Harun er-Reşid'in İmparator VI. Konstantinos'a Mektubu
İslam devlet merkezinden Bizans sarayına gönderilen dine davet mektuplarının bir başka örneğini Harun er-Reşid tarafından İmparator VI. Konstantinos'a gönderildiği rivayet edilen mektup teşkil eder. Klasik kaynaklardan sadece İbn Tayfur'un eserinde yer aldığı bilinen uzun mektubun halife adına Ebu'r-Rabi' Muhammed b. el-Leys tarafından kaleme alındığı belirtilmektedir. Burada Müslümanlarla Bizanslılar arasında gerçekleşen dini tartışmaların hangi noktalarda yoğunlaştığını bir başka vesileyle görmeye imkan vermek amacıyla mektuptan bazı kısımların özetlenerek verilmesi faydalı görülmektedir.
"Allah'ın Kulu ve Mü'minlerin Emiri Harun'dan Bizans İmparator'u Konstantinos'a" hitabıyla başlayan mektupta özellikle, Allah'ın birliği çocuk edinmemesi gibi Müslümanlarla hıristiyanlar arasında tartışma konusu olan bazı sıfatlarına atıfta bulunulup O'na hamdedildikten sonra, İslami tebliğde esas alınması gereken hikmet ve güzel öğütle davet gibi temel prensipleri belirleyen ayetler zikredilmektedir. Halife imparatordan nasihatlerini dinlemesini rica etmekte ve Kuran'daki bir ayete atıfta bulunarak Allah'tan başkasına ibadet etmemek, O'na şirk koşmamak ve O'ndan başka kimseyi rab edinmemek üzere sözbirliğine davet etmektedir.
Daha sonra Hz. lsa'nın Allah'ın bir peygamberi, Hz. Meryem'e ulaştırdığı Kelime'si ve Ruh'u olduğunu belirtip Ehl-i kitaptan, dinde aşırı giderek Allah hakkında, O'nun üç olduğu gibi yanlış şeyler söylememelerini isteyen ayete yer verilmektedir.
Allah'ın yaratıcı olduğu, tabiat olaylarını idare ettiği, bütün mahlukata rızkını verdiği, göklere ve yere ibret gözüyle bakanların bunları görebilecekleri gibi hususlar Kuran'dan ayetlerle delillendirilip edebi izahlar yapıldıktan sonra, lslam'ın Allah tarafından seçilen son din olduğu hatırlatmakta ve imparatordan, "Emiru'l-mü'mininin çağrısına kulak vererek" son peygamber Hz. Muhammed'e ve ona indirilen Kuran'a inanması istenmektedir.
Asla yalan söylemeyen Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve Kuran-ı Kerim'in Allah kelamı olduğuna dair apaçık deliller bulunduğu, Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Muhammed'in müjdelendiği, ancak Ehl-i kitaba mensup din adamlarının ilgili ifadeleri tahrif ettikleri, onlardan bir kısmının kutsal kitaplarında belirtilen özellikleri Hz. Muhammed'in şahsında açık bir şekilde gördükleri halde hakikatleri dindaşlarına gizleyip haset ve inatlarından dolayı kabul etmedikleri vurgulanmaktadır. Bu arada Ehl-i kitap, basiretlerini ve akıllarını kullanarak Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeye davet edildiği gibi ısrarlı ve samimi bir uslüpla imparatordan, din adamlarının yanlış yorumlarına aldanmaması, bu hususta kalbinin sesine kulak vermesi istenmektedir.
Kuran'ın Hz. Muhammed'in sağlığında yazılıp ezberlendiği gibi daha sonra da nesilden nesile yazılı ve sözlü olarak nakledildiği, dolayısıyla herhangi bir şekilde tahrif edilmesinin mümkün olmadığı vurgulandıktan sonra Kur'an'da Hz. Peygamber'i uyaran bazı ayetlere yer verilmekte ve bunun Kuran-ı Kerim'in vahiy mahsulü olduğunu gösteren en önemli delillerden biri olduğu belirtilmektedir.
Buraya kadar yapılan açıklamalarla nurlu yolun kendisine gösterildiği belirtilerek, Hz. Muhammed ve lslamiyet'le ilgili doğruları gizleyen, Allah hakkında yanlış bilgiler veren din adamlarının muhtemel baskısı karşısında imparatorun direnç göstermesi istenmekte ve Allah'ın birliği, Hz. lsa'nın şahsiyeti ile alakalı konularda din adamlarından hangi sorulara cevap vermelerini isteyebileceği, muhtemel soru ve cevaplarla öğretici bir uslüp içerisinde açıklanmaktadır.
Mektupta Teslis inancının tutarsızlığı dile getirilerek, Hz. lsa'nın uluhiyyetini isbat için örnek olarak güneşle güneş ışınları arasında ilgi kurulması tenkit edilmektedir. Nasıl ki, güneşin ışınlarına güneş, insanın eline insan denilemezse Tanrı'nın Ruh'u olduğundan hareketle Hz. lsa'ya da Tanrı denilmemelidir. Allah'ın baba olması, çocuk edinmesi vs. asla düşünülemez. Hz. lsa'nın bir peygamber ve beşer olduğunu vurgulayan halife, et ve kandan müteşekkil bir varlık olarak onun beşeriliğiyle uluhiyyetinin bir arada düşünülmesinin imkansızlığını birçok mantıki soru ve cevaplarla açıkladıktan sonra, Hz. İsa'yı rab olarak kabul etmenin "büyük bir küfür ve iftira" olduğunu belirtmektedir. Ardından imparatordan, Allah'tan korkup doğruyu aramaktan geri durmamasını istemektedir.
Mektubun bundan sonraki bölümünde tebşir konusuna geniş bir şekilde yer verilmekte ve Kitab-ı Mukaddes'te yer alan Hz. Muhammed'in gönderileceğine dair ifadeler sıralanmaktadır. Bunlar arasında Hz. lsa'nın: "Ben gidiyorum. Benden sonra size hakikat Ruh'u olan Paraklit gelecektir. O kendiliğinden konuşmayacak, kendisine söylenilenleri söyleyecektir. Ve bana şahitlik edecektir" sözü en açık delil olarak zikredilmektedir.
İncil'in birçok yerinde Hz. lsa'nın "insanoğlu" olduğunu belirttiği halde ona "Allah'ın oğlu" demenin tutarsızlığına da dikkat çekilen mektupta, eğer Hz. lsa'ya göğe kaldırıldığı için ibadet ediliyorsa meleklere ve Hz. ldris'e, babasız dünyaya geldiği için ibadet ediliyorsa Hz. Adem ve Havva'ya, ölüyü dirilttiği için ibadet ediliyorsa binlerce kişiyi dirilten Hazaki el'e, bazı mucizelerinden dolayı ibadet ediliyorsa Hz. Musa'ya ibadet edilmesinin daha mantıklı olacağı ifade edilmektedir.
Mektubun, müminlerin emirinden imparatora "nasihat" amacıyla yazıldığı belirtildikten sonra imparator, İslam'a ve "cehennemden kurtulup cennete girmesine vesile olacak olan" imana bir kez daha davet edilmektedir. Bu davete olumlu cevap vermediği takdirde topraklarını, mal ve canlarını emniyete alabilmeleri için cizye ödemeleri, yine kendi menfaatlerine olacağı vurgulanarak "tavsiye edilmektedir".
Daha önce halife ile yaptıkları fidye anlaşmasının Bizanslılara, çok yönlü faydalar sağladığı örnekleriyle açıklanarak, Müslümanlarla yapacakları cizye anlaşmasının bundan daha çok faydalar sağlayacağı belirtilmektedir. Bu arada imparatoru teşvik amacıyla olmalıdır ki, kendisinin, barış sayesinde ülkesini çeşitli tehlikelerden korumuş olduğu için halk nazarında itibarının arttığı da özellikle eklenmektedir.
Mektubun sonuna doğru üslubun giderek sertleştiği ve bir nevi savaş ilanına dönüştüğü görülmektedir. Halife, Bizans'ı ya İslamiyet'i kabul etmeye ya da cizye ödemeye çağırmaktadır. Halifenin güçlü ve askeri techizat bakımından donanımlı ordulara sahip olduğu belirtilerek, Müslümanların Bizans'la cihada hazırlıklı oldukları ifade edilmektedir. Hz. lsa'nın merhametli olmayı emrettiği halde Bizans'ta, özellikle fakir ve güçsüzlere haksızlık yapıldığı, devlet görevlileri tarafından halka baskı uygulandığı hatırlatılarak, teklifleri kabul edilmediği takdirde halifenin bu zulümleri ortadan kaldırmak için sefer düzenleyeceği uyarısında bulunulmaktadır. Mektuba göre Bizans'ta yaşayan özellikle çiftçi, fakir, kimsesiz ve güçsüz halk tabakası, halifenin idaresi altındaki bolluk, bereket, adalet, emniyet ve din hürriyetini bilseler, halifenin tarafını tercih etmemeleri mümkün değildir.
Mektubun sonunda halifenin iyilik, güzellik ve dostluk istediği vurgulanarak imparatora bir kez daha cizye çağrısı yapılmakta, ancak halifenin bunu devletin ihtiyacı olduğu için değil, Allah'ın emrini yerine getirmek için yaptığı ayrıca belirtilmektedir. Daha önce Mehdi-Billah döneminde yapılmış olan barışa da atıfta bulunulduktan sonra Bizanslıların anlaşmalara uymamaları, dini hayatlarında gevşeklik göstermeleri gibi sebeplerle artık Emirü'l-mü'mininle aralarında İslam'ı kabul veya savaştan başka alternatif kalmadığı ifade edilmektedir. Mektup "Hidayete uyanlara selam olsun" dua cümlesiyle sona ermektedir.
Casim Avcı’nın İslam Bizans İlişkileri Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder