ZAFER (1146 - 1187)
SELAHADDİN’İN GÖZYAŞLARI
Çok uzağa gidiyorsun Yusuf. Sen Nureddin’in bir hizmetkârından başka birşey değilsin ve şimdi iktidarı tek başına ele geçirmeye kalkışıyorsun. Hiç hayale kapılma, çünkü seni hiçten çıkardığımız gibi, oraya geri yollamayı da biliriz!
Bu uyarılar, Halep’in önde gelenleri tarafından Selahaddin’e birkaç yıl sonra gönderilseydi saçma olurdu. Ama 1174’te, Kahire’nin efendisi ortaya Arap Doğu aleminin baş kişisi olarak çıkmaya başlarken, liyakatini herkes bilmemektedir. Nureddin’in yakın çevresinde, o yaşarken de, öldükten sonra da Yusuf’un adı bile telaffuz edilmemektedir. Onu belirtmek için, “sonradan görme”, “hayırsız”, “nankör” veya çoğunlukla “küstah” gibi kelimeler kullanılmaktadır.
Selahaddin genellikle küstah olmaktan kaçınmıştır, ama şansı kesinlikle küstahtır. Ve hasımlarını asıl bu kızdırmaktadır. Çünkü bu otuz altı yaşındaki Kürt subay, hiçbir zaman hırslı biri olmamıştır ve onun başlangıç dönemini gözlemiş olanlar, eğer kaderi onu sahnenin önüne çıkartmasaydı, rahatlıkla çok sayıdaki emirlerden biri olmakla yetinebileceğini bilmektedirler.
Mısır’a kendine rağmen gitmiş, fetih sırasında küçük bir rol oynamıştır; ve silikliğinden ötürü zirveye tırmanmıştır.
Fatımileri düşürmeye cüret edemezdi, ama bu yönde bir karar almaya zorlanınca, kendini Müslüman hanedanlarının en zengininin mirasçısı olarak bulmuştur. Ve Nureddin onu olması gereken yere iade etmek istediğinde, Yusuf’un direnmesine bile gerek kalmamıştır; efendisi ardıl olarak topu topu on bir yaşında bir yeniyetmeyi, es-Salih’i bırakarak ebediyen göçmüştür.
İki ay kadar sonra, 11 Temmuz 1174’te Amaury de, güçlü bir Sicilya donanmasının desteğiyle Mısır’ı istila etmeye bir kez daha hazırlanırken dizanteriye kurban giderek ölmüştür. Krallığı, lanetlerin en dehşetlisi olan cüzzama yakalanmış 13 yaşındaki bir genç olan oğlu IV. Baudouin’e bırakmıştır. Bütün Doğu aleminde, Selahaddin’in önlenemez yükselişine karşı çıkabilecek tek bir hükümdür kalmıştır. Bu, rum imparatoru Manuel’dir.
Nitekim o da Suriye’nin efendisi olma düşü kurmakta ve Mısır’ı Frenkler’in yardımıyla istila etmek istemektedir. Fakat sanki dizi tamamlanıyormuşçasına, Nureddin’i on beş yıl boyunca felç eden güçlü Bizans ordusu, I. Kılıçarslan’ın oğlu II. Kılıçarslan tarafından 1176’da Myriokephalon’da ezilmiştir. Manuel kısa bir süre sonra ölecek ve Doğu Hıristiyan imparatorluğu anarşiye yuvarlanacaktır.
Selahaddin’e methiye düzenlere, bu ard arda gelen beklenmedik olaylarda tanrının parmağını görmelerinden ötürü kızmak gerekir mi? Tanrı? Yusuf, talihinin payını hiçbir zaman kendi hesabına geçirmeye çalışmamıştır. Tanrıya dua ederken hep “amcam Şirkuh”a ve “efendim Nureddin”e şükranlarını belirtmiştir. Selahaddin’in yüceliğinin bir miktarının da tevazudan kaynaklandığı doğrudur.
Selahaddin bir gün yorulmuştu ve dinlenmek istiyordu, memlûklerinden (köle) biri yanına geldi ve imzalaması için bir kâğıt uzattı. Sultan, “bitkinim, bir saat sonra gel” dedi. Ama adam ısrar etti. Kâğıdı neredeyse Selahaddin’in gözüne sokarken ona şöyle dedi: “Efendi imzalasın”. Sultan şöyle cevap verdi: “Amma hokkam yanımda değil”. Çadırının girişine oturmuştu ve memlûk içeride bir hokka bulunduğunu farketti. “İşte hokka çadırın dibinde”, dedi, bunun anlamı, Selahaddin’e, bizzat gidip hokkayı almasını emrettiğiydi, başka birşey değil. Sultan arkasına döndü, hokkayı gördü ve şöyle dedi: “Hay Allah, doğru”. Bunun üzerine arkaya uzandı, sol koluna yaslandı ve sağ eliyle hokkayı aldı. Sonra kâğıdı imzaladı.
Selahaddin’in bir kâtibi ve hayat hikâyesi yazarı olan Bahaeddin tarafından aktarılan bu olay, onu döneminin, aynı zamanda bütün dönemlerin hükümdarlarından farklı kılan şeyin ne olduğunu çarpıcı bir şekilde aydınlatmaktadır: en güçlülerden daha güçlü olduğunda bile, basit insanlarla beraberken mütevazi olmak. Vakanüvisleri, hiç kuşkusuz onun cesaretini, adaletini, cihad konusundaki coşkusunu dile getirmektedirler, ama anlatıları boyunca daha duygulandırıcı, daha insani bir imge aralıksız belirmektedir. Bahaeddin şöyle anlatmaktadır:
Frenkler’e karşı seferin tam göbeğindeyken, Selahaddin yakın adamlarını yanına çağırdı. Elinde henüz okuduğu bir mektup tutuyordu ve konuşmaya kalkışınca hıçkırıklara boğuldu. Onu böyle görünce biz de kendimizi tutamayıp ağladık, oysa söz konusu olanın ne olduğunu bilmiyorduk. Nihayet gözyaşlarının boğduğu bir sesle, “yeğenim Takiyeddin ölmüş” dedi. Ve hüngür hüngür ağlamaya başladı, tabii biz de. Kendimi toparlayıp şöyle konuştum: “Hangi seferin içinde olduğumuzu unutmayalım ve kendimizi gözyaşlarına bıraktığımız için tanrıdan af dileyelim”. Selahaddin beni onayladı. “Evet, Tanrı beni affetsin, tanrı beni affetsin,” dedi. Bunu birçok kere tekrarladı, sonra şöyle dedi: “Olan bitenden kimsenin haberi olmasın. Bunun arkasından, gözlerini yıkamak için gülsuyu getirtti”.
Selahaddin’in gözyaşları yalnızca yakınları öldüğünde akmamaktadır. Bahaeddin şunları hatırlamaktadır:
Bir gün sultanla birlikte Frenkler’e doğru at koştururken, ordunun izcilerinden biri göğsünü yumruklayıp hıçkıra hıçkıra ağlayan bir kadınla birlikte bize doğru ilerledi, izci, “Kadın efendiyi görmek için Frenkler’in oradan çıktı, biz de getirdik” diye açıkladı. Selahaddin, çevirmeninden onu sorgulamasını istedi. Kadın şöyle dedi: “Dün Müslüman hırsızlar çadırıma girdiler ve küçük kızımı çaldılar. Bütün gece ağladım, bunun üzerine şeflerim bana şöyle dediler: ‘Müslümanların kralı merhametlidir, onun yanına gitmen için sana izin vereceğiz, sen de ondan kızını isteyebilirsin’. Böylece geldim ve bütün umudumu sana bağladım. Selahaddin duygulandı ve gözleri yaşardı. Kızı bulması için birini esir pazarına gönderdi ve bir saat geçmeden bir süvari, kız sırtında olduğu halde geldi. Onları görür görmez, anne kendini yere attı, yüzünü kumlara sürdü ve bütün oradakiler duygulanıp ağladılar. Kadın göğe doğru baktı ve anlaşılmaz şeyler söylemeye başladı. Sonra kızı ona verildi ve Frenkler’in kampına kadar ona eşlik edildi.
Selahaddin’i tanımış olanlar, fizik yapısını -kısa boylu, ince, kısa ve düzgün sakallı- anlatmakla pek uğraşmayarak, çehresinden, düşünceli ve biraz melankolik çehresinden söz etmeyi tercih etmektedirler. Bu çehre, aniden rahatlatıcı bir gülümsemeyle aydınlanarak, muhatabına güven vermektedir. Selahaddin, konuklarına karşı her zaman nazik olmuş, onların yemeğe kalması konusunda ısrar etmiş, onları kâfir olsalar bile her zaman pohpohlamış ve bütün ihtiyaçlarını gidermiştir. Onu ziyarete gelen birinin hayal kırıklığı içinde ayrılmasına tahammül edemezdi ve bazıları da bundan yararlanmayı sektirmemişlerdir. Bir gün, Frenkler’le bir barış dönemi esnasında, Antakya’nın efendisi “brens”, Selahaddin’in çadırının önüne habersiz gelmiş ve sultanın dört yıl önce aldığı bir bölgeyi geri vermesini istemiştir ve Selahaddin burayı ona vermiştir.
Görüldüğü üzere, Selahaddin’in cömertliği bazen bilinçsizliğe varmaktadır. Bahaeddin’in açıkladığına göre:
Hazinedarları beklenmedik durumlar için her zaman bir yana bir para saklarlardı, çünkü efendilerinin böylesine bir ihtiyattan haberi olduğunda onu hemen harcayacağını bilirlerdi, bu tedbire rağmen, Sultan öldüğünde devlet hazinesinde Sûr kaynaklı bir altın külçeyle kırk yedi dirhem gümüşten başka birşey yoktu.
Bazı çalışma arkadaşları onun savurganlığını eleştirdiklerinde, Selahaddin rahat bir gülümsemeyle şöyle karşılık vermekteydi: “Bazı insanlar için para kumdan daha değerli değildir”. Nitekim zenginlik ve lüksü samimiyetle küçümserdi ve Fatımi halifelerinin masalsı sarayı onun eline geçtiğinde, buraya emirlerini yerleştirmiş, kendi ise, vezirlere tahsis edilen daha mütevazi konağa yerleşmiştir.
Bu, Selahaddin ile Nureddin arasındaki benzerlikleri gösteren çok sayıdaki çizgiden bir tanesidir. Fakat hasımları onun efendisinin soluk bir taklitçisinden başka birşey olmadığını söyleyeceklerdir. Gerçekte başkalarıyla, özellikle de askerleriyle olan temaslarında, öncelinden çok daha sıcak gözükmeyi bilmiştir. Dinin hükümlerine harfiyen uymuşsa da, Zengi’nin oğlunun bazı tavırlarını belirleyen şu hafif yobaz yan onda ortaya çıkmamıştır. Selahaddin’in kendini genelde onun kadar kısıtladığı, fakat başkalarına karşı onun kadar talepçi olmadığı söylenebilir. Oysa, ister “sapkınlar”, isterse bazı Frenkler söz konusu olsun, İslama küfür edenlere karşı öncelinden çok daha acımasız olmuştur. Bu kişilik farklılıklarının dışında, Selahaddin, özellikle kariyerinin başlangıcında olmak üzere, Nureddin’in belirleyici kişiliğinin çok etkisinde kalmıştır. Selahaddin, ona lâyık bir ardıl olduğunu gösterebilmek için, onunla aynı amaçları aralıksız izlemiştir: Arap dünyasını birleştirmek; Müslümanları, güçlü bir propaganda şebekesiyle manevi olduğu kadar, işgâl altındaki toprakları geri alabilmek üzere askeri olarak da seferber etmek.
Emirler 1174 yılında Şam’da genç es-Salih’in etrafında toplanarak, Selahaddin’e kafa tutmanın en iyi yolunun ne olacağını tartışır ve hatta Frenkler’le ittifak yapmayı bile düşünürlerken, Kahire’nin efendisi onlara gerçek bir meydan okuma mektubu gönderir.
Nureddin’le çatışmasının yüce bir şekilde gizlendiği bu mektupta, kendini hiç tereddütsüz, efendisinin eserini devam ettiren kişi ve onun mirasının sadık muhafızı olarak sunar.
Eğer müteveffa meliğimiz, aranızda benden daha fazla güvene lâyık birini bulsaydı, eyaletlerinin en önemlisi olan Mısır’ı ona vermez miydi? Hiç kuşkunuz olmasın ki, Nureddin bu kadar erken ölmeseydi, oğlunu eğitme ve gözetme işini bana verirdi. Oysa görüyorum ki, efendime ve oğluna hizmet edecek yegâne kişiler sizmişsiniz gibi davranıyor ve beni dışlamaya uğraşıyorsunuz. Ama ben yakında geleceğim. Efendimin anısını şereflendirmek üzere iz bırakacak işler yapacağım ve hepiniz kötü davranışınızdan ötürü cezalandırılacaksınız.
Burada artık geçmiş yılların ölçülü adamı görülmemektedir. Sanki efendisinin ölümü, onun uzun zamandır zaptettiği saldırganlığını serbest bırakmış gibidir. Koşulların olağandışı olduğu doğrudur, çünkü bu mesajın belirgin bir işlevi vardır: Selahaddin bu mesajla savaş ilân ederek, Müslüman Suriye’yi fethetmeye başlamıştır. Kahire’nin efendisi, bu mesajı yolladığı Ekim 1174 tarihinde, çoktan yedi yüz süvarinin başında Şam yolunu tutmuştur bile. Suriye başkentini kuşatmak için bu sayı azdır, ama Yusuf işini iyi hesaplamıştır. Onun mektubundaki çok özel saldırganlıktan korkuya kapılan es-Salih ve adamları Halep’e çekilmeyi tercih etmişlerdir. Frenkler’in topraklarından rahatsız edilmeden geçen ve artık “Şirkuh yolu” denilebilecek güzergâhı izleyen Selahaddin, Ekim sonunda Şam’a varmıştır. Kentte, ailesine bağlı adamlar, onu karşılamak üzere kapıları açmak için acele etmektedirler.
Tek bir kılıç sallamadan elde ettiği bu zaferinden cesaret alarak atılımını sürdürmüştür. Şam garnizonunun komutasını kardeşlerinden birine bırakarak Orta Suriye’ye yönelmiş ve Hıms ile Hama’yı ele geçirmiştir. İbn el-Esir’in dediğine göre, bu yıldırım harekâtı esnasında Selahaddin, Nureddin’in oğlu melik es-Salih adına hareket ettiği iddiasındaydı. Amacının ülkeyi Frenkler’e karşı savunmak olduğunu söylüyordu. Zengi hanedanına sadık olan Musullu vakanüvis, ikiyüzlü olmakla suçladığı Selahaddin’e karşı en azından kuşkulu bir bakışa sahiptir. Tamamen haksız değildir. Nitekim düzme melik rolü oynamak isteyen Selahaddin, kendini es-Salih’in koruyucusu olarak sunmaktadır. “Bu delikanlı, her halükârda tek başına yönetemez. Ona bir lala, bir naip gerekiyor, ve bu rolü oynama konusunda benden daha iyi konumda olan yok” demektedir. Zaten ev sahibine, sadakati konusunda güvence vermek üzere bir mektup yollamış, Kahire ve Şam camilerinde onun adına hutbe okutmuş, parayı onun adına bastırtmıştır.
Genç hükümdar bu hareketlerden hiç etkilenmemiştir. Selahaddin Aralık 1174’te, “melik es-Salih’i danışmanlarının kötü etkilerinden korumak için” Halep’i kuşattığında, Nureddin’in oğlu kent halkını toplayarak onlara duygulu bir söylev vermiştir: “Şu gayriadil ve nankör adama bakınız, tanrıya ve insanlara hiç saygısı yok, ülkemi elimden almak istiyor. Ben yetimim ve sizi çok sevmiş olan babamın anısına beni savunmanız konusunda size güveniyorum”. Çok derinlemesine etkilenen Halepliler, “nankör”e karşı sonuna kadar direnmeye karar vermişlerdir. Es-Salih’le doğrudan çatışmaya girmekten kaçınan Selahaddin, kuşatmayı kaldırmıştır. Buna karşılık, kendini “Mısır ve Suriye meliği” ilân ederek, artık hiçbir efendiye bağlı olmamaya karar vermiştir. Vakanüvisler ona ayrıca sultan ünvanını da vereceklerdir, ama kendisi bunu hiç kullanmayacaktır. Selahaddin Halep surlarının dibine birkaç kere daha gelecek, ama Nureddin’in oğluyla kılıç şakırdatmaya hiç girmeyecektir.
Es-Salih’in danışmanları, bu sürekli tehdidi uzaklaştırmak için haşhaşiyunun yardımlarına başvurmaya karar verirler. Reşideddin Sinan’la temasa geçerler, o da onları Yusuf’tan kurtarmaya söz verir, “dağın ihtiyarı”, Fatımi hanedanının mezar kazıcısıyla olan hesabını görmekten başka birşey istememektedir. İlk suikast 1175 başında gerçekleşir: bazı haşhaşiyun Selahaddin’in kampına girer, çadırına kadar ulaşırlar, bir emir onları tanır ve yollarını keser. Ağır yaralanır, ama alarm verilmiştir. Muhafızlar koşar ve sıkı bir mücadeleden sonra batıniler öldürülür. Bu, olayı ertelemekten başka bir sonuç vermez. 22 Mayıs 1176’da Selahaddin gene Halep bölgesinde sefere çıkmışken, bir haşhaşiyun müridi çadırına girer ve kafasına bir bıçak darbesi indirir. Sonuncu suikastten beri teyakkuz halinde olan Sultan, fesinin altına örme zırhtan bir başlık giyme adedini edinmiştir. Katil bunun üzerine kurbanının boynuna saldırır. Fakat bıçak burada da etkisiz kalır, Nitekim Selahaddin, yüksek yakası örme zırhla güçlendirilmiş kalın kumaştan bir entari giymektedir. Bunun üzerine ordudaki emirlerden biri gelir, bir eliyle bıçağı tutar ve diğer eliyle de batıniye vurur, o da yere düşer. Selahaddin daha yerinden kıpırdamaya vakit bulamadan bir ikincisi, sonra bir üçüncüsü üstüne atılır.
Ama muhafızlar gelmişlerdir ve saldırganlar öldürülür. Yusuf, çadırdan ürkmüş ve hâlâ bir şey olmadığına afallamış bir şekilde, sendeleyerek çıkar.
Kendini topladığında, haşhaşiyuna inlerinde, Sinan’ın on kadar kaleyi denetlediği Orta Suriye’de saldırmaya karar verir. Selahaddin, bu kalelerin en korkutucu olanını, dik bir dağa tünemiş Masyaf kalesini kuşatacaktır. Fakat 1176 yılının bu Ağustos ayında Haşhaşiyun ülkesinde cereyan edenler herhalde bir esrar olarak kalacaklardır. İbn el-Esir’e ait olan birinci versiyona göre, Sinan, Selahaddin’in dayısına bir mektup göndererek, hanedanın bütün üyelerini öldürtmeye yemin etmiştir. Tarikattan gelen, üstelik sultana yönelik iki suikast girişiminden sonra gelen bu tehdidi hafife almak olanaksızdır. Bu durumda Masyaf kuşatmasına son verilmiştir.
Fakat olayların ikinci bir versiyonu bizzat haşhaşiyundan gelmektedir. Bu anlatım, tarikatın bize ulaşan nadir yazılı kaynaklarından biri olan, Ebu-Firaz adında bir müridin imzasını taşıyan bir anlatıda yer almaktadır. Ona göre, Masyaf kuşatıldığı sırada burada olmayan Sinan, iki arkadaşla birlikte komşu bir tepeye yerleşerek, harekâtın gelişimini izlemeye başlamış; Selahaddin de adamlarına onu yakalama emrini vermiştir. Kalabalık bir birlik Sinan’ı kuşatmıştır, ama askerler ona yaklaşmaya uğraştıklarında, organları esrarlı bir güç tarafından felç edilmiştir. “Dağın ihtiyarı” bunun üzerine onlara, sultanla kişisel ve özel olarak görüşmek istediğini bildirmelerini söylemiş, dehşete kapılan askerler olanı biteni efendilerine anlatmak için koşmuşlar ve bunları hiç de iyiye yormayan Selahaddin, bütün ayak izlerini belirlemek için çadırının etrafına kireç ve kül döktürtmüş, akşam olunca da, onu korumak üzere meşaleleri olan muhafızlar dikmiştir. Gece yarısı birdenbire sıçrayarak uyanmış, bir anlık bir zaman aralığında tanımadığı birinin çadırından dışarı süzüldüğünü farketmiş ve bunun Sinan olduğunu sanmıştır. Esrarlı ziyaretçi yatağın üzerine zehirli bir peksimet ile bir kâğıt bırakmıştır. Kâğıtta şunlar okunmaktadır: “Elimizdesin”. Selahaddin bunun üzerine bir çığlık atmış ve muhafızları koşup gelmişler, ama hiçbir şey görmediklerine yemin etmişlerdir. Selahaddin hemen ertesi gün kuşatmayı kaldırmış ve hızla Şam’a geri dönmüştür.
Bu öykünün fazla romanlaştırıldığından hiç kuşku yoktur, ama Selahaddin’in haşhaşiyuna yönelik siyasetini çok aniden değiştirdiği de kesin bir olgudur. Her cins sapkınlıktan iğrenmesine rağmen, batınilerin ülkesini tehdid etmeye bir daha asla kalkışmayacaktır. Bunun tamamen tersine, onlarla uzlaşmaya çalışarak, böylece hem Frenk, hem de Müslüman düşmanlarını değerli bir yardımcıdan mahrum bırakacaktır. Çünkü sultan Suriye’yi ele geçirmek için yürüttüğü mücadelede bütün kozları kendi elinde toplamaya karar vermiştir. Aslında Şam’ı ele geçirdiğinden beri, bu mücadeleyi görünüşte kazanmış gibidir, ama çatışma ne zaman biteceği belirsiz bir şekilde sürmektedir. Frenk devletlerine, Halep’e, gene Zengi’nin ardıllarından birinin yönetimi altında olan Musul’a ve Cezire ile Küçük Asya’daki çeşitli hükümdarlara karşı girişilmesi gereken bütün bu seferler tüketicidirler. Üstelik entrikacıların ve fesat kuranların cesaretini kırmak üzere düzenli olarak Kahire’ye gitmek zorundadır.
Durum ancak 1181’in sonunda, es-Salih belki de zehirlenerek, on sekiz yaşında aniden öldüğünde durulmaya başlamıştır. İbn el-Esir, onun son anlarını duygulu bir şekilde anlatmaktadır:
Durumu ağırlaşınca, hekimler ona biraz şarap içmesini tavsiye ettiler. Onlara şöyle dedi: “Bir hocanın fikrini almadan bunu yapamam”. Ulemanın önde gelenlerinden biri başucuna gelerek, dinin şarabın ilaç olarak kullanımına izin verdiğini açıkladı. Es-Salih sordu: “Eğer Allah hayatıma son vermeye karar verdiyse, beni şarap içerken görünce fikrini değiştireceğini gerçekten sanıyor musunuz?”. Din adamı hayır demek zorunda kaldı. Ölmek üzere olan (genç), “öyleyse yaradana miğdemde yasak bir gıda olduğu halde kavuşmak istemiyorum” diye konuştu.
Bundan bir buçuk yıl sonra, Selahaddin 18 Haziran 1183’te Halep’e resmen girer. Artık Suriye ve Mısır, Nureddin’in zamanında olduğu gibi itibari bir şekilde değil de, Eyyubi hükümdarının tartışılmaz otoritesi altında etkin bir şekilde birleşmişlerdir. Onları her gün biraz daha sıkıştıran bu güçlü Arap devletinin ortaya çıkışı, Frenkler’in merak uyandırıcı bir şekilde dayanışmaya yönelmelerine yol açmamıştır. Bunun tamamen tersi olmuştur. Cüzzamın korkunç bir şekilde sakatladığı Kudüs kralı iktidarsızlığa yuvarlanırken, iki rakip klan iktidarı ele geçirmek için mücadele etmektedir. Selahaddin’le anlaşma yanlısı olan birincisi, Trablus kontu Raymond’un yönetimi altındadır. Aşırı olan ikincisinin sözcüsü ise, eski Antakya prensi Renaud de Châtillon’dur.
Çok esmer, kartal burunlu, su gibi Arapça konuşan, islami metinleri dikkatle okuyan Raymond, eğer uzun boyu Batılı kökenlerini ele vermeseydi, bal gibi Suriyeli bir emir sanılabilirdi. İbn el-Esir şunları söylemektedir:
Bu durumda Frenkler arasında, Trablus beyi Raymond İbn Raymon es-Sanjili’den (Saint-Gilles soyundan) daha cesur ve daha bilge biri yoktu. Fakat bu adam çok hırslıydı ve hararetle kral olmak istiyordu. Bir süre naiplik yaptı, ama buradan hemen uzaklaştırıldı. Buna o kadar bozuldu ki, Selahaddin’e yazarak onun cephesine geçti ve ondan Frenkler’in kralı olmasına yardım etmesini istedi. Selahaddin buna sevindi ve Müslümanların elinde esir olan bazı Trablus şövalyelerini hemen serbest bıraktı.
Selahaddin Frenkler arasındaki bu iç uyuşmazlıkları dikkatle izlemektedir. Raymond’un yönetimindeki “Doğulu” akını Kudüs’te üste geliyormuş gibi olduğunda, buna rıza göstermiştir. IV. Baudouin, 1184’te cüzzamın son safhasına gelmiştir. Ayakları ve bacakları gevşemiş, gözlerinin feri sönmüştür. Ama ne cesareti, ne de sağduyusu eksilmiştir ve Selahaddin’le iyi komşuluk ilişkisi kurmaya çalışan Trablus kontuna güvenmektedir. Şam’ı o yıl ziyaret eden Endülüslü seyyah İbn Cübeyir, süren savaşa rağmen kervanların Kahire ile Şam arasında Frenk topraklarından geçerek düzenli bir şekilde gelip gitmelerine şaşırmıştır. “Hıristiyanlar, Müslümanlar hilesiz hurdasız uygulanan bir vergi ödetiyorlar” diye izlenimlerini anlatmaktadır. “Hıristiyan tüccarlar da, Müslüman topraklarından geçtiklerinde malları üzerinden bir vergi ödüyorlar. Aralarında tam bir anlaşma var ve eşitliğe uyuyorlar. Savaşçılar savaşlarıyla uğraşıyorlar, ama halk barış içinde kalıyor”.
Bu birlikte yaşamaya son vermekte hiç acelesi olmayan Selahaddin, hatta barış yolunda daha ileriye gitmeye hazır olduğunu bile belli etmektedir. Nitekim, cüzzamlı kral 1185 martında yirmi dört yaşında ölür, tahtı altı yaşındaki yeğeni V. Baudouin’e bırakır. Trablus kontu naipliği de, iktidarını pekiştirmek için zamana ihtiyacı olduğunu bildiğinden, bir barış yapmak üzere Şam’a elçiler gönderir. Kendini Batılılarla nihai çarpışmaya hazır hisseden Selahaddin, dört yıllık bir barış anlaşmasını kabul ederek, ne pahasına olursa olsun çarpışma peşinde olmadığını kanıtlar.
Fakat çocuk-kral, bir yıl sonra, Ağustos 1186’da ölünce, naibin durumu tartışmalı hale gelir. İbn el-Esir, Küçük kralın annesi, Batı’dan yeni gelmiş Guy adındaki bir Frenk’e tutulmuştu. Onunla evlenmişti ve çocuk ölünce, tacı kocasının başına koydu; patriği, rahipleri, keşişleri, Hospitalier ve Tempiler tarikatı mensuplarını, baronları çağırdı, onlara iktidarı Guy’ye aktardığını bildirdi ve ona itaat edeceklerine yemin ettirdi. Raymond reddetti ve Selahaddin’le anlaşmayı tercih etti. Bu Guy, hiçbir siyasal ve askeri yeteneği olmayan, her zaman son konuştuğu kişinin fikrine katılmaya hazır olan, tamamen silik, yakışıklı bir adam olan kral Guy de Lusignan’dır. Gerçekte, şefleri “brens Arnat”, Renaud de Châtillon olan “şahinler”in elinde bir kukladan başka birşey değildir.
Renaud, Kıbrıs’taki macerasından ve kuzey Suriye’deki aşırılıklarından sonra, on beş yılını Halep zindanlarında geçirmiş, 1175’te Nureddin’in oğlu tarafından serbest bırakılmıştır. Esareti, kusurlarını arttırmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Şimdi her zamankinden daha fanatik daha açgözlü, gözünü daha kan bürümüştür. Arnat, Araplar ile Frenkler arasında on yıllarca yıl süren savaş ve katliamların neden olduğundan daha büyük bir kini tek başına açığa çıkartacaktır. Serbest bırakıldıktan sonra, damatı II. Bohemond’un hüküm sürdüğü Antakya’yı geri almayı başaramamıştır. Bu durumda, Kudüs krallığına yerleşmiş, burada kendine Ürdün nehrinin doğusundaki toprakları, özellikle de güçlü Kerak ve Şevbek kalelerini drahoma olarak getiren dul bir kadınla hemen evlenmiştir. Templierler ve yeni gelen çok sayıda şövalyeyle hemen ittifak yaparak, Kudüs’te giderek artan bir nüfuza sahip hale gelmiştir ki, bunu bir tek Raymond, o da bir süre için dengelenebilmektedir. Renaud’nun dayatmaya uğraştığı siyaset, ilk Frenk istilası sırasındakidir: Araplarla aralıksız dövüşmek, hiç acımadan yağmalamak ve katletmek, yeni topraklar fethetmek. Ona göre her uyuşma, her anlaşma bir ihanettir. Hiçbir barışın, hiçbir sözün kendini bağlamadığını düşünmektedir. “Zaten Müslüman kâfirlere edilen yeminin değeri nedir ki?” diye hayasızca bir açıklaması da vardır.
1180’de Şam ile Kudüs arasında, bölgede mal ve insanların serbest dolaşımını güvence altına alan bir anlaşma imzalanmıştır. Bundan birkaç ay sonra, Suriye çölünü Mekke yönünde kateden ve zengin Arap tüccarlara ait olan bir kervan Renaud’nun saldırısına uğramış, kont mallara el koymuştur. Selahaddin, IV. Baudouin nezdinde şikayette bulunmuş, fakat o vassaline (bağımlısı, adamı) karşı bir cezalandırma harekâtına girişmeye cesaret edememiştir. 1182 sonbaharında daha vahim bir durum meydana gelmiştir: Arnat, bizzat Mekke’yi yağmalamaya karar vermiştir. O sıralarda Akabe körfezi üzerinde küçük bir Arap balıkçı limanı olan Elyat’tan gemiye binmiş, bazı Kızıldeniz korsanlarının rehberliğiyle kıyı boyunca inerek, Medine’nin limanı Yanboh’a, sonra da Mekke’den uzakta olmayan Rabig’e saldırmıştır. Renaud’nun adamları, Cidde’ye giden bir Müslüman hacı gemisini batırmışlardır. İbn el-Esir, herkes gafil avlanmıştı diye açıklamaktadır, çünkü bu bölgenin insanları, ne tüccar, ne de savaşçı hiçbir Frenk görmemişlerdi.
Başarılarından sarhoşa dönen saldırganlar, teknelerini ganimetle doldurmak için acele etmişlerdir. Ve Renaud topraklarına geri dönerken, adamları aylarca Kızıldeniz’de dolaşmışlardır. Selahaddin’in, o yokken Mısır’ı yöneten kardeşi el-Adil, bir filo donatmış ve yağmacıların peşine takılarak onları yoketmiştir. İçlerinden bazıları, kafaları halkın önünde kesilmek üzere Mekke’ye götürülmüşlerdir. Musullu tarihçi, kutsal yerleri kirletmeye kalkanlar için ibret alınacak bir ceza, diye sonuca varmaktadır. Bu çılgınca maceraya ilişkin haberler tabii ki Müslüman dünyasında dolaşmış ve Arnat artık Frenk düşmanın en çirkin yanının simgesi haline gelmiştir.
Selahaddin, Renaud’nun topraklarına birçok akın düzenleyerek karşılık vermiştir. Ama sultan, öfkesine rağmen yüceliğini muhafaza etmeyi bilmiştir.
Örneğin 1183 Kasımında, mancınıklarını Kerak kalesinin etrafına yerleştirmiş ve kaya parçalarıyla bombardımana başlamışken, kaleyi savunanlar ona içeride prensin düğününün sürmekte olduğunu bildirmişlerdir. Gelinin Renaud’nun üvey kızı olmasına rağmen, Selahaddin kuşatma altındakilerden gençlerin kalacakları daireyi göstermelerini istemiş ve adamlarına bu bölgeyi sakınmalarını emretmiştir.
Ancak bu cins davranışların Arnat’a karşı, ne yazık ki hiçbir yararı yoktur. Bilge Raymond tarafından bir an için etkisizleşitirildikten sonra, kral Guy’nin 1186 eylülünde tahta çıkmasıyla yeniden söz sahibi olmuştur. Bundan birkaç hafta sonra, varılan barışın daha iki buçuk yıl sürmesi gerektiğini bilmezden gelerek, Mekke yolunda sakin sakin ilerleyen büyük bir Arap hacı ve tüccar kervanının üzerine alıcı bir kuş gibi çökmüştür. Kervandaki silahlı adamları öldürmüş, kafilenin geri kalanını esir ederek Kerak’a götürmüştür. Bunlardan bazıları Renaud’ya barış anlaşmasını hatırlatmaya cüret edince, onlara meydan okur bir tavırla “Muhammediniz gelsin de sizi kurtarsın!” demiştir. Bu sözler birkaç hafta sonra Selahaddin’e aktarıldığında, Arnat’ı kendi elleriyle öldürmeye yemin edecektir.
Fakat sultan hemen o anda uygun zamanı beklemeye uğraşmaktadır. Anlaşmalar uyarınca esirleri serbest bırakması ve mallarını iade etmesi için Renaud’ya elçiler göndermiştir. Prens elçileri kabul etmeyi reddedince, onlar da Kudüs’e yönelmişler, burada onları kral Guy karşılamış ve vassalinin yaptıklarına müthiş şaşırdığını söylemiş, ama onunla çatışmaya girmeye cesaret edememiştir. Elçiler ısrar etmişlerdir: Prens Arnat’ın elindeki rehineler Kerak zindanlarında, bütün anlaşma ve yeminlere rağmen unutulmaya ve çürümeye mi terkedileceklerdir? İktidarsız Guy, kendini bu işten sıyırmıştır.
Barış anlaşması bozulmuştur. Ona sonuna kadar uymaya kararlı olan Selahaddin, çatışmaların yeniden başlayacak olmasından hiç kaygılanmamaktadır. Frenklerin sözlerini alçakça bozduklarını haber vermek üzere, Mısır, Suriye ve Cezire emirlerine haberciler yollayarak, müttefik ve bağımlılarını işgalciye karşı cihada katılmak üzere bütün güçlerini biraraya getirmeye çağırmıştır. Bütün İslam ülkelerinden binlerce süvari ve piyade Şam’a akmaktadır. Kent, artık askerlerin güneşe ve yağmura karşı korundukları oluklu çatılardan, deve tüyünden küçük çadırlardan veya zengin renkleri olan ve Kur’an ayetleri veya hatla yazılmış şiirlerle süslü zengin hükümdar otağlarının ortasında karaya oturmuş bir gemi gibidir.
Seferberlik devam ederken, Frenkler iç çatışmalarının içine gömülmektedirler. Müslümanlarla işbirliği halinde olmakla itham ettiği rakibi Raymond’dan kurtulmak için zamanın uygun olduğunu düşünen kral Guy, Kudüs ordusunu, Celile’de (Galile) küçük bir kent olan ve Trablus kontunun karısına ait bulunan Taberiye’ye saldırtmaya hazırlanmaktadır. Alarm durumuna geçen Trablus kontu, bir ittifak önermek üzere Selahaddin’e gider, sultan bu teklifi hemen kabul ederek, Taberiye garnizonunu takviye için hemen bir birlik gönderir. Kudüs ordusu geri çekilir.
Arap, Türk ve Kürt savaşçılar Şam’a doğru dalga dalga akmaya devam ederlerken, Selahaddin 30 Nisan 1187’de Taberiye’ye bir haberci göndererek, Raymond’dan ittifak anlaşmasına uygun olarak izcilerinin Celile gölünde bir keşif turu yapmalarına izin vermesini ister. Kont sıkıntıya düşer, ama reddedemez. Tek şartı, Müslüman askerlerin topraklarını akşamdan önce terketmeleri ve ne insanlarına, ne de uyruklarının mallarına saldırmama sözü vermeleridir. Her tür olayı önlemek üzere, civardaki bütün yerleşim yerlerini Müslüman birliklerinin geçişi konusunda uyarır ve halktan evlerinden çıkmamalarını ister.
Ertesi gün, 1 Mayıs cuma şafakla birlikte, Selahaddin’in yardımcılarından birinin komutasındaki yedi bin süvari Taberiye surlarının altından geçer. Aynı günün akşamı aynı yolu ters yönde geçtiklerinde, kontun şartlarına harfiyen uymuşlar; ne köylere, ne şatolara yan gözle bakmışlar; ne hayvan, ne altın çalmışlardır, ama gene de olay çıkmasını önleyememişlerdir. Nitekim Templier ve Hospitalier tarikatlarının üstadı azamları, bir önceki gün Raymond’un habercileri Müslümanların geçişini bildirmeye geldikleri sırada, tesadüfen civardaki kalelerden birinde bulunmaktadırlar. Keşiş-askerlerin kanları beyinlerine çıkmıştır. Onlara göre Müslüman kâfirleriyle anlaşma yapılamaz. Böylece birkaç yüz şövalye ve piyade toplayarak, Müslüman süvarilerine Nazaret’in kuzeyindeki Sefuriye köyü yakınlarında saldırmaya karar vermişlerdir. Frenkler birkaç dakika içinde yokedilmiştir. Bir tek Templierlerin üstadı azami kaçmayı başarabilmiştir. İbn el-Esir şunları aktarmaktadır:
Bu bozgundan sonra gözleri korkan Frenkler, Raymond’a patrikleri, rahipleri ve keşişleriyle birlikte çok sayıda şövalye göndererek, Selahaddin’le ittifak yapmasını acı acı eleştirdiler. Ona şöyle dediler: “Kesinlikle islamiyeti kabul etmiş olmalısın, yoksa olanlara tahammül edemezdin. Müslümanların senin topraklarından geçmelerini, Templierler ve Hospitalierleri katletmelerini ve sen karşı bile çıkmadan esirlerle birlikte geri çekilmelerini kabul etmezdin”. Kontun kendi askerleri, yani Trablusşam ve Taberiyeli askerler da ona aynı eliştirileri yaptılar ve patrik onu aforoz etmek ve evliliğini iptal etmekle tehdit etti. Bu baskılara maruz kalan Raymond korktu. Özür diledi ve pişmanlık getirdi. Onu affettiler, onunla uzlaştılar ve ondan birliklerini kralın emrine vermesini ve Müslümanlara karşı çarpışmaya katılmasını istediler. Kont böylece onlarla birlikte yola çıktı.
Frenkler bunun üzerine, şövalye ve piyade bütün askerlerini Akkâ yakınlarında birleştirdiler, sonra ayak sürüyerek Sefuriye köyüne doğru yürüdüler.
Müslüman cephesinde ise, herkesin istisnasız kaygı duyduğu ve nefret ettiği bu askeri-dinsel tarikatların bozgunu bir zafer-öncesi keyfi vermiştir. Emirler ve askerler artık Frenkler’le kılıç vuruşturmak için acele etmektedirler. Selahaddin bu durumda, Haziranda bütün askerlerini Yam ile Taberiye’nin yarı yolunda toplamıştır: Önünde on iki bin süvari geçit yapmıştır, piyadeler ve gönüllüler bu sayının içinde değillerdir. Sultan savaş atının üzerinden emretmiş ve bu binlerce ateşli asker tarafından tekrarlanmıştır: “Allahın düşmanına karşı zafer”.
Selahaddin, kurmaylarına durumun analizini sakin bir şekilde yapmıştır:
“Karşımıza çıkan bu fırsat herhalde bir daha hiç tekrarlanmaz. Benim kanaatime göre, Müslüman ordusu bir meydan savaşında bütün kâfirlerle birden hesaplaşmalıdır. Birliklerimiz dağılmadan, cihada kararlı bir şekilde atılmak gerekir”. Sultanın önlemek istediği şey, çarpışma mevsimi sonbaharda sona erdiğinden, belirleyici zaferi kazanmadan bağımlı ve müttefiklerinin askerleriyle birlikte evlerine dönmeleridir. Fakat Frenkler aşırı temkinli as-erlerdi. Müslüman güçlerini bu şekilde birleşmiş olarak görünce, çarpışmadan kaçınmanın çarelerini aramayacaklar mıdır? Selahaddin onlara bir tuzak kurmaya karar verir ve tanrıya, onların buraya düşmelerine izin vermesi için dua eder. Taberiye’ye yönelir, kenti bir gün içinde işgâl eder, birçok yerde ateş yakılmasını emreder ve Raymond’un karısı kontes ile bir avuç savunucunun elinde bulunan hisarı kuşatır. Müslüman ordusu bunların direnişini istediği an ezecek güçtedir, ama Sultan adamlarını engeller. Baskıyı yavaşça artırmak, nihai saldırıya hazırlanıyormuş gibi yapmak ve tepkileri beklemek gerekmektedir. İbn el-Esir şöyle anlatmaktadır:
Frenkler, Selahaddin’in Taberiye’yi işgâl ettiğini ve yaktığını öğrenince, meclislerini topladılar. Bazıları, Müslümanların üzerine yürüyüp, onlarla çarpışarak hisarı almalarını engellemeyi önerdi. Ancak Raymond müdahale etti: “Taberiye bana aittir” dedi. “Kuşatma altında olan benim karımdır. Ama eğer Selahaddin’in saldırısı burada duracaksa, hisarın alınmasına ve karımın esir edilmesine razıyım. Çünkü Allah bilir ya, geçmişte birçok Müslüman ordusu gördüm, ama hiçbiri bugün Selahaddin’in sahip olduğu kadar kalabalık ve güçlü değildi. Bu durumda onunla boy ölçüşmekten kaçınalım. Daha sonra Taberiye’yi her zaman geri alabilir ve bizimkileri kurtarmak için fidye ödeyebiliriz”. Fakat Kerak senyörü prens Arnat ona şöyle dedi: “Müslümanların gücünü anlatarak bizi korkutmaya çalışıyorsun, çünkü onları seviyorsun ve onların dostluğunu tercih ediyorsun, yoksa bu cins sözler etmezdin. Ve sen onların kalabalık olduğunu söylüyorsan, ben de sana, ateş, yakılacak odun miktarından korkmaz diye cevap veriyorum”. Kont bunun üzerine şöyle konuştu: “Ben sizlerden biriyim, sizin istediğiniz gibi davranacağım. Sizin yanınızda çarpışacağım, ama ne olacağını göreceksiniz”.
Batılıların arasında bir kez daha en aşırı görüş üstün gelmişti.
Artık çarpışma için herşey yerli yerindedir. Selahaddin’in ordusu, meyva ağaçlarıyla kaplı verimli bir ovaya yayılmıştır. Arkada, Taberiye gölünün tatlı suyu ve onun içinden geçen Ürdün nehri yer almaktadır; daha uzakta ise, kuzeydoğu yönünde Golan tepelerinin ihtişamlı silueti farkedilmektedir. Müslüman kampının yakınlarında iki zirvesi bulunan bir tepe yükselmektedir, burası adını eteğindeki köyden alan “Hattin boynuzları”dır.
Yaklaşık on iki bin kişiden meydana gelen Frenk ordusu, 3 Temmuzda harekete geçer. Sefuriye ile Taberiye arasında katetmesi gereken yol uzun değildir, normal zamanda en fazlasından dört saat çekmektedir. Ancak Filistin’in bu bölgesi yazın tamamen kurudur. Ne kaynak, ne kuyu vardır ve akarsuların hepsi kurumuştur.
Fakat Sefuriye’den çok erken yola çıkan Frenkler, öğleden sonra göle varıp susuzluklarını giderebileceklerinden hiçbir kuşku duymamaktadırlar. Selahaddin ise tuzağını özenle hazırlamıştır. Süvarileri, hem arkadan, hem önden, hem de yanlardan saldırarak, üzerine ok yağdırarak düşmanı gün boyunca hırpalarlar. Batılıların bir miktar kayıp vermelerine neden olurlar, ama asıl onları yavaşlamak zorunda bırakırlar. Gün batımından az bir süre önce Frenkler bir düzlüğe gelirler, bunun tepesinden bütün manzarayı seyredebilmektedirler. Tam ayaklarının dibinde, toprak renkli birkaç eviyle küçük Hattin köyü uzanmaktadır, vadinin dibinde ise Taberiye gölünün suları parıldamaktadır. Ve daha yakında, sahil boyunca uzanan yeşillenmekte olan ovada da Selahaddin’in ordusu vardır. Su içebilmek için sultandan izin almak gerekmektedir.
Selahaddin gülümser. Frenkler’in bitkin, susuzluktan perişan olduklarını, akşam olmadan göle kadar bir geçit bulacak ne güç, ne de zamanlarının olduğunu, sabaha kadar bir damla su bulamadan kalmaya mahkûm olduklarını bilmektedir. Acaba bu koşullarda çarpışabilirler mi? Selahaddin o geceyi ibadet ve genel kurmay toplantılarıyla geçirecektir. Geri çekilme yolunu tıkamak üzere birçok emirini düşmanın arkasını tutmakla görevlendirir ve herkesin iyi konumlanıp konumlanmadığını denetler, talimatlarını tekrarlar.
Ertesi gün, 4 Temmuz 1187’de, tamamen kuşatılmış, susuzluktan aptala dönmüş olan Frenkler, günün ilk ışıklarıyla birlikte tepeden inmeyi ve göle ulaşmayı umutsuzca denerler. Dünkü tüketici yürüyüşten süvarilerden daha fazla etkilenmiş olan piyadeler, baltalarını ve gürzlerini sırtlarında yük gibi taşıyarak körlemesine koşmaktadırlar; bunlar sağlam bir kılıç ve kargı duvarına dalgalar halinde çarparak ezilirler. Hayatta kalanlar, karışıklık içinde tepeye doğru kaçarlar, burada şövalyelere karışırlar, artık onlar da bozguna uğradıklarından emindirler. Hiçbir savunma hattının tutunma olasılığı yoktur. Ama gene de umutsuzluğun verdiği cesaretle çarpışmaya devam etmektedirler. Raymond, bir avuç yakınıyla birlikte, kendine Müslüman hatları boyunca bir yol açmaya uğraşmaktadır. Onu farkeden Selahaddin’in yardımcıları kaçmasına izin verirler. Trablusşam’a kadar at koşturacaktır. İbn el-Esir’in anlattığına göre:
Kontun gitmesinden sonra, Frenkler az daha teslim oluyorlardı. Müslümanlar kuru otları ateşe vermişlerdi ve rüzgâr dumanı şövalyelerin gözlerine üflüyordu.
Susuzluğun, alevlerin, dumanın, yaz sıcağının, çarpışma ateşinin saldırısına uğrayan Frenklerin artık güçleri kalmamıştı. Fakat kendi kendilerine, ölümden ancak karşı koyarak kurtulabileceklerini söylediler. Bunun üzerine öyle bir şiddetle saldırmaya başladılar ki, Müslümanlar çarpışmayı bırakacak gibi oldular. Ancak, Frenkler her saldırıda kayıp veriyor ve sayıları azalıyordu. Müslümanlar hakiki haçı ele geçirdiler. Bu Frenkler için en ağır kayıp oldu, çünkü Mesih’in- Allahın selâmı üzerine olsun- bunun üzerinde çarmıha gerildiğini iddia ediyorlardı.
İslamiyete göre, İsa ancak görünüşte çarmıha gerilmiştir. Çünkü tanrı, Meryem’in oğlunu, ona bu kadar iğrenç bir azap çektirilmesine izin vermeyecek kadar seviyordu.
Bu kayba rağmen, Frenkler arasında yüz elli kadar çok iyi şövalye hayatta kalmıştı, bunlar kahramanca dövüşerek Hattin köyünün üzerindeki yüksek bir alana çekildiler ve çadırlarını kurup, direnmeyi örgütlemeye başladılar. Ama Müslümanlar onları her bir yandan sıkıştırınca, bir tek kralın çadırı ayakta kaldı. Olayların devamı, Selahaddin’in on yedi yaşındaki oğlu el-Melik el-Efdal tarafından anlatılmıştır:
Katıldığım ilk savaş olan Hattin çarpışmasında babamın yanındaydım. Frenkler kralı tepeye varınca, adamlarıyla müthiş bir saldırıya geçerek bizim birlikleri babamın durduğu yere kadar geriletti. Bunun üzerine ona baktım, hüzünlüydü, kasılmıştı ve sakalını sinirli sinirli çekiştiriyordu. “Şeytan kazanmamalı” diye bağırarak ilerledi. Müslümanlar yeniden tepeye saldırıya geçtiler. Frenkler’in bizim birliklerin baskısıyla gerilediklerini görünce, sevinçle haykırdım: “Onları yendik”. Fakat Frenkler gene saldırdılar ve bizimkiler kendilerini yeniden babamın yanında buldular. Onları gene saldırıya geçirdi ve onlar da düşmanı tepeye geri çekilmeye zorladılar. Yeniden haykırdım: “Onları yendik”. Ama babam bana döndü ve “Sus. Onları ancak şu yukarıdaki çadır düştüğünde ezmiş olacağız” dedi. Daha sözünü bitirmemişti ki, çadır devrildi. Sultan bunun üzerine attan indi, yere kapandı ve sevinçten ağlayarak Allaha şükretti.
Selahaddin sevinç çığlıklarının arasında doğrulur, atına yeniden biner ve çadırına yönelir. Önemli esirler, özellikle de kral Guy ve prens Arnat ona getirilir. Yazar İmadeddin el-İsfahani, sultanın danışmanı olarak şu sahneye tanıklık etmiştir:
Selahaddin kralı yanına oturmaya davet etti ve Arnat da içeri girdiğinde, onu kralın yanına yerleştirdi ve ona yaptığı kötülükleri hatırlattı: “Kaç kere yemin edip bozdun, kaç kere anlaşma imzalayıp uymadın”. Arnat, çevirmeni aracılığıyla şöyle cevap verdi: “Bütün krallar hep böyle davranmışlardır. Ben daha fazlasını yapmadım”. Guy bu arada susuzluktan soluyordu, sanki sarhoşmuş gibi kafasını sallıyordu ve çehresi çok sıkıntılı olduğunu belli ediyordu. Selahaddin ona rahatlatıcı sözler söyledi ve buzlu su getirterek ona ikram etti. Kral içti ve geri kalanını Arnat’a sundu, o da susuzluğunu giderdi. Sultan bunun üzerine Guy’ye “Ona su vermeden önce benden izin almadın. Öyleyse ben de onu affetmek zorunda değilim” dedi.
Nitekim Arap geleneğine göre, su veya yiyecek verilen bir esirin hayatı bağışlanmak zorundadır. Selahaddin, kendi elleriyle öldüreceğine yemin ettiği bir adamın lehine elbette böyle bir yüklenime giremezdi. İmadeddin devam etmektedir:
Sultan bu sözleri söyledikten sonra dışarı çıktı, atına bindi ve dehşete düşmüş esirleri bırakarak uzaklaştı. Birliklerinin geri dönüşünü denetledi. Arnat’ı buraya getirtti, elinde kılıcı olduğu halde ona doğru ilerledi, boynuyla köprücük kemiğinin arasına vurdu. Arnat yere düşünce kafasını kestiler, sonra bedenini ayaklarından tutup, titremeye başlayan kralın önüne sürüklediler. Onun böyle titrediğini gören sultan da rahatlatıcı bir sesle şöyle dedi: “Bu adam sadece kötülüğü ve iğrençliği yüzünden öldürüldü!”
Nitekim kral ile esirlerin çoğu bağışlanacak, ama Templierler ve Hospitalierler Renaud de Châtillon’un kaderine maruz kalacaklardır.
Selahaddin başlıca emirlerini toplayıp, onları istilacıların çok uzun zamandan beri alaya aldıkları şereflerini iade ettiğini söylediği zaferlerinden ötürü kutlamak üzere, bu unutulmayacak günün sona ermesini beklemiştir. Artık Frenkler’in ordusunun kalmadığını ve haksız yere işgal ettikleri toprakları onlardan geri almak için bu durumdan zaman geçirmeden yararlanılması gerektiğini düşünmektedir. Pazara gelen ertesi gün, Raymond’un karısının direnmenin artık bir işe yaramadığını bildiği Taberiye kalesine saldırmıştır. Kadın Selahaddin’e teslim olmuş, o da tabii ki savunmacıların bütün mallarıyla birlikte rahatsız edilmeden gitmelerine izin vermiştir.
Ertesi salı, muzaffer ordu Akkâ üzerine yürümüş, liman kenti direnmeden teslim olmuştur. Şehir son yıllar esnasında epeyi bir ekonomik önem kazanmıştır, çünkü Batı’yla ticaretin tümü onun üzerinden yapılmaktadır. Sultan, gerekli bütün korumayı sağlamaya söz vererek, çok sayıdaki İtalyan tüccarının kalmalarını sağlamaya uğraşmıştır. Ama onlar komşu Sûr limanına gitmeyi tercih etmişlerdir. Sultan buna üzülmesine rağmen onlara engel olmamıştır. Hatta bütün servetlerini götürmelerine izin vermiş ve onları haydutlardan korumak için yanlarına bir refakatçi birlik vermiştir.
Bu kadar büyük bir ordunun başında bizzat yer almayı gereksiz bulan sultan, emirlerine Filistin’in çeşitli müstahkem mevkilerini alma görevini vermiştir. Celile ve Samarya’daki Frenk kaleleri birbiri ardına, birkaç saat veya birkaç gün içinde teslim olmuşlardır. Özellikle Nablus, Hayfa ve Nazaret’in durumları böyle olmuş, buralarda oturanlar Sûr veya Kudüs’e gitmişlerdir. Yegâne ciddi çarpışma Hayfa’da meydana gelmiş, Selahaddin’in kardeşi el-Adil’in komutasında Mısır’dan gelen bir ordu sıkı bir direnişle karşılaşmıştır. El-Adil, kaleyi ele geçirmeyi başarınca, halkının tümünü köle yapmıştır. İbn el-Esir, kendinin de Halep çarşısından, Yafa’dan gelmiş genç bir Frenk kadın esir satın aldığını anlatmaktadır:
Bir yaşında bir çocuğu vardı. Bir gün, onu kucağında taşırken düştü ve yüzünü çizdi. Hıçkırıklara boğuldu. Yaranın ağır olmadığını ve bu kadar küçük birşey için bu kadar ağlamaması gerektiğini söyleyerek onu teselli etmeye çalışıyordum. Bana şöyle karşılık verdi: “Ben bunun için değil, üzerimize çöken kötü talih için ağlıyorum. Altı erkek kardeşim vardı, hepsi öldü; kocamla kız kardeşlerimin başına ne geldiğini ise bilmiyorum”. İbn el-Esir, “sahildeki bütün Frenkler’in içinde bu kadere bir tek Yafalılar(ın) maruz kaldıklarını belirtmektedir.
Nitekim, geri alma harekâtı başka yerlerde tatlılık içinde gerçekleşmektedir. Selahaddin, Akkâ’da kısa bir süre kaldıktan sonra kuzeye yönelmiştir. Sûr’un önünden geçmiş, ama bu kentin güçlü surları önünde duraklamamaya karar vererek, sahil boyunca muzaffer bir yürüyüş başlatmıştır. Sayda, yetmiş yedi yıllık bir işgâlden sonra 29 Temmuzda tek bir ok bile atılmadan teslim olmuştur. Onun arkasından birkaç gün arayla Beyrut ve Cebaly (Byblos, Gibelet) gelmişlerdir. Müslüman birlikleri artık Trablusşam kontluğunun hemen yakınlarındadırlar, ama artık bu taraftan kaygılanacak birşey olmadığını düşünen Selahaddin güneye geri dönerek, yeniden Sûr’un önünde duraklamış ve burayı kuşatıp kuşatmaması gerektiğini düşünmüştür. Bahaeddin bu konuda şöyle yazmaktadır:
Sultan, bir süre tereddüt ettikten sonra bundan vazgeçti. Birlikleri hemen hemen her yere dağılmıştı, adamları bu çok uzun seferden yorgun düşmüşlerdi ve Sûr fazlasıyla iyi savunulmaktaydı, çünkü sahildeki bütün Frenkler şimdi burada toplanmışlardı. Sultan bu durumda, alınması daha kolay olan Askalan’a saldırdı.
Bir gün gelecek ve Selahaddin bu kararı verdiğine acı acı pişman olacaktır. Fakat o an için muzaffer yürüyüş sürmektedir. Askalan 4 Eylülde teslim olmuş, sonra Templierlere ait olan Gazze’nin sırası gelmiştir. Selahaddin aynı zamanda, ordusundan bazı emirleri Kudüs bölgesine yollamış, onlar da, aralarında Beytlahim’in (Beth-léem, Betlehem) de bulunduğu birçok yerleşim yerini ele geçirmişlerdir. Sultanın artık tek bir isteği vardır: Muzaffer seferini ve kariyerini Kutsal kenti alarak taçlandırmak.
Acaba bu kutsal yere, halife Ömer gibi tahribata ve kan dökülmesine yol açmadan girebilecek midir? Kudüs halkına bir mektup gönderir ve onları kentin geleceği konusunda görüşmeye davet eder. Kentin ileri gelenlerinden oluşan bir heyet onunla Askalan’da görüşür. Galibin önerisi makuldür: Kent ona çarpışmadan verilirse, isteyen kent sakinleri bütün mallarıyla birlikte gidecek, hıristiyanların kutsal mekânlarına saygı gösterilecek ve gelecekte buraya hac ziyaretinde bulunmak isteyen hıristiyanlar rahatsız edilmeyeceklerdir. Fakat Frenkler, sultanı çok şaşırtan bir şekilde, aynı güçlü oldukları zamandaki kadar küstahça cevap vermişlerdir. Kudüs’ü, İsa’nın öldüğü kenti teslim etmek? Bu söz konusu bile olamaz! Kent onlarındır ve burayı sonuna kadar savunacaklardır.
Bunun üzerine Kudüs’ü artık yalnızca kılıçla alacağına yemin eden Selahaddin, Suriye’nin dört bir yanına dağılmış olan birliklerine Kutsal Kent’in etrafında toplanmalarını emreder. Bütün emirler koşar. Hangi Müslüman, kıyamet gününde Yaratıcısına “Kudüs için çarpıştım” veya daha da iyisi “Kudüs için şehit düştüm” diyebilmeyi istemez ki? Bir müneccimin bir gün, eğer Kutsal Kente girerse bir gözünü kaybedeceğini söylediği Selahaddin ona şu cevabı vermiştir: “Orayı ele geçirmek için iki gözümü birden kaybetmeye hazırım”.
Kuşatma altındaki kentte savunmayı, Ramallah’ın efendisi Balian d’Ibelin yürütmekteydi. İbn el-Esir’e göre, bu kişi Frenkler’de aşağı yukarı kral mertebesinde olan bir senyördü. Hattin’den bozgundan biraz önce ayrılabilmiş ve Sûr’a sığınmıştı. Karısı Kudüs’te olduğunda, yaz boyunca Selahaddin’den onu almaya gitmek için izin kopartmaya uğraşmış, silah taşımayacağına ve Kutsal kentte bir gece bile kalmayacağına söz vermişti. Kente gelince, ona gene de kalması için yalvarılmıştı, çünkü ondan başka hiçkimse direnmeyi yönetecek kadar otoriteye sahip değildi. Fakat şerefli bir adam olan Balian, Kudüs’ü ve halkını sultana verdiği söze ihanet etmeden savunamayacağı için, ne yapması gerektiğini doğrudan doğruya Selahaddin’e sormuş ve yüce ruhlu sultan da onu sözünden kurtarmıştı. Eğer ödevi Kutsal Kent’te kalmasını ve silah taşımasını gerektiriyorsa, bunları yapsın. Ve Balian Kudüs savunmasını örgütlemekle fazlasıyla meşgul olduğundan artık karısını güvenli bir yere götürmesi olanaksızdı. Sultan ona karısını Sûr’a yollaması için bir refakat birliği vermiştir.
Selahaddin, en korkunç düşmanı bile olsa, şerefli bir insandan hiçbir şey esirgemezdi. Bu örnekte tehlikenin çok küçük olduğu da doğrudur. Balian’ın, cesaretine rağmen Müslüman ordusunu kaygılandırması olanaksızdır. Surları güçlü ve Frenk halk başkentine derinlemesine bağlıysa da, savunucuların mevcutları bir avuç şövalye ve hiçbir askeri deneyimi olmayan birkaç yüz burjuvayla sınırlıdır. Öte yandan, kentte yaşayan ortodoks ve yakubi gibi Doğu hıristiyanları, başta Latin din adamları tarafından sürekli alaya alınan ruhbanları olmak üzere Selahaddin’den yanadırlar. Sultanın başlıca danışmanlarından biri Yusuf (Joseph, Yusef) Batti adında ortodoks bir papazdır. Frenkler ve Doğu hıristiyan cemaatleriyle temasları o kurmaktadır. Ortodoks ruhban, kuşatmadan kısa bir süre önce Batit’e, eğer Batılılar çok uzun süre inat ederlerse, kentin kapılarını açmaya söz vermişlerdir.
Nitekim Frenkler’in direnmesi cesurca, ama kısa ve gerçekçi olacaktır. Kudüs kuşatması 20 Eylülde başlamıştır. Kampını Zeytûn (Zeytin) dağına kurmuş olan Selahaddin, altı gün sonra birliklerinden nihai saldırıya geçmek üzere baskıyı artırmalarını istemiştir. Kazmacılar 29 eylülde, Batılıların 1094 temmuzunda deldikleri yere çok yakın bir bölgede bir delik açmaya başlamışlardır. Çarpışmayı sürdürmenin yararsız olduğunu gören Balian, bir geçiş belgesi istemiş ve sultanın huzuruna çıkmıştır.
Selahaddin anlaşmaya yanaşmayan bir havada gözükmüştür. Çarpışmadan çok önce kent halkına en uygun teslim koşullarını önermemiş midir? Artık pazarlık zamanı geçmiştir, çünkü Frenkler’in yaptığı gibi kenti kılıçla alacağına yemin etmiştir. Yeminini bozması için tek yol, Kudüs’ün kapılarını ona açması ve koşulsuz teslim olmasıdır. İbn el-Esir şöyle aktarmaktadır:
Balian, halkın hayatının bağışlanacağı sözünü almak için ısrar eder, ama Selahaddin hiçbir şeye söz vermez. Kalbini yumuşatmaya çalışır, ama boşuna. Bunun üzerine ona şu sözlerle hitap eder: Ey sultan, bil ki bu kentte sayısını yalnız Allah’ın bildiği kadar çok insan var.
Çarpışmayı sürdürmekte tereddüt ediyorlar, çünkü birçok başka kentte yaptığın gibi hayatlarını bağışlayacağını umuyorlar, çünkü hayatı seviyor ve ölümden nefret ediyorlar. Ama eğer ölümün kaçınılmaz olduğunu görürsek, Allah bilir ya, çocuklarımızı ve karılarımızı öldüreceğiz, sahip olduğumuz her şeyi yakacağız, size ganimet olarak tek bir dinar, tek bir dirhem, esir edecek tek bir erkek, tek bir kadın bile bırakmayacağız. Sonra Kutsal kayayı, el-Aksa camiini ve birçok başka yeri tahrip edeceğiz, elimizde tuttuğumuz beş bin Müslüman esiri öldüreceğiz, sonra binek atlarımızı ve bütün hayvanları yok edeceğiz. Sonunda dışarı çıkacağız ve sizinle bir ölüm kalım savaşında olduğu gibi çarpışacağız. İçimizden hiçbiri sizden birçoğunu öldürmeden ölmeyecek.
Tehdidlerden etkilenmeyen Selahaddin, muhatabının coşkusundan duygulanır. Çok kolay yumuşadığını göstermemek için danışmanlarına döner ve onlara islamiyetin kutsal yerlerinin tahrip edilmesini önlemek için kenti kılıçla alma yeminini bozup bozamayacağını sorar. Cevapları olumlu olur, ama efendilerinin iflah olmaz cömertliğini bildiklerinden, Frenklerin gitmelerine izin vermeden önce onlardan mali bir tazminat alması konusunda ısrar ederler, çünkü sürmekte olan uzun sefer devlet hazinesini tamamen boşaltmıştır. Danışmanlar, kâfirlerin aslında esir olduklarını, kurtulmak için herbirinin fidye ödemesi gerektiğini söylerler: Erkekler için onar, kadınlar için beşer ve çocuklar için birer dinar. Balian ilke olarak kabul eder, ama bu tutarı ödeyemeyecek fakirlerin savunmasına girişir. Bunlardan yedi bin tanesini otuz bin dinar karşılığında serbest bırakmak mümkün değil midir?
Hazinedarların öfkesine rağmen bu istek de kabul edilir. Tatmin olan Balian, adamlarına silah bırakmalarını emreder.
Ve 2 Ekim 1187’de, Hicretin 583. yılının 27 Recebinde, tam da Müslümanların Peygamber’in Kudüs’ten göklere yükselmesini kutladıkları günde Selahaddin Kutsal Kent’e girer. Emirler ve askerler kesin emir almışlardır: Frenk olsun, Doğulu olsun, hiçbir hıristiyan rahatsız edilmeyecektir. Böylece ne katliam, ne de yağma olmuştur. Birkaç fanatik, Frenkler’in aşırı hareketlerine misilleme olarak Kutsal Kabir kilisesinin yıkılmasını istemiş, ama Selahaddin onları hizaya getirmiştir. Bunun tamamen tersine, kutsal yerlerin korunmasını artırmış ve Frenkler’in bile istedikleri zaman hacca gelebileceklerini duyurmuştur. Kaya’nın kubbesinin üzerindeki Frenk haçı tabii ki indirilmiş ve kiliseye çevrilmiş olan el-Aksa, duvarları gülsuyuyla yıkandıktan sonra tekrar Müslüman tapınağı olmuştur.
Selahaddin çevresinde çok sayıda arkadaşıyla bir tapınaktan diğerine gidip, ağlar, dua eder ve yere kapanırken, Frenkler’in çoğu kentte kalmıştır. Zenginler Sûr kentine gitmeden önce evlerini, ticarethanelerini veya mobilyalarını satmakla uğraşmaktadırlar; alıcılar da genellikle, orada kalacak olan ortodoks veya yakubi hıristiyanlar olmaktadır. Diğer mallar, daha sonra Selahaddin’in Kutsal Kent’e yerleştireceği Yahudi ailelerine satılacaktır.
Balian ise, en fakirlerin fidyesi olan parayı toplamaya uğraşmaktadır. Bu fidye tek başına ağır değildir. Prenslerinki genelde onbinlerce dinara, hatta yüz bin dinar ve daha fazlasına ulaşmaktadır. Ama fakirler için, aile başına yirmi dinar, bir veya iki yıllık gelir anlamına gelmektedir. Binlerce talihsiz kent kapılarında toplanarak, birkaç kuruş için dilenmektedir. Ağabeyinden daha az duyarlı olmayan el-Adil, Selahaddin’den bin tane fakir esirin fidyesiz salınmasını ister. Bunu öğrenen Frenk patriği aynı şeyi yedi yüz tanesi, Balian da beş yüz tanesi için talep ederler. Sonra sultan kendi kararıyla bütün yaşlıların hiçbir şey ödemeden gidebileceklerini ve hapsedilmiş aile babalarının hepsinin serbest bırakıldığını bildirir. Frenk dul kadın ve yetimlere gelince, onları fidyeden bağışlamakla kalmaz, bir de gitmeden önce onlara armağan verir.
Selahaddin’in hazinedarları umutsuzluk içindedirler. Eğer fakirler karşılıksız salınıyorsa, o halde hiç değilse zenginlerin fidyesi yükseltilsin. Bu kendilerini devlete adamış görevlilerin öfkesi, Kudüs patriğinin peşinde altın, halı ve her türden çok değerli eşyayla dolu çok sayıda araba olduğu halde kentten çıktığını gördüklerinde zirveye çıkar. İmadeddin el-İsfahani, bizzat anlattığı gibi, bu durum karşısında apışıp kalmıştır.
Sultana şöyle dedim: “Bu patrik en azından iki yüz bin dinar edecek bir servet taşıyor. Onların mallarını götürmelerine izin verdik, ama kilise ve manastırların hazinelerini değil. Buna izin vermemek lâzım”. Ama Selahaddin şöyle cevap verdi: “İmzaladığımız anlaşmalara harfiyen uymalıyız, böylece hiç kimse inananları anlaşmalara ihanetle suçlayamaz. Bunun tamamen tersine, hıristiyanlar her yerde bizim iyiliklerimizi anlatacaklardır”.
Nitekim patrik, herkes gibi on dinar ödeyecek ve hatta Sûr’a rahatsız edilmeden ulaşması için bir de refakatçi birlik verilecektir.
Selahaddin, Kudüs’ü altın yığmak veya intikam almak için fethetmemiştir. Kendi açıklamasına göre, esas olarak Allahına ve imanına karşı ödevini yerine getirmeye uğraşmıştır. Zaferi, Kutsal Kenti istilacıların boyunduruğundan kurtarmasında ve bunu kan dökmeden, tahribat olmadan, kinsiz bir şekilde başarmasındadır. Mutluluğu, o olmasaydı hiçbir Müslümanın ibadet edemeyeceği bu yerlerde namaz kılabilmiş olmasıdır. Zaferden bir hafta sonra, 9 Ekim cuma günü el-Aksa camiinde resmi bir tören düzenlenmiştir. Bu unutulmayacak olay için, çok sayıda din adamı vaazı kimin vereceği konusunda mücadele etmiştir. Sonunda bu şeref, Ebu Saad el-Haravi’nin halefi Şam kadısı Muhiddin İbn el-Zeki’ye sultan tarafından verilmiş, o da değerli bir siyah hilatle mimbere çıkmıştır. Sesi açık ve gürdür, ama hafif bir titreme heyecanlı olduğunu belli etmektedir. “İslama bu zaferi veren ve onu bir yüzyıllık bir yoldan çıkıştan sonra hak yoluna döndüren tanrıya hamdolsun. Fethi gerçekleştirmek için seçtiği bu orduya şan olsun. Ve bu ulusa alay edilen saygınlığını geri veren Eyüp oğlu Selahaddin Yusuf, tanrının selâmı senin üzerine olsun”.
AMİN MAALOUF
ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder