3 Ocak 2023 Salı

YALANCI PEYGAMBERLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ-1

 


İSLAMIYETİN ÇIKIŞI SIRASINDA ARABİSTAN'DA DİNİ DURUM


İslamiyet'in çıkışı sırasında Arap yarımadasının içinde bulunduğu dini durumun, yalancı peygamberlerin ortaya atılmasında oldukça büyük bir tesiri olmuştur. Bundan ötürü Yarımadanın o zamanki dini durumunu incelemek gerekir.


Arabistan'da putperestlik


islâmiyetin çıkışı sırasında Araplar ın genel olarak dini putperestlik idi. Fakat Yarımada, Kızıldeniz ve Basra Körfezi vasıtasiyle Habeşistan'a ve İran'a, kuzeyden ise Mezopotamya ve Suriye bölgelerine komşu olduğu için, bu memleketlerdeki dinlerin sınır bölgelerinden Yarımadanın içerisine doğru sızıntı hâlinde girdiği gerçek bir olaydır. Bu cümleden olarak Bahreyn, Oman, Yemen, Necran bölgelerin de Mecusilik, Hristiyanlık, Mûsevîlik sayılabileceği gibi, ayrıca Hristiyanlığın Yaldibilik ve Nestûrilik şekli de burada kendine taraftar bulabilmiştir. Fakat ticaret yollarının âdeta kavşak noktası ve bir yıllık panayır yeri olan Mekke ve etrafı Hicaz'da bu dinlerden hiçbiri yerleşmemiştir. Orada ecdadın yaptığı putlar, Kâbe'nin içini süslemektedir. Kureyşli Araplar'ın kutsal tanıdığı ve taptığı putların sayısı ise üçyüz altmışı bulmakta idi. Kâbe'nin en önemli putu Hubel, Kurey ş kabilesinin putu idi. Savaşa gidecek olan bir kimse, başını tıraş ettirip onu ziyaret ederdi. Fakat bundan da daha önemli olan Hacer-i Esved vardı. Bazı kabilelerde mâbudlar insan, arslan, at, kuş şekillerinde tasvir edilmişti Meselâ Mekke yakınındaki Hüzeyl kabilesinin putu kadın şeklinde, Kelb ve Tayy kabilelerininki arslan şeklindeydi. Yemen'de Hamdan denilen yerdeki halk at şeklinde bir mâbuda, Himyeriler ise Kerkenez kuşuna taparlardı. Evs ve Hazrec'lilerin Menat adında bir mâbudları vardı ki, bu bir kayaydı ve kurbanlarının kanlarını onun üzerine sürerler, kıtlık olursa ondan yağmur yağdırmasını isterlerdi.


Kâbe her nekadar putperest Araplar'ın müştereken kutsal tanıdığı bir yer olmuşsa da bundan gayri, Yarımadanın başka başka yerlerinde yüz kadar tapınak daha vardı ve onların da etrafı tavaf edilir, kurbanlar kesilir, bunlara hediyeler sunulurdu. Bunların da Kâbe gibi kayyumları ve hâcibleri bulunurdu. Bununla beraber Kâbe daima en üstün yeri alır ve Araplar buranın Hazreti İbrahim'in mescidi olduğunu tasdik ederlerdi. Bu cümleden olarak Uzza tapınağı, gene Kureyşlilerin Mekke dışında, Batn-ı Nahle'deki kutsal yerlerinden biriydi ve bakımı Süleym kabilesine aitti. Sakif kabilesinin Tâifde Lât , Rebia kabilesinin Rıda, Himyeriler'in San'a da Risâm adında birer tapınakları mevcuttu.


Araplar cinlere de inanır, bunları Allah'ın kızları sayarlardı. Bu inançta Arabistan ikliminin ve coğrafi durumunun tesirleri olsa gerektir. Cinler hayır ve şer işledikleri için onlara hürmet ve ibadet gerekirdi. Bunlar ekseriya bir taşın veya ağacın içini mesken tuttuklarından, o ağaç veya taşa ibadet edilirdi. Gene bu ağaç ve taşlardan bazı sesler işitildiğinden onlara kehanet atfedilirdi Meselâ Lât, Uzza ve Menat'da böyle birer cin bulunur ve bunlar konuşurlardı. Bu işi tapınaklardaki kâhinlerin idare ettiklerini tahmin etmek güç değildir.


Milâttan sonra VI. Yüzyılın ortalarında Arabistan'da putlara artık eskisi gibi rağbet eden kalmamıştı. Araplar taştan ağaçtan yapılmış tanrıların dünyayı ve kâinatı idare edemiyecekleri inancına artık varabilmişlerdi. Her ne kadar başları darda kalınca gene onlara müracaat ediyor, kurbanlar kesip kanlarını bu putların üstlerine sürüyorlar idiyseler de, amaçları gerçekleşmeyince onlara küfretmekten de geri kalmıyorlardı. Hattâ Beni Hanife'nin uzun yıllar boyunca taptığı putu bir kıtlık sırasında yemiş olması, Araplar'ın tanrılarına bağlılıklarının ne derece gevşediğini göstermeğe yarayacak bir örnek teşkil etmektedir.


Tanrılara olan bağ böyle zapflayınca, kabile üyeleri arasındaki bağın da zayıflayacağı akla gelmemelidir. Çünkü Araplar'da asıl birlik din yolu ile değil, kan yolu ile kurulmuştu. Mesela VI. Yüzyılda bir kabilenin başka başka kolları, ayrı ayrı tanrılara tapıyordu. Sonunda tanrıya nispetle anılan kabileler boş yere bu adları taşıdılar. Çünkü zamanla tanrı ile, adını taşıyan kabile arasında gerçek bir bağ ispat edilemez olmuştu. Bu şöyle olmuştu: Kabileler veya kabilelerin bir kısmı mecburi olarak yerlerini terkettikleri zaman, bunların putları ve tapınakları eski yerinde kalırdı; yeni gelenler kendi tanrılarını terketmemekle beraber, yeni tapınağı ve tanrısını kabul ederler ve yılda bir iki defa da eski tanrılarına kurbanlar sunmak üzere eski yurtlarına giderlerdi. Böylece din kabile mensubiyetini kaybedip adeta tevhidi bir mahiyet almaya başlamış bulunuyordu. Bu yoldaki gelişme tanrıların birbirleriyle birleşmesine yardım etmiş ve böylece monoteizme müsait bir zemin hazırlanmıştır. VI. ve VII. Yüzyıllarda artık kudretin asıl sahibi ve tanrıların üstünde sayılan bir Allah'ın mevcudiyetine inanıldığı kitabelerden ve şiirlerden anlaşılmaktadır. Zira bu devirde yemin edilirken putlar üzerine değil, Allah adına yemin edilmeğe başlanmıştır. Putun adına, bazen şiirlerin mısraları arasında rastlanırsa da bu, çok kere, o putun bağlı bulunduğu tapınağın bahse konu teşkil etmesinden ileri gelmekte idi. Her kabilenin mensupları kendi tanrılarından bahsederken, onun doğrudan doğruya adını söylemez "Rabbi" veya "Rabbenâ" (efendim veya efendimiz) diye onu anardı. Bazan " İlahi" de denirdi. Mesela Sakifler'de el-Lat, Rabb'in müennesi idi. Her kabile "Allah" diyor, fakat kendi tanrısını kastediyordu. Ancak böylece konuşma dilinde tam hâkimiyet elde eden "Allah" kelimesi, her tarafta bir olan, her kabilenin sayılan genel bir Tanrı fikrine geçişi temin etmiş oldu ve genelliği, bakımından diğer tanrılardan ayrılıp onların üstüne yükseldi. Böylce çok kere olduğu gibi dil, gene akıldan evvel harekete geçmiş, genel bir kavram meydana getirmişti. Araplar'da putperestlik artık samimi ve kalbi olmaktan çok uzaktı; kütle halinde islamiyeti kabul etmeleri, hem de kolayca kabul etmeleri bunu gösterir. Kur'andaki (XXXIX /3) yani "Biz onlara ancak bizi Tanrı'ya yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" ayeti de bu fikri kuvvetle teyid etmeğe yeter bir delildir.


İşte bu misâller bize gösteriyor ki, islamiyet doğmadan biraz evvel, Araplar kainatı kuran, düzenleyen bir tanrının varlığına hükmetmişlerdi. Fakat onunla kendileri arasında henüz bir münasebet kurulamamıştı. Gerçi, tek tanrılı dinler ötedenberi Yarımadada bilinirdi Fakat İsa ve Mûsa dinleri, hürriyetlerine son derece bağlı olan Araplar, tarafından itibar görmemişti. Çünkü bu iki dinden biri tamamiyle milli idi, diğeri ise aslında esaret hayatı yaşıyan ve hâkim sınıfların zulmünden ümitsizliğe düşen kavimlere sabır ve tahammülü tavsiye ediyordu. Araplar, öyle bir yanağına tokat vuran kimseye, öteki yanağını uzatacak kadar müsamahakâr yaradılışta değillerdir. Esasen Araplar başka dinlere karşı pek lâkayt idiler. Bir kabile içinde ayrı ayrı dini inanca sahip kimselerin bulunmasına, o kabile üyeleri hiç ses çıkarmazlardı. Bu lâkaydi o dereceye varmıştı ki, Kâbe'nin direkleri üzerinde Meryem ve oğlu Isâ'nın resimleri yer alıyor, öte yandan putperest olan birçok şairler ve bu arada İmru'ul - Kays muallakasında, yolunu şaşırmış seyyahlara meşalelerle yol gösteren Hristiyan münzevilerini anıyordu.


Gene bu hoşgörürlük sebebiyledir ki, ilk zamanlarda Hazreti Muhammed'in dinini yaymasına Mekkeliler ses çıkarmadılar; fakat o, putlara hücuma başlayınca durum değişti. Ancak bundan sonradır ki, gururları zedelenen Araplar, putların ortadan kalkmasıyla Mekke'nin iktisadi merkez olma durumunu kaybedeceğinden korkarak islâmiyet'e karşı cephe aldılar.



Arabistan'a sızmış olan yabancı dinler


Arabistan'da hâkim olan putperestliğin yanında komşu ülkelerden, bilhassa sınır bölgelere, çeşitli yollar ve şekillerle, bir takım yabancı dinler girmiş ve taraftarlar kazanmış bulunuyordu.


Sâbiilik:   Sâbiilik birbirinden farklı iki mezhebe ayrılmıştı:


Mandeenler yahut Subbalar, 2) Harran Sâbiileri. Birincisi Mezopotamya'da Musevilik ve Hristiyanlık'la karışmış bir mezheptir.


İkincisi daha çok eski Bâbil dininden müteessir olan ay ve yıldızları kutsal tanımış, putperestliğe yakın bir mezheptir ve uzun zaman İslam hâkimiyeti altında devam etmiştir. Doktrinleri ve yetiştirdiği alimlerin değeri bakımından enteresandır. Kur'anda bile Musevilerle Hristiyanlar arasında Ehl al - Kitab olarak üç yerde zikredilmiş olan (S. II, A. 64) her hâlde bu Mandeenler olmalıdır.


IV. Yüzy ıldan sonra Arap yazarları Harran Sâbiiler'inden sık sık bahsetmektedirler. Bunlar Şehristaniye göre iki feylesof peygamberi dinlerinin kurucusu olarak tanımaktadırlar. Bu peygamberler Set ve İdris ile aynı olan Hermes ve Azimen'dir. Orfeus da bunların peygamberlerinden sayılmaktadır. Sabiiler esasında hakim, mukaddes, yaradılmamış bir yaratıcıya inanmaktadırlar ki, büyüklüğü kavranamaz ve ancak ruhlar vasitasiyle ona ulaşılabilir. Bu ruhlar en büyük varlığın yanında şefaatçidirler ve kudreti, ilahi büyüklükten alıp aşağıdaki alçak varlıklara indirirler. Bu alçak varlıklar'da ilk başlangıçtan olgunlaşmaya doğru götürürler. İşte yedi gezegen yıldız bu ruhlardan olup her birinin birer de tapınağı vardır. Bu yıldızlar Sabillerde bazen "babalar", hava ve su gibi unsurlar ise "analar" adını taşımaktaydılar. Sâbiler öyle inanırlardı ki, bu ruhların yâni yıldızların faaliyetleri, muhitlerini harekete getirmek ve böyle unsurları ve fizik kainatı tesir altına almaktan ibaretti. Arap Yarımadasına da inmiş olan Sabiilik, islâmiyet'in yayıldığı zamana kadar oralarda yaşamıştır. Ömer bin Hattab İslamiyet'i kabul ettiği sırada, yanlış olarak onun hakkında arkadaşları "Ömer Sabii olmuş" demişlerdi. İlk zamanlarda henüz islâmiyet anlaşılmadan önce, Müslümanlara bu adın verilmesi, Sabiiliğin Yarımadada taraftarlar bulmuş olduğunu ve hatta putperest Hicaz'da bile adını tanıttığını bize göstermektedir. Her ne kadar Arapçada "Sebii" dinden sapmış manasına gelmekte ise de, buradaki Sabiî kelimesinin yukarda bahsettiğimiz mânada kullanılmamış olması daha muhtemeldir.


Mecasiliğin bir adı da Zerdüştilik'dir. Kurucusu Zerdüşt Maveraünnehr' de veya Harizm'de doğmuş dinini gene bu bölgede yaymıya devam etmiştir. Mecasiliğin Avesta adlı din kitabına Pehlevi dilinde bir şerh yazıldı. Bu iki kitaba birden "Zend- Avesta" dendi ve Mecasiler'in mukaddes kitabını teşkil etti. Bu dinde iki büyük tanrı vardır: Bunlar birbirleriyle daimi bir şekilde çarpışmaktadırlar. Bu tanrılardan birinin adi " Ahuramazda" ( Hürmüz) dır; o, bütün unsurları ihata eden, kurtaran, dünyayı yaratan ve onun nizamını, planını hazırlayan, hayat veren tanrıdır İkincisi " Angramanyu" (Ehrimen) kötülük ve karanlığı temsil eden tanrıdır. Bu iki tanrı birbirleriyle aynı zamanda ikiz kardeştirler. Bir gün bu iki tanrı arasındaki savaşta, Ahuramazda'nın üstünlük elde etmesiyle dünyanın sonu gelmiş ve böylece Ahuramazda'nın saltanatı ebedi olarak kurulmuş olacaktır. O gün erimiş demirden ırmak, müminler için ılık bir süt kadar hoş görünürken, günahkarları yakıp mahvedecektir. İyiler yeni ve iyi bir dünyaya ulaşmakta ise de, bu isimlerin yukarda adları geçen tanrılar kadar kuvvet ve nüfuz sahibi olmaktan çok uzak bulunan ve bazan görevlendirilmiş melekleri, bazan da tanrıların muhtelif sıfatlarını ifade etmekte oldukları anlaşılmaktadır.


İslamiyet'in yayıldığı sıralarda, bu dinin mensuplarına daha çok Oman, Bahreyn ve Yemen'de rastlanmakta idi.


Musevlik: Musevilik herkesin malumu en eski monoteist dinlerden olduğundan, bu dinin mahiyeti hakkında kısa da olsa bilgi vermeği lüzumsuz buluyoruz. Burada sadece İslamiyet'in zuhuru sırasında Museviliğin Arabistan'da nerelere kadar yayıldığını bildirmekle yetineceğiz. Musa dini, komşu bulunduğu memleketler içinde en ziyade Arap Yarımadasında taraftar bulabildi Çünkü İbrahim'in Rabbi'ne karşı Beni Ismail'in hürmeti büyüktü. Milli bir din olması onun başka ülkelerde geniş kütleleri içine almasına engel olmuştu. Mûsevilik Arabistan'da bazı önemli münbit yerleri eline geçirmiş buralarda kuvvet ve nüfuza sahip olabilmişti Böylece Arabistan'ın kuzey batısındaki vahaları, belki de daha Yemen'e yerleşmeden önce, elde etmiş bulunuyordu. Bunlar Teyma, Hayber, Yesrib, Fedek vahalarıdır. Himyer, Kinâne, Hâris bin Kâ'b kabilelerinin bir kısmı da bu dine dahil olmuşlar, hatta Yemen hükümeti bir ara devletin resmi dini olarak Müseviliği kabule kadar gitmiştir. Ayrıca Mûsevilik Bahreyn ve Oman'da da yerleşmeğe muvaffak olabilmiştir.


Hristiyanlık: Hristiyanlık Arabistan'a iki ana yoldan girmeğe muvaffak olmuştu. Bunlardan birincisi, kuzeyden Suriye, ikincisi güneyden Habeşistan'dan Kızıldeniz vasıtasıyla Yemen'e ulaşan yoldur. Bu yollardan Hristiyanlık kâh barışçıl bir şekilde, kâh savaş ve istilâ ile Yarımadanın baz ı bölgelerine yayılmış, bazı bölgelerinde ise, umdeleri, efsaneleri ve ibadet şekilleri, inanmayan Araplar tarafından öğrenilmişti. Hristiyanlığın Arabistan'a barışçıl bir şekilde sızmasına, Hristiyan esirler ve bilhassa Arabistan'dan Habeşistan'a, Suriye ve İran'ın Hristiyan olmuş bölgelerine giden şarap tüccarları sebep olmuşlardır.

Yarımadada Hristiyanlık en büyük zaferini Necran şehrinde kaydetti. İddiaya göre bu dini oraya götüren, salih Phemion adlı bir şahıstır. Esir olarak oraya satıldığı sırada dini vaızlarıyla Necran halkını Hristiyanlaştırmağa muvaffak olmuştur.

Esirlerin bu yolda faaliyetlerine paralel olarak Yarımadanın en uzak köşelerine kadar giden şarap tüccarları da bu dinin yayılmasında büyük rol oynamışlardır. Ancak, geleneklerine sadık müşriklerin din hususundaki geniş müsamahalarına rağmen atalarının taptıkları putları, pek hayali kabul ettikleri çarmıha gerilmiş bir tanrı uğruna kolay kolay terke yanaşamadıkları da bir gerçektir. Esasen bunlar sınırdaki kabileler gibi Arâmi tesirlere fazlaca maruz da değillerdi.


Ayrıca Arap Yarımadasından dışarıya giden tüccarlar, gittikleri yerlerde Hristiyanlığın başka başka mezhepleri ile temasa geçerek bu din hakkındaki çeşitli bilgilerini arttırmak fırsat ve imkanlarını buluyorlardı. Hristiyanlığın bu şekilde barışçıl bir yolla Arabistan'a girmesine karşılık, diğer taraftan Habeşilerin Yemen'i istilası üzerine bu dinin Melkit mezhebi Yarımadanın güneybatısında bazı yerlere iyice yerleşmiştir. Sonra İranlıların Habeşileri kovup hâkimiyeti ellerine geçirmeleri üzerine de aynı dinin Nesturi mezhebi burada teşvik görmüş, fakat ne bütün güney Arabistan'ı ne de bu bölgede halkın çoğunluğunu kendine bağlayan bir kilise kurulamamıştır.


Kuzey bölgesine gelince, burada Kuzaa, Taglib kabileleri Dumetül - Cendel bölgesi sakinleri, Hristiyanlığı sathi bir şekilde de olsa kabul etmiş, Hire'deki Lâhmi sülâleleri, hükümdarlarının putperest ve bedevi kalmasına rağmen, hristiyanlaşmışlardı. Gene Arapçayı yazı dili olarak kullanan Anbarlı İbadiler de Hristiyan olmuşlardı. Bu sınır ülkelerinin kapılarından Yarımadanın içerlerine doğru yayılan Hristiyanlık Tanuh, Taglib kabilelerinin bir kısmını ve Baheyn, Fârân halkından bazı toplulukları da içine alıyordu. Bundan başka Wellhausen, Hazret-i Muhammed zamanında Tayy hattâ Temim ve Reba kabilelerinin arasına kısmen de olsa Hristiyanlığın girdiğini iddia etmektedir. Ayrıca Himyerler, Cezemler ve Esed kabilelerinde Hristiyan toplulukları bulunduğunu ve Basra Körfezinin güney kıyılarında ise beş piskoposluğun mevcut olduğunu öğreniyoruz.


Arabistan'da putların üstünde bir tanrı kavramının teşekkülü ve Haniflik



Hazret-i Muhammed'den evvel Mekke, Taif ve Medine'de bazı insanların putperestlikle tatmin olunmayıp yeni bir din aramaya başladıklarını, bunu bulmak ümidi ile de Tevrat ve incili incelediklerini Islam kaynakları bize haber vermektedirler. Hanif adı verilen bu arayıcılar, Musa ve İsa dinlerine karşı belki sempati duymuşlarsa bile, onları kabul etmemişlerdi. Bunlar kendilerinin atası ve Kâbe'nin kurucusu addettikleri Hazreti İbrahim'in dinini araştırıyor ve bu dini ihya edecek yeni bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Fakat aralarında bir birlik ve müşterek bir ibadet şekli mevcut değildi. Bunlar sadece tek tanrıya inanıyorlar ve bu tanrının görünen, bilinen her şeyin üstünde olup ona şerik koşulamıyacağına, onun doğmamış ve doğurmamış olduğuna, onun bütün mahlükatı yarattığına iman ediyorardı. Kelime olarak Hanif, doğruya meyleden kimse demektir. Kur'an'da "Hanif" adı birkaç yerde geçmekte ve bunlara Müslim de denmektedir. İslam da zaten insanın kendisini ilahi yola terketmesi demektir 19. Bakara süresinin 136. Âyetinde "Onlar dediler ki, Yahudi veya Hristiyan olunuz, hidayet bulursunuz, deki hayır biz Hanif olan İbrahim dinine gireriz, zira İbrahim müşriklerden değil idi"; gene Al-i İmran süresinin 95. âyetinde İbrahim milletinin hanefi olduğu ve İbrahim'in putperest olmadığı bildirilmektedir.


Peygamberimizden önce ve onun yaşadığı yıllarda, adları ve iddiaları belli Hanifler yaşamışlardır. Bunlardan en meşhurları şunlardır: Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr bin Nevfel, Umeyye bin Ebi Salt, Kus bin Sâide, Hâlid bin Sinan, El-'Aşa bin Kays. Bunlardan Varaka bin Nevfel ile Osman bin Huveyris, Hazreti Hatice'nin amcası oğludurlar. Varaka, Hazreti Muhammed'e görünen meleğin, Musa'ya görünen Cebrail olduğunu ve onun Peygamberliğini ilk müjdeleyen şahıstır. Bu meşhur Hanifler'den dördü, Varaka bin Nevfel, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr, Ubeydullah bin Cahş bir gün, Mekke halkının her yıl kurban kestiği ve dilekler dilediği bir puta, o yıl da nasıl merasim yapıldığını bir kenara çekilip seyrederler. Putlara gösterilen bu saygı, onlarda artık tahammül edilmez bir nefret uyandırır ve aralarında Hanif dinini, İbrahim'in şeriatını aramak üzere ayrı ayrı yörelere seyahat etmek kararını verirler. Mahmud Esad Efendinin,  ibni İshak'dan aldığı bu rivayet, Hanifler'in putperestlikten ne kadar uzak olduğunu bize göstermektedir. Ayrıca, kuvvetli bir şair olan Umeyye bin Ebi Salt ise şiirleriyle Hanifliğin prensiplerini çok güzel ifade etmiştir. Kendisi Müsa ve İsa dinlerini incelemiş, fakat bunlardan hiç birini kabul etmemişti. O, bir âhır zaman Peygamberinin geleceğini söylemişti; fakat bu peygamberliğin kedisine nasip olacağını umuyordu. Bu yüzden Hazreti Muhammed Resül olduğunu ilân edince memnun olmadı ve İslâmiyet'i kabul etmedi. Bununla beraber, onun şiirleri âdeta mü'min bir Müslümanın ağzından çıkmış gibidir: "... Sağ olduğum müddetçe Cenab- ı Hakka hamd-ü sena etmekten ve O'nu yüceltmekten geri durmam. O'mutlak hâkimdir; ne O'nun üstünde bir Allah, ne O'na yakın sayılabilecek bir mâbud vardır. Ey insan fenalıktan kaçın...


Cenab-ı Hakk' dan bir şey gizleyemezsin... Ya Allah sen benim mâlikimsin, ümidim sendedir. Senden başka bir mâbud tanımam... Ona sorsunlar ki sabahleyin doğup, dünyayı aydınlatan güneş kimindir. Yerde otları bitiren, mahsulleri yetiştiren ve yeniden tohum husille getiren kimdir? Ya Rabb senin adını takdis ettiğim gibi günahlarımın affını da temenni ederim. Ya Rabb beni rahmetine nâil et, beni ve evlâtlarımı mesut kıl". Hanif adı verilen ve asıl Tanrıyı arayan bu insanlar çok sayıda olup bütün Arabistan'da tek tanrılı bir dini havanın teşekkülüne sebep olmuşlardır.


Yukarıda söylediğimiz gibi uzun yıllar boyunca sürüp giden bedevilik, putların karışmasına, sonunda da bir tek Tanrı anlamının doğmasına vesile olmuştu. Gene yukarda, Musa ve İsa dinlerinin Yarımadanın bazı bölgelerinde nasıl yerleştiğini, bazı bölgelerde ise hüsni kabul görmese bile Araplar tarafından nasıl tanındığını ifadeye çalıştık. Şimdi ise Hanifler Arabistan'ı dolaşarak kâh veciz nutuklar (Kus bin Saide'nin nutku gibi), kâh tesirli şiirler söyleyerek putperestliği küçümseyip hakiki dini arayarak, Araplar'ın putlara karşı olan bağlarının daha da gevşemesine vesile oluyorlardı. Böylece Araplar tek tanrılı bir dini telkin edecek bir peygamberi kolayca kabule hazır hale gelmiş bulunuyorlardı. İşte bu suretle bir taraftan Yemen ve Yemame'de, diğer taraftan Esed ve Temim kabileleri arasında peygamberlik iddiasında bulunan bazı insanlar kendilerini, fikirlerini kabule hazır dini bir atmosfer içinde buluvermişlerdi. Tarihte sahte peygamberler adıyla anılan kimselerin ortaya çıkma sebepleri arasında "Ridde" olaylarını da saymak gerekir.



İSLÂMDAN DÖNENLER VE YALANCI PEYGAMBERLER (Hicri 7.-11. Yıllar)


Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak