19 Ocak 2023 Perşembe

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-8

 


KARŞI SALDIRI (1128- 1146)



BARBARLARIN ARASINDA BİR EMİR



Zengi, 1137 haziranında yanında etkileyici miktarda kuşatma malzemesi olduğu halde gelmiş ve ordugâhını Orta Suriye’nin başlıca şehri olan ve egemenliğinin kime ait olacağı konusunda Haleplilerle Şamlılar arasında sürekli çekişme yaratan Hıms’ı çevreleyen bağların içine kurmuştur. Şehir o anda Şamlıların denetimindedir ve kentin valisi yaşlı Unar’dan başkası değildir.


Hasmının gülle ve taş atan mancınıklar yerleştirdiğini gören Muyiniddin Unar, uzun zaman direnemeyeceğini anlar. Frenkler’e, teslim olma niyetinde olduğu haberini uçurur. Zengi’nin kentlerine iki günlük bir mesafeye yerleşmesini hiç istemeyen Trabluslu şövalyeler yola koyulurlar. Unar’ın planı tam anlamıyla başarılı olmuştur: İki ateş arasında kalacağından korkan atabey, eski düşmanıyla acele bir ateşkes yaparak Frenkler’e yönelir, onların bölgedeki en güçlü kaleleri olan Albara (el-Bâre, Baarin) kalesini kuşatmaya karar vermiştir. Kaygılanan Trablus şövalyeleri, kral Foulque’u yardıma çağırırlar, o da ordusuyla koşar gelir. Böylece Zengi’yle Frenkler arasındaki ilk önemli çarpışma, Albara surlarının altında, taraçalar halinde işlenen bir vadide meydana gelir. Eğer atabeyin dokuz yıldan beri Halep’e hükmettiği düşünülecek olursa, bu gecikmeye şaşırmak gerekir.


Çarpışma, kısa ama belirleyici olacaktır. Uzun bir cebri yürüyüşten bitkin düşen Batılılar, sayı fazlalığı karşısında ezilmiş ve paramparça edilmişlerdir. Yalnızca kral ile maiyetinden birkaç kişi kaleye sığınmayı başarabilmiştir. Foulque, kendini kurtarmaya gelmeleri için Kudüs’e haberci yollayacak zaman bulamamıştır. İbn el-Esir şöyle anlatacaktır: Sonra Zengi bütün yolları kesti, hiçbir haberin sızmasına izin vermedi, öylesine ki, yol denetimleri çok sıklaştığından kuşatma altındakiler artık ülkelerinde neler olduğunu bilmiyorlardı.


Böylesine bir abluka Arapları hiç etkilemezdi. Bunlar kentlerarası haberleşme için, yüzyıllardan beri posta güvercini kullanıyorlardı. Sefere çıkan her ordu, birçok Müslüman şehrine ve kalesine ait güvercinleri beraberinde götürmektedir. Bu güvercinler, mutlaka yuvalarına geri dönecek şekilde eğitilmişlerdi. Bu durumda, ayaklarından birine bir haber bağlamak ve kuşu salmak, onların en hızlı habercilerden daha hızlı giderek, zaferi, bozgunu veya bir hükümdarın ölümünü haber vermeleri, kuşatma altındaki bir garnizonun kuşatma isteğini veya onu cesaretlendirme mesajını iletmeleri için yeterliydi. Arapların Frenkler’e karşı seferberliği düzene girdikçe, Şam, Kahire, Halep ve diğer şehirler arasında düzenli posta güvercini servisleri çalışmaya başlamıştır. Hatta devlet, bu kuşları yetiştiren ve eğiten kişilere ücret vermeye başlamıştır.


Zaten Frenkler güvercin yetiştirme merakını Doğu’da bulundukları sırada edinecekler ve bu iş daha sonra ülkelerinde çok revaçta olacaktır. Fakat Albara kuşatması sırasında bu haberleşme yöntemine ilişkin hiçbir şey bilmemektedirler, bu da Zengi’ye bundan yararlanma fırsatı yaratmaktadır. Kuşatma altındakiler üzerindeki baskısını artırmaya başlayan atabey, sıkı bir pazarlıktan sonra onlara avantajlı teslim koşulları önermiştir: Kalenin teslimi ve elli bin dinar ödemeleri. Bunun karşılığında, onların serbest gitmelerine izin verecektir. Foulque ve adamları teslim olmuşlar ve bu işten yakalarını ucuz kurtardıklarından ötürü mutlu olarak, dört nala kaçmışlardır. İbn el-Esir’e göre, Albara’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, yardımlarına gelen büyük bir takviye gücüyle karşılaşmışlar ve teslim olduklarına pişman olmuşlardır, ama bu pişmanlık geç olmuştur. Bu ancak Frenkler’in dış dünyadan tamamen kopuk olmaları sayesinde mümkün olabilmiştir.


Zengi, özellikle tehlike belirten haberler aldığı ve Albara olayını lehine bitirdiği için daha da memnundur. 1118’de babası Aleksios’un yerine geçen Bizans imparatoru Ioannes Komnenos, onbinlerce adamıyla birlikte Kuzey Suriye’ye doğru yoldadır. Foulque uzaklaşır uzaklaşmaz, atabey atına atlayıp dörtnala Halep’e gitmiştir. Geçmişte Rumların baş hedefi olan kent kaynaşma içindedir. Bir saldırıyı hesaba katarak, surların civarındaki hendekler boşaltılmaya başlamıştır, çünkü halkın barış zamanlarında buralara çöp atma gibi kötü bir adeti vardır. Fakat vasilevsin elçileri kısa bir süre sonra Zengi’yi rahatlatmışlardı: Hedefleri kesinlikle Halep olmayıp, Rumların talep etmekten asla vazgeçmedikleri Frenk şehri Antakya’dır. Atabey bu arada, kentin çoktan kuşatıldığını ve mancınıklarla bombardıman altında olduğunu memnuniyetle öğrenmiştir. Zengi, hıristiyanları kendi aralarındaki kavgaları sürdürsünler diye bırakıp, Unar’ın kendine kafa tutmaya devam ettiği Hıms’ı kuşatmaya gitmiştir.


Ancak Frenkler’le Rumlar öngörülenden daha çabuk uyuşmuşlardır. Batılılar, vasilevsi sakinleştirmek için Antakya’yı ona geri vereceklerine söz vermişler, Ioannes Komnenos de onlara bunun karşılığında Suriye’de birçok müslüman kentini vermeyi yüklenmiştir. Bu da, 1138’de yeni bir fetih savaşını başlatmıştır. İmparatorun iki Frenk yardımcısı vardır: yeni Edessa kontu II. Jocelin ve II. Bohémond ile Alix’in sekiz yaşındaki kızları Constance’la evlenerek Antakya prensliğini ele geçiren Raymond adında bir şövalye.


Müttefikler, Nisanda Şeyzer’i kuşatmaya girişmişler, taş ve gülle atan on sekiz mancınığı buraya yerleştirmişlerdir. Frenk istilasının başlamasından önce kentin valiliğini yapmış olan yaşlı emir Sultan İbn Munkid, Rumlar ile Frenkler’in birleşik güçlerine karşı koyabileceğe hiç benzememektedir. İbn el-Esir’e göre, müttefikler hedef olarak Şeyzer’i seçmişlerdir, çünkü Zengi’nin kendine ait olmayan bir kenti hararetle savunmakla uğraşmayacağını umuyorlardı. Bu onu yanlış tanımaktır. Türk beyi, direnmeyi bizzat örgütlemiş ve yönetmiştir. Şeyzer çarpışması, onun için harika devlet adamı yeteneklerini her seferinden daha fazla seferber etme fırsatı yaratacaktır.


Birkaç hafta içinde bütün Doğu’yu ayağa kaldırmıştır. Anadolu’ya haberciler yollayıp, Danişment’in ardıllarını Bizans topraklarına saldırmaya ikna ettirdikten sonra, Bağdat’a karıştırıcılar yollamış, bunlar da 1111’de İbn el-Haşab’ın harekete geçirdiğine benzeyen bir ayaklanma örgütleyerek, Sultan Mesut’u Şeyzer’e asker yollamaya zorlamışlardır. Bütün Suriye ve Cezire emirlerine mektup yazmış, onları tehdid de ederek, yeni istilayı defetmeye çağırmıştır. Bizzat atebeyin kendi ordusu hasmınınkinden zayıf olduğundan, cepheden saldırmaktan vazgeçerek bir yıpratma taktiği uygulamıştır. Bu arada Zengi, vasilevs ve Frenk şefleriyle yoğun bir mektuplaşma içine girmiştir. İmparatora, müttefiklerinin ondan kaygılandıklarını - ki bu doğrudur - ve Suriye’den ayrılmasını sabırsızlıkla beklediklerini “haber vermiştir”. Frenkler’e, özellikle de Edessa kontu Jocelin ve Antakya prensi Raymond’a mesajlar yollamaktadır: Onlara Rumların Suriye’de tek bir kale fethederlerse, kısa bir süre içinde bütün kentlerinizi işgâl edeceklerini anlamıyor musunuz? demektedir. Sıradan Bizanslı ve Frenk savaşçıların yanına çok sayıda ajan göndermekte, çoğu Suriyeli hıristiyanlardan olan bu adamlar, İran, Irak ve Anadolu’dan devasa yardım ordularının geldiğine dair moral bozucu söylentiler yaymaktadırlar.


Bu propaganda, özellikle Frenkler arasında olmak üzere meyvalarını vermiştir. Altın kafa zırhını giymiş olan imparator mancınık atışlarını şahsen yönetirken, bir çadırda oturan Edessa ve Antakya senyörleri bitmez tükenmez zar partileri yapmaktadırlar. Firavunlar Mısır’ı zamanından beri bilinen bu oyun, XII. yüzyılda hem Doğu’da, hem de Batı’da çok yaygındır. Araplar buna “ez-zar (az-zar)” demektedirler, Frenkler bu kelimeyi alacaklar, ama onunla oyunun kendini değil, talihi, rastlantıyı ifade edeceklerdir: “Hasard”.


Frenk prenslerinin bu zar partileri, vasilevs Ioannes Komnenos’u öfkelendirmektedir. Müttefiklerinin kötü niyetinden morali bozulan ve güçlü bir Müslüman ordusunun yardıma geldiğine dair ısrarlı söylentilerden alarm durumuna geçen - bu ordu aslında Bağdat’tan hiç ayrılmamıştır -, imparator, Şeyzer kuşatmasına son vererek, 21 Mayıs 1138’de Antakya’ya gitmek için yola çıkmış, Jocelin ve Raymond’u peşinden yaya yürütüp, onlara seyis gibi davranarak, kente at üzerinde girmiştir.


Zengi için bu muazzam bir zaferdir. Rumlarla Frenkler arasındaki ittifakın yoğun bir korku yarattığı Arap âleminde, atabey artık bir kurtarıcı olarak görülmektedir. Tabii ki canını sıkan bazı sorunları ara vermeden çözmek üzere prestijinden yararlanmaya kararlıdır. En başta da Hıms sorununu. Zengi, Şeyzer savaşı biter bitmez, yani mayıs sonunda Şam’la ilginç bir anlaşma yapar: Sultan Zümrüt’le evlenecek ve Hıms’ı da onun çeyizi olarak alacaktır. Oğlunun katili hanım sultan, bundan üç ay sonra alayla Hıms surlarının dibine gelmiş, burada yeni kocasıyla resmen birleşmiştir. Törene, sultanın, Bağdat ve Kahire halifelerinin temsilcileri ve hatta düş kırıklıklarından ders alarak Zengi’yle çok iyi ilişkiler kurmaya karar veren Rum imparatorunun elçileri katılmışlardır.


Musul, Halep ve Orta Suriye’nin tamamının efendisi olan atabey, yeni karısının yardımıyla Şam’ı ele geçirmeyi hedeflemiştir. Karısının, oğlu Mahmut’u Şam’ı ona çarpışmadan bırakması konusunda ikna etmeyi başaracağını ummaktadır. Hanım sultan tereddüt eder, hık mık eder. Ona güvenemeyeceğini anlayan Zengi, sonunda bu yoldan vazgeçer. Fakat 1139’da Harran’da bulunduğu sırada, Zümrüt’ten acil bir mesaj alır: Sultan hanım ona, Mahmut’un, üç kölesi tarafından yatağında bıçaklanarak katledildiğini haber vermektedir. Hanım sultan, kocasına gecikmeden Şam üzerine yürümesi, kenti ele geçirmesi ve oğlunun katillerini cezalandırması için yalvarmaktadır. Atabey hemen yola çıkar. Karısının gözyaşlarına hiç aldırmaz, ama Mahmut’un ölümünden Suriye’nin birliğini sonunda kendi önderliğinde gerçekleştirmek üzere yararlanabileceğini düşünür.


Bu, her zaman varolan ve Hıms’ın tesliminden sonra Şam’a geri dönen Unar’ı hesaba katmamak demektir. Unar, Mahmut’un ölümüyle kent yönetimini doğrudan kendi eline almıştır. Zengi’nin saldıracağını bekleyen Muyiniddin, buna karşı koymak üzere gecikmeden bir plan yapmıştır. O sırada bu planı uygulamıyor ve yalnızca savunmayı örgütlemekle meşgul oluyordu.


Zaten Zengi de, göz koyduğu kentin üzerine doğrudan gitmemiştir. İşe önce antik Roma kenti Baalbek’e saldırmakla başlamıştır; burası hâlâ Şamlıların elinde olan belli bir önemdeki yegâne yerleşim yeridir. Zengi’nin niyeti Suriye başkentini sarmak ve halkının moralini bozmaktır. Ağustos ayında Baalbek’in etrafına on dört mancınık yerleştirerek, Şam kuşatmasına yaz sonunda başlayabilmek için burayı ele geçirmek üzere, bunlarla şehri aralıksız dövmeye başlamıştır. Baalbek zorluk çıkartmadan teslim olmuştur, fakat Fenikeli bir tanrı olan Baal’in adına yapılmış olan eski bir tapınağın taşlarıyla inşa edilmiş olan Hisarı savunanlar ekim sonunda, hayatlarının bağışlanacağı güvencesini alarak teslim olunca, otuz yedi savaşçının çarmıha gerilmesini ve komutanlarının da hemen oracıkta canlı canlı derisinin yüzülmesini emretmiştir. Şamlıları, her tür direnmenin intihar olacağına ikna etmeye yönelik bu vahşi hareket, tamamen tersi etki yapmıştır. Unar’ın etrafında sıkı bir birlik oluşturan Şam halkı, hiçbir zaman olmadığı kadar cesur bir şekilde sonuna kadar çarpışmaya kararlıdır. Her halükârda kış yakındır ve Zengi ilkbahardan önce saldırmayı düşünemez. Unar, bu birkaç aydan, gizli planını düzene sokmak için yararlanacaktır.


Nisan 1140’ta atabey baskısını artırmış, genel bir saldırıya hazırlandığı sırada, Unar işte tam bu anda planını uygulamaya sokmuştur: Kral Foulque komutasındaki Frenk ordusunu, güç kullanarak Şam’a yardım etmesi için çağırmak. Bu tek bir kerelik bir harekât olmayıp, Zengi’nin ölümünden sonra da sürecek tam bir ittifak antlaşması olacaktır.


Nitekim Unar 1138’de, Halep’in efendisine karşı dostu vakanüvis Usama İbn Munkid’i, bir Frenk-Şam işbirliğinin incelemesi için Kudüs’e göndermiştir. Orada iyi karşılanan Usama, bir ilke anlaşması sağlamıştır. Karşılıklı elçiler gönderilmiş, vakanüvis 1140’ta belirgin önerilerle kutsal kente gitmiştir: Frenk ordusu Zengi’yi Şam’dan uzaklaşmaya zorlayacaktır; iki devletin güçleri yeni bir tehlike belirdiğinde birleşeceklerdir; Muyiniddin askeri harekâtların masrafını karşılamak üzere yirmi bin dinar ödeyecektir; nihayet Zengi’nin bağımlılarından Bere tarafından kısa bir süre önce ele geçirilmiş olan Banyas kalesini işgal etmek ve Kudüs kralına vermek üzere, Unar’ın komutasında ortak bir harekât yapılacaktır. Şamlılar, iyi niyetli olduklarını kanıtlamak üzere, kentin önde gelen ailelerinden seçilen rehineleri Frenkler’e vereceklerdir.


Aslında Frenk koruması altında yaşamak söz konusuydu, ama Suriye başkentinin halkı buna istemeye istemeye razı olmuştur. Atabeyin sert yöntemlerinden korkarak, Unar’ın görüşmelerini yaptığı antlaşmayı ittifakla kabul etmiştir. Unar’ın siyaseti inkâr edilemez bir etkinliğe sahiptir. Kıskaca düşmekten korkan Zengi, Baalbek’e çekilmiş, burayı ikta olarak güvenilir bir adamına, Eyüp’e vermiş, sonra ordusuyla birlikte kuzey yönünde uzaklaşmadan önce, Selahaddin’in babasına yenilgisinin intikamını almak için geri geleceğine söz vermiştir. Atabeyin gitmesinden sonra, Unar Banyas’ı işgâl etmiş ve ittifak antlaşmasına uygun bir şekilde burayı Frenkler’e teslim etmiştir. Sonra Kudüs krallığına resmi bir ziyarette bulunmuştur.


Usama ona bu ziyaretinde eşlik etmiştir. Usama, bir bakıma Şam’ın Frenk sorunları konusundaki büyük uzmanı haline gelmiştir. Bizim için mutluluk verici birşey olarak, vakanüvis-emir kendini diplomatik müzakerelerle sınırlamamaktadır. Herşeyden önce meraklı biri ve dikkatli bir gözlemcidir; bize, Frenkler zamanındaki gündelik hayata ve adetlere ilişkin unutulmaz bir tanıklık bırakacaktır.


Kudüs’ü ziyaret ettiğimde, dostlarım Templierler’in konaklama yeri olan el-Aksa camiine gitme adetini edinmiştim. Caminin kenarlarından birinde, Frenkler’in kilise kurdukları bir mescid vardı. Templierler, ibadetimi yapabilmek için burayı emrime veriyorlardı. Birgün buradan içeri girdim, Allahü Ekber dedim ve tam namaza duracaktım ki, bir adam, bir Frenk bana doğru koşup kolumdan tuttu ve yüzümü Doğu’ya çevirerek, bana “işte böyle ibadet edilir” dedi. Templierler hemen koşup onu benden uzaklaştırdılar. Ben de tekrar namaza durdum, ama bu adam dikkatsizliğimden yararlanarak tekrar üstüme atıldı, yüzümü Doğu’ya çevirerek, “işte böyle ibadet edilir” diye tekrarladı. Templierler gene müdahale ederek onu uzaklaştırdılar ve özür dileyerek, bana “o bir yabancı, Frenkler ülkesinden yeni geldi ve Doğu’ya dönmeden ibadet eden birini hiç görmedi” dediler. Ben de ibadetimi tamamladığımı söyledim ve beni Mekke’ye (Kıbleye) dönerek ibadet ederken görünce bu kadar çok kızan bu iblisin davranışından şaşırmış bir şekilde dışarı çıktım.


Emir Usama’nın Templierler’den “dostlarım” diye söz etmesinin nedeni, onların barbar adetlerinin Doğu’yla temasları sonucu kibarlaştığını düşünmesidir. Frenkler arasından bazılarının bizim aramıza yerleştiklerini ve Müslüman cemaatini geliştirdiklerini görüyoruz. Bunlar, onların işgâl altında tuttukları topraklarına yeni gelenlerden çok daha üstünler diye açıklamaktadır. Ona göre, el-Aksa camiindeki olay “Frenklerin kabalığının bir örneğidir”. Kudüs krallığına yaptığı çok sayıda ziyaret sırasında devşirdiği başka örnekleri de zikretmektedir.


Frenkler’in bayramlarından birini kutladıkları bir günde Taberiye’de (Tiberias, Tiberiade) bulunuyordum. Şövalyeler, bir mızrak oyunu oynamak için kentten çıkmışlardı. Çökmüş iki yaşlı kadını da beraberlerinde sürüklemişler ve atmeydanının bir ucuna koymuşlardı, diğer uçta ise bir kayaya asılmış bir domuz vardı. Şövalyeler bunun üzerine iki yaşlı arasında bir koşu yarışı düzenlediler.

 



Kadınlardan her biri, yolunu kesen bir grup şövalyenin eşliğinde ilerliyordu. Her adımda düşüyorlar, sonra seyircilerin kahkahası arasında yeniden kalkıyorlardı. Sonunda ihtiyarlardan biri birinci oldu, domuzu zaferinin ödülü olarak yakaladı.


Usama gibi okumuş ve incelmiş bir emirin, Galyalıların bu alışkanlıklarını takdir etmesi beklenemez. Fakat küçümseyici yüz ifadesi, Frenklerin adaletinin ne olduğunu gözlediğinde bir iğrenme haline dönüşmektedir. Şöyle anlatmaktadır:


Nablus’ta ilginç bir gösteriye katılmaya fırsatım oldu. İki adam teke tek dövüşeceklerdi. Bu dövüşün nedeni şuydu: Müslüman haydutlar komşu köyü istila etmişlerdi ve çiftçilerden birinin onlara rehberlik ettiğinden kuşkulanılıyordu. Kaçmıştı, ama yakında geri dönecekti, çünkü kral Foulque onun çocuklarını hapsettirmişti. Çiftçi ona, “bana adil davran ve beni itham edenlerle hesaplaşmama izin ver” demişti. Kral bunun üzerine, köyü fief (malikâne) olarak almış olan senyöre “hasmı getirt” demişti. Senyör köyde çalışan bir demirciyi seçmiş ve ona “düelloyu sen yapacaksın” demişti. Fiefin sahibi köylülerinden birinin öldürülmesini hiç istemiyordu, çünkü işlenecek tarlalar bundan zarar görürdü. Ben de işte bu demirciyi gördüm. Güçlü bir adamdı, ama yürürken veya otururken içecek birşeyler isteme eğilimindeydi. İtham edilen kişiye gelince, parmaklarını meydan okuma belirtisi olarak şaklatan cesur bir ihtiyardı. Nablus’un valisi olan vikont yaklaştı, herbirine bir kargı ile bir kalkan verdi ve seyircileri çevreye bir çember halinde yerleştirdi...


Dövüş başladı diye devam etmektedir Usama. Demirci ihtiyarı arkaya doğru bastırıyor, onu kalabalığın üstüne atıyor, sonra alanın ortasına geri dönüyordu. Birbirlerine öyle sert darbeler indirdiler ki, artık iki hasım tek bir kan sütunu gibi gözükmeye başladı. İşin sonunun çabuk gelmesini isteyen vikontun cesaretlendirmelerine rağmen dövüş uzadı. Onlara “daha çabuk” diye bağırıyordu. İhtiyar sonunda tükendi ve demirci de çekiç sallamadaki deneyinden yararlanarak ona bir darbe indirdi ve kargısını düşürdü. Sonunda üzerine çöküp, parmaklarını gözlerine sokmaya uğraştı, ama akan kanlardan ötürü bunu başaramadı. Demirci bunun üzerine kalktı ve hasmının işini bir kargı darbesiyle bitirdi. Cesedin boynuna hemen bir ip bağlayıp darağacına sürüklediler ve buraya astılar. Bu örnekten Frenkler’in adaletinin ne olduğunu anlayınız!

 



Emirin bu kızgınlığından daha doğal birşey olamaz, çünkü XII. yüzyıl Arapları açısından adalet ciddi birşeydir. Kadılar (yargıçlar) çok saygı gören kişilerdir; bunlar kararlarını vermeden önce Kur’an tarafından saptanmış iyice belli bir usule uymak zorundadırlar: İddia, savunma, tanıklıklar. Batılıların sık sık başvurdukları “Tanrı yargısı” (haklının düelloyla belirlenmesi.), onlara ölümcül bir şaka olarak gözükmektedir. Vakanüvis tarafından tasvir edilen bu düello, ordalie’nin (ilkel toplumlarda, suçluyu ortaya çıkartmak için başvurulan hukuk dışı yöntemler.) biçimlerinden başka bir şey değildir. Aynı zamanda, Usama’nın dehşetle anlattığı su işkencesi de vardır.


Suyla dolu kocaman bir fıçı getirilmiştir. Kuşkulanılan genç adam sucuk gibi bağlanmıştı ve kürek kemiklerinden bir ipe bağlanarak fıçının içine daldırılmıştı. Dediklerine göre eğer masumsa suya batacak ve bu iple dışarı çekilecekti. Eğer suçluysa, suya batması olanaksızdı. Talihsiz çocuk, suya attıklarında dibe kadar gitmeye uğraştı, ama başaramadı ve Allah onları lanetlesin, yasaların katılığına maruz kalmak zorunda kaldı. Bunun üzerine gözüne kızdırılmış gümüş bir mil çekildi ve kör edildi.


Suriyeli emirin “barbarlar” hakkında kanaati, bilgilerinden söz ettiğinde de hiç değişmemektedir. Frenkler, XII. yüzyılda bütün bilim ve teknik alanlarında Araplardan çok geridirler. Fakat gelişmiş Doğu ile ilkel Batı arasındaki açıklık tıp alanında daha da büyüktür. Usama farkı gözlemektedir:

Lübnan dağındaki Murnietra’nın Frenk valisi, bir gün Şeyzer emiri amcam Sultan’a, bazı acil durumluları tedavi etmek üzere bir hekim yollamasını rica eden bir mektup yazdı. Amcam bizim oralardan Thabet adında hıristiyan bir hekimi seçti. Bu hekim ancak birkaç gün kaldıktan sonra bize döndü. Hastaları bu kadar çabuk nasıl iyileştirdiğini öğrenmek için hepimiz meraktan çatlıyorduk, bu yüzden onu soru yağmuruna tuttuk. Thabet şöyle cevapladı: “Önüme, bacağında cerahat olan bir şövalye ile vereme yakalanmış bir kadın getirdiler. Şövalyenin bacağına bir yakı koydum, çıban açıldı ve küçüldü. Kadına da, ateşini düşürmek için perhiz verdim. Fakat bir Frenk hekimi geldi ve “Bu adam bunları tedavi etmesini bilmiyor”, dedi. Şövalyeye dönerek ona, “Tek bacağınla yaşamayı mı, yoksa ikisiyle birlikte ölmeyi mi tercih edersin?” diye sordu. Hasta, tek bacakla yaşamayı tercih ettiğini söyleyince, “Bana iyi bilenmiş bir baltayla güçlü bir şövalye getirin”, diye emretti. Biraz sonra şövalyeyle balta geldi. Hekim bacağı bir kütüğün üzerine koyarak, yeni gelene “Tek bir kerede kesmek üzere baltanla iyi bir vuruş yap” dedi. Adam gözlerimin önünde bacağa ilk darbeyi indirdi; ama kopmadığı için bir daha vurdu. Bacağın iliği saçıldı ve yaralı hemen o anda öldü. Kadına gelince, Frenk hekim onu muayene ettikten sonra, “Kafasının içinde ona aşık bir iblis var. Saçlarını kesin”, dedi. Saçlarını kestiler. Kadın onların gıdalarını sarımsak ve hardalla birlikte yemeye başladı, bu da veremini ağırlaştırdı. Onların hekimi, “Demek ki iblis başın içine girdi” diye iddia etti. Ve bir ustura alarak, (kadının) başına haç biçiminde çentik attı, kafa kemiğini açığa çıkardı ve onu tuzla oğdu. Kadın hemen oracıkta öldü. Bunun üzerine şöyle sordum: “Bana başka ihtiyacınız var mı?” Hayır, dediler ve Frenklerin hekiminden bilmediğim birçok şey öğrenerek geri geldim.


Batılıların cehaletleri karşısında apışıp kalan Usama, onların adetlerine daha da şaşırmıştır: “Frenkler, diye haykırmaktadır, onur duygusuna sahip değildir. Eğer içlerinden biri karısıyla sokağa çıkar da başka bir adama rastlarsa, bu sonuncusu kadının elini tutarak, konuşmak için onu ayrı bir yere çekmekte, bu arada koca konuşmanın bitmesini beklerken biraz uzaklaşmaktadır. Eğer bu iş uzarsa, karısını konuştuğu kişiyle bırakmakta ve gitmektedir”. Emirin kafası karışmıştır: “Bu çelişkinin üzerinde biraz düşünün. Bu adamların ne kıskanmaları, ne de onur duyguları var, oysa ne kadar da cesurlar. Oysa cesaret yalnızca onur duygusundan ve kötü olan herşeye karşı tiksinti duyulmasından kaynaklanır”.


Usama, Batılılar hakkında daha çok şey öğrendikçe, onlar hakkında kötü bir kanıya sahip olur. Onların yalnızca şövalyelik niteliklerini beğenmektedir. Bu durumda, onların arasından edindiği “dostlar”dan birinin, Foulque’un ordusundaki şövalyelerden birinin, ona oğlunu Avrupa’ya götürerek şövalyelik kurallarına alıştırmayı teklif ettiğinde, emirin, oğlunun “Frenkler’in ülkesine gitmesindense hapse girmesini tercih ettiğini” söyleyerek bunu geri çevirmesi anlaşılmaktadır. Bu yabancılarla yakınlaşmanın bir sınırı vardır. Zaten Usama’ya Batılıları tanıma konusunda umulmadık bir fırsat sağlayan Şam ile Kudüs arasındaki bu ünlü işbirliğinin bir süre sonra kısa bir ara olduğu anlaşılacaktır. Seyirlik bir olay, kısa bir süre sonra istilacıya karşı savaşı yeniden ve köküne kadar başlatacaktır: 23 eylül 1144 cumartesi günü, Doğu Frenk devletlerinin en eskisinin başkenti olan Edessa, atabey İmadeddin Zengi’nin eline geçmiştir.


Eğer Kudüs’ün 1099’da düşmesi Frenk istilasının zirvesini ve Sûr’un 1124 Temmuzda düşmesi de istila safhasının sona ermesini belirlediyse, Edessa’nın geri alınması da, tarihte Arapların istilacıya yönelik karşı saldırılarının taçlanması ve zafere doğru uzun yürüyüşün başlangıcı olarak kalacaktır.


Hiç kimse, istilanın bu kadar parlak bir şekilde tartışmalı hale getirileceğini tahmin edemiyordu. Aslında Edessa, Frenk varlığının bir ileri karakolundan ibaretti, ama bu devletin kontları yerel siyaset oyunuyla tam anlamıyla bütünleşmeyi becermişlerdi. Halkının çoğunluğu Ermeni olan kentin sonuncu Batılı efendisi, kısa boylu, sakallı, koca burunlu, patlak gözlü, orantısız vücutlu, ne cesaret, ne de bilgelik açısından parlak olan II. Jocelin’di. Fakat uyrukları ondan nefret etmiyorlardı, çünkü özellikle annesi Ermeniydi ve malikânesinin durumu hiç de kritikmişe benzemiyordu. Komşularıyla birbirlerini karşılıklı olarak yağmalıyorlardı ve bunlar hep ateşkeslerle sona eriyordu.


Fakat durum, bu 1144 sonbaharında aniden değişir. Zengi, becerikli bir askeri manevrayla, hem güçlüleri, hem de zayıfları sarsacak bir zafer kazanarak, doğu’nun bu parçasının üzerindeki yarım yüzyıllık Frenk egemenliğine son verir. Bu zafer ta, İran’dan uzaktaki “Almanlar” ülkesine kadar duyulur ve en büyük Frenk krallarının yönetimindeki yeni bir istilayı başlatır.


Edessa’nın fethinin en heyecanlı anlatısını, olayları bizzat yaşamış bir tanık, Süryani piskopusu Ebul-Farac Basil (Bar Habreus) yapmıştır. Bu papaz, olaylara doğrudan karışmıştır. Çarpışma sırasındaki tutumu, mensup olduğu Doğu hıristiyan cemaatlerinin yaşadıkları dramı iyice aydınlatmaktadır. Kenti saldırıya uğrayınca, Ebu-Farac savunmaya faal olarak katılır, fakat sempatisi giderek Müslüman ordusuna yönelmektedir, çünkü Batılı “koruyucular”ına karşı pek büyük bir saygı duymamaktadır. Şöyle anlatmaktadır:

Kont Jocelin Fırat kıyılarında talana çıkmıştı. Zengi bunu öğrendi. 30 kasımda Edessa surlarının dibine gelmişti. Askerleri gökteki yıldızlar kadar kalabalıktı. Kentin çevresindeki bütün topraklar onlarla doldu. Her yere çadır kuruldu ve atabey kendininkini şehrin kuzeyine Saatler kapısının (Şae kapısı) karşısında, Günah Çıkartıcılar (itiraf) kilisesine egemen bir tepenin üzerine kurdurdu.


Bir vadide yer almasına rağmen, Edessa alınması zor bir kaleydi, çünkü üçgen biçimli surları, çevredeki tepelere sağlamca bağlanmıştı. Ebul-Farac, fakat Jocelin hiç asker bırakmamıştı. Şehirde yalnızca kunduracılar, dokumacılar, ipek satıcıları, terziler, rahipler kalmıştı, diye açıklamaktadır. Demek ki şehri kentin Frenk piskoposu savunacak ve ona yüksek rütbeli bir Ermeni din adamı ile bizzat vekayinin yazarı yardım edeceklerdir, oysa Ebul-Farac atabeyle bir anlaşmadan yanadır.

Zengi, kuşatma altındakilere sürekli barış önerilerinde bulunuyor ve şöyle diyordu:

“Ey gafiller! Bütün umutların kaybolduğunu görüyorsunuz. Ne istiyorsunuz? Ne bekliyorsunuz? Kendinize, oğullarınıza, karılarınıza, ailenize acıyınız. Kentinizin harap olmasına ve insansız kalmasına engel olunuz”. Ama kentte iradesini dayatabilecek güçte hiçbir önder yoktur. Zengi’ye aptalca bir şekilde yalancı pehlivanlık yapıldı ve hakaretler yağdırıldı.


Kazmacıların surların altına lâğım kazdıklarını gören Ebul-Farac, barış önermek için Zengi’ye bir mektup yazılmasını teklif eder ve Frenk piskopos da buna katılır. “Mektup yazıldı ve halka okundu, ama akılsız bir adam, bir ipek satıcısı elini uzattı, mektubu kaptı ve yırttı”. Bu arada Zengi sürekli olarak, “Eğer istiyorsanız yardım alıp alamayacağınızı göresiniz diye size birkaç gün ateşkes süreci tanırız. Yoksa teslim olun ve yaşayın” diye tekrarlayıp duruyordu.


Fakat hiçbir yardım gelmez. Başkentine saldırıldığından erkenden haberdar edilmesine rağmen, Jocelin atabeyin güçleriyle boy ölçüşmeye cesaret edemez. Antakya ve Kudüs’ten yardım birliklerinin gelmesini beklemek üzere Tell Beşir’e yerleşmeyi tercih eder.


Türkler şimdi kuzey surlarının temelini uçurmuşlar ve onun yerine bol miktarda odun, kalas, ağaç kütükleri koymuşlardı. Bunlar daha iyi yansın ve duvar daha çabuk çöksün diye, yarıkları nafta, yağ ve kükürtle doldurmuşlardı. Bunun üzerine Zengi’nin emriyle bunlar tutuşturuldu. Ordugâhındaki haberciler savaşa hazırlanın çağrısı yaparak, askerleri sur çöker çökmez yarıktan içeri dalmaya davet ettiler ve şehri onlara üç gün yağmalatacaklarını vaad ettiler. Ateş nafta ve kükürdü sardı ve odun ile eritilmiş yağı tutuşturdu. Rüzgâr kuzeyden esiyor ve dumanı savunuculara taşıyordu. Sağlamlığına rağmen duvar önce sendeledi, sonra çöktü. Türkler, içlerinden çoğunu yarıkta kaybettikten sonra kente girdiler ve insanları ayırımsız katletmeye başladılar. O gün halktan yaklaşık altı bin kişi öldü. Kadınlar, çocuklar ve gençler, katliamdan kurtulmak için yukarı Hisara kaçtılar. Buranın kapısını Frenk piskoposun hatası yüzünden kapalı olarak buldular, çünkü o muhafızlara “eğer benim yüzümü görmezseniz kapıyı açmayın” demişti. Böylece Hisara gruplar halinde çıkanlar birbirlerini çiğniyorlardı. Ağlanası ve dehşet verici manzara: itişen kakışan, boğulan, tek bir gövde haline gelen yaklaşık beş bin, belki de daha fazla insan böylece korkunç bir şekilde hayatını kaybetti.

 


Oysa, katliamı durdurmak için bizzat Zengi müdahale edecek ve başyardımcısını Ebul-Farac’a yollayacaktır. “Saygıdeğer pederden, kendinin ve cemaatinin bize sadık kalacağına haç ve İncil üzerine yemin etmesini istiyoruz. Bu kentin Arapların yönetiminde olduğu iki yüz yıl boyunca büyük bir şehir olarak geliştiğini çok iyi biliyorsun. Şimdi, Frenkler burayı işgal edeli elli yıl oldu ve onu çoktan harabeye çevirdiler. Efendimiz İmadeddin Zengi, size iyi muamelede bulunmaya hazırdır. Onun egemenliği altında barış içinde yaşayın, güvenlik içinde olun ve uzun yaşaması için dua edin”. Ebul-Farac devam etmektedir:


Bunun üzerine, Suriyeliler ve Ermeniler kentten çıkartıldılar ve bunların hepsi rahatsız edilmeden evlerine döndü. Buna karşılık Frenkler’in nesi varsa, altın, gümüş, kutsal kaplar, kutsal su kapları, kutsal tabaklar, bezemeli haçlar ve çok miktarda mücevher alındı. Rahipler, soylular ve ileri gelen kişiler ayrı bir yana konuldu; bunların elbiseleri çıkartılıp, zincire vurulup Halep’e götürüldüler. Geriye kalanların içinden zenaatkârlar ayrıldı, Zengi onların her birini kendi mesleğinde çalıştırmak üzere esir olarak yanında tuttu. Yüz kadar olan diğer Frenkler’in tamamı idam edildi.


Edessa’nın geri alındığı haberi duyulunca, bütün Arap âlemi sevince boğuldu. Artık Zengi’ye en muhteris planlar atfedilmektedir. Atabeyin çevresinde çok sayıda bulunan Filistinli ve kıyı kentlerinden mülteciler, daha şimdiden Kudüs’ü geri almaktan söz etmektedirler. Bu hedef, bir süre sonra Frenkler’e karşı direnişin simgesi haline gelecektir.

Halife, günün kahramanına parlak ünvanlar vermekte gecikmemiştir: el-melik el-mansur (muzaffer melik), zeynülislam (islamın süsü), naşir emirülmüminin (insanların emirinin desteği). O dönemin bütün hükümdarları gibi, Zengi de gücünün simgesi olan ünvanlarını sıralamaktadır. İbn el-Kalanissi, ince bir alay taşıyan bir notta, vekayisinde bütün ünvanlarını sıralamadan “şu sultan”, “emir” veya “atabey” diye söz ettiğinden ötürü okurdan özür dilemektedir. Çünkü diye açıklamaktadır, X. yüzyıldan beri bu unvanlarda öylesine bir enflasyon yaşanmıştır ki, eğer hepsini vermeye kalksa, metni okunamaz hale gelir. Basitliği içinde yüce olan emirülmüminin ünvanıyla yetinen ilk halife dönemini hasretle andığını gizlice belirten Şamlı vakanüvis, söylediklerini açık hale getirmek için birçok örnek vermektedir, en başta da Zengininkini. İbn el-Kalanissi, atabeyi zikrettiği her seferinde şunları yazması gerektiğini hatırlatmaktadır:

Emir, komutan, büyük, adil, tanrının yardımcısı, zafer kazanan, emsalsiz, dinin desteği, İslamın kilit taşı, islamın süsü, yaratıkların koruyucusu, hanedanın ortağı, doktrinin yardımcısı, milletin şanı, meliklerin şerefi, sultanların dayanağı; kâfirlere, asilere, imansızlara galip gelen, Müslüman ordularının başı, muzaffer melik, hükümdarların hükümdarı, liyakatlerin güneşi, Irakeyn ve Suriye emiri, İran fatihi, Pehlivanı cihan, Alp, İnasay, Kutluk, Tuğrulbey, atabey, Ebu-Said Zengi İbn Aksungur, emirülmümininin desteği.

Şamlı vakanüvisin saygısız bir şekilde dalga geçtiği şatafatlı karakterlerinin dışında, bu ünvanlar artık Zengi’nin Arap dünyasında sahip olduğu öncelikli yeri işaret etmektedirler. Frenkler adını duyunca titremektedirler. Kral Foulque’un arkasında küçük çocuk bırakarak, Edessa’nın düşmesinden kısa bir süre sonra ölmüş olması, bu korkuları katlamaktadır. Taht niyabetini yürüten karısı, Frenkler ülkesine aceleyle elçiler göndererek, halkının uğradığı felâketleri haber vermiştir. İbn el-Kalanissi, bunun üzerine bütün ülkelerde, İslam topraklarına saldırmaları için insanlara çağrılar yapıldı, diye yazar.


Sanki Batılıların endişelerini teyid etmek istermişçesine, Zengi zaferinden sonra Suriye’ye dönmüş, Frenklerin elindeki başlıca kentlere karşı geniş çaplı bir saldırıya hazırlandığını duyurmuştur. Suriye kentleri bu tasarıları başta heyecanla karşılamışlardır. Fakat kısa bir süre sonra Şamlılar, tıpkı 1139’da olduğu gibi çok sayıda savaş makinesi yaptırtmak için Baalbek’e yerleşmiş olan atabeyin gerçek niyeti hakkında soru sormaya başlamışlardır. Cihad görüntüsü altında bizzat Şamlılara saldırmayı düşünüyor olmasın?


Bunu bilmek asla mümkün olmayacaktır, çünkü ilkbahar seferi için hazırlıkların bitmişe benzediği 1146 Ocağında, Zengi kuzeye gitmek zorunda kalmıştır. Casusları, onu Edessa kontu Jocelin’in, kentte kalmış olan bazı Ermeni dostlarıyla birlikte, Türk garnizonunu katletmek için bir fesat tezgâhladığından haberdar etmişlerdir. Atabey, fethettiği kente döner dönmez durumu kendi eline almış, eski kontun yandaşlarını idam ettirmiş ve halk arasındaki Frenk-karşıtı grubu güçlendirmek için kendini sonuna kadar destekleyecek üç yüz Yahudi aileyi Edessa’ya yerleştirmiştir.

Bu alarm, Zengi’yi alanını genişletme projesinden en azından bir süre vazgeçerek buradaki varlığını pekiştirmesi gerektiği konusunda ikna etmiştir. Özellikle, Halep’ten Musul’a giden büyük yol üzerinde yer alan ve Fırat kıyılarında bulunan güçlü Caber kalesini elinde tutan ve atabeyin otoritesini kabul etmeyen bir Arap emiri vardır. Bunun boyun eğmesi, iki başkent arasındaki ulaşımın kopmasına yol açabilir. Zengi, 1146 Haziranında Caber’i kuşatmıştır. Burayı birkaç gün içinde ele geçireceğini ummaktadır, fakat iş öngörülenden daha zor çıkmıştır. Üç ay geçmiş ve direnenlerin gücünde zayıflama olmamıştır.


Bir Eylül gecesi, atabey epeyi alkol aldıktan sonra uyumaktadır. Çadırının içindeki bir gürültüyle uyanır. Gözünü açınca, Yarenkeş adındaki Frenk kökenli bir hadımının onun testisinden şarap içtiğini görür, öfkeye kapılan atabey onu yarın ağır bir şekilde cezalandıracağına yemin eder. Efendisinin dehşetinden korkuya kapılan Yarenkeş, onun yeniden uyumasını bekler, bıçakla defalarca vurur ve Caber’e kaçar. Orada onu armağanlara boğarlar.


Zengi hemen ölmez. Yarı bilinçsiz bir şekilde yatarken, yakınlarından biri çadırına girer. İbn el-Esir onun tanıklığını aktaracaktır:


Atabey beni görünce, işini bitirmeye geldiğimi sandı ve parmağıyla bir işaret yaparak merhamet diledi. Ben üzüntüyle diz çöktüm ve ona, “efendimiz, bunu sana kim yaptı?” dedim. Ama bana cevap veremedi ve ruhunu teslim etti. Tanrı ona merhamet etsin.


Zengi’nin trajik ölümü, çağdaşlarını etkileyecektir. İbn el-Kalanissi olayı dizelere dökmüştür.


Sabah onu yatağına uzanmış olarak gösterdi,

hadımın boğazladığı yerde,

Oysa kahramanları ve kılıçlarıyla çevrelenmiş

olarak gururlu bir ordunun ortasında uyuyordu.

Zenginlik ve güç ona yaramadan bu dünyadan göçtü,

Onun ölmesiyle, o buradayken çekmeye cesaret

edemedikleri kılıçlarıyla baş kaldırdılar.



Zengi’nin ölümü tam bir kaynaşma ortamı yaratmıştır. Eskiden çok disiplinli olan askerleri, denetlenmesi olanaksız bir yağmacılar sürüsüne dönüşmüştür. Hazinesi, silahları, hatta kişisel eşyaları bile göz açıp kapayana kadar kaybolmuştur. Sonra ordusu dağılmaya başlamıştır. Emirleri, birbiri ardına adamlarını toplayıp, birkaç kaleyi işgâl etmeye veya buradan olayların durdurulmasını beklemeye koyulmuşlardır.


Muyiniddin Unar, hasmının öldüğünü duyunca, hemen askerlerinin başında Şam’dan ayrılarak Baalbek’i ele geçirmiş, Orta Suriye’ye birkaç hafta içinde egemen olmuştur. Antakya hükümdarı Raymond, unutmuşa benzediği bir geleneği tekrar uygulayarak, Halep surlarına kadar uzanan bir akın düzenlemiştir. Jocelin ise, Edessa’yı geri alabilmek için entrikalara girişmiştir.

Zengi tarafından kurulan güçlü devlet efsanesi sona ermişe benzemektedir. Ama gerçekte daha yeni başlamaktadır.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak