HAMDELE:
Elhamdülillah veya bu mânâdaki sözler.
Elhamdülillah sözünün mânâsı, Allahü teâlâya hamd olsun, ben her hâlimde O'ndan
memnûnum demektir.
Dînî bir kitabı yazarken, va'zu nasîhate veya ders
okutmaya başlarken, Besmele, hamdele ve salvele (Peygamber efendimize salât ve
selam getirmek) ile başlamak, İslâm'ın iyi âdetlerinden olup, müstehâbdır, iyi
görülmüştür. (İmâmzâde Muhammed Es'ad)
HAMELE-İ ARŞ:
Arşı
taşımakla görevli dört büyük melek.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hamele-i Arş melekleri ve Arşın etrâfında tavâf
eden (dönen) melekler Rablerini tesbîh ederler
ve vahdâniyyetini (birliğini) tasdîk ederler ve mü'minler için (af
ve) mağfiret
isterler. (Mü'min sûresi: 7)
Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve
hamele-i Arş'tan başka, bütün melekler, bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra
dört büyük melek yok olacaktır. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
HÂMİD:
Allahü
teâlâya hamdeden.
HAMÎD (El-Hamîd):
Allahü
teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her dilde ve her kalbde
övülen.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz
Allahü teâlâ ganîdir, hamîddir. (İbrâhim sûresi: 8)
El-Hamîd ism-i şerîfini söyliyen, işinde, sözünde ve ahlâkında başkalarının
övgüsünü kazanır. (Yûsuf Nebhânî)
HAMİYYET:
Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini
savunmakta tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir.
Hamiyyet sâhibi kişi dâimâ şehvete götüren
yollardan nefsini korur, hamiyyet duygusu ona bekçilik eder. Hamiyyeti olmayan,
mukaddes şeyleri korumak isteğini taşımayan kimse ise şehvete götüren işlerden
kaçınmak şöyle dursun, kendi şahsiyetini hattâ belki din, devlet ve milletini
bile fedâ eder. (Celâleddîn Devânî)
HAMR:
Şarab,
sarhoşluk veren içki.
Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Hamr, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, ezlâm (fal okları) ancak
şeytanın amelinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.
Şeytan, hamrda ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı
anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz (bunlardan) vaz
geçtiniz değil mi? (Mâide sûresi:
90, 91)
Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab)dır. Ve her sarhoşluk veren şey haramdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Hamr içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine
gitmeyiniz! Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz. Muhakkak biliniz
ki, hamr içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili
sarkmış pis kokulu olur. Herkes pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâdün-Nâsihîn)
Hamr dört mezhebde de haramdır. İçmesi ve her türlü
kullanılması günâhtır. Yalnız sirke yapılması ve susuzluktan ölmek üzere olanın
ölmiyecek kadar su yerine içmesi câizdir. (Senâullah
Dehlevî)
Alkolü az olan hamr da haramdır. Sarhoş etmese de
damlasını içmek haramdır. Helâl diyenin îmânı gider. Hamr, idrar gibi kaba
necâsettir. Her türlü kullanmak, ilâç yapmak, buruna çekmek, söz birliği ile
haramdır. Satması câiz değildir. Parası haramdır. (İbn-i Âbidîn)
HANBELÎ:
Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan
Hanbelî mezhebine mensub kimse.
Hanbelî Mezhebi:
Ehl-i
sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri.
İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır.
Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde
cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise ilim
öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M.Tâhir
Sünbül Mekkî)
Âlimlerin çoğuna göre altın ile gümüş her ne hâl ve
şekilde olursa olsun, her ne niyetle saklanırsa saklansın zekâtı verilir. Hanbelî
mezhebinde kadınların zînet (süs) olarak kullandıkları altının ve gümüşün
zekâtı verilmez. (Alâüddîn-i Haskefî,
Abdurrahmân Cezîrî)
HANEFÎ:
Ehl-i
sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanefî mezhebine mensub kimse.
Hanefî Mezhebi:
Ehl-i
sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri.
Hanefî
mezhebi Osmanlı Devleti zamânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi
oldu. Bugün dünyâ yüzünde bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i
sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
HÂNEKÂH (Hânegâh):
Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve
sohbet ile insanları olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer.
HANÎF:
Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya
meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp,
hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır.
Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
İbrâhim
ne yahûdî idi, ne de hıristiyan idi. O hanîf idi. (Âl-i İmrân sûresi: 67)
Hanîflerin en meşhûrlarından birisi Arab
hatîblerinden olan Kus bin Sâide'dir. Onun Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz
panayırında meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir:
Her şey fânîdir (geçicidir). Bâki (devamlı olan)
ancak Allahü teâlâdır. Birdir, ortağı ve benzeri yoktur. İbâdet edilecek ancak
O'dur. Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük-küçük hep
göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olarak inandım ki, herkese olan bana
da olacaktır. (Ben de öleceğim). (Ahmed
Cevdet Paşa)
Hanîf Dîni:
Doğru
yol, İslâmiyet.
HÂNİS:
Yemîninin
gereğini yapmayan.
Bir kimse, semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım
diye yemîn edince, yapmadığı için, hânis olup yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn)
HANNÂNE:
Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu,
Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan hurma kütüğü.
Resûlullah efendimiz, Medîne'de Mescid-i Nebevî'de,
hutbeyi, Hannâne'ye dayanarak okurlardı. Minber yapılınca, Hannâne'nin yanına
gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah
efendimiz minberden inip, Hannâne'ye sarılınca, sesi kesildi; "Eğer
sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı" buyurdu.
(Nişâncızâde)
HANNÂS:
İnsanların
kalblerine vesvese veren sinsi şeytan.
Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) De ki: İnsan ve cinden olan ve insanların
göğüslerine (îmân ve îtikâdına) vesvese veren hannâsın şerrinden insanların
mâbûduna ve insanların bütün işlerinin sâhibine ve insanların Rabbine
sığınırım. (Nâs sûresi: 1-6)
Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka
taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle
biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın
bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Başka vesveseye başlar. Çok hayırlı
işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük günâha
sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan
küçük hayırlı iş, insana tatlı gelir ve
acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. (Muhammed Hâdimî)
HARAC:
Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya
haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah(ü teâlâ)
din
husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77)
Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi
mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz
olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır.
Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ
(izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken,
kendi mezhebi âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi
budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması
lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve
bu mâni olmanın önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru
olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2.
Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış
yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn)
HARÂM:
Allahü
teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı,
haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi
bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi,
harâm etti. (A'râf sûresi: 33)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve ederler. Böyle
duâ nasıl kabûl olunur?
giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp, duâ (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan
korkarak yapmazsa, hiç günâh yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü
teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Harâmlardan
sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır. (Hazret-i Ali)
Harâmda
şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın
sadaka vermekten fazîletlidir, iyidir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm
kalır. Burada helâl şeyleri kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur.
Meselâ, bir erkek dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhirette ipek giymekten
mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhtan temizlenmedikçe,
Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de Cehennem'e gider. Çünkü,
âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Harâm li Aynihi:
Leş,
domuz eti, şarab gibi Allahü teâlâ tarafından harâm edilen şeyler harâm li
aynihidir. Bunlara helâl demek küfr olur, îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
Harâm li Gayrihi:
Aslı
harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.
Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin
izni olmadan meyve koparıp yimesi, ev eşyâsını ve parasını çalıp harcaması
harâm li gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese, yâhut
helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed
Hâdimî)
Harâm Lokma:
Helâl olmayan
ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.
Vücûduna
harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz. (Behâeddîn-i Buhârî)
Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya
helal lokma koyarsan, âzâlardan sâlih (iyi) ameller, işler meydana gelir. Şüpheli
lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer harâm
lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâlâ arasında bir perde olur ve Cenâb-ı
Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)
Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten
kurtulamaz. Harâm lokma yiyen ise, ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)
HARBÎ:
İslâm
devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke halkından olan kimse.
Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine
girerse malına, canına dokunulmaz. (İbn-i
Âbidîn)
Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur)
kendisine uğrayan harbîden, mensûb olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar
vergi alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları bilinmiyorsa, onda bir alır. (İmâm-ı Serahsî)
HAREM:
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş
olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu
sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak
harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir
şey için uzaktan gelenlerin Mîkat (ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız
(iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi giymeden) geçerek Harem'e
girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat yeri ile
Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların
hacdan başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. (İbn-i Âbidîn)
İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ
karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş
etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi, Harem'de kendiliğinden biten
ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları bilerek veya bilmeyerek
unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur. (Muhammed Mevkûfâtî)
2.
Müslümanların
evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece kadınların oturması için
ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye haremlik de denir.
Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik)
ile selâmlık. Harem kısmı yalnız kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez.
Evin erkeği veya mahrem (evlenilmesi harâm olan) erkeklerden birisi gireceği
zaman mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa
Sabri Efendi)
3. Zevce, hanım.
Harem-i Şerîf:
Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın
ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı.
HAREMEYN:
Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i
mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede
Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi
ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet
duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.
Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok
hizmetleri olmuştur. Bu sebeple onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn
(Haremeyn'in hâkimi) yerine Hâdim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hizmetçisi)
denilmesini istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı feth ettiği zaman
hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz ederek; "Biz
Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak Hâdim-ül-haremeyn
yâni Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin içini süpürmeye mahsûs
olan süpürgelerden birisi kendisine getirilince, süpürgeyi bir tâc gibi
kaldırarak başına koydu. Kendilerinden sonra gelen sultanların taclarına
koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan gelmektedir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Haremeyn'e Benden selâm söyle Resûlüs
Sekaleyn'e
(Lâ Edrî)
HÂRİCÎLER:
Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı
olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak
"Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği
hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" diyen ve kendileri gibi
düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.
Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen
delilleri) te'vil ediyorlar. Yâni bâzı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan
(yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluklar tarafından bildirilen)
hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâlar veriyorlar. Hâricîler gibi
şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri kâfir
demediler. Fakat âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını söylediler. (İbn-i Âbidîn)
Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle
özetlenebilir: Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî,
hazret-i Âişe, Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn muhârebesinde hakemlerin
hükmüne râzı olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işleyen kâfirdir diyerek
böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet
başkanına) karşı çıkmayı vâcib sayarlar. (Abdülkâhir
Bağdâdî)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder