İŞGÂL (1100 - 1128)
SARIKLI BİR DİRENİŞÇİ
17 Şubat 1111 Cuma günü, kadı İbn el-Haşab, aralarında peygamber soyundan Haşimi bir şerifin, sufi dervişlerin, imamların, tüccarların olduğu kalabalık bir Halepli grup peşinde olduğu halde, Bağdat’ta sultanın camiine girer.
“Vaizi mimberden inmeye zorladılar ve mimberi kırdılar” diye anlatmaktadır İbn el-Kalanissi ve islamın insanları katleden ve kadınlarla çocukları köleleştiren Frenklerin yüzünden uğradığı felâketleri haykırmaya ve ağlamaya başladılar. Müminlerin ibadet etmesini engelledikleri için, sorumlular onları yatıştırmak üzere sultanın adına vaadlerde bulundular: İslamı Frenklere ve bütün kâfirlere karşı savunmak üzere ordular gönderilecekti.
Fakat bu iyi sözler asileri yatıştırmaya yetmez. Ertesi cuma, gösterilerini bu kez halifenin camiinde yaparlar. Muhafızlar onların yolunu kesmeye çalışınca, onları sert bir şekilde devirirler, oymalar ve kurandan ayetlerle süslenmiş ahşap mimberi parçalarlar ve bizzat halifenin kendine hakaret yağdırırlar. Bağdat büyük bir karışıklığın içine düşer.
Şamlı vakanüvis sahte bir saflık içinde şöyle anlatmaktadır:
O sırada, sultan Muhammed’in kız kardeşi ve halifenin karısı hanım sultan İsfahan’dan Bağdat’a muhteşem bir yükle geri dönüyordu: Değerli taşlar, muhteşem elbiseler, her cins koşum hayvanı ve bunların koşumları, hizmetkârlar, kadınlı erkekli köleler, nedimeler ve haset ve takdir uyandıran bir sürü şey daha. Kente varışı, yukarıda anlatılan olaylarla kesişti. Hükümdar karısının geri dönüşünün yarattığı sevinç ve sağlanması gereken güvenlik bu yüzden bozuldu. Halife el-Mustazhirbillah bundan hiç memnun olmadı. Olayın sorumlularını yakalatarak ağır cezalar verdirtmek istedi. Fakat sultan onu engelledi, bu insanların hareketini affetti ve emirler ile askeri komutanlara, Allah düşmanı kâfirlere karşı cihada hazırlanmaları için eyaletlerine geri dönmelerini emretti.
İyi huylu el-Mustazhir’in öfkeye kapılmasına genç karısının sıkıntıya sokulmasından daha çok, kendi başkentinde avazı çıktığı kadar bağrılan şu korkunç slogan neden olmuştur: “Rum beyi, halifeden daha Müslümandır”. Çünkü bunun ezbere bir suçlama olmadığını ve İbn el-Haşab’ın yönetimindeki göstericilerin bu bağırışlarla, halifenin divanına birkaç hafta önce gelen bir mesajı imâ ettiklerini bilmektedir. Bu mesaj, imparator Aleksios Komnenos’tan gelmiştir ve Müslümanlardan Frenklere karşı mücadele etmek ve onları topraklarımızdan atmak için Rumlarla birleşmelerini ısrarla istemektedir.
Konstantinopolis’in güçlü efendisiyle Halep’in küçük kadısı, Bağdat nezdinde paradoksal olarak aynı yönde girişimlerde bulunuyorlarsa, bunun nedeni, aynı Tancrède’in kendilerini aşağıladığını düşünmeleridir. Nitekim, Frenk “büyük emir”i, ona Batılı şövalyeleri Antakya’yı vasilevse geri vermeye yemin ettiklerini ve kentin düşmesinden bu yana on üç ay geçmesine rağmen sözlerini tutmadıklarını hatırlatmaya gelen Bizans elçilerine küstah bir şekilde kötü davranmıştır. Haleplilere gelince, Tancrède onlara yakınlarda çok aşağılayıcı bir anlaşma dayatmıştır: Ona yılda yirmi bin dinar haraç ödeyecekler, kentlerinin hemen yanındaki iki önemli kaleyi ona teslim edecekler ve saygı belirtisi olarak ona en güzel on atlarını vereceklerdir. Hep aynı pısırıklıkta olan Rıdvan bey, reddetmeye cüret edememiştir. Fakat anlaşma hükümleri duyulduğundan beri başkenti fokurdamaktadır.
Halepliler, tarihlerinin kritik anlarında, her zaman kendilerini bekleyen tehlikeleri heyecanla tartışmak üzere küçük gruplar halinde toplanma adetine sahip olmuşlardır. Önde gelen kişiler genelde Ulucami’de toplanmakta, kırmızı halıların üzerine bağdaş kurarak veya avluda, kentin aşı boyalı evlerine egemen minarenin gölgesinde oturmaktadırlar. Tüccarlar, Romalılar tarafından inşa edilmiş olan ve Halep’i batıdan doğuya, Antakya kapısından, gizemli Rıdvan’ın ikâmet ettiği Hisarın yasak mahallesine kadar kateden kemerli eski cadde boyunca, gün boyu görüşmektedirler. Merkezdeki bu ana cadde, uzun zamandan beri arabalara ve kafilelere kapalıdır. Yol, yüzlerce dükkân tarafından işgâl edilmiştir; bu dükkânlarda kumaşlar, amber veya incik boncuk, hurma, kabuklu fıstık veya baharat yığılıdır. Geçenleri güneşten ve yağmurdan korumak üzere, cadde ve ona açılan sokaklar kavşaklara dikilen ve yalancı mermerden kubbelerin üzerinden yükselen tahta bir tavanla tamamen kaplıdırlar. Özellikle hasırcılar, demirciler veya oduncular çarşılarına giden yolların köşelerinde olmak üzere, Halepliler, ağır bir kaynamış yağ, kızarmış et ve baharat kokusu içinde çok ucuza yemek satan çok sayıdaki koltuk lokantalarının önünde yarenlik etmektedirler. Düşük gelirli aileler, köfte, kızarmış börek, mercimek aşı gibi yemekleri çarşıdan satın almaktadırlar; yalnızca zenginler evlerinde yemek pişirebilmektedirler. Koltuk lokantalarının çok uzağında olmayan yerlerde, şerbetçilerin karakteristik şıngırtıları duyulmaktadır. Meyva hülasasından yapılan ve “şurup” denilen bu soğuk içecekleri Frenkler Araplardan alacaklar ve sıvı haline “sirop”, donmuş haline de “sorbets” diyeceklerdir.
Her sınıftan insanlar, öğleden sonraları hamamlarda bulunmaktadırlar; buraları akşam namazından önce temizlenilen ayrıcalıklı buluşma yerleridir. Sonra gece olunca, kent halkı Halep merkezinden ayrılarak, sarhoş askerlere karşı korunaklı mahallelerine çekilmektedirler. Buralarda da haberler ve söylentiler kadınların ve erkeklerin ağzında dolaşmakta, fikirler yol almaktadır. Öfke, heyecan veya cesaret kırıklığı, üç bin yıldan beri böyle vızıldayıp duran bu arı kovanını gündelik olarak sarsmaktadır.
İbn el-Haşab, Halep mahallelerinde sözü en çok dinlenilen kişidir. Odun tüccarı zengin bir ailenin çocuğudur, kentin yönetiminde öncelikli bir role sahiptir. Şii mezhebinden bir kadı olarak, büyük bir dinsel ve manevi otoritesi bulunmaktadır ve Halep’in en büyüğü olan cemaatinin kişiler arası veya mallara ilişkin uyuşmazlıklarını çözme işini yüklenmiştir. Aynı zamanda reistir, bu da onu hem tüccar kâhyası, hem halkın çıkarlarını bey nezdinde savunan kişi ve kent milisinin komutanı haline getirmektedir.
Fakat İbn el-Haşab’ın faaliyeti, zaten çok geniş olan resmi işyerinin çerçevesini aşmıştır. Çok sayıda “yanaşma”yla çevrelenmiş olarak, Frenklerin gelişinden beri vatansever ve imancı bir fikir hareketini yönetmekte ve istilaya karşı daha sıkı bir tavır benimsenmesini istemektedir. Rıdvan beye, uyuşmacı, hatta köleci siyaseti hakkında düşündüklerini söylemekten çekinmemektedir. Tancrède Selçuklu hükümdarından Ulucamiin minaresinin üzerine bir haç konulmasını istediğinde, kadı bir ayaklanma çıkartmış ve haçın Aya İrini katedraline taşınmasını sağlamıştır. Rıdvan, o zamandan beri bu öfkesi burnunda kadıyla çatışmaya girmekten kaçınmaktadır. Hisarına kapanarak, haremi, muhafızları, camii, su kaynağı ve yeşil atmeydanı içinde yaşayan Türk beyi, uyruklarının duyarlıklarını kullanmayı tercih etmektedir. Kendi otoritesi tehlikeye girmedikçe, kamuoyuna hoşgörü göstermektedir.
Fakat İbn el-Haşab Mayıs 1111’de, kent halkının aşırı memnuniyetsizliğini Rıdvan’a bir kez daha ifade etmek üzere Hisar’a çıkmıştır. İnananlar, İslam ülkesine yerleşen kâfirlere haraç ödemekten utanç duymakta ve tüccarlar, Antakya’nın çekilmez hükümdarının Halep’ten Akdeniz’e giden yolların tamamını denetim altına almasından ve kervanları haraca bağlamasından bu yana ticaretlerinin çöktüğünü görmektedirler diye açıklamıştır. Mademki kent artık kendini kendi olanaklarıyla savunamaz, o halde kadı, sünni ve şii cemaatinin önde gelenlerinden, tüccarlardan ve din adamlarından oluşturulacak bir kurulun Bağdat’a giderek, sultan Muhammed’den yardım istemesini önermiştir. Rıdvan’ın, Selçuklu kuzenini beyliğinin işlerine karıştırmaya hiç niyeti yoktur. Gene Tancrède’le uyuşmayı tercih etmektedir. Fakat Abbasi başkentine yollanan kurulların hiçbir işe yaramamış olmaları karşısında, uyruklarının talebine uymanın hiçbir tehlikesi olmayacağını düşünmüştür.
Ama bunda yanılmaktadır. Çünkü beklenenin tamamen tersine, Bağdat’taki 1111 Şubat gösterileri İbn el-Haşab’ın umduğu etkiyi yapmışlardır. Sayda’nın düştüğünden ve Haleplilere dayatılan anlaşmadan yeni haberdar olan Sultan, Frenklerin ihtirasından kaygılanmaya başlamıştır. İbn el-Haşab’ın taleplerine katılarak, Musul’un o andaki valisi emir Mevdud’a, güçlü bir ordunun başında hiç gecikmeden yürüyüşe geçme ve Halep’i kurtarma emrini vermiştir. İbn el-Haşab geri dönüp görevinde başarı kazandığını haber verince, Rıdvan bey bunun boşa çıkmasına dua ederek, sevinmiş gibi yapmıştır. Hatta kuzenine aceleyle haber göndererek, onun yanında cihada katılmak istediğini bildirmiştir. Ama Temmuzda, sultanın birliklerinin gerçekten onun kentine yaklaştıkları haber verildiğinde, şaşkınlığını artık gizlememiştir. Bütün kapılara barikatlar koydurtmuş, İbn el-Haşab’ı ve başlıca yandaşlarını tutuklatıp, onları Hisar’daki zindana attırtmıştır. Türk askerlere, halk ile “düşman” arasındaki her tür teması önlemek üzere mahallelerde gece gündüz nöbet tutmaları emrini vermiştir. Olayların devamı, onun tavır değiştirmesini kısmen doğrulayacaktır.
Rıdvan beyin sağlayacağı iaşeden yoksun kalan sultanın birlikleri, Halep civarını vahşice yağmalayarak intikam almışlardır. Sonra, Mevlud ile diğer emirlerin arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden, ordu hiçbir çarpışmaya girmeden dağılmıştır.
Mevdud iki yıl sonra, Rıdvan hariç bütün Müslüman hükümdarları biraraya getirmeye sultan tarafından memur edilmiş olarak Suriye’ye döner. Halep ona yasak olduğu için, karargâhını çok doğal olarak diğer büyük şehir Şam’da kurar ve Kudüs krallığına karşı geniş çaplı bir saldırının hazırlıklarına girişir. Ona ev sahipliği yapan atabey Tuğtekin, sultanın temsilcisinin ona gösterdiği saygıdan çok mutluymuş gibi yapmaktadır, ama Rıdvan kadar dehşete kapılmış durumdadır. Mevdud’un başkentini ele geçirmeye uğraşmasından kaygı duymaktadır, emirin her hareketini geleceğe yönelik bir tehdid olarak algılamaktadır.
Şamlı vakanüvis, emir Mevdud’un 2 Ekim 1113’te, kentin sekiz kapısından biri olan Demirkapı yakınlarındaki kampından ayrılarak, her gün olduğu gibi topal atabeyle birlikte Emevi camiine gittiğini söylemektedir.
Namaz bitip de, Mevdud ilâve birkaç dua daha okuduktan sonra, Tuğtekin emiri şereflendirmek üzer önden giderek, ikisi camiden ayrıldı. Etrafları her çeşit silah taşıyan askerler, muhafızlar, milislerle çevrelenmişti: İnce uzun kılıçlar, ucu sivri kılıçlar, palalar ve kınlarından çekilmiş hançerler sık bir çalılık gibi görünüyorlardı. Hemen çevrelerinde, halk onların süslü kıyafetlerini ve ihtişamlarını görmek üzere izdiham yaratıyordu.
Caminin arkasına vardıklarında, kalabalıktan biri çıkıp, sanki Allaha onun adına dua eder ve ondan sadaka istermişçesine emir Mevdud’a yaklaştı. Onu aniden kaftanının kuşağından yakaladı ve bıçağını göbeğinin üstüne iki kere indirdi. Atabey Tuğtekin geriye doğru birkaç adım attı ve refakatçileri etrafını çevirdiler. Mevdud’a gelince, kendine çok hakim bir şekilde caminin kuzey kapısına kadar yürüdü, sonra yere devrildi. Bir cerrah getirdiler, o da yaraların bir kısmını dikmeyi başardı, ama emir birkaç saat sonra öldü. Tanrı ona merhamet etsin!
Tam Frenklere saldıracağı sırada Musul valisini kim öldürdü? Tuğtekin, Rıdvan ile dostları haşhaşiyun tarikatını itham etmekte acele etmiştir. Fakat o çağı yaşayanların çoğuna göre, katili bir tek Şam’ın efendisi silahlandırabilirdi. İbn el-Esir’e göre, bu cinayetten çok etkilenen kral Baudouin, Tuğtekin’e çok aşağılayıcı bir mesaj göndermiştir: Önderini tanrısının evinde öldüren bir millet yok edilmeyi haketmektedir, demiştir. Sultan Muhammed’e gelince, yardımcısının öldüğünü söylediklerinde öfkeden ulumuştur. Bu olayın doğrudan kendine hakaret olduğunu düşünürek, Halep’tekiler kadar Şam’dakiler de dahil bütün Suriyeli yöneticileri kesinlikle hizaya getirmeye karar vermiştir. Bu amaçla onbinlerce askerden oluşan bir ordu meydana getirmiş, komutan olarak Selçuklu kabilesinin en iyi subaylarını atamış ve bütün Müslüman hükümdarlara, Frenklere karşı kutsal cihad ödevini yerine getirmek üzere kendine katılmalarını sert bir şekilde emretmiştir.
Sultanın büyük ordusu 1115 ilkbaharında Orta Suriye’ye vardığında, onu çaplı bir sürpriz beklemektedir.
Kudüs kralı Baudouin ve Şam atabeyi Tuğtekin burada, birlikleriyle beraber yan yanadırlar, ayrıca Antakya, Halep ve Trablusşam birlikleri de onlara katılmıştır. Suriye’nin Müslüman olsun, hıristiyan olsun, sultan tarafından aynı derecede tehdid edildiklerini düşünen bütün hükümdarları birleşmeye karar vermişlerdir ve Selçuklu ordusu birkaç ay içinde başı önde geri çekilmek zorunda kalmıştır. Muhammed bunun üzerine, Frenk sorunuyla bir daha ilgilenmeyeceğine yemin etmiştir. Sözünü tutacaktır.
Müslüman hükümdarlar tamamen sorumsuz davrandıklarının yeni kanıtlarını sağlarlarken, iki Arap kenti, iki ay arayla yabancı istilasına direnmenin hâlâ mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Sayda’nın 1110 Aralığında teslim olmasından sonra, Frenkler Sina’dan Antakya’nın kuzeyindeki “Ermenioğlu’nun ülkesi” ne kadar bütün kıyı kesimine (“Sahel”) egemen hale gelmişlerdir. Ancak bunun iki istisnası vardır: Askalan ve Sûr. Ard arda elde ettiği zaferlerden cesaret alan Baudouin, onların kaderlerini gecikmeden belirlemeye kararlıdır. Askalan bölgesi, kırmızımtrak soğanlarıyla ünlüdür; bunlara “Askalanlı” denilmektedir ve Frenkler bunu “échalote” haline getirmişlerdir. Ama asıl önemi askeridir, çünkü Kudüs krallığına karşı sefer düzenledikleri her seferinde, Mısır birliklerinin toplanma noktasını meydana getirmektedir.
Baudouin, 1111’den itibaren kent surlarının altında gösteri yapmaya başlamıştır. Askalan’ın Fatımi valisi Şemsülhilafe (Halifeliğin güneşi), İbn el-Kalanissi’nin dediği gibi savaştan çok ticarete eğilimli biri olarak, Batılıların güç gösterisi karşısında hemen korkuya kapılmıştır. Hiçbir direnme göstermeden onlara yedi bin dinar haraç ödemeyi kabul etmiştir. Bu beklenmedik boyun eğme nedeniyle kendini aşağılanmış hisseden kentin Filistinli halkı, Kahire’ye elçi göndererek valinin azledilmesini istemiştir. Bunu öğrenen ve vezir el-Efdal’in kendini hıyanetinden ötürü cezalandıracağından korkan Şemsülhilafe, Mısırlı memurları kovup, kendini düpedüz Frenklerin koruması altına sokarak bundan kurtulmaya çalışmıştır. Baudouin’in ona gönderdiği üç yüz adam, Askalan kalesini ele geçirmiştir. Buna çok kızan kent halkı gene de cesaretini kaybetmemiştir. Camilerde gizli toplantılar yapılmakta, planlar oluşturulmaktadır. Bu durum, Şemsülhilafe’nin konutundan atla çıktığı şu 1111 Temmuz gününe kadar sürmüştür. O gün bir grup yeminli kişi ona saldırıp, bıçaklarla delik deşik etmiştir. Bu ayaklanma işaretidir. Silahlı kent halkı ve onlara katılan valinin muhafız birliğinden Berberi askerler hisara saldırmışlardır. Frenkler, kulelerde ve surlar boyunca kapana kısılmışlardır. Baudouin’in adamlarından hiçbiri kurtulmayı başaramayacaktır. Kent, kırk yıl boyunca Frenk egemenliğinden kurtulacaktır.
Askalan’daki direnişçilerin kendisini maruz bıraktıkları aşağılanmanın intikamını almak üzere, Baudouin antik Fenike kenti Sûr’un (Tyrus) üzerine atılmıştır. Frenklerin kıtasına adını verecek olan Evropa’nın öz kardeşi prens Kadmas, alfabeyi bütün Akdeniz’e yaymak için bu kentten yola çıkmıştır. Sûr’un etkileyici surları, hâlâ şanlı tarihini hatırlatmaktadırlar. Kent üç taraftan denizle çevrilidir, yalnızca Büyük İskender tarafından inşa ettirilmiş olan dar bir kıstak onu anakaraya bağlamaktadır. Alınamaz olmakla ünlü olan bu kentte, 1111’de yeni işgâl edilmiş kentlerden gelme çok sayıda mülteci vardır. İbn el-Kalanissi’nin aktardığı üzere, bunlar savunma esnasında başat bir rol oynayacaklardır. İbn el-Kalanissi’nin anlatısı birinci elden kaynaklara dayanıyormuşa benzemektedir.
Frenkler hareketli bir kule kurmuşlar ve ona korkutucu bir etkinlikle bir koçbaşı takmışlardı. Surlar sarsıldı, taşların bir kısmı parçalanarak uçtu ve kuşatma altındakiler felâketin eşiğine geldiler. Tam bu sırada, dökmecilik alanında bilgileri olan ve savaş konusunda deneyimleri bulunan Trabluslu bir denizci, kaleyi savunanların ellerinde tutacakları ipler aracılığıyla koçbaşına kafadan ve yanlardan takılacak kancalar yapmaya girişti. Kaledekiler bu kancaları öyle bir çekiyorlardı ki, ahşap kulenin dengesi bozuldu. Frenkler, kulenin devrilmemesi için kendi koçbaşlarını birçok kereler kırmak zorunda kaldılar.
Yeniden denemeye girişen saldırganlar, hareketli kulelerini surların ve tahkimatın dibine itmeyi başarmışlar ve başı 10 kilodan daha ağır dökme bir parçadan oluşan, 60 arış uzunluğunda yeni bir koçbaşıyla kale bedenlerini dövmeye başlamışlardır.
Şamlı vakanüvis devam etmektedir:
Beceriyle yerleştirilen birkaç kalas sayesinde, içleri pislik ve bok dolu küpleri yukarı çıkarttı, bunları Frenklerin üstüne döktüler. Üzerlerine yayılan kokudan boğulan Frenkler, artık koçbaşını kullanamıyorlardı. Denizci bunun üzerine, zeytinyağ, bitüm, odun, reçine ve gül ağacı kabuğu doldurduğu üzüm küfeleri ve sepetlerini alarak, bunları Frenk kulesinin üzerine attı. Kulenin tepesinde yangın çıktı ve Frenkler bunu sirke ve suyla söndürmeye uğraşırlarken, Trabluslu alevleri azdırmak için, aceleyle içi kaynamış yağ dolu başka sepetler attı. Ateş kulenin bütün tepesini sardı, yavaş yavaş aşağılara indi ve bütün ahşap bölümleri kapladı.
Yangını söndürmekte aciz kalan saldırganlar, sonunda kuleyi boşaltmışlar ve kaçmışlardır. Savunucular bundan yararlanarak bir huruç yapmışlar ve terkedilen çok miktarda silahı ele geçirmişlerdir.
İbn el-Kalanissi muzaffer bir edayla şöyle tamamlamaktadır:
Bunu gören Frenkler cesaretlerini kaybettiler ve kamplarındaki barakaları ateşe vererek geri çekildiler.
Tarih 10 Nisan 1112’dir. Sûr halkı, 133 günlük bir kuşatmanın sonunda, Frenklere yankı uyandıran bir bozgun tattırmıştır.
Bağdat’taki ayaklanmalar, Askalan isyanı ve Sûr direnişinden sonra bir isyan rüzgârı esmeye başlamıştır. İstilacılara ve gevşeklik hatta ihanetle itham ettikleri birçok Müslüman yöneticiye aynı kini duyan Arapların sayısında artış olmaktadır. Bu durum, özellikle Halep’te sıradan bir öfke olmaktan çabucak çıkmıştır. Şehir halkı, kadı İbn el-Haşab’ın yönetimi altında kaderine egemen olmaya karar vermiştir. Yöneticilerini kendileri seçecek ve izlenecek siyaseti onlara bildireceklerdir.
Kuşkusuz birçok yenilgi, birçok hayal kırıklığı meydana gelecektir. Frenk yayılması sona ermemiştir ve küstahlıkları sınır tanımamaktadır. Fakat artık, Halep sokaklarından yola çıkan bir taban unsurunun Arap Doğu âlemini yavaş yavaş kapsamasına ve iktidara bir gün doğru, cesur ve kaybedilmiş toprakları yeniden fethedebilecek insanları taşımasına tanık olunacaktır.
Halep bu noktaya ulaşmadan önce, tarihinin en belirsiz dönemini geçirecektir. 1113 Kasım ayının sonunda İbn el-Haşab, Rıdvan’ın Hisardaki sarayında ağır hasta olduğunu öğrenince, dostlarını toplamış ve müdahale etmeye hazır olmalarını istemiştir. Rıdvan bey 10 Aralıkta ölmüştür. Haber duyulunca, silahlı milis grupları mahallelerine dağılarak, başlıca binaları işgâl etmişler ve Rıdvan’ın çok sayıda yandaşını, özellikle de haşhaşiyun tarikatı mensuplarını yakalayarak, Frenk düşmanla işbirliğinden ötürü hemen idam etmişlerdir.
Kadının amacı iktidarı bizzat ele geçirmek değil de, Rıdvan’ın oğlu olan yeni beyi Alparslan’ı babasınınkinden farklı bir siyaset izlemesi konusunda etkilemektir. Çok kekeme olduğundan “dilsiz” adı takılmış olan bu on altı yaşındaki genç, ilk günler esnasında İbn el-Haşab’ın militanca siyasetini onaylıyor gibidir. Rıdvan’la çalışan herkesi tutuklatmış ve halkın saklamadığı sevinç gösterileri içinde hemen kafalarını kestirtmiştir. Kadı kaygılanmıştır. Genç beye, kenti bir kan gölüne çevirmemesini, yalnızca hainleri ibret olsun diye cezalandırmakla yetinmesini tavsiye etmiştir. Erkek kardeşlerinden ikisini, birçok askeri, bazı hizmetkârları ve genelde kendine uymayan kim varsa idam ettirmiştir. Kentliler müthiş gerçeği yavaş yavaş anlamaktadırlar: Bey delidir. Bu dönemi anlayabilmemiz için en iyi kaynak, Halepli bir diplomat- yazar olan Kemaleddin’in, bu olaylardan bir yüzyıl sonra, o çağı yaşayanların tanıklıklarına dayalı olarak yazdığı vekayinamedir.
Alparslan, bir gün emirlerden ve önde gelen kişilerden bazılarını topladı ve onları Hisarın içinde yapılmış bir cins dehlizde gezdirdi.
— Hepinizin boynunu burada vurdurtsam ne derdiniz?
— Biz efendimizin emirlerine tâbi köleleriz, diye cevap verdiler talihsizler, bir tehdidi bir şakaymış gibi alarak.
Ve zaten elinden de bu sayede kurtuldular.
Genç delinin etrafı boşalmakta gecikmemiştir. Ona artık yalnızca bir kişi yaklaşmaya cesaret edebilmektedir: Hadım kölesi Lulu (inci). Ama o da hayatından endişelenmeye başlamıştır.
1114 Eylülünde, efendisi uyurken onu öldürmüş ve tahta Rıdvan’ın altı yaşında olan başka bir oğlunu çıkartmıştır.
Halep, anarşinin içine her gün biraz daha batmaktadır. Hisarda, denetimsiz köle ve asker grupları birbirlerini boğazlarken, silahlı şehirliler yağmacılardan korunmak için kent sokaklarında devriye gezmektedirler. Bu ilk dönemde, Antakya Frenkleri Halep’i felç eden bu kaostan yarar sağlamanın peşine düşmemişlerdir. Tancrède, Rıdvan’dan bir yıl önce ölmüştür ve Kemaleddin’in vekayinamesinde Sircal olarak söz ettiği ardılı Sire Roger, büyük çaplı bir harekâta girişecek kadar güvene henüz sahip olamamıştır. Fakat bu duraklama kısa süreli olmuştur. Antakya kontu Roger, 1116’da Halep’e giden bütün yolları denetlediğinden emin olarak, kendi çevreleyen kaleleri birbiri ardına işgal etmiş ve hiçbir direnme olmadığından, Mekke’ye hacca giden herkesten bir vergi almayı da başarmıştır.
Hadım Lulu Nisan 1117’de katledilmiştir. Kemaleddin’e göre, refakatindeki askerler ona bir komplo düzenlemişlerdir. Kentin doğusunda yürürken, bunlar birdenbire yaylarını gererek, onu hayvan avlayacaklarına inandırmak üzere “tavşan var, tavşan var” diye bağırmışlardır. Aslında okla delik deşik ettikleri Lulu’nun ta kendisidir. O ölünce, iktidarı başka bir köleye geçmiş, o da duruma egemen olamayarak Roger’den kendine yardıma gelmesini istemiştir. Bunun üzerine anlatılamaz bir kaos çıkmıştır. Frenkler kenti kuşatmaya hazırlanırlarken, askerler Hisarın denetimi için aralarında dövüşmeye devam etmektedirler. İbn El Haşab, bu durumda vakit kaybetmeden harekete geçmeye karar verir. Kentin önde gelen kişilerini toplar ve sonuçlarının ağır olacağı sonradan görülecek bir tasarı sunar. Onlara, Halep’in bir sınır kenti olarak Frenklere karşı cihadın öncüsü olması gerektiğini, bu yüzden yönetimin güçlü bir emire ve belki de bizzat sultana bırakılması gerektiğini söyler. Böylece kent, kendi kişisel çıkarlarını islamiyetinkilerin önüne geçiren yerel bir beyin oyuncağı olmayacaktır. Kadının önerisi onaylanır, ama çekinceler de vardır, çünkü Halepliler bağımsızlıklarını kıskançlıkla korumak istemektedirler. Daha sonra muhtemel adaylar gözden geçirilir. Sultan? Artık Suriye’den söz edildiğini duymak bile istememektedir. Tuğtekin? Belli bir çapı olan tek Suriyeli hükümdardır, ama Halepliler bir Şamlıyı asla kabul etmezler. Bunun üzerine İbn el-Haşab, Mardin valisi olan bir Türk emirini, İlgazi beyi önerir. Her zaman örnek alınacak bir şekilde davranmamıştır. Bundan iki yıl önce, sultana karşı İslam-Frenk ittifakını tutmuştur ve ayyaşlığıyla ünlüdür. İbn el-Kalanissi, İlgazi şarap içtiğinde, günlerce avanak avanak dolaşıyor, bir emir veya talimat vermek üzere aklını toplayamıyordu, demektedir. Fakat sade bir asker bulmak için çok aramak gerekmektedir. Ve İbn el-Haşab, İlgazi’nin cesur bir savaşçı olduğunu, ailesinin Kudüs’ü uzun zaman yönettiğini ve kardeşi Sökmen’in Frenklere karşı Harran zaferini kazandığını ileri sürer. Çoğunluk sonunda onun görüşüne katılır. İlgazi davet edilir ve 1118 yılında Halep kapılarını ona bizzat kadı açar. Emirin ilk işi Rıdvan’ın kızıyla evlenmek olur; bu hareket, yeni efendi ile kent arasında birlik kurulduğunu simgelemekte ve aynı zamanda yeni efendinin meşruluğunu belirlemektedir. İlgazi birliklerini çağırır.
Frenk istilasının başlamasından yirmi yıl sonra, Kuzey Suriye’nin başkenti ilk kez dövüşmek isteyen bir öndere sahip olmuştur. Sonuç şimşek hızıyla gelir. 28 Haziran 1119’da Halep efendisinin ordusu, iki kentin ortasındaki Sarmeda ovasında Antakya ordusuyla karşılaşır. Kum taşıyan sıcak ve kuru bir rüzgâr olan Hamsin savaşçıların gözlerine doğru esmektedir. Kemalleddin sahneyi şöyle anlatmaktadır:
İlgazi emirlerine, cesurca çarpışacaklarına, iyi tutunacaklarına, geri çekilmeyeceklerine ve cihad için hayatlarını feda edeceklerine yemin ettirdi. Sonra Müslümanlar küçük dalgalar halinde yayıldılar ve geceyi geçirmek üzere Sire Roger’nin birliklerinin yanına üslendiler. Frenkler, gün doğarken kendilerini dört bir yandan çevirmiş olan Müslümanların sancaklarının aniden üstlerine geldiğini gördüler. Kadı İbn el-Haşab beyaz kısrağının üzerinde, mızrağı elinde ilerledi ve bizimkileri çarpışmaya itti. Onu gören askerlerden biri aşağılayıcı bir sesle bağırdı: “Memleketimizden bir sarıklıyı izlemek için mi geldik?”. Fakat kadı askerlere doğru yürüdü, saflar arasında dolaştı ve güçlerini harekete geçirmek ve morallerini yükseltmek için onlara öylesine bir nutuk çekti ki, adamlar duygulanıp ağladılar ve ona hayran oldular. Sonra her bir cepheden aynı anda yüklenildi. Oklar bir çekirge bulutu gibi uçuyorlardı.
Antakya ordusu yokedilmiştir. Bizzat Sire Roger de, kafası burun hizasından yarılmış olarak cesetlerin arasında yatmaktadır.
Zaferi bildiren haberci, Halep’e Müslümanların Ulucamide saflar halinde öğle namazını bitirdikleri sırada ulaştı. Bunun üzerine batı tarafından büyük bir bağırtı duyuldu, ama hiçbir savaşçı kente ikindi namazından önce dönemedi.
Halep, zaferini günlerce kutlar. Şarkılar söylenir, içilir, koyunlar kesilir; askerlerin getirdikleri sancaklara, zırhlarına, örme vücut zırhlarına veya fakir bir esirin kellesinin kesilmesine itiş kakış bakılır- zenginler, kurtarmalık karşılığı geri verilmektedir-. Meydanlarda İlgazi’nin onuruna irticalen söylenilen destanlar dinlenir: Allahtan sonra sana güveniriz. Halepliler, yıllardan beri Bohémond’un, Tancrède’in sonra da Roger’nin yarattığı dehşet içinde yaşamışlardır; içlerinden çoğu, sonunda Trablus’taki kardeşleri gibi ölüm ile sürgün arasında seçim yapmaya zorlanacakları anı bir kadermiş gibi beklemeye başlamıştır. Sarmeda zaferiyle birlikte, kendilerini yeniden doğmuş gibi hissetmektedirler. İlgazi’nin zaferi Arap aleminde heyecan yaratmıştır. İbn el-Kalanissi, Geçmiş yıllarda İslama hiç böyle zafer nasip olmamıştı, diye haykırmaktadır.
Bu aşırı sözler, İlgazi’nin zafer kazanmasından önce hüküm sürmekte olan aşırı moral bozukluğunu açıklamaktadır. Nitekim Frenklerin küstahlığı saçmalık boyutuna ulaşmıştır: 1118 yılının Mart başında, kral Baudouin tam tamına iki yüz onaltı şövalye ve dört yüz piyadeyle Mısır’ı istilaya kalkışmıştır. Bu az sayıdaki adamıyla Sina’yı geçmiş, Farama kentini hiçbir direnmeyle karşılaşmadan işgal etmiş, Nil kıyılarına kadar ulaşarak, İbn el-Esir’in alaylı bir şekilde belirttiği üzere, burada yıkanmıştır. Eğer aniden hastalanmasaydı daha da ileri gidecekti. Filistin’e olabildiğince çabuk geri götürülmüş, yolda, Sina’nın kuzeydoğusundaki el-Ariş’te ölmüştür. Baudouin’in ölümüne rağmen, el-Efdal bu yeni aşağılamanın üstesinden hiçbir zaman gelemeyecektir. Denetimi çabucak kaybedecek, üç yıl sonra Kahire sokaklarından birinde katledilecektir. Frenk kralının yerine de, kuzeni Edessa kontu II. Baudouin geçecektir.
Sina boyunca yapılan bu görkemli akının hemen arkasından gelen Sarmeda zaferi bir intikam ve bazı oyuncular açısından da yeniden fethin başlangıcı olarak gözükmektedir. İlgazi’nin artık ne hükümdarı, ne de ordusu olan Antakya’nın üzerine vakit geçirmeden yürümesi beklenmektedir. Zaten Frenkler de bir kuşatmayı karşılamaya hazırlanmaktadırlar. İlk kararları, kentte oturan Süryani, Ermeni ve Rum hıristiyanları silahsızlandırmak ve evlerini terketmelerini yasaklamak olmuştur, çünkü onların Haleplilerle ittifak yapmalarından kaygı duyulmaktadır. Nitekim Batılılar ile, onları ibadet usullerini küçümsemek ve kendilerine kendi kentlerinde en aşağılık işleri vermekle suçlayan Doğulu dindaşları arasında gerilim çok yüksektir. Fakat Frenklerin aldıkları tedbirler işe yaramamıştır. İlgazi, avantajının meyvalarını toplamayı hiç düşünmemektedir. Dut gibi sarhoş olup yerlerde sürünmekte, Rıdvan’ın eski sarayından hiç çıkmayarak sürekli zaferini kutlamaktadır.
Mayalanmış içkileri devire devire, sonunda aşırı ateşlenir. Ancak yirmi gün sonra iyileşecektir, yeni kral II. Baudouin’in komutasındaki Kudüs ordusunun Antakya’ya vardığını tam bu sırada öğrenecektir. Alkolün tükettiği İlgazi, başarısından yararlanmayı bilemeden üç yıl sonra ölecektir. Halepliler ona, Frenk tehlikesini kentlerinden uzaklaştırdığı için şükran duyacaklar, ama ölümüne hiç üzülmeyeceklerdir, çünkü bakışları çoktan onun yerine geçen Belek’e yönelmiştir. Bu olağanüstü adamın adı bütün dillerde dolaşmaktadır. İlgazi’nin öz yeğenidir, ama tamamen başka bir hamurdan biridir. Birkaç ay içinde Arap dünyasının taptığı kahraman haline gelecek, başarıları camilerde ve meydanlarda kutlanacaktır.
Belek, 1122 Eylülünde parlak bir baskınla, Edessa kontluğunda II. Baudouin’in yerine geçmiş olan Jocelin’i yakalamayı başarır. İbn el-Esir’e göre, onu bir deve derisine sardı, bunu diktirdi, sonra kurtarmalık ödeme tekliflerinin hiçbirini kabul etmeyerek, onu bir kaleye kapattı. Antakya prensi Roger’nin kaybından sonra, ikinci bir Frenk devleti daha önderinden yoksun kalmıştır. Kaygılanan Kudüs kralı, kuzeye bizzat gelmeye karar verir. Edessalı şövalyeler onu Jocelin’in yakalandığı yere, Fırat kıyısındaki bataklık bir bölgeye götürürler. II. Baudouin küçük bir keşif turu atar, sonra geceyi geçirmek için çadırların kurulmasını emreder. Ertesi sabah, Doğulu hükümdarlardan öğrendiği en sevdiği spor olan doğanla avlanmak üzere erkenden kalkar, sessizce yaklaşmış olan Belek’le adamları tam bu sırada kampı kuşatırlar. Kudüs kralı silahlarını atar. O da esir edilmiştir.
Başarılarının saygınlığıyla halellenen Belek, 1123 Haziranında Halep’e muzaffer bir giriş yapar. İlgazi’nin izinden giderek önce Rıdvan’ın kızıyla evlenir, sonra bir an bile kaybetmeden ve hiçbir başarısızlığa uğramadan, kent civarında Frenklerin elinde bulunan yerleri düzenli bir şekilde geri almaya başlar. Bu kırk yaşındaki Türk beyinin askeri becerisi, kararlılığı, Frenklerle hiçbir uzlaşmaya yanaşmaması, sade bir hayat sürdürmesi kadar, ard arda elde ettiği zaferler de onu diğer Müslüman hükümdarların vasatlığından ayırmaktadır.
Frenklerin, krallarının esir düşmesine rağmen yeniden kuşattıkları Sûr kenti, onu tanrının gönderdiği kurtarıcı olarak görmekte başı çekmektedir. Savunucuların durumu, oniki yıl önceki muzaffer direnişleri sırasında olduğundan daha nazik gözükmektedir, çünkü Batılılar bu kez deniz denetimini ele geçirmişlerdir. Nitekim, yüz yirmiden daha fazla teknesi olan büyük bir Venedik donanması, 1123 ilkbaharında Filistin kıyıları açıklarında belirmiştir. Daha gelir gelmez, Askalan açıklarında demirlemiş olan Mısır donanmasını gafil avlayarak yok etmeyi başarmıştır. Venedikliler Şubat 1124’te, Kudüs’le ganimetin nasıl paylaşılacağına ilişkin bir anlaşma imzaladıktan sonra, Sûr limanını ablukaya almışlar, bu arada Frenk ordusu da kentin doğusunda kamp kurmuştur. Demek ki kuşatma altındakilerin geleceği parlak gözükmemektedir. Kuşkusuz Sûrlular inatla dövüşmektedirler. Örneğin bir gece, çok iyi yüzme bilenlerden oluşan bir grup, limanın girişini tutan bir Venedik gemisine ulaşmayı ve onu kente kadar çekmeyi, sonra da silahlarını söküp tahrip etmeyi başarmıştır. Fakat böylesine parlak eylemlere rağmen, başarı şansları düşüktür. Fatımi ordusunun perişan olması, deniz yolundan yardım gelmesini olanaksız kılmaktadır. Öte yandan, içme suyu sağlamak zorlaşmaktadır. Sûr’un en zayıf yanı, surlarının içinde su kaynağının bulunmamasıdır. Su barış zamanında dışarıdan bir kanal şebekesiyle gelmektedir. Savaş durumunda ise kent sarnıçlarına ve küçük kayıklarla yapılan yoğun bir su taşımacılığına güvenmektedir. Ancak Venedik ablukasının sıkılığı bu yolu engellemektedir. Eğer kıskaç gevşemezse, birkaç ay içinde teslim olmak kaçınılmaz hale gelecektir.
Olağan koruyucuları olan Mısırlılardan hiçbir şey beklemeyen savunucular, günün kahramanı Belek’e yönelirler. Emir o aralar Halep bölgesindeki kalelerden biri olan ve bağımlılardan birinin isyan çıkardığı Menbiç (Hieropolis) kalesini kuşatmış durumdadır. Kemaleddin’in anlattığına göre, Belek Sûrluların çağrısı kendine ulaşınca, kuşatmayı sürdürme işini yardımcılarından birine devrederek, hemen Sûr’un yardımına koşmaya karar verir. 6 Mayıs 1124’te yola çıkmadan önce son bir teftiş yapar.
Halepli vakanüvis şöyle sürdürmektedir:
“Başında kafa zırhı ve kalkanı elinde olduğu halde, Belek mancınıkların kurulacakları yeri belirlemek üzere Menbiç kalesine yaklaştı. Emirlerini verirken, surlardan atılan bir ok sol köprücük kemiğine saplandı. Oku kendi çıkardı ve üzerine küçümseyerek tükürerek, “bu darbe bütün Müslümanlar için öldürücü olacak” diye mırıldandı. Sonra son nefesini verdi”.
Doğruyu söylüyordu. Ölüm haberi Sûr’a ulaştığında, halk cesaretini kaybetmiş ve artık yalnızca teslim koşullarını konuşmaktan başka birşey düşünemez hale gelmişti. İbn el-Kalanissi’nin aktardığına göre, İki sıra askerin arasında (kentten) çıktılar, Frenkler onları rahatsız etmediler. Bütün asker ve siviller kenti terketti, orada yalnızca sakatlar kaldı. Sürgünlerden bazıları Şam’a gitti, diğerleri ülkeye dağıldı.
Kan dökülmesi engellendiyse de, Sûrluların müthiş direnmesi gene de aşağılanma içinde sona ermiştir.
Belek’in kaybının sonuçlarına bir tek onlar maruz kalmayacaklardır. Halep’te iktidar, İlgazi’nin oğlu Timurtaş’a geçmiştir. Ondokuz yaşındaki bu genç adam, İbn el-Esir’e göre, vaktini yalnızca eğlenceyle geçiriyordu ve doğduğu yer olan Mardin’e gitmek için Halep’ten ayrılmakta acele etmişti, çünkü Suriye’de Frenklerle çok fazla savaş olduğunu düşünmekteydi. Başkentinden ayrıldığından memnuniyetsizlik duymayan beceriksiz Timurtaş, Kudüs kralını yirmi bin dinar karşılığında salıvermekte de acele etmiştir. Ona hilatler, altın bir başlık ve süslü çizmeler armağan etmiş, hatta Belek’in onu esir ettiği gün aldığı atını bile geri vermiştir. Hiç kuşkusuz bir hükümdara yakışan bir tutum, ama bu tamamen sorumsuzcadır, çünkü Baudouin, serbest kalmasından birkaç hafta sonra kenti ele geçirmeye iyice kararlı bir şekilde Halep önlerine gelmiştir.
Kentin savunulması tamamen İbn el-Haşab’a kalmıştır, onun da yalnızca birkaç yüz silahlı adamı vardır. Kentinin etrafında binlerce savaşçının toplandığını gören kadı, İlgazi’nin oğluna bir haber gönderir. Haberci, hayatı pahasına düşman hatlarından geçer. Mardin’e varınca emirin divanına çıkar ve ona Halep’i terketmemesi için ısrarla yalvarır. Fakat korkak olduğu kadar yüzsüz de olan Timurtaş, yakınmalarına sinirlendiği haberciyi hapse attırır.
İbn el-Haşab bu durumda başka bir kurtarıcıya, Musul’a vali olarak atanmış olan yaşlı bir Türk askeri olan atabey Aksungur el-Porsuki’ye yönelir. Doğruluğu ve dinsel heyecanı kadar siyasal becerisi ve ihtirasıyla da ünlü olan el-Porsuki, kadının davetini hemen kabul eder ve aceleyle yola koyulur. Ocak 1125’te kentin önüne varması Frenkleri şaşırtır ve bunlar çadırlarını bırakıp kaçarlar. İbn el-Haşab hemen el-Porsuki’yi karşılamaya çıkarak onu takibe girişmesi için tahrik etmek ister, ama emir uzun zamandır at koşturmaktan yorulmuştur ve asıl olarak da yeni mülkünü ziyaret etmekte acelesi vardır. Beş yıl önce İlgazi’nin de yapamadığı gibi avantajını daha ileri götürmeye cüret edemeyecek ve düşmana kendini toparlaması için zaman bırakacaktır. Fakat müdahalesinin büyük bir önemi olmuştur, çünkü 1125’te Halep ile Musul arasında gerçekleştirilen birlik, bir süre sonra Frenklerin küstahlığına başarıyla karşılık verebilecek güçte yeni bir devletin çekirdeğini oluşturacaktır.
İbn el-Haşab’ın inatçılığı ve şaşırtıcı kavrayış yeteneğiyle, sadece kenti işgalden kurtarmakla kalmayıp, aynı zamanda istilacılara karşı cihadın büyük yöneticilerine yolun hazırlanmasında herkesten daha fazla katkı yaptığı bilinmektedir. Fakat kadı bu adamları göremeyecektir. 1125’in bir yaz günü öğle namazından sonra, Halep Ulucamiinde çilekeş kılığına girmiş bir adam üzerine atılmış ve bıçağını göğsüne saptamıştır. Bu, hashaşiyun tarikatının intikamıdır. İbn el-Haşab, tarikatın en ateşli hasmı olmuş, bu tarikat mensuplarının kanını oluk oluk akıtmış ve bundan hiçbir zaman pişmanlık duymamıştır. Bu durumda, bunu er geç hayatıyla ödeyeceğini bilmemesi olanaksızdır. Üç çeyrek yüzyıldan beri, haşhaşiyunun hiçbir düşmanı onların elinden kurtulmayı başaramamıştır.
Bütün zamanların en korkutucusu olan bu tarikatı 1090’da kuran Hasan es-Sabbah, geniş kültürlü, şiire duyarlı, bilimin son gelişmelerine meraklı bir adamdır. 1048’de Rey kentinde doğmuştur. Burası birkaç on yıl sonra Tahran kasabasının kurulacağı yerin hemen yanındadır. Efsanede öyle anlatıldığı üzere, gençliğinde şair Ömer el-Hayyam’ın çok yakın dostu olmuştur. Hayyam’da onun gibi matematik ve astronomi tutkunudur. Fakat böylesine bir dostluğun gerçek olup olmadığı tam bilinmemektedir. Buna karşılık, bu parlak adamın hayatını tarikatını örgütlemeye adamaya götüren koşullar bütün ayrıntılarıyla bilinmektedirler.
Hasan doğduğunda, sonradan onun da katılacağı şia doktirini Müslüman Asya’ya egemendi. Suriye Mısırlı Fatımilere aitti ve bir başka şii hanedanı olan Büveyhoğulları İran’ı denetim altında tutuyor ve Abbasi halifelerine Bağdat’ın göbeğinde gücünü dayatıyorlardı. Fakat durum, Hasan’ın gençliğinde tamamen tersine dönmüştü. Sünni ortodoksluğun savunucusu Selçuklular bütün bölgeyi ele geçirmişlerdi. Eskiden muzaffer olan şia, şimdi ancak hoşgörülen ve çoğu zaman takibata uğrayan bir doktrinden ibaret hale gelmişti.
İranlı din adamlarının arasında büyüyen Hasan bu duruma, isyan etmektedir. 1071’de şia mezhebinin son kalesi Mısır’a gidip yerleşmeye karar verir. Fakat Nil ülkesinde keşfettikleri hiç hoşuna gitmez. Yaşlı Fatımi halifesi el-Mustansir, Abbasi rakibinden de kukladır. Sarayından, el-Efdal’in babası ve selefi Ermeni vezir Bedrülcemali’nin izni olmadan çıkmaya cesaret edememektedir. Hasan, Kahire’de onun özlemlerini paylaşan ve onun gibi şii hilafetini ıslah etmeyi ve Selçuklulardan intikam almayı isteyen çok sayıda köktendinci bulur.
Kısa bir süre sonra önderi halifenin büyük oğlu Nizar’ın olduğu gerçek bir hareket şekillenir. Dindar olduğu kadar cesur da olan Fatımi veliahdı, kendini saray zevklerine vermeye ve bir vezirin elinde kukla olmaya hiç hevesli değildir. Babasının eli kulağında olan ölümünden sonra, tahta geçecek ve Hasan ile arkadaşlarının yardımıyla şiilere yeni bir altın çağ yaşatacaktır. Baş mimarının Hasan olduğu çok dikkatli bir plan hazırlanır. İranlı militan Selçuklu imparatorluğunun kalbine yerleşerek, alanı, Nizar’ın tahta geçer geçmez girişeceği yeniden fetih harekâtına hazırlayacaktır.
Hasan bütün başarıları aşan başarılar elde eder, ama bunlara erdemli Nizar’ın düşündüğünden çok farklı yöntemlerle ulaşır. 1090 yılında, Hazar denizinin yakınlarındaki hemen hemen ulaşılamaz bir alanda, Elbruz sıradağlarında yer alan “Kartal Yuvası” Alamut kalesini, içindekileri gafil avlayarak ele geçirir. Böylece ele geçirilmesi olanaksız bir tapınağa sahip olan Hasan, etkinliğinin ve disiplin anlayışının tarihte bir eşinin daha olmayacağı dinsel-siyasal bir örgütü kurmaya başlar.
Tarikata mensup olanlar, eğitim düzeylerine, güvenirliklerine ve cesaretlerine göre, çıraktan üstadı azama kadar derecelere ayrılmışlardır. Bunlar yoğun beyin yıkama dersleri kadar bedensel idmanlardan da geçmektedirler. Düşmanlarının üzerinde dehşet yaratmak üzere, Hasan’ın tercih ettiği silah cinayettir. Tarikat mensupları tek tek veya daha nadir olmak üzere ikili veya üçlü gruplar halinde, seçilmiş bir kişiyi öldürmek üzere gönderilmektedirler. Bunlar çoğu zaman tüccar veya çilekeş derviş kılığına girmekte, cinayetin işleneceği kenti dolaşmakta, kurbanlarının yaşadıkları yerleri ve alışkanlıklarını bellemekte, planlarını yaptıktan sonra da darbelerini indirmektedirler. Fakat hazırlıkların çok gizli sürdürülmesine rağmen, icraatın halkın gözü önünde cereyan etmesi gerekiyordu. Bu nedenle, cinayet yeri cami, tercihli gün cuma ve genelde öğle saatiydi. Hasan’a göre, cinayet sadece bir hasmından kurtulmanın yolu olmayıp, herşeyden önce halka verilen çifte bir derstir: Öldürülen kişinin cezalandırılması dersi ve fedai adı verilen icracı tarikat mensubunun kendini kahramanca feda etmesinin dersi, çünkü bu kişi hemen her seferinde hemen oracıkta öldürülüyordu.
Tarikat mensuplarının soğukkanlılıkla öldürülmeye razı olmaları, o çağ insanlarının onların haşhaşla uyuşturulduklarına inanmalarına yol açmış, bu da onların adının “haşhaşiyun” olmasına yol açmıştır. Bu kelime kısa bir süre sonra “Assasin” (Katil) haline gelecek ve birçok Batı dilinde yer alacaktır. Bu varsayım doğru olabilir, ama tarikata ilişkin her konuda gerçekle efsaneyi birbirinden ayırmak zordur. Acaba Hasan, kendilerini bir an için cenette sansınlar ve böylece şehadete hazır olsunlar diye tarikat mensuplarını uyuşturucuya mı yöneltiyordu? Yoksa daha adi bir şekilde olmak üzere, onları sürekli kendine bağımlı tutmak için bazı uyuşturuculara mı alıştırıyordu?
Acaba onlara, sadece cinayet sırasında gevşemesinler diye bir uyarıcı mı veriyordu? Yoksa onların gözü kapalı imanlarına mı güveniyordu? Cevap her ne olursa olsun, bir tek bu varsayımlar bile, Hasan gibi olağanüstü bir örgütçüyü takdir etmek olmaktadır.
Zaten başarısı göz kamaştırıcı olmuştur. Tarikatının kurulmasından iki yıl sonra, 1092’de işlenilen ilk cinayet tek başına bir destandır. Selçuklular o sırada güçlerinin zirvesindedirler. Ama imparatorluklarının temel direği, Türk savaşçılar tarafından fethedilen toprakları otuz yıl içinde gerçek bir devlet halinde örgütleyen adam, sünni iktidarının yeniden doğmasının ve şiaya karşı mücadelesinin mimarı, yalnızca adı bile eseri hakkında ipucu veren yaşlı bir vezirdir: Nizamülmülk. “Devletin düzeni”. 14 Ekim 1092’de, Hasan’ın müritlerinden biri onu bir bıçak darbesiyle öldürmüştür. İbn el-Esir, Nizamülmülk katledilince devlet parçalandı, diyecektir. Bundan sonra Selçuklu imparatorluğu bir daha hiç bütünleşemeyecektir. Artık tarihinin kilometre taşları fetihler değil de, bitmez tükenmez veraset savaşları olacaktır. Hasan, Mısır’daki arkadaşlarına “görev tamamlandı” demiş olabilir. Artık Fatımilerin kaybettikleri yerleri geri almalarının yolu açılmıştır. İş Nizar’a düşmektedir. Fakat Kahire’deki ayaklanma kısa sürmüş, vezirliği babasından miras alan el-Efdal, 1094’te Nizar’ın dostlarını acımasızca ezmiş, onun da üzerine canlı canlı duvar ördürtmüştür.
Hasan kendini beklenmedik bir durum karşısında bulmuştur. Şii halifeliğinin ıslah edilmesinden vazgeçmemiştir, ama bunun zaman alacağını bilmektedir. Sonuç olarak stratejisini değiştirmiştir: Resmi İslam ile dinsel ve siyasal temsilcilerini kökünden yıkma işini sürdürürken, artık özerk bir mülk haline getireceği bir yerleşme yeri aramaktadır. Minik ve hasım devletler halinde parçalanmış Suriye’den daha iyisi olabilir mi? Fatımi halifeliğinin uyuşukluğundan kurtulacağı güne kadar ayakta kalması için, tarikatın buraya sızması, bir kenti diğerine, bir emiri diğerine karşı oynaması yeterli olacaktır.
Hasan, Suriye’ye esrarlı bir “hekim-müneccim” olan İranlı bir vaiz göndermiş, o da Halep’e yerleşerek, Rıdvan’ın güvenini kazanmayı başarmıştır. Müritler kentte dolaşmaya, doktrinlerini vaaz etmeye, hücreler oluşturmaya başlamışlardır. Selçuklu beyinin dostluğunu kaybetmemek için, başta onun siyasal hasımlarından bazılarını katletmek gibi aşağılık işlerde ona hizmet etmekten kaçınmamaktadırlar. “Hekim-müneccim” 1103’te ölünce, tarikat Rıdvan’ın yanına hemen bir İranlı danışman yollamıştır: Kuyumcu Ebu-Tahir. Bunun etkisi, kısa sürede öncekininkinden de ezici hale gelmiştir. Rıdvan tamamen onun etkisi altındadır ve Kemaleddin’e göre, artık hiçbir Halepli, beyin çevresine sızmış olan sayılamayacak kadar çok müritlerden birinden geçmeden hükümdardan en küçük bir lütuf elde edememekte veya idareyle olan bir sorununu çözememektedir.
Fakat haşhaşiyunlardan, tam da bu güçlerinden ötürü nefret edilmektedir. En başta İbn el-Haşab, onların faaliyetlerine son verilmesini aralıksız talep etmektedir. Onların yalnızca nüfuz ticareti yapmalarını değil, aynı zamanda ve özellikle Batılı istilacılara yakınlık göstermelerini kınamaktadır.
Ne kadar çelişkili olsa da, bu itham doğrulanmışa benzemektedir. Frenkler geldiğinde, Suriye’ye henüz yerleşmeye başlamış olan haşhaşiyun müritlerine “batınîler” denilmiştir, yani “halkın önünde gözüktüklerinden farklı bir inanç taşıyanlar”. Bu ifade, bu müritlerin ancak görünüşte Müslüman olduklarına imâ etmektedir. İbn el-Haşab gibi şiiler, zayıflamasına rağmen Arap dünyasındaki ipleri kopartmasından ötürü Hasan’ın müritlerine hiçbir sempati duymamaktadırlar.
Bütün Müslümanların nefret ettiği ve takibata uğrattığı haşhaşiyun, bunun sonucu olarak bir hıristiyan ordusunun hem Selçukluları, hem de Nizar’ı öldüren el-Efdal’i bozgun üstüne bozguna uğratmasından memnuniyetsizlik duymamaktadırlar. Rıdvan’ın Batılılara yönelik abartılı uyumlu tutumunun, kısmen “batıniler”in tavsiyelerinden kaynaklandığında hiçbir kuşku yoktur.
İbn el-Haşab’a göre, haşhaşiyun ile Frenkler arasında varolan birlikte hareket, ihanetle eşdeğerlidir. Bu doğrultuda da davranmıştır. Rıdvan’ın 1113 sonundaki ölümünü izleyen katliamlar sırasında, batıniler sokak sokak, ev ev kıstırılmışlardır. Bazıları kalabalık tarafından linç edilmiş, diğerleri surlardan aşağı atılmıştır. Yaklaşık 200 tarikat mensubu bu şekilde ölmüştür ve aralarında kuyumcu olan Ebu-Tahir de vardır. Ancak İbn el-Kalanissi, çoğu kaçmayı başararak Frenklere sığındı veya ülkeye dağıldığını belirtmektedir.
İbn el-Haşab, haşhaşiyunun Suriye’deki başlıca kalelerini onlardan istediği kadar kopartıp alsın, onların şaşırtıcı kariyerleri henüz yeni başlamaktadır. Başarısızlığından ders alan tarikat taktiğini değiştirmiştir. Hasan, Suriye’ye Behram adında yeni bir İranlı propagandacı göndermiştir; bu adam bütün büyük eylemleri geçici olarak askıya almaya ve özenli ve gizli bir örgütlenme ve sızma faaliyetine girişmeye karar vermiştir.
Şamlı vakanüvis şöyle anlatmaktadır: Behram çok büyük bir gizlilik içinde yaşıyor ve kıyafet değiştiriyordu, bunu öylesine iyi yapıyordu ki, hiçkimse kim olduğundan kuşku duymadan kentlerde ve kalelerde dolaşıyordu. Birkaç yıl içinde, yeraltından çıkmayı düşünmesine izin verecek kadar güçlü bir şebekeye sahip hale gelmiştir. Bu konuda, Rıdvan’ın yerine geçen kişi onun büyük koruyucusu olmuştur.
İbn el-Kalanissi, Behram bir gün Şam’a gitti, atabey Tuğtekin onun ve çetesinin kötülüklerine karşı tedbir olsun diye ona hüsnükabul gösterdi. Ona saygı gösterildi ve gözü açık muhafızlar tarafından korundu. Suriye başkentinin ikinci adamı vezir Tahir el-Mazdegâni, onun tarikatına mensup olmamasına rağmen Behram’la anlaştı ve onun melanet kementlerini dört bir yana atmasına yardım etti, diyor.
Bu sayede, Hasan es-Sabbah’ın Alamut sığınağında 1124’te ölmesine rağmen, haşhaşiyunu faaliyeti büyük bir artış göstermiştir. İbn el-Haşab’ın öldürülmesi münferit bir olay değildir. Bundan bir yıl önce, davaya ilk başlarda katılmış başka bir “sarıklı direnişçi” onların darbeleri altında can vermişti. Bütün vakanüvisler, onun öldürülmesini tumturaklı bir şekilde aktarmaktadırlar, çünkü Frenk istilasına karşı ilk öfke hareketini 1099 Ağustos başında yönetmiş olan adam, artık Müslüman dünyasının en büyük otoritelerinden biri haline gelmişti. Bağdat kazülkuzatı (kadılar kadısı), İslamın şanı Ebu-Saad el-Haravi’nin, Hamedan’daki Ulucami’de batınîlerin saldırısına uğradığı haberi Irak’tan gelmiştir. Batınîler onu bıçaklayarak öldürmüşler, sonra hiçbir iz veya ipucu bırakmadan kaçmışlardır ve herkes onlardan korktuğu için izleyen de olmamıştır. Cinayet, el-Haravi’nin uzun bir süre yaşadığı Şam’da çok büyük bir öfke yaratmıştır. Özellikle dinsel ortamlarda olmak üzere, haşhaşiyunun faaliyeti artan bir husumet uyandırmıştır. Müminlerin en iyilerinin kalpleri üzüntüyle doludur, ama konuşmaktan kaçınmaktadırlar, çünkü batıniler kendilerine direnen herkesi öldürmeye ve sapıklıklarını onaylayan herkesi desteklemeye başlamışlardır. Ne emirler, ne vezir, ne sultan, hiç kimse onları açıkça kınamaya cüret edememektedir.
Bu dehşet doğrulanmıştır. Halep ve Musul’un güçlü efendisi el-Porsuki de, 26 Kasım 1126’da haşhaşiyunun korkunç intikamına uğramıştır.
Fakat İbn el-Kalanissi bu işe şaşırmıştır, çünkü:
Emir muhafızlarına güvenmekteydi. Ne bir kılıcın, ne bir bıçağın delebileceği örme bir zırh giyiyordu ve etrafı tepeden tırnağa silahlı adamlarla çevriliydi. Fakat kaderin önüne geçilemez. El-Porsuki her zaman olduğu gibi cuma namazını kılmak için Musul Ulucamiine gitmişti. İdam kaçkınları, dervişler gibi giyinmiş olarak, kimsenin kuşkusunu uyandırmadan bir köşede namaz kılıyorlardı. Birdenbire onun üstüne atıldılar ve örme zırhını delemeden birçok bıçak darbesi indirdiler. Batınilerden biri bıçakların emire işlemediğini görünce bağırdı, “yukarıya, başına vurun!”. Vurdukları darbelerden bir kısmı boğazına geldi ve onu yaralar içinde bıraktı. El-Porsuki şehit oldu ve katilleri idam edildiler.
Haşhaşiyunun tehdidleri hiç bu kadar ciddi olmamıştır. Söz konusu olan artık basit bir hırpalama harekâtı değil de, tam Frenk istilasına karşı koymak üzere bütün enerjisini toplamaya ihtiyaç duyduğu sırada, Arap dünyasını kemiren gerçek bir cüzzamdır. Zaten kara dizi sürmüştür: El-Porsuki’nin ölümünden birkaç ay sonra, onun yerine geçmiş olan oğlu da cinayete kurban gitmiştir. Bu olaydan sonra, Halep’te dört rakip emir iktidar için kavgaya tutuşmuştur ve İbn el-Haşab da artık belli bir tutarlık sağlamak üzere yoktur. 1127’de kent anarşiye yuvarlanırken, Frenkler yeniden surların dibinde belirmişlerdir.
Antakya’nın yeni bir hükümdarı vardır; büyük Bohémond’un oğlu, on sekiz yaşında sarışın bir dev, aile mülkünü devralmak üzere ülkesinden gelmiştir. Babasının adına ve özellikle de coşkulu karakterine sahiptir. Halepliler ona hemen haraç ödemişlerdir ve en kötümserleri, onun kenti fethedecek kişi olduğunu söylemeye başlamışlardır.
Şam’daki durum daha az dramatik değildir. Yaşlanan ve hasta olan atabey Tuğtekin, haşhaşiyun üzerinde artık hiçbir denetime sahip değildir. Onların kendi silahlı milisleri vardır, yönetim ellerine geçmiştir ve onlara her şeyiyle sadık olan vezir el-Mazdegâni Kudüs’le sıkı ilişkiler yürütmektedir. II. Baudouin kendi cephesinden, kariyerini Suriye’nin büyük kentini alarak taçlandırma niyetini artık saklamamaktadır. Haşhaşiyunun kenti Frenklere teslim etmelerini hâlâ engelleyen tek şey, Tuğtekin’in varlığıymışa benzemektedir. Fakat bu erteleme kısa süreli olacaktır. Atabey 1128 başında gözle görülür bir şekilde zayıflamakta ve artık ayağa kalkamamaktadır. Başucunda entrikalar gırla gitmektedir. Oğlu Tacülmülk Börü’yü ardılı olarak belirledikten sonra, 12 Şubatta ölmüştür. Şamlılar artık, kentlerinin düşmesinin yalnızca bir zaman sorunu olduğuna inanmışlardır.
Arap tarihinin bu kritik dönemini bir yüzyıl sonra anlatan İbn el-Esir, haklı olarak şöyle yazacaktır:
Tuğtekin’in ölümüyle, Frenklere karşı çıkabilecek sonuncu kişi yokolmuştur, Onlar da artık Suriye’nin tümünü işgâl edebilecek gibi gözükmekteydiler. Fakat tanrı, sonsuz iyiliği içinde Müslümanlara merhamet etti.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder