.


Buhârî (ö. 356/966)’nin ismini vermediği bu şahıs, o andaki öfkesini yenememiş ve o sözü söyleyivermiştir. Yanlış bir hareket, başkasını da yanlışlığa sürüklemiştir.


Öfke, şeytandandır, neticesi de çoğunlukla pişmanlıktır. Âdem (a.s)’ın iki oğlu arasında yaşananlar da bunu göstermektedir: “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Hani her biri birer kurbanlık sunmuşlardı da, o (kurbanlık) birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (kurbanı kabul edilen, diğerine) “Seni öldüreceğim” demişti. (O da) “Allah sadece müttakilerden kabul eder. Andolsun, eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam, çünkü ben, alemlerin Rabb’inden korkarım. Ben isterim ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip, ateş halkından olasın. Zalimlerin cezası işte budur”dedi. Nefsi onu, kardeşini öldürmeye çağırdı. O da (öfkesine mağlub olarak) onu öldürdü, hüsrana uğrayanlardan oldu. Derken Allah, ona kardeşini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (karganın yeri eşelediğini görünce) “Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup ta kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi kaldım,” dedi. Ve pişman(lıkla kıvranan)lardan oldu.”


Şeytana Nispet Edilen Hususlar


Kur’an-ı Kerim’de bir üslûp olarak, çirkinlikler şeytana nispet edildiği gibi bazı başka özellikler de ona izâfe edilmiştir: Şeytanın kardeşleri, şeytanın dostları, şeytanın partisi gibi.


Saçıp savurmanın nehyi ifade edilirken, savurganlar şeytanın kardeşlerine benzetilmiştir.


Allah’tan başkasına perestij edip, şeytanlık yapıp duranlarla mücadele edilmesi istenirken, özellikleri söylenen bu insanlar, şeytanın dostları olarak nazarlara sunulmuştur. Ayetin devamında da şeytanın tuzak, hile ve aldatmalarının zayıf olduğu belirtilmiştir.


Şeytanın istilası altında kalarak Allah düşüncesini unutanlar da şeytanın partisine üye olmuşlar demektir.


Kur’an, bazı yasaklamalarda bulunurken onları şeytana izafe etmiştir: “İnananlar! (haberiniz olsun ki) şarap, kumar, dikili taşlar, şans oyunları şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki felaha erebilesiniz. Şarap ve kumarda şeytanın muradı başka değil sadece aranıza düşmanlık düşürmek ve sizi Allah’ı yâdetmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık siz şimdi bu nehyi kabul ettiniz (ve bu şarap ve kumardan) tamamen vazgeçtiniz değil mi?” Bir zerre bunlar olduktan sonra artık her günah, her cinayet işlenir, ne din kalır ne iman, ne dünya kalır ne ahiret. 


Şeytan insanları fakirlikle korkutur. Böylece sadaka vermekten alıkoymaya çalışır. Bunun yanında bir de kötülük adına ne varsa onların yapılmasını emreder. Bu konuda insanlara baskı yapar. Bunların yanında bir de insanları namazdan alıkoymaya çalışır. Zira namaz, hep şeytanın aleyhine işlemektedir. Kamil manada namazlarını kılan kimse, şeytanın en çok rahatsızlık duyduğu bir işi yapıyor demektir. Onun kötülükleri emretmesine bedel “namaz, fuhşiyattan ve hoş olmayan her şeyden nehyeder.”





Fısıldaşma


Kur’an, Türkçe’de fiskos ve fısıltı gibi kelimeleriyle karşıladığımız necvâ dan da bahseder: “Gizli konuşma (fiskos) şeytandandır ki inananlar kederlensinler (diye onları böyle bir yola iter.) Halbuki o, Allah’ın izni olmadıkça mü’minlere hiçbir zarar veremez. (Öyleyse) mü’minler hep Allah’a tevekkül etsinler.”


Necvâ, iki kişinin bildiği sırra denir. İnsanların aralarında yaptıkları gizli konuşmaya da necvâ denir ki artık o, onların yaptıkları işe ad olmuştur. Çoğunlukla gizli olsa da bazen açıkça da yapılabilir.


İnananlar, mutlak manada necvâdan men edilmemişlerdir. Günah, insanların hakkına tecavüz etme, Allah ve Peygamber hakkında ileri-geri fısıldaşma gibi hususlarda necvâ yasaklanmış: “Ey inananlar, aranızda gizli konuşacağınız zaman günah, düşmanlık ve Rasûle karşı gelme üzerinde konuşmayın. İyilik ve takva üzerine konuşun ve huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun,” buyurularak bu işin sınırları çizilmiştir.


Hz. Peygamber (s.a.s) de: “Üç kişi bulunduğunuzda, insanlara karışıncaya kadar ikiniz, diğerini bırakıp da fısıldaşmayın, zira bu, onu mahzun eder,” buyurmuştur. İki kişinin kendi aralarında fısıldaşmalarının üçüncü şahsı mahzun edeceğinde, diğerlerine karşı içinde az-çok bir rahatsızlık meydana getireceğinde, bütün bunların da insanlar arası münasebetler adına olumsuz neticeler doğuracağında şüphe yoktur.


Alimler; “iki kişi, bir diğerinin yanında, onun bilmediği bir dil ile konuşmakla onu mahzun ettikleri takdirde, bu da şeytana nispet edilen fısıldama gibidir,” demişlerdir.


Kur’an’a göre, Cenab-ı Hakk’ın rızasına erme yolundaki en büyük tehlike şeytandır. İnsan, dünyada şeytanla deneniyor olduğu gibi, o da insanla imtihan olmuştur. Cenab-ı Hakk, onun Âdem’e secde etmesini emrettiğinde, diretmiş, kibirlenmiş, bununla da kalmayıp mazeretler ileri sürerek musibetini ikileştirmiştir. Allah’ın itâbına uğramış, huzurundan kovulmuş, aşağılanarak cennetten atılmıştır. Aslında bütün bunlar, kendi yüzünden başına gelmiştir. Emri derhal yerine getirecekken, kendisini aşamamış, ego yörüngeli düşünmüş ve yanlış tavırlara girmiştir. Emre itaatteki inceliği anlayamaması da onun sonunu hazırlamıştır. Kendi edip kendi bulduğu halde o, olup bitenleri Âdem’den bilmiş, ona azılı bir hasım kesilmiştir. Şeytan, Hz. Âdem’e ve O’nun nesline düşmanlığında tamamen haksızdır. Yaşadığı hadiseler içerisinde Âdem’in rolü, bir imtihan unsuru olmaktan öteye geçmediği halde o, kendi yanlışlıklarını göremeyecek kadar körleşmiş, suçu Âdem’e atmış: “Yemin ederim, O’nu ve zürriyetini baştan çıkaracağım” diye and içmiştir. Hem suçlu, hem de güçlüdür.


İnsana düşen bu amansız düşmana karşı devamlı uyanık olmak, gerekli tedbirleri alarak onun vartalarına düşmemek ve elden geldiğince rıza yörüngeli bir hayat yaşamaya çalışmak olmalıdır.




Hadis-i Şeriflerde Şeytan


Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine hadis denir. Allah Rasûlü bazen bir konu hakkında malumat vermiş, bazen bir davranışıyla yapılması gerekeni göstermiş, bazen de yanında yapılan bir harekete ses çıkarmayarak onu tasvip etmiştir. Bunların hepsine hadis denir ki Kur’an’la beraber, Müslümanlara Allah’ın hoşnutluğuna giden yolu gösterir. Zira: “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yol göstericilerin en güzeli de Allah Rasûlü’nün yol göstericiliğidir.” O’nun yol göstericiliği, hem söylemesiyle, hem de söylediklerini bizzat yaşamasıyla gerçekleşmiştir. Söylediklerine herkesten fazla kendisinin uyması, O’nun rehberliğinin mükemmelliği açısından önemlidir.


Hz. Peygamber, birçok kereler şeytandan bahisler açmış, bu bahislerde bazen onun hakkında bilgi vermiş, bazen ona karşı alınacak tedbirler üzerinde durmuş, bazen ona bazı şeyleri nispet etmiş ve çoğu kerede onun şerrinden Allah’a ilticanın lüzumuna değinmiştir. Biz burada Hz. Peygamber’in ifadelerinde yerini alan şeytanla alakalı bahisler açacak, O’nun şeytana yaklaşımını yakalamaya çalışacağız.





İnsanın Damarlarında Dolaşması


Kur’an’da da ifade edildiği gibi şeytan, insanlık aleyhindeki zannını doğru çıkartmıştır. O: “Beni saptırmana karşılık, ben de yeryüzünü onlara süsleyeceğim, onların hepsini baştan çıkaracağım, ancak ihlaslı kulların hariç,” demiştir. İşte İblis bu dediğini gerçekleştirdi, samimi mü’minlerden ibaret bir grubun dışında o İblis’e tâbi oldular, peşi sıra sürüklendiler.


Şeytan, insanın damarlarında dolaşır. Konuyla alakalı hadisi, Efendimiz’in hanımlarından Safiyye bint Huyey (r.a) şöyle rivayet etmektedir: “Allah Rasûlü (s.a.s) itikafa girmişti. Bir gece ziyaret maksadıyla yanına gittim. Onunla (bir müddet) konuştum, sonra eve dönmek üzere kalktım. O da beni kapıya kadar uğurladı. -Hz. Safiyye’nin evi Üsame b. Zeyd’in evinin yanındaydı- (Biz mescidin kapısının önünde iken,) İki kişi oradan geçiyorlardı. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar, Allah Rasûlü (s.a.s) onlara: “Olduğunuz yerde durun” dedi, sonra da: “Bu (zevcem) Safiyye bint Huyey’dir,” buyurdu. Bunun üzerine o iki zat “Sübhanallah Ya Rasûlallah,” dediler. Allah Rasûlü: “Hakikaten şeytan, insanın kan damarlarında dolaşır. Ben, şeytanın içinize bir kötü bir zan atmasından korktum,”buyurdu.”


Kâdı Iyaz (ö. 544/1149) gibi bazı alimler, bu ifadeden zahirî manayı anlamışlar ve: “Allah Teâlâ, şeytana, insanın damarlarında dolaşma kabiliyetini ve kuvvetini vermiştir,” demişlerdir. Bazılarına göre de asıl olan bu mana değildir. Bu üslûp, şeytanın vesvese ve iğvasının çokluğundan kinayedir. Yani şeytan, insanın kanı konumundadır, ondan ayrılması mümkün değildir. Değişik varyantlarıyla zikredilen bu hadis, şeytanın bize yakınlığı adına önemli ip uçları vermektedir.





İnsan Vücuduna Girmesi


Bazı hadislerde şeytanın insan bedeninde yer edindiği ifade edilmektedir. Allah Rasûlü (s.a.s), Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadislerinde: “Sizden biriniz uykusundan uyandığında, üç defa sümkürsün. Çünkü şeytan, onun genzinde geceler,” buyurur. Hadiste geçen hayşûm kelimesi, geniz, burnun en üst tabakası, komple burun veya burnun en derininde beyine yakın yerdeki kıkırdağa benzer maddenin adı gibi manalara gelmektedir. Birbirlerine yakın bu manaların hepsinde de maksat birdir. Şeytan, burun deliklerini kullanarak insanın içine girmekte ve geceyi orada geçirmektedir.


Kâdı Iyaz (ö. 544/1149)’la aynı görüşte olan bazı alimlere göre, Allah Rasûlü (s.a.s)’nün bu sözü hakikata hamledilmelidir. Zira burun, cesedin kalbe açılan menfezlerindendir. Ve kulakla beraber burundan başka da devamlı açık bulunan bir delik yoktur. Şeytan ise kapalı olan şeyi açamaz.


İmam Nevevî (ö. 676/1277), bu hadisi mecâza hamleder. Zira toz toprak ve rutubet, zararlı birçok mikrop burun deliklerinden içeriye girer. İnsan sağlığını tehdit eder.


Şeytanın insan vücudunda edindiği mekanlardan biri de tırnak ile et arasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s): “Sakallarınızı hilalleyin, tırnaklarınızı da kesin. Çünkü şeytan, et ile tırnak arasına girer,” demiştir. Bu hadis de bir önceki hadis ile aynı çizgide değerlendirilebilir. Uzayan tırnakların hem pislikleri barındırdığında, hem de görünümü çirkinleştirdiğinde şüphe yoktur.


Aynı çizgide mütâlaa edilebilecek bir diğer mesele de esneme dir. Hz. Ebu Hüreyre’nin rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.s): “Esnemek şeytandandır. Sizden biriniz esnediğinde gücü yettiğince onu yutsun,” buyurmuştur. Bir başka sahih hadiste de esneme anında ağzın kapatılması, aksi takdirde şeytanın gireceği ifade edilmiştir.


Esnemek, genellikle kişinin tembelliğinden ve gafletinden kaynaklanır. Bu gibi hallerden şeytan hoşlandığı için ona izâfe edilmiş “esnemek şeytandandır” denmiştir. Esneme, aksırmanın tersine, bedenin ağırlığını, midenin doluluğunu, rehaveti ve tembelliğe olan meyli gösterir. Bütün bunlar da şeytanın insanı alt etme adına kullandığı silahlardandır.


Öfkeyi Kullanarak İnsanı Dengesizliğe İtmesi


Öfke; şiddetli kızgınlık hissi, hiddet, gadap gibi manalara gelir. İnsan, normal şartlarda dengelidir, aslî durumu itibariyle günahtan uzaktır. Ne var ki şeytan, çok geçmeden insanı kendi atmosferi içine çeker, onu fıtratına ters davranışlara sürükler. Öfke anı, kendini kontrol edemeyen insanların dengeyi kaçırdıkları, hem düşünce ve hem de davranış planında istikametlerini koruyamadıkları geçici bir haldir.


Öfke, insan fıtratına yerleştirilmiş bir latîfedir ve az-çok herkeste vardır. Kişi her zaman istediği atmosferi bulamayabilir. Bazen birisinin bir sözü veya bir hareketi onu rahatsız eder, o da buna öfkeleniverir. Bu, bir derece normaldir. Normal bir şey olmasaydı Hz. Peygamber hiç gadaplanmazdı. Zaten insandan talep edilen, her halükarda hiç kızmamak değil, belki öfke anında, onu yutmak ve bastırmak, o anda bile sanki hiç kızmamış gibi davranabilmektir. O anda dengeli olabilme veya dengesizce tutumlara girmeye göre öfkenin neticesi de değişecektir. “Öfkeli durumlarda insanın dengeden çıktığı, ne yaptığını bilemez hale geldiği, ya da karşısındakine sövmek, hakaret etmek, dövüşmek, vurup kırıp dökmek gibi sonradan pişman olacağı davranışlar içine girdiği, böylelikle de Allah’ın haram kıldığı şeyleri yaptığı açıktır. Bir anlık öfke, insanı, cinayet işleme gibi ömür boyu bedbaht edecek davranışlara sürükleyebilir. Yenilemeyen, kontrol altında tutulamayan öfkenin sonu, çoğu kere artık herhangi bir faydası olmayan pişmanlıktır.” Öyleyse mutlak manada öfke yerilmemiştir. O, neticesine katlanıldığında insana sevap bile kazandırabilecek bir imtihan unsurudur. Kur’an, müttakilerin vasıflarını sıralarken: “(Onlar ki) bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler, Allah da güzel davrananları sever,” der. Allah Rasûlü de: “Kuvvetli kimse pehlivan demek değildir. Esas pehlivan, kızdığı zaman kendini tutabilendir,” buyurmuştur.


Efendimiz de bazen gadaplanmış, fakat her defasında da rıza ağırlıklı hareket etmiş, bu anlarda da en güzel tavrı takınarak bizlere örnek olmuştur. Şakik b. Abdillah (r.a) diyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.s) ganimet dağıtıyordu. Ensar’dan biri: “Bu taksimde Allah’ın rızası gözetilmedi,” dedi. Ben: “Allah’a yemin ederim ki bunu Rasûlüllah’a söyleyeceğim dedim. Hz. Peygamber’e geldim, O, insanlarla beraberdi. O zatın dediklerini gizlice söyledim. Hemen o anda Allah Rasûlü gadaplandı. Hatta mübarek yüzü kızardı. Sonra da: “Allah Musa’ya rahmet etsin. O, bunlardan daha çoğuna maruz kalarak eza gördü de sabretti,” buyurdu.”


Bir müslüman ile bir yahudi, kendi peygamberlerinin diğer peygamberlerden üstün olduğunu iddiaya başlamışlar, nihayet müslüman hiddetlenip, yahudiyi tokatlamıştı. Yahudi, Allah Rasûlü’ne gelerek olup biteni anlatınca Hz. Peygamber tokat atan müslümana niçin vurduğunu sormuştu. O adam: “Ya Rasûlallah, Sen aramızdayken bu adam Musa (a.s)’yı insanlar üzerine seçkin kılan Allah’a yemin ederim dedi” diye cevap vermişti. Bu cevabı duyan Allah Rasûlü gadaplanmış, bu gadabı yüzünün kızarmasından da anlaşılmıştı.


Büyüklerin hayatında da gadap halleri müşahede edildiğine göre demek ki her öfke şeytanî değildir. Onun zemmedileni, insanlar arasında küsmeler, kavgalar, nefretler meydana getirenidir. Halk dilinde kullanılan “öfke baldan tatlıdır,” “öfke ile kalkan zararla oturur,” gibi sözler de bu manadaki kızgınlık halini ifade ediyor olsa gerektir.


Şeytanî olan, yerilen öfke hakkında Hz. Peygamber: “Öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söner. (Öyleyse) Sizden biriniz kızdığında abdest alsın,” buyurmuştur.


Bir başka hadiste de Süleyman b. Surad (r.a) şöyle bir hadise anlatır: “Allah Rasûlü’nün (s.a.s) yanında iki adam birbirlerine sertçe sözler söylediler. Biz de Efendimiz’in yanında oturuyorduk. Onlardan biri, diğerine fevkalâde kızdığından yüzü kıpkırmızı olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s): “Ben bir kelime biliyorum ki onu dese, onun şu hali ondan gider: Eûzü billahi mine’ş-şeytanı’r-racîm,” dedi. Adama: “Allah Rasûlü’nün dediğini duymadın mı?” dediklerinde: “Ben deli değilim,” dedi.”


Bezzâr (292/905)’ın, senedi sahih bir rivayetinde öfkesini yenenin, hem öfkelendiği kimseye, hem o şahsın şeytanına ve hem de kendi şeytanına üstün geleceği haber verilmektedir.


İnsanlar bir anlık öfkeyle, kendilerini yıllarca perişan ve derbeder edecek yanlışlıklar yapabilirler. Şeytanın galebesiyle nice aileler yıkılır, insanlar öldürülür, önüne geçilemeyen kinler, nefretler ortaya çıkar. Kimileri hastaneye, kimileri de mezara gider, bazıları da hapishaneyi boylar. Hasılı, toplum içten içe erir, çürür, içtimai hayat biter, bünyede onulmaz yaralar açılır. İnsanlar bedbaht, şeytan da bahtiyar olur.


Biraz da öfkenin yaptırdığı, sonuç bakımından cemiyet hayatını bitiren faktörlerden biri de sûi-zan ve gıybettir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) ifadeleri içinde gıybet: “İnsanın, mü’min kardeşini onun hoşlanmayacağı sözlerle gıyabında anmasıdır.” Hucurat sûresinde de: “Ey inananlar, zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın. Bazınız, bazınızı gıybet etmesin. Sizden birisi, kardeşinin ölü olduğu haldeki etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi kabul edendir, çok merhametlidir.” buyurularak bu noktaya dikkatler çekilmiştir.


Bazen gıybet, zinadan daha şiddetli olur. İki insanın birbirlerini gıybet etmeleri, nihayetinde bu iki şahıs arasında bir dargınlık, bir nefret ve bir düşmanlık meydana getirecektir. Fakat, bu iş ferdiyetten çıkarak cemiyet halinde yapılır, kitlelerin işi haline gelirse, işte o zaman gıybet, zinadan daha korkunç bir keyfiyet arzeder olmuştur. Neticede de tıpkı sûi zandaki gibi, insanlar arasında dostluk münasebetleri kesilir, fertler arasında olması gereken güven ve dayanışma ortadan kalkar. İslam’a ait değerler çiğnenir, insanlar şeytanın maskarası haline gelirler.


Öfke hali, insanın potansiyel olarak şeytanın ardı sıra gitme sürecine girmesi demektir. Kendine hakim olup öfkesini yutabilenler, ilk bakışta aleyhlerine gibi gözüken hali, kendi lehlerine çevirmiş olurlar.





Her Doğan Çocuğu Dürtmesi


İnsanoğlu, çok girift bir yapıya sahiptir. Zatı itibariyle fevkalâde donanımlıdır. Kendisine yerleştirilen birçok mekanizma ve latîfe vardır. Bütün bunların yanında o yaşadığı anla alakadar olduğu gibi, hem geçmişle hem de gelecekle irtibatlıdır. Bunların hepsinden haberdar olan şeytan ise insan elinin uzandığı her yere ulaşmanın peşindedir. Yürümek istediği bütün yollarda onun karşısına çıkmayı hedefler. Birinde olmazsa diğerinde onu baş aşağı getirmeyi arzular. Allah’ın müstakim yoluna oturup ona geçit vermemeye çalışır: “...Ben de onlar(ı saptırmak) için senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım,” sözü ona aittir. Şeytan, planlarını pratiğe dökmeye zaman kaybetmeksizin başlar, ilk işi de insanı doğar doğmaz dürtmektir. Ebu Hüreyre: “Doğumu esnasında şeytanın dokunmadığı hiçbir çocuk yoktur. Çocuğun doğarken bağırması, şeytanın bu dürtmesinden dolayıdır. Ancak Meryem’in oğlu ile kendisi bundan müstesnadır,” hadisini naklettikten sonra: “İsterseniz şu ayeti okuyun” demiştir: “Ben, onu ve neslini racîm şeytandan Allah’a ısmarladım.” Hz. Meryem’in annesi, Meryem’e hamile kalınca, Cenab-ı Hakk’a, O’nu koruması için yalvarıp böyle dua etmişti.

Kâdı Iyaz (544/1149), Hz. İsa ve annesine has olarak zikredilen bu durumun, bütün Peygamberler için de geçerli olduğunu söylemiştir. Hz. İsa’ya ve Hz. Meryem’e dokunmayan şeytanın, Allah Rasûlü’ne de dokunamayacağı açıktır.





Şeytanın Boynuzu


Hz. Peygamber, bazı hadislerinde “şeytanın boynuzu” tabirini kullanmıştır. Bu ifadenin geçtiği hadislere dikkat edildiğinde, iki ayrı mana için söylendiği görülür. Bunlardan birincisi, güneşin doğduğu ve battığı vakitlerde namaz kılmamayı tembih eden hadislerdir. Bundan ötürü bu vakitlerde namaz kılmak mekruh sayılmıştır. Bu manadaki hadisler, sabah namazının güneşin doğma vaktine kadar sıkıştırılmamasını, ikindi namazının güneşin batma anına varıncaya değin geciktirilmemesini ihtar ederler. Hz. Peygamber, ikindi namazının güneş batımına kadar geciktirilmesiyle alakalı olarak: “Bu, münafığın namazıdır. Oturup güneşi gözetler. Güneş, şeytanın iki boynuzu arasında olduğunda kalkar, namazı dört rekat olarak (kuşun yemi gagalaması gibi hızlıca yatıp kalkarak kılar). Allah’ı da pek az zikreder,” buyurmuş, ikindi namazının bu kadar te’hirini, nifakla irtibatlandırmıştır. “Hz. Peygamber’in, bu hadisleriyle hiçbir özrü olmadığı halde sırf tembelliği yüzünden, ikindi namazını neredeyse güneş batıncaya kadar tehir edenleri, bu davranışlarından menetmek istediği anlaşılmaktadır.” Sabah namazını güneşin doğmasına çok az bir zaman kalıncaya kadar geciktirme de böyledir.


Kur’an da, münafıkların namaza olan gevşekliklerinden bahseder: “Münafıklar, güya Allah’ı  aldatmaya çalışırlar, Oysaki O, onların aldat(ma planlarını  başlarına geçir)ir.


Namaza kalktıkları vakit, üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az anarlar.”


Amr b. Abese (r.a), seneler sonra Allah Rasûlü’nün yanına geldiğinde aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatır: “Ya Rasûlallah, beni tanıyor musun? dedim. O: “Evet, Mekke’de benimle görüşen sen değil miydin?” buyurdu. Evet bendim dedim ve şunu ilave ettim: Ya Rasûlallah, bana, Allah’ın sana öğrettikleri ve benim bilmediğim şeylerden haber ver, bana namazı anlat. Hz. Peygamber (s.a.s): “Sabah namazını kıl, sonra güneş doğup yükselinceye kadar namazı kes, çünkü güneş, şeytanın iki boynuzu arasından doğar. Kafirler de o zaman ona secde ederler. Sonra namaz kıl. Çünkü namaz ispatlı, şahitlidir. Onu, mızrağın gölgesi dimdik duruncaya kadar kılmaya devam et. Sonra namazı kes, çünkü o zaman cehennem kızdırılır. Gölge döndüğünde yine namaz kıl. Çünkü namaz ispatlı, şahitlidir. Onu tâ ikindiye kadar kılmaya devam et. İkindiyi kıldıktan sonra namazı kes, tâ güneş kavuşuncaya kadar. Zira güneş şeytanın iki boynuzu arasından batar. O zaman kafirler güneşe secde ederler,” buyurdu.”


Abdullah b. Ömer’in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s): “Namaz kılmak için güneşin doğmasını veya batmasını araştırmayın. Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar.” demiştir.


Şeytanın boynuzu ifadesinden, onun gücü, kuvveti ve ona tâbi olanlar gibi manalar anlaşılmıştır. İmam Nevevî (ö. 676/1277), mananın zahirine hamledilmesini daha uygun görmektedir. Şöyle ki; güneşin doğma ve batma vakitlerinde şeytan, başını güneşe yaklaştırır ki böylece güneşe ibadet eden kafirler, görüntü olarak ona da secde etmiş olsunlar. Bu da şeytanın ve avanesinin, onların başlarına tebelleş olmaları demektir.


“Şeytanın boynuzu” tabiri ile anlatılmak istenen diğer anlam ise, fitnenin, güneşin doğduğu yerden yani doğudan zuhur edeceği manasıdır. Abdullah b. Ömer: “Ben Rasûlüllah’ı, doğu tarafına işaret ederek: “İyi biliniz ki fitne buradadır, fitne buradadır. Şeytanın boynuzunun doğacağı yerdedir,” derken gördüm,” demiştir.


Allah Rasûlü: “Allah’ım, Şam’ımızı  ve Yemen’imizi bereketlendir,” diye dua etmişti.


Ashab, Necd’in de aynı  duaya mazhar olması  için: “Ya Rasûlallah, Necd’imizi (de deyin)” dediler ve birkaç kere de tekrar ettiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: “Sarsıntılar ve fitne oradadır. Şeytan boynuzu da oradan doğar,” buyurdu.


Bir defasında da Hz. Peygamber (s.a.s), mescidde iken ayağa kalkmış, Hz. Aişe’nin evi tarafını işaret ederek: “İşte fitne bu taraftadır. Şeytanın boynuzunun doğacağı yerdedir,” buyurmuştur.


Hz. Peygamber’in hanımları, mescide açılan odalarda kalıyorlardı. Her halde, Allah Rasûlü’nün insanlara hitap ettiği yere göre Hz. Aişe’nin odası, doğu tarafına denk gelmekteydi. Bundan ötürü de Hz. Peygamber, Aişe’nin odasına doğru işarette bulunmuş, fitnenin zuhur mahallinin doğu olacağını ihtar etmiştir.


Hz. Peygamber, o zaman için halkı kafir olan doğu tarafına işarette bulunmuştur. Böylelikle O (s.a.s), fitnelerin doğudan zuhur edeceğini mucizevî olarak haber vermiştir. Hakikaten de, Cemel ve Sıffîn hadiseleri doğudan zuhur etmiştir. Haricîlerin çıkış yeri, Medine’nin doğusundaki Necd havalisidir. Moğol istilalarının ve 20. Asrın en büyük fitnesi olan komünizmin patlak verdiği ve en fazla etkili olduğu alan yine doğu olmuştur.



Bütün bunlar Efendimiz (s.a.s)’in mucizeleri cümlesindendir.






Yeme-İçmeye Karışması


Bazı   hadislerin  zahirine  bakılırsa  şeytan  da,  insanlar  gibi  yiyip  içmektedir.  Hz. Peygamber (s.a.s): “Sol elinizle yiyip içmeyin, zira şeytan da sol eliyle yiyip içmektedir,” buyurur. Bu hadiste hem şeytanın yiyip içtiği, hem de yeme -içmede sol elini kullandığı anlaşılmaktadır.


Ümeyye b. Muhşiy (r.a) şöyle bir olay anlatır: “Bir gün bir adam, Hz. Peygamber’in de bulunduğu bir yerde yemek yiyordu. Yemeğin bitmesine birkaç lokma kalıncaya kadar da bismillah dememişti. Son lokmayı ağzına götürürken “başında da sonunda da bismillah” dedi. Bunu duyan Allah Rasûlü tebessüm etti, sonra da: “Şeytan da onunla beraber yiyordu. (O zat) Allah’ın adını anınca, (şeytan da) bütün yediklerini kustu,” buyurdu.”


Hz. Huzeyfe (r.a): “Biz Rasûlüllah ile bir sofrada bulunduğumuzda, Allah Rasûlü yemeğe başlamadıkça biz de ellerimizi yemeğe uzatmazdık. Bir defasında bizler Rasûlüllah ile bir sofradayken, aniden, sanki kovalanıyormuşçasına bir kız çocuğu çıkageldi. Hemen elini sofraya uzattı. Hz. Peygamber onun elini tuttu. Biraz sonra bir bedevî de aynı şeyi yaptı. Rasûlüllah, onun da elini tuttu. Sonra da: “Besmele çekilmeden yenilen yemekten şeytan da yeme imkanı bulur. Şeytan, kız çocuğu ile beraber geldi, elini tuttum. O bu sefer bedevî ile geldi, onun da elini tuttum. Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki şeytanın eli de onların elleriyle beraber, elimdedir,” buyurdu.”


Konuyla alakalı olarak zikretmek istediğimiz son hadisin ravisi Hz. Cabir’dir. Allah Rasûlü: “Şeytan her halinizde sizinle beraberdir. Hatta yemek yeme anınızda bile. Biriniz bir lokma yere düşürdüğünde eza verici (pislenen) yeri temizleyip yesin, onu şeytana bırakmasın. Yemek bitince de onu (tabağını) güzelce sıyırsın. Zira insan, bereketin yemeğin neresinde olduğunu bilemez,” buyurmuştur.

 


Şeytan, yaratılışı ve yaşantısı itibariyle insandan çok farklıdır. Bizim hayat buudlarımızın dışında bir hayatı vardır. Bu yüzden, onun yemesi ve içmesi varsa da bu, şüphesiz çok farklıdır. Onu da, bizim gibi elleriyle ve bizim yediğimiz yemeklerden yiyor olarak algılamak, yanlış olur kanaatindeyiz. Bu tür hadislerde Hz. Peygamber’in ahlakî bir kuralı oturtmak için böyle mecazî bir üslûp kullanmış olabileceğini düşünmekteyiz. Burada yemeğe başlarken Allah’ın adını anmak ve yemeği sağ elle yemek adına tavsiyeler yapılmış, besmelesiz ve sol elle yemenin de keraheti nazara verilmiştir.





Rüyalara Tesiri


Rüya, rü’yetten gelir ki insanın uykusunda gördüğü şey demektir. Hadislerde rüya kelimesinden nüans ile ayrılan bir diğer kelime hulûmdur. Hulûm da rüya gibi uykuda görülen şeye denir. Uykuda görülen güzel ve hayırlı şeylere rüya; çirkin ve şer şeylere de hulûm denmesi ise, bu iki kelime arasındaki nüansın ifadesidir. Bu nüans, Hz. Peygamber’in sözlerinde de kendini belli eder. Ebu Katade’nin rivayet ettiği bir hadiste: “Rüya Allah’tan, hulûm ise şeytandandır. Biriniz hoşlanmadığınız bir düş görürse sol tarafına üç defa tükürsün ve onun şerrinden Allah’a sığınsın. (Böyle yaparsa) O düş kendisine zarar vermeyecektir.” buyurulmuştur. Hadisin yakın versiyonlarında: “Biriniz güzel bir rüya görürse onunla sevinsin. O rüyayı sevdiği kimselerden başkasına söylemesin.” “Sizden biriniz hulûm görürse, (o kişi) şeytanın, uykusunda kendisiyle oynamasını kimseye haber vermesin,” denmiştir.


Rüyalar çeşit çeşittir. Birincisi; doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk tarafından veya meleğin telkini sebebiyle meydana gelir ki tamamen haktır. İkincisi; yaşanan hadiselerin şuur altı haline gelip rüyalara aksetmesi şeklinde tezahür eder. Üçüncüsü ise; şeytanî olanıdır ki şeytanın gizli bir tesiriyle ve fakat yalan bir çağrışım ve hayal ürünü olarak uykuda görülen kötü, çirkin ve şer olan şeydir. Bu konuda da Hz. Peygamber: “Vakit (kıyamet) yaklaşınca müslümanın rüyası hemen hemen hiç yanlış çıkmayacaktır. Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Hem müslümanın rüyası, peygamberliğin kırk beş parçasından bir parçadır. Rüya üç kısımdır: Biri salih rüya olup Allah’tan bir müjdedir. Diğeri şeytanın verdiği üzüntüdür. Üçüncüsü, kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdendir. Biriniz hoşlanmadığı bir şey görürse hemen kalkıp namaz kılmalı, onu kimseye söylememelidir,” buyurarak rüyaları kategorize etmiştir.


İnsanın uykusunda şeytanın verdiği bir üzüntü, bir çağrışım veya bir hayal şüphesiz ki yine Allah Teâlâ’nın yaratmasıyladır. Onların şeytana nispet edilmesi, hayırsız ve çirkin olduklarından ötürü mecazîdir.


Şer ve çirkin olan şeylerin şeytana nispet edilmesi, Hz. Peygamber’in hadislerinde çokça görülen O’na ait bir ifade tarzıdır.


Allah Rasûlü’nün sözlerinde, şeytanın rüyada kendi şekline giremeyeceği anlatılmaktadır. Ebu Hüreyre (r.a) şöyle bir hadis nakleder: “Her kim beni rüyada görürse, gerçekten beni görmüştür. Zira şeytan benim sûretime giremez.”


Farklı versiyonları olan hadiste anlatılmak istenen mana şudur: Hz. Peygamber’in görüldüğü rüyalar salih ve doğru rüyalardır. Şeytanın karıştırmalarından (ahlâm) değildir. Önemli olan rüyada görülen Hz. Peygamber’in, şemâilde zikredilen vasıflarına uygunluğudur. Gençliği, orta yaş hali veya vefat ettiği vakitteki hali ile, rüyadaki görünümü uygunluk arzetmelidir.





Yolculukta Şeytan


Hadislerde şeytanın bahsinin geçtiği bir başka konu da yolculuktur. Allah Rasûlü: “Yalnız başına yolculuğa çıkan binitli kişi şeytandır. Binitli iki kişi de şeytandır. Binitleriyle yolculuk yapan üç kişi ise cemaattir,” buyurmuştur.


Şeytan, yalnız yolculuk yapan bir insanı kendine çağırır, ona değişik vesveselerde bulunur. İnsan yalnız kalınca şeytanın fitlemelerine karşı daha dayanıksızdır. İki kişi olunca her ne kadar yalnızlık gibi olmasa da yine de şeytanın hücûmuna karşı za’fiyet devam etmektedir. Üç kişi olununca şeytanın kışkırtmaları tesirini iyice yitirecek ve – Allah’ın izniyle- o cemaat, şeytandan müteessir olmayacaktır.


Yalnız yolculuk yapma, beraberinde olumsuz başka neticeleri de getirebilir. Tek başına yola çıkan kişi, yolda hastalanabilir, bir kaza geçirebilir veya herhangi bir saldırıya uğrayabilir. Şayet yolda ölse, o anda onu yıkayacak, kefenleyecek, gömecek kimse olmayacaktır. Bunların hiçbiri olmasa bile, namazlarını cemaatle kılamayacak olması, şeytanın muradına ermesi adına yeterli bir sebeptir.




Akşam Vaktinde Etrafa Yayılması


Hadislerde yer alan bir mesele de şeytanların akşam vaktinde harekete geçmeleriyle alakalıdır. Hz. Cabir’in rivayetinde: “Çocuklarınızı ve suya giden hayvanlarınızı, güneş battığında, yatsının karanlığı kayboluncaya kadar dışarıya salmayınız. Zira güneş batıp da, yatsının karanlığı kayboluncaya dek şeytanlar etrafa yayılırlar,” buyurulmuştur.


Konuyla alakalı bir diğer hadiste de: “Hava karardığında çocuklarınızı tutun, (dışarı çıkarmayın) çünkü o vakitte şeytanlar etrafa yayılır. Geceden belli bir vakit geçtiğinde onları salıverin. Bismillah diyerek kapılarınızı kapatın. Çünkü şeytan, kapalı kapıyı açamaz. Su testilerinizin ağzını besmele çekerek bağlayın. Kaplarınızı üzerine enlemesine bir şey koyarak dahi olsa örtün ve besmele çekin, kandillerinizi de söndürün,” denmiştir.


Kanaatimizce bu hadislerde, dünya hayatını yaşarken, ona bir ukba buudu kazandırma dersi verilmek istenmiştir. Kapıları kapatma, testilerin ağzını bağlama, yemek kaplarının üzerlerini örtme gibi dünyaya ait işler yapılırken, Allah’ın adı anılmakta, böylece de şeytanın vereceği rahatsızlıklardan kurtuluşun yegane sebebi olmak üzere Allah’a sığınılmaktadır. Bunu destekleyen hadisler de vardır. Hz. Cabir’in rivayetinde Allah Rasûlü şöyle buyurur: “Kişi evine geldiğinde, içeri girerken ve yemek yerken besmele çekerse, şeytan, yardımcılarına: Size yatacak yer ve akşam yemeği yok der. O kimse evine geldiğinde Allah’ı anmazsa, şeytan avanesine: “Yatacak yere yetiştiniz,” der. O zat, yemek yerken besmele çekmezse o zaman da şeytan: “Hem akşam yatacak yere, hem de akşam yemeğine kavuştunuz,” der.” Ayrıca başlanan her işe Cenab-ı Hakk’ın adını anarak veya O’na hamdederek başlamayı tavsiye eden hadisler de mevcuttur.


Şeytanlar, ışığı ve aydınlığı sevmez, aksine bunları uğursuz sayar ve karanlıktan medet umarlar. Zira onlar, hava karardıktan sonra daha rahat hareket etme imkanı bulabilirler. Onlar karanlıktan medet umarlar, ışığı ve aydınlığı sevmedikleri gibi onu uğursuz sayarlar. Anlaşılan o ki şeytanlar, bu vakitte dört bir yanda cirit atmakta ve insanları yoldan çıkarma işlerine hız vermektedirler. Halk arasında söylenen “akşam şer olur” sözü, bu manadaki hadislerin enfes bir üslûpla kendi dilimizdeki ifadesi olsa gerek.


Hz. Ömer’den Korkması


Hz. Peygamber, şeytanın Hz. Ömer’den korktuğunu ifade etmiştir. Konuyla alakalı hadisi Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) rivayet eder: “Ömer, Rasûlüllah’ın yanına girmek için izin istedi. O’nun yanında Kureyş’den bir takım kadınlar vardı. Kendisi ile yüksek sesle konuşuyor ve O’ndan bazı şeyler istiyorlardı. Ömer izin isteyince, onlar kalkarak perdeye doğru koşuştular. Rasûlüllah gülüyordu. Ömer: “Allah seni hep güldürsün ey Allah’ın Rasûlü” dedi. Rasûlüllah: “Şu benim yanımda olanlara şaştım, senin sesini işitince perdeye koştular” dedi. Ömer: “Ya Rasûlallah, onların çekinmesine sen daha layıksın,” dedi. sonra da kadınlara dönerek: “Ey nefislerinin düşmanları, Rasûlüllah’tan çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz!” dedi. Kadınlar: “Evet, sen Rasûlüllah’tan daha sert ve daha haşinsin,” dediler. Hz. Peygamber: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki şeytan sana bir caddede rastlamış olsa, mutlaka senin tuttuğun caddeden başkasını tutardı,” buyurdular.


Allah Rasûlü’nün huzurunda def çalarak oynayan bir kız, Hz. Ömer’i görünce korkup defini saklamıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ya Ömer, şeytan mutlaka senden korkuyor. Ben oturuyorken bu kız def çalıyordu. İçeriye Ebu Bekir girdi, bu kız çalmaya devam etti. Sonra Ali geldi, yine def çalmaya devam etti. Daha sonra içeriye Osman girdi. Bu kız def çalmayı sürdürdü. Ey Ömer, içeriye sen girince kız defi sakladı,” buyurdu.


Şeytanın Hz. Ömer’den korkup yolunu değiştirmesi zahirine hamlolunabilir. Yani şeytan, Ömer’i görünce onun heybetinden ve kendisine bir şey yapabileceği endişesinden ötürü başka bir yola sapar. Kâdı Iyaz (ö. 544/1149) gibi bazı alimler de Allah Rasûlü’nün bu sözlerini mecazî manada yorumlamışlardır. Onlara göre de şu denmek istenmektedir; Ömer (r.a) her işinde fevkalâde doğruluk üzere olup, her işinde şeytana ters gittiğinden dolayı şeytan, ondan korkmakta ve yolunu değiştirmektedir. İmam Nevevî (ö. 676/1277) bu iki farklı yaklaşımı zikrettikten sonra birinci görüşe daha sahihtir der.


Hz. Ömer’in çok hakperest olması, kılı kırk yararak bir hayat yaşaması ve bunların yanında fevkalâde celalli olması gibi bazı mülahazalardan dolayı da onun hakkında böyle söylenmiş olabilir.





Muhtelif Konular


Ebu Hüreyre’nin rivayetinde Hz. Peygamber: “Çan, şeytanın çalgısıdır,” buyurmuştur.


Efendimiz ölenin arkasından ağıt yakılması konusunda da şeytanı anmıştır. Ümmü Seleme: “Kocam vefat ettiğinde “gurbet elde ölen bir garip, vallahi ona dillere destan olacak bir şekilde ağlayacağım,” deyip hazırlanmıştım. Bir kadın da bana ağıt yakmamda yardımcı olacaktı. Allah Rasûlü: “Sen Allah’ın çıkardığı şeytanı tekrar eve sokmak mı istiyorsun?” buyurdu. Ben de artık ağlamadım,” demiştir.


Hz. Peygamber, acele etmenin şeytana ait bir özellik olduğunu vurgulamış: “Teennî (düşünüp taşınarak iş yapma) Allah’tan, acele etmek de şeytandandır,” buyurarak bizleri tedbirli ve temkinli olmaya teşvik etmiştir.


Allah Rasûlü fevkalâde tutumlu ve kanaatkar idi, israfa hayat hakkı tanımamıştı. Mesela, gereksiz yere evlere fazla eşya alınmasını hoş karşılamamış: “Bir yatak erkek için, bir yatak da hanımı içindir. Üçüncü yatak da misafirindir. Dördüncüsü ise şeytanındır,” demiştir. Kur’an’da da israf yerilmiş, hatta müsrif insanlar şeytanın kardeşi olarak tavsif olunmuşlardır: “Akrabaya, yoksula ve yolcuya Hakkını ver, fakat saçıp savurma, zira (mallarını lüzumsuz olarak) saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir. Şeytan ise Rabb’ine karşı çok nankördür.”


Efendimiz, her yönüyle örnek bir hayat sergilemiştir. O’nun hayatının hangi kesitine bakılsa insanı büyüleyen bir söz veya bir davranış ile karşılaşılacaktır. O’nun hayranlık uyandıran yönlerinden biri de temiz ve güzel giyinmesidir. Belki çok elbisesi yoktu ama olanları iyi değerlendirir, giyinince herkesi kendisine imrendirirdi. Dalgalı saçlarını tarar, bazen da hanımlarına taratırdı. Dişlerini misvaklar, insanların da dişlerini temiz tutmalarını tavsiye ederdi. Güzel kokudan hoşlanırdı. Kendisi böyle yaptığı gibi, başkalarının da kendilerine dikkat etmelerini isterdi. Bir gün huzuruna saçı sakalı dağınık bir adam girmişti. Hz. Peygamber, saçını sakalını düzeltip öyle girmesi için eliyle işarette bulundu. Adam, üstünü başını düzelttikten sonra gelince: “Herhangi birinizin sanki şeytan gibi saçı sakalı dağınık bir halde gelmesindense böyle gelmesi daha iyi değil mi?” buyurdu.


Bazı hadislerde, eşeğin anırması şeytanla, horozun ötmesi ise melekle irtibatlandırılmıştır. Ebu Hüreyre’nin naklettiği bir rivayette Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: “Geceleyin horozların ötmesini işittiğinizde Allah’ın lütfundan isteyiniz, zira horozlar (o anda) bir melek görmüştür. Gece vakti eşeğin anırmasını duyduğunuzda da Allah’a sığının, çünkü eşek (o esnada) şeytanı görmüştür.”


Hadislerde, yabancı bir erkekle yabancı bir kadının yalnız kalmamaları tavsiye edilmiş: “Bir erkek, yabancı bir kadınla baş başa kalmasın, aksi takdirde üçüncüleri şeytandır,” denilmiştir. İki karşı cins, kadimden bu yana birbirleriyle denenip durmaktadırlar. Bu, günümüzde daha da belirgin bir hal almıştır.


Allah Rasûlü’nün beyanlarında deve ile şeytan arasında da bir bağ kurulmuştur. Hz. Peygamber, Bera’ b. Azib’in rivayetinde: “Deve ağıllarında namaz kılmayın, çünkü deve şeytandandır,” buyurarak devenin tabiatı icabı insana zarar verebileceğine işarette bulunmuştur.


İnsanlara zararı diğerlerinden daha fazla olma ihtimaline binaen: “Siyah köpek şeytandır,” denilmiştir. hakikaten de siyah köpeklerin diğerlerine nazaran daha çok ürperti hasıl ettiği bir realitedir.


Netice itibariyle diyebiliriz ki Allah Rasûlü, değişik konularla alakalı olarak şeytandan bahsetmiştir. Fakat O’nun bizzat adını andığı şeytan, Âdem(a.s)’a secde etmeyen, bundan ötürü de Allah’a asi olduğundan dolayı cennetten çıkarılan İblis midir? Yoksa onun insanlardan veya cinlerden müteşekkil avanesinden birileri midir? Veyahut, kötülük ve çirkinlikleri şeytana nispet ettiğinden ötürü mü ifadelerinde şeytan ismine sık sık rastlanmaktadır? Bütün bunlar alimler arasında farklı anlaşılmış, değişik şekillerde yorumlanmıştır. Her ne şekilde olursa olsun şeytan veya diğer adıyla İblis, Allah Rasûlü’nün ifadeleri içerisine girmiş, kendisinden sakınılması gerekli bir varlık olarak nazara verilmiştir. Bize düşen de bu tavsiyelerden faydalanmak, elimizden geldiğince şeytanın ağına düşmemeye çalışmak olmalıdır.



İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak