Şİİ KAYNAKLI DÜŞÜNCELER KARŞISINDA SELÇUKLULAR
Selçukluların Sünni İslam dünyasının liderliğini ele almalarından sonra, en fazla uğraşmak zorunda kaldıkları mesele daha önce işaret edildiği gibi Şiiliktir. Bu grupla çeşitli bölgelerde, değişik şekillerde büyük bir mücadelenin verilmesi zarureti ortaya çıkmıştır. O dönemde Şiiliğin en az Sünniler kadar, hatta onlardan daha teşkilatlı oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bu örgütlenmenin başını da, her yönden Fatımiler çekmekteydi. Mısır'da Kahire merkez olmak üzere teşkil edilen bu devletin tam manasıyla uzantıları sayılabilecek teşekküller, özellikle Hicaz, Yemen, bugünki Suriye ve Irak ile İran'ın batısında hakim idiler. İşte Selçuklular Devleti böylesine geniş bir cephede mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Fatımilerle siyasi ve askeri alanlarda verilen mücadelenin yanında, bunlardan çok daha geniş ve önemli bir başka sahada da şiddetli bir uğraş verilmiştir ki, fikri ve ilmi alanda gerçekleşen bu mücadelede de Sünniler, Selçuklular sayesinde gerçek manada bir üstünlük sağlamışlardır. Böylelikle siyasi ve askeri alanlardaki başarılar için gerekli olan maneviyatın yanında, İslam'ın ilim ve fikir hayatında da yeni atılımlar yapması temin edilmiştir. Eğer bu mücadele kaybedilmiş olsaydı, Şii fırtınasını müreakip ortaya çıkan Haçlı kasırgası, İslam alemini belki de yok edebilirdi.
Çeşitli tehlikeler karşısında Sünni İslam dimdik ayakta durulabilmiş veya en azından fazla zarar görmemiş ise bu, fikri planda sağlanan bütünlüğün bir sonucudur. Böyle bir sonuç ise ancak, Sünniliğe muarız fikirlerle yapılan mücadelenin sonunda kavuşulan düşünce birliği ve muarız fikirlerin ayıklanmasıyla sağlanabilmiştir. Nitekim Selçukluların uğraşmak zorunda kaldıkları Şii kaynaklı hareketlerin başında Batınilik gelir. Tarih içerisinde çeşitli adlarla anılan İsmailiyye, Selçuklu ülkesinde ise daha çok "Batıniyye" veya bu propagandayı yapan lider Hasan Sabbah'dan dolayı "Sabbahiyye" olarak tanınmıştır. Hasan Sabbah grubu, İsmailiyyenin daha çok terör ve katliam yapanı olup, bunu da fedailer eliyle gerçekleştirmesinden dolayı "Fidaviyye" veya hasımlarını öldürecek fedailerine haşhaş yedirerek onları uyuşturmalarından dolayı "Haşişiyye" olarak da tanınmışlardır. Bu hareket Selçuklulara ve Sünni düşünceye düşman olan Fatımiler tarafından desteklenmenin yanı sıra, ihtilalci karekteriyle de Selçuklu ülkesinde insanlara tesir edecek ve sosyal düzeni bozacak boyutlara ulaşacaktır.
Batınilik
Batıniler, mevcut siyasi yapılanmaya muhalif oldukları gibi, Müslümanların ekserisinin inanç esaslarına da karşıdırlar. Onlar kendi mezhep anlayışları içinde değişik bir yol ve yorum kabul etmek suretiyle inanç sistemlerini oluşturmuşlardır. Sistemin temeli batıni yoruma dayandığı için, sadece kendilerince kabul gören birtakım batıni yorumlara yönelerek, Müslümanların büyük çoğunluğunun kabullerine ters düşen görüşler benimsemişlerdir. Dolayısıyla Batıni olmayan Müslüman alimler tarafından inançları kınanmış ve kendileri yerilmiştir.
Kur'an'ın ve hadislerin bir zahir (açık), bir de batın (gizli) manasının olduğu ve bunların ancak Allah tarafından belirlenmiş masum bir imam tarafından anlaşılabileceğini iddia edenlerin yanında, merkezi idareye karşı gizlice teşkilatlanıp muhalefet eden zümrelere de Selçuklularda genel olarak Batıni denilmekteydi. O yüzden Batıniler, esasda gizlilik prensibine dayanan, büyük çoğunluğun benimsediği İslami akideleri benimsemeyen ve İslam ülkelerinde idareyi hedef alan siyasi faaliyette bulunan insanlar topluluğu olarak da bilinirler. Genelde gizlilik esası ile hareket ettikleri için bunların menşeleri ve doğuşları hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür.
Batınilerde imamet fikri adeta inancın temellerini oluşturur. Batıniler, yerin ve göğün yedi kat olması, haftanın yedi gün olması gibi bilinen şeylerden hareketle peygamberlerin sayısını yedi olarak belirlemenin yanında, imamların sayısının da yedi olduğuna inanmaktadırlar. Bu inançlarıyla diğer Şii ekollerinden ayrılmış ve yedi sayısına dayanmalarından dolayı "Yedi imamcılar" manasına gelen "Seb'iyye" denmiştir. Felsefi ekollerden Pisagorculardan iktibas ettikleri bu esas, Batınilerin temel dayanak noktasını oluşturmuştur Onlara göre: İmamlar ya "zahir" yada "mestur" olurlar. İmamın mestur olması durumunda, mestur imam kendisini "dailer" vasıtası ile açık eder. Bu sebepten, imamlar ile bunların davasını anlatan dailer arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. İmamlarla beraber dailere de Batınilik içerisinde büyük bir mevki ve değer verilmiştir. Böylece imamdan başlayarak aşağı tabaklara kadar inen bir hiyerarşik sıra oluşmuş, Batıni hareketi içerisindeki insanların değeri de bu sıralamada bulundukları noktaya göre belirlenmiştir.
Çoğunlukla gizli doktrin esasına dayanan ve masonik bir hiyerarşi sistemine göre çalışan Batıniler, mezhepleriyle ilgili sırları, Batıni olduğunu ispat edebilen ve en yüksek noktaya ulaşan şahıslara vermekteydiler. Çeşitli hile ve desiselerle kandırılıp Batıni yapılan insanların durumları, onlara telkin edilen fikirler göz önüne alındığında, bu düşüncenin, İslam'ı yıkmak isteyen güçler tarafından teşekkül ettirilip, çeşitli felsefi fikirlerle desteklenen bir hareket olduğu görülür.
Batınilik ve Hasan Sabbah
Batıniliğin en önemli şahsiyeti hiç şüphesiz Hasan Sabbah'dır. Başlangıçta dini hakikatlerin masum bir imam tarafından öğretilebileceğini savunduğundan dolayı "Talimiyye" olarak anılan bu hareket, sonraları "Sabbahiyye" şeklinde de isimlendirilecek, hatta Hasan Sabbah'ın getirdiği yeni yorum ve üslup sebebiyle "ed-Da'vetü'l-Cedide" dendiği de olacaktır.
Hasan Sabbah, bir rivayete göre Yemen umerasından Yusuf Himyeri neslindendir. Babası Yemen'den Kufe'ye, oradan Kum'a, Kum'dan da Rey'e gelerek yerleşmiş ve Hasan Sabbah burada dünyaya gelmiştir. Nizamülmülk'e göre o, Tus eyaleti köylülerindendir. Babası Şianın "Oniki İmam" kolu müntesiplerinden olup, bazen ilhad, bazen de dalaletle suçlanmıştı. Onun için Hasan Sabbah'ı Nisabur'da İmam Muvaffak en-Nisaburi'nin yanına göndererek Sünni bir eğitim almasını temin etti.
Dönemine göre iyi bir eğitim aldığı anlaşılan Hasan Sabbah'ın Melikşah zamanında Selçuklu sarayına intisab ettiği ve Sultan'a taktim edildiği yolundaki bilgiler pek sıhhatli bulunmamaktadır. Yine onun Nizamülmülk'ün bir tertibi neticesinde Selçuklu ülkesini terkederek Mısır'a gittiği yönündeki görüşlere de fazla itibar etmek mümkün değildir. Nitekim Hasan Sabbah'ın büyük ihtimalle Fatımi dailerini koruduğu ve kışkırtıcılıkla suçlanacağından korktuğu için Mısır'a gitmek ihtiyacı duyduğu kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca, bizzat Hasan Sabbah'ın eserinden nakillerde bulunan Cüveyni, onun dönemin ileri gelen Batınilerinden Abdulmelik Attaş ile 1072'de Rey'de görüşerek "Dai nakipliğine" atandığına işaretle, artık insanları Batıni yoluna davet etmede yetkili bir kimse hüviyetindedir 1076 yılında Mısır'a gitmek üzere İsfehan'a gelmiş, buradan ayrılarak birçok tehlikeler atlattıktan sonra Azerbaycan yolu ile Suriye'ye, oradan da Mısır'a ulaşmıştır" demektedir.
Cüveyni'nin Hasan Sabbah'ın kendi eserinden naklettiği hayat hikayesi biraz eksik görülmektedir. Zira 1076'da Rey'den İsfehan'a hareket ettiğinde, buradan Azerbaycan yoluyla Silvan'a ulaşmıştır. Ama dini yorumlama hakkının sadece imamda olduğunu kabul ile, Sünni alimlerin üstünlüğünü reddettiği için Silvan kadısı tarafından şehirden kovulmuştur. Buradan hareketle Şam'a ulaştığında Mısır'a giden yolun askeri birlikler tarafından kesildiğini görmüş ve batı istikametine yönelerek sahil yoluyla Beyrut'a, buradan da muhtemelen deniz yoluyla gidememesi yüzünden Filistin yoluyla Mısır'a ulaşmıştır.
Mısır'da özellikle Kahire ve İskenderiye'de toplam üç yıl kalan Hasan Sabbah, Mısır'da bulunduğu zaman Halife Mustansır'la görüşmüş ve ondan Batıniliğe davet izni alarak, gizlice memleketine dönüp Mustansır adına davette bulunması istenmiştir. Mısır'da iken Halife Mustansır'a kendisinden sonra kimin imam olacağını sormuş ve ondan Nizar cevabını da almıştı. Bu cevap, Hasan Sabbah için daha sonra Nizar adına yapacağı davetin de temelini oluşturmuştur. Mısır'da iken ordu komutanı Bedrü'l Cemali ile anlaşmazlığa düştüğünden dolayı ülke dışına sürülmüştür. Mısır'dan bir Frank gemisi ile ayrılan Hasan Sabbah, geminin batması üzerine önce Suriye'ye çıkmış, oradan Bağdad yoluyla 1081'de İsfehan'a gelerek yerleşmiştir. Buradan dokuz yıl boyunca sürecek davet için tüm Iran'ı dolaşacaktır.
Daveti için müsait bölgeler ve uygun zeminler arayan Hasan Sabbah, dikkatini İran'ın kuzey kesimlerine yöneltmiştir. Hazar kıyısındaki Geylan ve Mizenderin vilayetleriyle birlikte özellikle dağlık bir bölge olan Deylem, Hasan Sabbah'ın en fazla ilgisini çeken yerlerdi. Bahsedilen sahalar dağlık ve merkezi hakimiyetin etkisinin az olduğu bölgelerdi. Özellikle Deylem halkı, İslam'ı çok sonradan kabul etmenin yanında, dini bakımdan da Ehl-i sünnet inancına muhalifti. Onun için, her zaman Abbasilere gaile çıkarmışlardı. Selçukluların ortaya çıkışıyla bu durum değişmiş ve Deylemliler güçlerini kaybetmişlerdi. Hasan Sabbah bahsedilen bölgede Şii-Batıni propagandasını yapmak için uygun bir zemin bulmuştur.
Hasan Sabbah, Batıniliği Fars bölgesine taşıyan ve yeni daveti başlatan kişi olarak kendisini normal İsmaililerde imamın olduğu noktaya taşıyacaktır. Bu sebepten ·dailer de, yine Hasan Sabbah'a rüştünü ispat etmiş kişilerden seçilecektir. Burada dikkati çeken-bir özellik de "fedailer"in durumudur. Bu grup Hasan Sabbah Batıniliğinin en özel ve belirgin vasfını oluşturur. Çünkü, Batıniliğe muhalif olan şahıslar, bu fedailer vasıtasıyla öldürülerek ortadan kaldırılmışlardır. Yani bu grup, Batıniliğin vurucu gücünü oluşturmakta ve günümüzde gerilla hareketlerinde görülen şiddete dayalı silahlı propagandanın temelini teşkil etmekteydi.
Hasan Sabbah; Batıni hareketini İran, Taberistan, Kuhistan, Cürcan, Kirman vb. bölgelerde yaymıştır. Halife Mustansır'dan sonraki halifenin Nizar olacağını öğrenen ve bu söze tam manasıyla bağlı kalarak hilafetin babadan sonra büyük oğula geçeceğine kani olan Hasan Sabbah, 1084 yılına kadar daveti Mustansır adına yürüttü. Ancak Mustansır'ın ölümünden sonra Nizar'ın yerine el-Müstali halife yapılınca Ismaililerin ikiye bölünmesine sebep oldu. Hasan Sabbah, Halife Mustansır'la yaptığı görüşmeye dayanarak gerçek halifenin Nizar olduğuna inanıp, elMüstali'nin halifeliği gasbettiğini ileri sürdü. Doğudaki davetini Nizar adına yaptı. Bu yüzdendir ki, Hasan Sabbah hareketi; Batınilik veya Nizarilik olarak da tanındı.
Hasan Sabbah'a Karşı Selçukluların Aldığı Tedbirler
Hasan Sabbah, Mısır'dan döndükten sonra propaganda faaliyetlerine hız verirken, kendilerini Sünniliğin müdafii olarak gören Selçuklular da duruma seyirci kalmadılar. Şiilik karşısında son derece duyarlı olmalarından dolayı Hasan Sabbah'ın propaganda faaliyetleri devlet yöneticilerinin anında dikkatini çekmiştir. Ama, Alp Arslan döneminde devletin istihbarat teşkilatının bizzat Sultan'ın emriyle dağıtılması devlet adına bir talihsizlik, Batıniler adına ise bir şans olmuştu. Zira yeterince takip edilemeyen Batıniler Selçuklu ülkesinde kökleşme imkanı bulmuşlardır. Yalnız Hasan Sabbah'ın faaliyetleri hemen dikkati çekmiş ve Nizamülmülk, Rey'deki yönetici Müslim Razi'ye emir vererek onun yakalanmasını istemiştir. Bunun üzerine Hasan Sabbah Rey'e gitmekten vazgeçerek, daha önceden propaganda kastıyla dailer gönderdiği Deylem'e gitmeye karar verdi ve Huvar yoluyla Kazvin'e ulaşarak, Rey'den uzaklaşmış oldu.
Hasan Sabbah'ın bu şekilde takibata uğraması, onu yeni yollar ve yöntemler aramaya sevk etti. Zira, sürekli saklanarak veya devamlı takibat altında rahat çalışamaz, dolayısıyla davasını yürütemezdi. Bu yüzden her zaman kalabileceği bir yer arama fikrine kapıldı. Bu düşünce Batıniler için vazgeçilmez olan müstahkem kaleler ve fedailer gibi iki önemli esası da beraberinde getirdi. Hasan Sabbah, artık kendi davetini yürütebileceği ve başkalarının kolaylıkla ulaşamayacağı bir mekan aramaya başladı ki, çağın şartlarına göre böyle bir yer ancak müstahkem bir kale olabilirdi. Çok geçmeden de bu isteğine kavuşmuştur. Nitekim bu merkezi üs, ana karargah Elburuz Dağları üzerinde oldukça yüksek bir konumda bulunan Alamut Kalesi olacaktır. Ancak bundan sonradır ki, Selçuklu ülkesinde yeni bir dönem başlayacak ve Hasan Sabbah, merkezi otoritenin yanında bütün alimlerin, emirlerin ve Sünni halkın korktuğu önemli bir tehdit unsuru olma vasfına erişecektir.
Alamut'un Ele Geçirilip Merkez Haline Getirilişi
Hasan Sabbah, daha Damğan'da otururken bu bölgeye dailer göndererek propagandasını yaptırmıştı. Öyle ki, adamları kaleye yakın köylerde toplanmakta, gönderilen dailer de kale sakinlerini ve kalenin Alevi reisini kendilerine çekmeye çalışmaktaydı. Kale reisi onlara inanmış gözükerek, Batıniliği kabul edenlerin tümünü tespit ettikten sonra hepsini kovup, Alamut'un Sultan'a ait olduğunu bildirerek, kale kapılarını kapattı. Ne var ki, uzun müzakerelerden sonra onları tekrar kaleye kabul etmek zorunda kaldı ve bilahare onları tekrar kovmak istediğinde artık iş işten geçmiş oldu. Zira durumu öğrenen Hasan Sabbah, Kazvin'den ayrılarak kaleye ulaşmış ve "Aluh Amut" kelimelerinin ebcet hesabıyla karşılığı olup, kendilerince uğurlu sayılan 4 Eylül 1090 Çarşamba günü gizlice kaleye alınmıştı. Buraya yerleştikten sonra kimliğini açıklayınca, bu sefer kale hakimi burasını terketmek zorunda kaldı. Artık Batıni faaliyetleri için önemli bir üs ve Hasan Sabbah için bu hareketleri yöneteceği mükemmel bir merkez kazanılmıştı.
Alamut Kalesi'nin ele geçirilmesiyle birlikte burada yetiştirilen dailer değişik bölgelere gönderilerek oraların halkı Batınilere katılmaya davet edildi. Artık sabit bir merkez ve daha planlı çalışma söz konusu olduğundan dolayı Hasan Sabbah, bu yeni merkezden gönderdiği propagandacılarla gücünü çok geçmeden etrafta hissettirmeye başlamıştı. Özellikle dağlık kesimler ve cahil halk onların tercih ettiği başlıca unsurlardı. Dağlık bölgelere merkezi idarenin uzanması zor olduğundan bu, Batıniler için bir avantaj teşkil etmekte ve daha kolay propaganda faaliyeti yürütebilmekteydiler. Halkın cahil olması ise onları ikna ederek mezhebe kazandırmada, gerekirse o insanları fedai olarak kullanmada işe yaramaktaydı.
Alamut'dan sonra yeni kaleler ele geçirmek ve propaganda alanını biraz daha genişletmek üzere büyük bir hareket başlatıldı. Gözü pek ve maharetli dailer vasıtasıyla civardaki kaleler ve komutanlarına tesir edilerek bunlar Batıniliğe kazandırıldı. Nitekim genel karargahın ayrılmaz bir parçası ve Batıni davetinin önemli bir merkezi haline getirilen Rudbar Kalesi de bu şekilde ele geçirilmişti.
Batınilerin Alamut üssünden yönlendirdikleri hareketler ve buna bağlı olarak gerçekleştirilen yağma ve kıtaller çoğalınca; Selçuklular, harekete geçmekte gecikmediler. Batınileri yok etmekle Alamut ve çevresinin iktası kendisine verilmiş olan emir Yoruntaş görevlendirildi. Bu emir, 1091'de Alamut Kalesi'ni kuşatarak zaman zaman içeridekileri zor durumlara sokmuş ise de, Batıniler büyük bir metanet ve sabırla bu muhasaraya dayanmasını bilmişlerdir. Öyle ki, Yoruntaş'ın muhasarayı şiddetlendirmesi ve kalede erzakın bitmesi üzerine Batıniler burayı terk etmeye niyetlenmişken Hasan Sabbah'ın, İmam'dan yani Halife Mustansır'dan orayı terk etmemeleri ve yakında başarıya ulaşacakları konusunda emir aldığını söylemesi üzerine, kaledekilerin mukavemet gücü yeniden artmıştır. Bu arada emir Yoruntaş'ın vefat etmesi ile Batınilerin maneviyatı artmış ve bu Hasan Sabbah'ın kerametine bağlanmıştır. Gerçekten de emirin ölümünden sonra kuşatma kaldırılacak ve Batıniler büyük bir tehlikeden kurtulacaklardır.
Batıniliğin Kuhistan'a Nüfuzu
Alamut'taki durumunu güçlendiren Hasan Sabbah, yeniden değişik bölgelere açılma ve hakimiyetinin kapsamını genişletmeyi düşünmüştür. Bu iş için en müsait bölgeler de, daha önce değişik inanç sistemlerine bağlı iken İslam'ı sonradan ve biraz da zorla benimseyen insanların yaşadığı yerlerdi. Bu insanların bir kısmı İslam'a tam manasıyla ısınamadıkları gibi, çoğunlukla eski dinlerinin de özlemi içindeydiler. Onun için İslami kaideleri tam olarak benimseyememeleri ve eski inançlarından birtakım kalıtımlar taşımaları, Batıniler açısından bulunmaz bir fırsat doğurmaktaydı. Kendilerinin her meşrebe göre davranma metodunu bu bölgelerde rahatça tatbik etmekte ve İslami esasların gereksizliğini o insanlara çabucak kabul ettirebilmekteydiler. Bunun yanında, merkezi hükümetle birtakım ihtilafları olan bu insanların durumlarını da istismar etmekteydiler.
Bahsedilen özelliklere sahip bölgelerden biri olan İran-Afganistan sınırındaki Kuhistan da zikredilen sıfatlara sahip bir yerdi. Burası Zerdüşlüğün son sığınaklarından biri olmuş; Müslümanların hakimiyetinden sonra da Şiilerin ve diğer fırkaların barınağı haline gelmişti. Bölgenin özelliğinden faydalanmak isteyen Hasan Sabbah 1091'de harekete geçerek, Alamut Kalesi'nin de ele geçirilmesinde büyük faydaları dokunan maharetli daisi Hüseyin Kaini'yi burada faaliyetlerde bulunmakla görevlendirdi. Bu kişinin kendisinin de Kuhistanlı olması sebebiyle, çalışmalar kısa sürede meyvesini vermiş ve bölgede hayli taraftar kazanılmıştı.
Batınilik, Kuhistan'da yerleşmeye çalışırken bölgedeki Selçuklu komutanı Batıniliğe yeni girmiş mahalli emirlerden birisinin kız kardeşine talip olunca, zaten Selçuklulardan hoşlanmayan halkın nefreti iyice kabarmış ve bir isyana sebep olmuştur. Batıniler kısa sürede Zevzen, Kalin, Tebes, Tun ve diğer önemli yerleşim birimlerini ele geçirerek, durumlarını güçlendirdiler. Bu gelişme artık onların hareket alanlarını genişlettiklerinin ve Selçukluların kurulu sosyal düzenini sarsacak hale geldiklerinin işaretidir. Bu şekliyle Batıniler, Sünnilik açısından sadece sapkınlığın en aşırı temsilcisi olarak kalmamış, aynı zamanda toplumda kargaşa çıkaran ve cemiyeti sarsan bozgunculukları körükleyen bir hareket olma özelliğini de göstermiştir.
Sultan Melikşah'ın Batıniliği Yok Etme Çabaları
Batınilerin Selçuklu ülkesinde hem doğuda, hem de batıda etkili olmaya başlamaları karşısında durumun ciddiyetini kavrayan Sultan Melikşah, meseleyi daha ciddi planda ele alma gereği duyarak, Kızıl Sarıg adlı bir kumandanını Kuhistan bölgesindeki Batınileri, Arslantaş adlı diğer bir kumandanını da Hasan Sabbah ve arkadaşlarını yok etmekle görevlendirdi. Melikşah'ın meseleyi bu şekilde ele alışına bakılırsa, onun Batıniliğin merkezi ve en fazla yayılma imkanı bulduğu bölgeleri ele geçirerek bu hareketi kökünden kazımak istediğine hükmedilebilir.
1092 yılının başlarında harekete geçen Arslantaş, aynı yılın Haziran Temmuz aylarında Alamut'u kuşatmıştır. Hasan Sabbah, kalede çok az sayıdaki adamıyla sıkışınca Kazvin'de bulunan daisi Dihdar Ebu Ali'ye haber göndererek yardım istedi. Bu bölge, dailerin çalışmaları neticesinde Batıniliği kabul edenler ve dışardan Kazvin'e gelip yerleşen Batıniler sebebiyle önemli bir potansiyele sahipti. Nitekim Kazvin, Talikan ve Kuh-i Bara gibi bölgelerden toplanan Batıniler efendileri Hasan Sabbah'ın yardımına koşmakta gecikmediler. Dolayısıyla yeni gelenlerle güçlenen kaledekiler bir gece Selçuklu kuvvetlerine ansızın baskın yaparak bozguna uğrattılar.
Sultan Melikşah, Selçuklu kuvvetlerinin bu bozgunundan sonra durumun vahametini ·iyice kavramış ve Batıniliğin kökünü kazımak için yapılması gerekenler hakkında yeniden kafa yormaya başlamıştır. Bu arada Kuhistan· bölgesindeki Batınilerin yok edilmesiyle görevlendirilen Kızıl Sarıg, Batınileri tedip ve tenkil hareketine girişmişken Melikşah'ın ölüm haberi geldi. Bunun üzerine Batınileri yok etmek için başlatılan bu hareket de-sonuca ulaşamadan durduruldu.
Hasan Sabbah'a Yazıldığı İddia· Edilen Mektup Meselesi
Hasan Sabbah'la yapılan savaşlar özelde Batınilere karşı verilen bir uğraş olarak gözükse de, genelde Sünni Selçukluların Şii düşüncesine karşı göstermiş oldukları çabanın bir parçasıdır. Şii Büveyhiler ve Fatımilerle yapılan askeri ve siyasi · mücadelenin devamı mahiyetinde olan Hasan Sabbah hareketi, Selçukluların kurmuş olduğu siyasi ve ictimai nizamı kendisine hedef alarak bunu yıkmayı amaçlamıştır. Böylece Fatımilerin Selçuklulara karşı yapmış olduğu fiili dış müdahale, Hasan Sabbah eliyle · Selçuklu ülkesinin içine taşınmıştır. Metot olarak kendilerine müstahkem kaleler ve suikastlerini gerçekleştirecek fedailer seçen Batıniler, bu araçları kullanmak sureti ile merkezi otoriteye karşı yeni ve özel bir mücadele başlatmıştır. Sonuçta Selçukluları yıpratacak, idarecileri bezginliğe .ve karamsarlığa sürükleyecek, halkı ise korku ve baskı ile sindirecek bir yol seçilmiş ve bununla amaca ulaşılmak istenmiştir.
Batınilerin kötülükleri artıp, insanlar bunlardan muzdarip olmaya başlayınca, Sultan Melikşah, Hasan Sabbah'a bir elçi gönderip yaptığı kötülükleri sayarak, kendine itaate davet edip, umera ve ulemaya karşı işlemiş olduğu cinayetlerden vazgeçmesini istemişti. Hasan Sabbah'in Melikşah'a verdiği cevap·, onun insanlar üzerindeki. Tesirini ve erişmiş olduğu gücü göstermesi açısından önemlidir. Hasan Sabbah, Sultan'ın elçisine kendi gücünü göstermek ve böylece aynı zamanda fiili bir cevap vermekten de geri kalmadı. Hasan Sabbah, önünde beklemekte olan adamlarına dönerek: "Bir ihtiyacın yerine gelmesi için sizleri mevlanıza göndermek istiyorum, hanginiz bu görevi yerine getirmek ister" dedi. Orada bulunan adamların hepsi bu görevi yerine getirmeye hazır olduklarını söylediler. Melikşah'ın elçisi, Hasan Sabbah'ın bunlar ile Sultan'a bir mektup göndereceğini zannetmişti. Hasan Sabbah, bu grupta bulunan gençlerden birine işaret ederek, kendini öldür, dedi. Adam hemen bıçağını çekerek boğazını kesti ve cansız olarak yıkıldı. Diğer birisine, kendini kale bedeninden at, dedi. Bu şahıs da hemen kendini kaleden atarak paramparça oldu. Kendilerine intihar etmeleri emredilen iki fedai bu emri hemen yerine getirirlerken, Hasan Sabbah da elçiye dönerek: "Git sultanına söyle bana bu şekilde itat eden 20000 adamım vardır" dedi. Elçi Melikşah'a döndüğünde gördüklerini anlatınca, Sultan bunları hayret içinde dinledi ve bir daha onların kelamını etmedi.
Muteber kaynaklarda Melikşah ile Hasan Sabbah arasında geçen mektuplaşma olayı çok kısa nakledilerek fazla bilgi verilmemektedir. Yalnız M. Şerefeddin'in Halis Efendi kütüphanesinde 309 numaralı kayıtta bulunan eski bir mecmuaya dayanarak tercümesini yaptığı bir mektupta olay çok farklı gelişmektedir. Burada Hasan Sabbah, Melikşah'a karşı son derece hürmetkar ifadeler kullanmakta ve Sultan'a bağlılığını bildirmektedir. Ancak bu kaynağı doğrulama imkanı şimdilik bulunamamıştır.
Ibnu'I-Cevzi, İbn Kesir gibi eserlerde muhtasar olarak zikredilen Sultan Melikşah-Hasan Sabbah arasındaki mektuplaşma ile, M.Şerefeddin'in fazla güvenilir olmayan bir kaynaktan rivayet ettiği bu mektuplar arasında tenakuzlar görülmektedir. Çünkü, İbnu'l-Cevzi'nin verdiği bilgilerde Hasan Sabbah, Sultan'ın elçisinin önünde adeta gövde gösterisi yaparak kuvvetini göstermesi ve " ... git Sultan'ına söyle emrimde bu adamlardan 20 000 tane vardır..." demekle, bir noktada Melikşah'ı tehdit etmesi söz konusudur. Oysa M. Şerefeddin'in naklettiği mektupta Hasan Sabbah, Melikşah'a karşı gayet itaatkar davranmakta ve sadece düşmanlarından korktuğu için bu kalede kaldığını zikretmektedir. Yine aynı mektupta insanları katletmediğini, kendi dininin İslam olduğunu ve en yakın zamanda Sultan'a gelerek bağlılığını göstereceğini söylemektedir.
M. Şerefeddin'in sözkonusu ettiği mektup doğru ise Hasan Sabbah Melikşah'ı inceden inceye tahrik etmekte ve Kavun oğullarının Melikşah'ın saltanatına karşı yapacakları muhtemel hareketin doğru olmaması gibi, Abbasilerin muhaliflerine yaptıklarının da doğru olmadığını ispata çalışmaktadır. Bu değerlendirme Hasan Sabbah'ın ne kadar zeki olduğunu da göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca kendi davasının haklılığını ispat için, muhayyel bir senaryo kullanmakta, geçmiş olayları adeta Melikşah'ın şahsıyla inibatı varmış gibi göstermekte, bununla da Türkler arasında mevcut olan mülkün saltanat üyelerinin ortak malı olması meselesinden hareketle, Kavun Bey'in çocuklarının bu düşünceyi harekete geçirdikleri taktirde Melikşah ve evlatlarına ne kadar haksızlık yapmış olacaklarını zikredip, Melikşah'ın Abbasiler hakkındaki düşüncesini değiştirmeye çalışmaktadır. Yine aynı düşünceyi teyit etmek için tarihten örnekler vererek, Abbasilerin Ebu Müslim el-Horasani, Ebu Hanife, Hallac-ı Mansur gibi şahsiyetlere yaptıkları kötülüklerden söz etmektedir.
Gelişmelere bakıldığında İbnu'l-Cevzi’de nakledilen bilgilerin resmettiği Hasan Sabbah'ın daha gerçek olduğu görülür. Aksi varid olsaydı Melikşah'dan sonra Berkyaruk ve Mehmet Tapar zamanında Batınilere karşı o kadar şiddetli mücadele verilmezdi. En azından bahsedilen bilgilerin doğruluğunu onaylayan tarihi rivayetlerle de karşılaşmak mümkün olurdu. Oysa hem Doğu, hem de Batı kaynakları adeta ittifak edercesine Batınilerin kıtallerinden, Selçuklu ülkesindeki yıkımlarından bahsetmektedirler ki, olayların tarihi gelişimi de bunu doğrulamaktadır.
Batınilerin bütün kıtallerine, cinayetlerine ve Selçuklu düzenini yıkmayı amaçlamalarına rağmen, doğrudan Selçuklu hanedanını hedefledikleri söylenemez. Bu kanaatin oluşmasını sağlayan davranış; Selçuklu hanedan ailesinden sultan ve şehzadelere herhangi bir suikastte bulunulmamasıdır. Eğer aksi varid olsaydı halifeleri, emirleri, kale komutanlarına suikastler tertipleyen bu insanların hanedan üyelerinden bazılarını da, en azından gözdağı vermek kastıyla öldürmeleri mümkündü. Fakat tarihi kayıtlar böyle bir olay nakletmemektedirler.
Batınilerin Gerçekleştirdiği Kıtaller
Batınllerin en belirgin vasıflarından birinin, muhaliflerini hançerle katlederek ortadan kaldırmak olduğu daha önce görülmüştü. Aynı şekilde, bu hareketin müstahkem kaleler ve fedailere istinat ettiği de zikredilen hususiyetlerdendi. Bu hareketin bağlıları daha çok cahil dağlılardan meydana gelmekteydi. Kaynakların ifadesi ile; " ... solu ile sağını birbirinden ayıramayan, dünyadaki gelişen olaylardan haberdar olmayan kimseler. ..” bu hareketin insan kaynağını oluşturmaktaydı. Bu tür insanların meydana getirdiği kitleden istifade eden Hasan Sabbah, onlara ceviz, bal ve haşhaştan oluşan özel bir karışım yedirerek dimağlarını uyuşturmakta, bu şahıslar özel olarak yapılmış cennetlerde çeşitli nimetler ve güzellikler içerisinde bir süre tutulmaktaydı. Uyanmaya yakın çıkarıldığı bu cennet, göstereceği sadakat ve yararlık karşılığı olarak o şahsa vaad edilmekteydi.
Beyinleri Batıni propaganda ile yıkanmış ve kendilerine gerçek sandıkları yalancı cennet gösterilmiş şahıslar, istenilen her şeyi yapacak şekilde kandırılmaktaydı. Liderlerine o kadar körü körüne bağlıydılar ki, "Bunlardan bir tek kişi, kendisinin öldürüleceğini bile bile, bir cemaate hücum eder ve onları aşikare öldürürdü." Fedailer, Batınilik davasına muhalif olan herkese karşı kesin çözüm kastıyla kullanılmışlardır. Seçilen bu insanların son derecede cahil ve gayet mükemmel bir şekilde ikna edilmiş olmaları, canları pahasına verilen görevleri yerine getirmelerini sağlıyordu. Bu konuda sadece fedailer değil, onların aileleri de yapılan vaadlerle ikna edilmişlerdi. O kadar yüce bir dava için savaştıklarına inanıyorlardı ki, bu uğurda ölmek şeref; verilen görevi yerine getirememek şerefsizlik olarak addediliyordu."
Yüce idealler adına cinayet işlemek eskiden beri bazı gruplarca kullanılan bir yoldur. Hasan Sabbah, bu işi metot haline getirmekle kalmamış, öldürme işini hançerle yaptırarak, bunu Batıniliğin ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Muhaliflerin öldürülmesi Batınilikle beraber anıldığı için Batılılar "assassins-katiller" kelimesini Batıniler manasında kullanmışlardır.
Batınilerin Selçuklu ülkesindeki ilk kıtalleri, muhtemelen Alamut'un ele geçirilmesinden daha önce Save'de meydana gelmiştir. Batınilerden onsekiz kişi bir bayram günü burada buluşarak bayram namazı kılmışlardır. Bunların haberini alan beldenin emiri bu şahısları tutuklatmış, sonra da serbest bıraktırmıştır. Bu olay Batınilerin ilk toplanmalarıdır. Bunlar Save'li olup, İsfehan'da ikamet eden bir müezzini kendilerine katılmaya çağırdılar. Fakat o, bu daveti kabul etmeyerek reddedince, açığa çıkacakları korkusuna kapılarak müezzini öldürdüler. Bu Batınilerin işledikleri ilk cinayet olmalıdır.
Olay Nizamülmülk tarafından duyulunca, müezzini öldürmekle itham edilen kişilerin yakalanması emrini verdi. Öldürme olayıyla itham edilenler yakalandı ve katil olduğu tahkik edilen Tahir ismindeki bir marangoz kısasen katl edilerek, ayağından sürüklenip sokaklarda teşhir edildi. Bu şahıs da Batınilerden öldürülen ilk kişidir. Selçuklu ülkesinde ilk defa kanlarının akmasına sebep olan ve bu yöndeki emri veren Nizamülmülk olduğu için Batıniler, ona karşı büyük bir kin ve nefret beslemişlerdir. Bu sebepten, Batınilerin katlettikleri ilk şöhretli kişi de, Nizamülmülk olacaktır.
Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın faaliyetlerinden endişe ederek onun doğuda Ubeydullah el-Mehdi durumuna gelmesinden çekinmekteydi. Bu yüzden de, Batınilerin faaliyetlerine göz yummayarak, ilk defa Batıni kanı döktüren kişi olmuştu. Bunu unutmayan Batıniler, onu katletmeye karar vermişlerdi. Nizamülmülk 1092 senesi Ramazan ayında Bağdad'dan Isfehan'a dönerken Nihavend'de konaklamış, iftardan sonra harem çadırına dönerek dinlenmek istemişti. Ondan birşey istemek için yaklaşan Batıni bir çocuk, Nizamülmülk'e yaklaşınca, saldırarak veziri bıçakla yaraladı. Batıni, kaçarak kurtulmak istediyse de, Nizamülmülk'ün adamlarınca yakalanarak öldürüldü. Fakat Nizamülmülk aldığı bıçak darbesi sonucunda hayatını kaybetti. Nizamülmülk'ün katledilmesini kendileri açısından çok önemli sayan Batıniler; O, bizden bir marangozu katletti, biz de onu katlettik diyerek, bu olayın kendileri açısından bir prestij ve kısas meselesi olduğunu gösterdiler.
Nizamülmülk gibi şöhretli ve Batıni düşmanı birisinin öldürülmesi, hiç şüphesiz ki,: Batınilerin güçlerini göstermesi ve ses getirmesi açısından önemlidir. Fakat bu olaydan önce de Batınilerin öldürme ve yağma olayları yaptığına dair kayıtlar mevcuttur. Yine İbnu'l-Esir'in verdiği bilgilere göre Batınilerin ilk sahip oldukları yer Kayin yakınlarında bir kaledir. Bu kalenin komutanı Batınilerden olduğu için onun etrafına toplanıp, güçlenerek etrafa tehlike saçmaya başlamışlardı. Kirman'dan Kayin'e gitmekte olan büyük bir kafile bu kaledeki Batınilerin saldırısına maruz kalmış ve kafiledekilerden bir Türkmenin dışında herkes öldürülmüş, malları yağmalanmıştı. Saldırıdan kurtulabilen bu Türkmen, Kayin'e ulaşarak olup bitenleri şehir halkına haber vermişti. Şehir Kadısı el-Kirmani'nin başkanlığında toplanan halk Batıniler üzerine saldırmışsa da, onlara karşı bir şey yapamadan geri dönmek zorunda kalmışlardı. Bu olay Nizamülmülk'ün öldürülmesinden önce cereyan etmişti.
Selçuklularda Taht Kavgaları ve Batınilerin Güçlenmesi
Sultan Melikşah'ın vefat etmesi Batıniler açısından bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü Nizamülmülk ve Melikşah'dan sonra devletin tepesinde güçlü ve otoriter bir şahsiyet kalmadığı gibi, Melikşah'ın evlatları da birbirleriyle taht mücadelesine tutuşmuşlardır. Bu mücadele, Batıniler açısından bulunmaz bir ortam yaratmış ve güçlerini artırdıkları gibi, halk üzerinde de daha tesirli olmaya başlamışlardır. Selçuklu şehzadelerinin birbirleriyle mücadele etmeleri devletin gücünü zayıflatırken, Batınilerin gücünü artırmıştır. Dolayısıyla yeni kaleler ele geçirmişler ve durumlarını sürekli güçlendirmişlerdir.
Yeni kaleler ve yeni suikastler birbirini takip etmiştir. Halk arasında o kadar dehşet ve korku salmışlardı ki, evinden sabahleyin işine giden bır insan, ikindi vakti geçti de evine dönmediyse, hane halkı artık ondan ümit keserdi. Türlü türlü desiseler kullanarak insanları kaçırır ve onları öldürdükten sonra kuyulara atarlardı. Devletin gücü azalıp, buna karşılık Batınilerin gücü ve kötülükleri artınca, halk arasında korku artmaya başladı. Bu yüzden halk iki kesime bölündü. Bir kısmı bunlara açıktan açığa düşmanlık ederek onlarla çarpıştı, diğer kısmı ise onlarla barışık yaşama şeklini tercih etti.
Batınilere düşman olan kesim, her an onlardan gelebilecek tehlike korkusuyla yaşadılar. Sulh halinde olanlar ise onların işledikleri kötülüklere ve cinayetlere ortak olmakla itham edildiler. Ülkede hiç bir kimse bunların kötülüklerinden emin olamadı. Batıni olanlar devletin takibatına maruz kaldılar. Batıni olmayanlar ise ya Batıniler tarafından taciz edildiler veya kendilerini sevmeyen kişiler tarafından Batıni olmakla jurnallenerek devlet tarafından cezalandırılma tehlikesine maruz kaldılar. Ülkede asayiş ve güvenin yerini endişe, korku ve dehşet aldı. O kadar ki, devletin ileri gelen şahsiyetleri ve önde gelen alimler bile Batıni olmak ithamından kendilerini kurtaramadılar.
Batıniler, kendileri açısından tehlikeli veya ortadan kaldırılmasını faydalı gördükleri her seviyeden insana karşı suikast düzenlemişlerdir. Özellikle Batınilere karşı sefer düzenlemiş veya açıktan düşmanlığı görülmüş kişileri hiç affetmediler. Bunlardan biri olan emir Aksungur, Batınilere karşı birçok sefer düzenlemiş, bazılarını öldürüp, mallarını yağmalamış, beldelerini tahrip etmişti. Bu sebepten dolayı emiri takip eden Batıniler 1048 senesi Ramazan ayında Hemedan'da üzerine hücum ederek onu öldürdüler. 1096 senesinde ise Tuğrul Bey'in arkadaşı ve Selçukluların ilk Bağdad şahnesi olan emir Porsuk'u katlettiler. Aynı sene Berkyaruk'un amcası Yakuti'nin kızıyla evli olan emir Arğuş en-Nizami'yi Rey'de katlettiler. Batıniler için her gruptan insan hedef durumundaydı. Onların öldürülmesi için güçleri ve sosyal mevkileri önemli değildi. Batınilerin kıtalleri çoğalınca onlardan çekinen emirler gömleklerinin altından zırh giyerek dolaşmaya başladılar.
Batıniler için sadece emirler ve kolluk kuvvetlerinin ileri gelen şahsiyetleri hedef değildi. Onlar kendileri gibi düşünmeyen herkese savaş açmışlardı. Bu konuda sivil halk da kendilerine düşen payı almaktaydı. Nitekim 1104'de Hindistan, Maveraünnehr ve Horasan'dan gelmekte olan hacılara saldırarak mallarını yağmalayıp, insanları kılıçtan geçireceklerdir. Bu masum insanların tek suçu Batıni olmamaktı. Bu kadar gözü dönmüş ve kin duygularıyla dolu Batınilerin yaptıkları elbette ki sadece bunlar değildir. Onlar umeradan sonra ulema üzerinde de büyük baskı ve tehdit oluşturmuşlardır.
Batıniler bir taraftan halk üzerinde propaganda yaparak dini emirlerin lüzumsuzluğu ve hakikatlerin ancak masum bir imam sayesinde öğrenilebileceği düşüncesini yayıyor, bir taraftan da Selçuklu idaresinden gayri memnun insanları ele geçirerek taarruz ağırlıklı bir ihtilal akidesi geliştiriyorlardı. Dailer vasıtasıyla şehir ve kasabalardan Selçukluların idaresinden hoşlanmayan insanları taraftar olarak bir araya toplayıp, bunların gayri memnun hallerinden istifade ile devlete karşı kullanıyorlardı.
Selçuklular, özellikle Şii-Batıni fikirlerle mücadele etmek için medreseler kurarak, buralardan Ehl-i sünnet fikriyle yetişen insanlar sayesinde bahsedilen düşüncelere karşı savaş açıp, halkın zihinlerini onların teşvişlerinden korumayı amaçlamaktaydı. Alp Arslan döneminde açılan bu medreseler sonraki sultanlar tarafından da desteklenmiş ve devletin resmi Sünni görüşünü yayan müesseseler olarak büyük fonksiyon icra etmişlerdir. Selçuklular, açmış oldukları bu medreselerden yetişen insanlar sayesinde, bir taraftan Batınilerin bu propagandalarını tesirsiz hale getirirken, diğer taraftan da Batıni fikirleri çürüten, Sünni düşünceyi halk arasında yayan ve devlet otoritesine bağlanmayı gerekli gören insanlar yetiştirmişlerdir. Yıkıcı faaliyetlerin engellenmesinde askeri hareketlerden sonra, belki de ondan daha fazla etkili olan yol bu metottu. Selçukluların-bu mücadelesinde en büyük destekçisi Sünni alimler ve onların yetiştirdiği talebelerdi. Bu sebepten dolayı, Batiniler için ortadan kaldırılması gereken grupların başında bu insanlar gelmiştir.
Batınilere Karşı Yürütülen Fikri Mücadele
Selçuklular, -Batınilere karşı değişik yollar kullanılarak mücadele etmişlerdi. Bunun birinci safhası hiç şüphesiz ki, onların faaliyetlerini ve yuvalandıkları yerleri ortadan kaldırmayı hedefleyen askeri hareketlerdi. Nitekim durumun ciddiyetini kavrayan Sultan Melikşah, değişik komutanlarına Batınilerle mücadele etme ve onları bulundukları yerlerden söküp atma emrini vermişti. Melikşah'ın bu niyetini gerçekleştirmesine ömrü vefa etmemiştir. Yoksa Pamir'den Mısır'a, Yemen'den Kafkaslar'a kadar hükmeden güçlü Sultan'ın bu meseleyi halletmemesi düşünülemezdi.
Melikşah'ın vefatından sonra evlatları arasında baş gösteren taht kavgaları Batınilerin gelişip güçlenmelerine zemin hazırlamıştı. Buna rağmen Berkyaruk ve Mehmet Tapar'ın öncelikli mesele olarak ele aldıkları konuların başında Batınilerin tenkili meselesinin geldiğini tarihi kayıtlardan bilmekteyiz. Askeri hareketler Batınilerin faaliyetlerini kesmeye yetmemiştir. Çünkü Batıniler, hem doğan boşluktan istifadeyle yeni kaleler elde ederek askeri yönden güçlenmişler, hem de propagandalarını sadece askeri metotlara dayandırmamışlardır; onlar aynı zamanda fikri bir mücadele başlatarak, Selçuklu ülkesinde hakimiyetlerini yaymayı amaçlamışlardır.
Fatımilerin açmış oldukları medreselerden yetişen Şii dailerin Selçuklu ülkesindeki faaliyetleri sonucunda Ehl-i sünnet fikri gerileme göstermiş, hatta bu propagandaları destekleyen Büveyhiler Devleti ve Besasiri gibi komutanların gücünden Ehl-i sünnet yok olma noktasına gelmişti. Selçukluların İslam aleminin liderliğini ele geçirmesinden sonra ana hedef, Şii düşüncesi ve onun temsilcisi olan Fatımiler devletinin ortadan kaldırılmasıydı. Bu gaye için sadece askeri faaliyetlerle yetinilmemiş, bu düşünceye karşı fikri yolla mücadele edecek müesseseler de oluşturulmuştur. Sultan Alp Arslan ve vezir Nizamülmülk'ün gayretleriyle açılan Nizamiye Medreseleri bu görevi en iyi şekilde yerine getirmişlerdir. Genelde Ehl-i sünnet dışındaki düşüncelere, özelde ise Fatımilerin dışardan yönelttiği fiili müdahaleyi Selçuklu ülkesine taşıyan Hasan Sabbah ve onun temsil ettiği Batıni fikirlere karşı koyan bu medreseler önemli fonksiyonlar İcra edeceklerdir.
Nizamiye Medreseleri'ne özellikle dönemin güçlü Sünni ilim adamları müderris olarak atanmış, bunların bilgi ve birikimlerinden istifade cihetine gidilmiştir. Bu müesseseler için hiçbir masraftan kaçınılmamış, hoca ve öğrenciler için en geniş imkanlar hazırlanmıştır. Temel gayesi Ehl-i sünnet düşüncesini öğretecek insanlar yetiştirmek olan bu medreselerden mezun olan öğrenciler ülkenin dört bir yanında görev alarak temsilcisi oldukları düşünceyi yayarken, ona muarız olan Batıni fikirlere karşı da mücadele etmişlerdir. Bu şahıslar aynı zamanda İslam aleminde ortak bir kültürün ve düşüncenin doğmasına da imkan hazırlayacaklardır. Öyle ki, değişik bölgelerden gelen insanlar bu medreselerde okuyarak, Ehl-i sünnet düşüncesini öğrenip, sonrada kendi memleketlerine dönüp bu düşünceyi yaymışlardır: Böylece- halk idarecilere gönülden bağlanmış ve yönetenler ile yönetilenler arasında "Sünnilik' düşüncesi" ortak payda haline gelmiştir. Türkistan'ın içlerinden Nil deltasına kadar uzanan geniş· topraklarda ülke bütünlüğünün yanı sıra, manevi birlik de bu-müesseseler sayesinde temin edilmiştir.
Nizamiye Medreseleri'nin başlattığı fikri mücadele sayesinde Şiilik egemen bir mezhep olmaktan çıkmış ve Enl-i sünnet fikri yeniden güçlenmiştir. Batıni propagandalara karşı halka Sünni fikirler öğretilerek onların propagandaları tesirsiz hale getirilmiş, aynı zamanda dini emirlerin gereksizliğini tavsiye eden yıkıcı düşünceler de bertaraf edilmiştir. Nizamiye Medreseleri bir taraftan halkın ıslahını ve eğitimini hedef alırken, diğer taraftan da devlet otoritesine ve kanunlara itaat etmenin gereğini öğretmiştir. Böylece devletin bütünlüğünü korumanın yanında, kanunlara bağlı fertler yetiştirilmiştir. Bu şekilde bir yapılanma, ülkede huzurun yanı sıra, adalete dayalı bir idarenin gelişmesini de sağlamıştır. Bu yüzdendir ki, Selçuklu idaresi, Roma'da Antonion, İran'da Nevşirevan, Araplar'da Hz. Ömer ve İngiltere'de de Büyük Alfred devirleri gibi huzur, güven ve adaletin hakim olduğu bir devir olma özelliğine sahiptir.
Batınilerle yapılan fikri mücadelenin merkezi olan Nizamiye Medreseleri ve buralarda görev yapan büyük alimler bahsedilen konularda çağlarını aşan görevler ifa etmişlerdir. Bu mücadelenin bayraktarlığını yapan kişi de, Nizamiye Medresesi müderrislerinden İmam Gazali'dir. Gazali'den önce de Batıniler hakkında eser yazarak onların görüşlerinin yanlışlığını ortaya koyan şöhretli alimler vardı. Lakin Gazali döneminde iş daha bir ehemmiyet kesbetmişti. Çünkü, Batıniler sadece fikri alanda kalmamış, meseleye bir de cinayet boyutunu katarak durumu daha vahim hale getirmişlerdi. Baskı ve terörün desteğiyle propagandalarına hız veren bu insanların sapkınlıklarından ve desiselerinden halkı korumak gerekmekteydi ki, bu da Gazali ve onun gibi düşünen insanlar sayesinde olmuştur.
Batınilere karşı, Gazali'den önce eser verenlerin başında aynı zamanda Gazali'nin de hocası olan İmamu'l-Harameyn Cüveyni gelir. Nisabur Nizamiye Medresesi'nin de müderrisi olan Cüveyni, hem Ehl-i sünnet düşüncesinin gelişmesinde büyük rol oynamış, hem de yetiştirdiği öğrencilerle bu müdafaa ekolünün devam etmesini sağlamıştır. Cüveyni, yazmış olduğu "el-Akidetü'n-Nizamiyye fi'l-Erkani'l-İslamiyye" adlı eserinde normal olarak kelami meseleleri açıklamıştır. Esere verilen isim de gayet manidardır. Adeta Ehl-i sünnet itikat ve ibadet esaslarının öğretildiği Nizamiye Medreseleri ile, Ehl-i sünnetin görüşlerini anlatan eser özdeşleştirilmiştir. Cüveyni, bu eserinin sonuna normal ilmihal kitaplarında olmayan bir bölüm ekleyerek Ehl-i sünnet itikadına göre İmam'da (Devlet Başkanı) aranan şartları belirtmiştir.
Cüveyni'nin alışılmışın dışında eserine farklı bir bölüm açmasının sebebi, Batınilerin dini hakikatlerin masum imam tarafından öğrenilebileceğini ve bunun da nassla tayin edilen Hz. Ali soyundan bir şahısla mümkün olabileceğini savunmalarını boşa çıkarmak, onların yanlışlığını ortaya koymak içindir. Cüveyni, burada imamın gerekli şartlarını açıklamakla aynı zamanda, bu meselenin Şiilerin savunduğu gibi, itikadi bir mesele olmadığını da ispat etmektedir.
İmam Cüveyni'nin bu sahada "Gıyasu'l-Umem" adlı bir başka eseri daha vardır. Bilindiği gibi Selçuklu veziri Nizamülmülk'ün bir lakabı da "Gıyasu'd-Din" idi. Cüveyni, eserlerini "Nidmı" ve "ilyasi" adlarıyla telif etmekte ve Nizamülmülk'e ithaf etmekteydi. Bu sebepten dolayı bahsettiğimiz bu eseri "el-Gıyasi" olarakta tanınmaktadır. Bu ikinci eserini tamamen imamat konusuna hasretmiş ve birincisinden daha teferruatlı olarak imamet meselesini ele alarak Abbasilerin Hilafeti'nin meşruluğunu savunmuştur. Cüveyni, bu eserinde imamda bulunması gereken şartları sayarken nesep itibariyle "Kureyş"ten olma şartını koyarak, bunu Hz. Peygamber'in hadisiyle delillendirmiştir. Buna karşılık Mısır Fatımilerinin kendilerini Hz. Peygamber'in nesebinden göstererek şeref elde etmek istediklerini, bu uğurda çok çaba sarfettiklerini, fakat bu davalarında yalancı olduklarını zikretmiştir. Görüleceği üzere Cüveyni, tamamen Sünniliğin klasik görüş olan imametin güvenliliğini savunmakta, buna karşılık Şiilerin ve onların değişik versiyonu olarak Selçuklu ülkesindeki uzantısı olan Batınilerin gerçek halifenin Fatımi Halifeleri olduğu görüşünü reddetmektedir. Böylece onların gerçek halifenin Mısır Halifesi olduğu konusundaki propagandalarına cevap vermekte, Sünni görüş açısından bu meseleyi enine boyuna irdelemektedir.
Cüveyni'den sonra Batınilere karşı en büyük mücadeleyi veren şahıs onun öğrencisi olan Gazali'dir. Gazali, hem Nizamiye Medresesi'ndeki müderrisliğiyle yetiştirdiği talebelerle, hem de bu sahada otorite olması hasebiyle yazdığı eserlerle, Ehl-i sünnet görüşünü savunmuş, Batıni propagandaları geçersiz kılacak çalışmalar yapmıştır. Gazali'nin bu sahadaki en meşhur eseri bizzat Halife'nin emriyle kaleme aldığı "Fedaihu'l Batıniyye" adlı eseridir.
Bizzat halife tarafından Batınilerin fikirlerini çürütmekle görevlendirilen Gazali, bu konuda büyük bir uğraş vermiştir. Kelam alimlerinin yaptığının aksine, bu mücadelede tamamen aklı ön plana çıkararak, nasslara ikinci planda yer vermiştir. Böylece akli metotlar kullanarak halk üzerinde tesirli olan Batınilere karşı kendi silahlarıyla cevap verilmiştir. Batınilere karşı "Hüccetu'l-Hakk", "Mufassilu'l-Hilaf", "el-Kıstisu'l Müstakim" gibi eserleri de kaleme alan Gazali, "Fedaihu'l-Bitıniyye" adlı eserindeki uzun izahları biraz daha muhtasar hale getirerek özetlemiş ve herkesin anlayabileceği bir üslupla "Kitabu Kavasımi'l-Batıniyye" adıyla bir risale şeklinde yeniden kaleme almıştır. Gazali bununla da iktifa etmemiş "el-Munkizu mine'd-Dalal" adlı eserinde de, Batıniler için bir bölüm ayırarak, burada onların delillerini tartışıp, akli metotlarla çürütme cihetine gitmiştir.
Gazali, Batınilere karşı sadece müstakil eserler yazarak karşı çıkmamış, hocasının yolundan giderek normal kelami meseleleri ele alan eserlerine de, Batınilerin görüşlerini reddeden kısımlar eklemiştir. Bu cümleden olarak, önemli eserlerinden biri olan "el-İktisad fi'l-İ'tikad" içinde de imamet konusuna bir bahis ayırarak bunun bir zaruret meselesi olduğunu ve Şiilerin iddia ettiği gibi nassla tayin edilmediğini savunmuştur. Gazali, bu bahsedilen eserlerinin dışındaki kitaplarında da Batınilerin fikirlerini çürüten bahisler eklemiş, "Batıniyye, zahiri Rafızilik, batını sırf küfür olan bir mezheptir." şeklindeki değerlendirmesi ile onlar hakkındaki hükmünü özetlemiştir. O, kılıç ve askerin kazanamadığı zaferi, kalemiyle elde etmeye çalışmış, hiç olmazsa Batıniliğin fazla yayılmasını engellemiştir.
Batınilerin fikirlerinin çürütülmesinde bahsedilen şahısların dışındaki alimler de eserler kaleme almışlardır. Bunlardan biri de Yemen ulemasından olan Muhammed b. Malik el-Hammadi el-Yemeni'dir (öl.1077).
Batıni ve Karmatilerin fikirlerini çürüten bir eser kaleme almıştır.
Fatımilerin temsilcisi olarak Doğu İslam topraklarında faaliyet gösteren Hasan Sabbah ·ve onun kurduğu· Batıni teşkilatı, Ehl-i sünnet düşüncesi ve· Selçuklular için · büyük bir tehlike oluşturmuştu. Bu insanlar, propaganda ile yanlarına ·çekemedikleri halkı korku, tedhiş ve suikastle taraftar kılmayı başarıyorlardı. Dışarıdan Hıristiyan aleminin, içeriden ise Batınilerin yarattığı bu·tür tehlikelerin en kısa ve kesin yoldan bertaraf edilmesi gerekmekteydi. Selçuklular, bunlara karşı bir taraftan askeri ve siyasi yollarla uğraşırken, diğer taraftan da dönemin alimleri bu mücadeleye fikirleri ve yazdıkları eserler yoluyla katılmışlardır.
Karmatilik
Selçukluların mücadele etmek mecburiyetinde kaldığı Şii kaynaklı hareketlerden birisı de Karmatiliktir. Batıniler kadar geniş bir sahaya yayılıp, çoğalmamış olmakla beraber, bir kısım faaliyetleriyle, Sünniliğin temsilcisi olan Abbasi Halifeliği'ne ve Selçuklulara gaile çıkarıp, merkezi otoriteyi zor duruma sokacak davranışlara yönelmişlerdir. Karmatilerin ortaya çıktığı Kufe ile Basra arasındaki bölge Arap, Sudan ve Nebat menşeli insanların yaşadığı bir yer olup, ekserisi fakir insanlardan meydana gelmekteydi. İsmailiyye Fırkasının önemli lideri olan Abdullah b. Meymun'un 874'deki ölümünden sonra, onun talebesi ve ateşli propagandacı olan Hamdan Karmat, bu bölgede kendi adıyla anılan davetini yapmaya başladı. Kufe yakınlarında bir merkez inşa ederek burasını vaaz ve davetinin merkezi haline getirdi. Halkın fakirliği ve bozuk sosyal yapıdan istifade ederek, kısa sürede mal ve kadın ortaklığına dayanan bir örgütlenme gerçekleştirdi. Büyük oranda Mecusilik esaslarına dayanan, Sabiilik ve Manilik gibi İslam öncesi inançlarla karışan Karmatilik, Abbasi Halifeliği'ne düşmanlığı ana prensip haline getiren fırkaların başında yer alır.
Karmatilerin önemli liderlerinden olan Ebu said el-Gennabi, 899 yılında Bahreyn bölgesinde başkenti el-Ahsa olan bir devlet kurmayı başarmıştır. İslam devletinin yıkılacağı ve Mecusi devletinin kurulacağına inanan, bunun için de belirli bir vakit bekleyen Karmatilerden bir grup· da Şam bölgesinde harekete geçerek Abbasi Halifesi'nin ordularını bozup, er-Rusafe şehrine girerek buradaki bütün-mescitleri yakmışlardı. Aynı mantıktan hareket eden ve Mecusi devletinin kurulma vakti geldiğine inanan Ebu Tahir Süleyman adlı Karmati reisi de el-Ahsa'dan hareket ederek Kufe ve Basra'yı ele geçirmiş, 927'de Mekke'ye girerek Kabe'de tavaf eden hacılar dahil bulduklarını öldürüp, Kabe örtülerine el koymuş, katlettiği insanları Zemzem Kuyusuna atmıştır. el-Haceru'l Esved'i Kabe'deki yerinden sökerek Bahreyn'e oradan da Kufe'ye götürmüştür.
Karmatilerin, bazı ortak inançları paylaştıkları Mısır Fatımileri ile yakın ilişkiler içerisinde oldukları gözlenmiştir. Bu yakın münasebetlerin neticesidir ki, Kufe'ye götürülen ve uzun süre yeri boş kalan el-Hacerü 'I Esved, Fatımi Halifesi Mansur'un özel emriyle 950-951 senesinde yerine Iade edilmişti. el-Hakim döneminde yapılan bütün çalışmalara rağmen Karmatiler el-Hakim'in uluhiyetini kabul etmemekle beraber, Fatımilerle olan sıcak ilişkilerini devam ettirmişlerdir. Buna mukabil Humiler Karmatilerin akidelerini benimsemekte fazla zorlanmamışlardır. Ebu Tahir'in vefatından sonra Karmatilerle Humilerin arası siyasi sebeplerden dolayı açılınca Karmatilerin nüfuzu azalmıştır.
Fatımiler, Halife Aziz zamanında ülkenin sınırlarını genişletirken bir taraftanda, Suriye bölgesinde kendileri için gaile olan ve Dımeşk'e ulaşmak üzere olan Karmatiler üzerine kuvvet sevk ederek onları yenilgiye uğrattılar. Kaçabilenler Bahreyn'e döndü. Fatımilerin yanında yer alan Karmatiler, değişik dönemlerde Abbasi Halifeliğini zor durumda bırakmışsa da, 988'deki yenilgilerinden sonra, varlıklarını Oval Adası ve Bahreyn bölgesinde fazla bir varlık gösteremeden devam ettirmek durumunda kalmışlardır.
Karmatilerin Sünnilere Karşı Faaliyetleri
Karmatiler, farklı din ve ırktan olan insanların birlikte kardeşliğinin yanında, hangi düşünceden olursa olsun insanları bu harekete girmeye ve sığınmaya çağırmıştır. Ancak sadece Mecusi inançlarını İslami Boyayla boyayarak ve çeşitli tevillerle meşru göstermekle kalmamış, İslam'ın emirlerini yok sayarak, yasaklarını helal gören bir davranış içine de girmişlerdir. Onun için dini emirleri kendi istekleri doğrultusunda tevil ederek kız kardeşler ve kızları ile evlenmeyi, hoşuna gittiği takdirde kardeşinin karısının kişiye meşru olduğunu, şarap içmeyi ve bütün zevk verici şeyleri mübah görmüşlerdir. Bunlardan da anlaşılacağı üzere Karmatiler, diğer Batıniler gibi İslami emirleri yok sayarak, dini esasları kendi mantıklarına göre yoruma tabi tutmuşlardır. Temel düşünce Sünni Halifelik ve İslami esaslara düşmanlık olduğu için, İslam'a muhalif olan her şeyi sistemlerine almaktan kaçınmamışlardır. Karmatiler, İslam tarihinde en habis ve en zararlı bir ur halinde gelişim göstermekle kalmamış, fitne ve fesadın yatağı haline de gelmişlerdir.
Oval Adası ve Bahreyn bölgelerinde bir müddet varlıklarını devam ettiren Karmatilerin zamanla güçlerini kaybettiklerine şahit olunmaktadır. Ancak Adada bulunan Ehl-i sünnet mensuplarının gerçekleştirdikleri bir dizi isyanlar Karmatilerin gücünü iyice zayıflattı. Zira adaya hakim olan Karmatiler Fatımiler adına hutbe okutmakta ve halkı kendilerine düşman edecek derecede ağır vergiler koymaktaydı. Karmati idarecilerine karşı ayaklanan halk onların valilerini azledip, kara ve deniz birliklerini imha etti. 1066 senesindeki isyandan sonra Ada, Karmatilerin elinden çıkarak, Sünnilerin hakimiyetine geçmiş oldu. Bunlar, ticari hayatı canlandırmak ve tüccarları bu bölgeye çekmek için adada bir cami inşa ettiler ve hutbeleri Abbas! Halifesi adına okutmaya başladılar.
Selçukluların Karmati Politikası
Oval Adasının Karmatilerin elinden çıkması Bahreyn Karmatilerini de zor duruma soktu. Sünni halk, Bağdad halifesi ve Selçuklularla temasa geçerek onlardan yardım istedi. Bu olaylar Karmatilerin üst üste yenilgiler alacağı askeri seferler zincirinin başlangıcı oldu. 1069'da Abdulkays kabilesinin reisi Abdullah b. Ali 'el-Uyuni Halife ve Sultan'dan yardım talep etti. Yardım isteğini olumlu karşılayan Melikşah bu bölgede Karmati hakimiyetini bitirmek için kuvvet göndermeye karar verdi. Böylece Karmatileri arka arkaya yenilgiye uğratacak ve hakimiyetlerine son verecek dönem başladı.
Kiçkine'nin Seferi
1075 senesinde Yahya b. Abbas, Katif ve Oval adasının hakimi bulunuyordu. Katifliler bir vesileyle Sultan Melikşah'ın mabeyincisi Kiçkine'ye ulaşarak, eğer Sultan emirimiz Yahya b. Abbas'a kuvvet yardımında bulunursa, biz Ahsa'yı Karmatilerden alır, Sünni hutbesi okutur ve her yıl muntazaman vergimizi veririz dediler. Kiçkine, Yahya b. Abbas'la görüşüp, gerekli teminatları aldıktan sonra Melikşah ve Nizamülmülk'le bir araya gelerek müsaadelerini alıp, söz konusu bölgenin fethiyle ilgili hazırlıklara başladı.
Selçuklulardan yardım talebinde bulunan Katiflilerin temsilcisi Bağdad'a gelerek o sıralarda Bağdad Şahnesi bulunan Sadu'd Devle Gevherayin'le de görüşüp, onun desteğini temin etmişti. Gevherayin, sefere iştirak etmeyecek, fakat manevi destek ve Araplardan gelebilecek zararları engellemek kastıyla Basra'da oturarak seferin yapılmasını kolaylaştıracaktı. Meydana getirilen Arap kuvvetler ve İsfehan'dan gelen Kiçkine, Vasıt'da birleşerek sefer planlarını görüştüler. Varılan anlaşmaya göre de geçecek ganimetlerden on birde birer hisse Halife ve Sultan'a, on birde bir hisse aralarında bölüşülmek üzere Nizamülmülk ve Sadu'd Devle'ye, geri kalan sekiz hisse de Kiçkine ve Mehariş'in adamlarına verilecekti.
Topladığı kuvvetlerle harekete geçen Kiçkine, çölü geçerken Kays ve Kubas kabilelerinin saldırısına maruz kalmış, bu tehlikeyi atlattıktan sonra onları bozguna uğratarak mallarını yağmalamış, kadın ve çocuklarını esir etmişti. Daha sonra aldığı esirleri ve ganimet mallarını bu kabileye iade ederek onların dostluğunu ve Karmatilere karşı yardımlarını temin etmiş, sefer bittikten sonra bunlara da ganimetten pay vereceğini vaad etmişti. Emrindekı kuvvetlerle Katif'e ulaşan Kiçkine'nin gelişi Yahya b. Abbas'ı memnun etmedi. Zira o, Sultan'ın kendisine kuvvet göndereceğini ve kendi komutasında Karmatilere karşı sefere katılacaklarını sanmaktaydı. Kiçkine'nin gelişi ile menfaatlerinin zail olacağını sanmaktaydı. Bu yüzden de iki taraf arasında çarpışmalar meydana geldi ve kan döküldü. Kiçkine karşısında tutunamayacağını anlayan Yahya b. Abbas, Kays ve Kubas kabilelerini kandırarak, Kiçkine'nin kuvvetlerine saldırıp, yiyeceklerini ve ağırlıklarını yağmalamalarını sağladı. İki kuvvet arasında kalan Kiçkine yenilerek 1076'da yanındakilerle birlikte Basra'ya perişan bir vaziyette döndü. Kiçkine'nin bu seferi Bedevilerin ve ihtiraslı Arap kabile reisleri yüzünden amacına ulaşamamıştır.
Artuk Bey'in Karmatiler Üzerine Gönderilişi
Kiçkine'nin bu başarısız seferinden sonra, bölgede yıllarca tek başına Karmatilere karşı mücadele veren Abdullah b. Ali el-Uyuni 1076 senesinde Sultan Melikşah'a başvurarak, kendisinin mücadelesini anlattıktan sonra, kuvvet verilirse Ahsa ve Bahreyn bölgelerini Karmatilerden temizleyerek Abbasi Halifesi ve Sultan adına hutbe okutacağını bildirdi. Kiçkine'nin intikamını almak ve Karmatilere ağır bir darbe vurmak isteyen Melikşah, değerli komutanlarından ve Hulvan (Luristan) bölgesi kendisine ikta olarak verilen Artuk Bey'i Karmatilerin tedibi ile görevlendirdi. Artuk Bey emrindeki Türkmenlerle birlikte Hulvan'a geldikten sonra 7000 kişilik bir kuvvetle buradan Katif'e doğru hareket etti.
Ordusunu çöl savaşı için techiz etmek ve gerekli ihtiyaç malzemelerini temin etmek maksadıyla Basra'ya uğradığında, Artuk Bey'in askerleri şehrin dışında ne buldularsa yağmaladılar. Korkan halk şehrin kapılarını sıkıca kapatarak içeri kapandılar. Fakat üç gün sonra su sıkıntısı baş gösterince, şehrin ileri gelenleri Artuk Bey'e giderek yaptıkları işin çirkinliğini anlattılar. Anuk Bey de, niyetlerinin şehri yağmalamak olmadığını, fakat Ahsa'ya gidebilmek için bin tane binek devesi, beş yüz su taşıma hayvanı, beş yüz batman un, bu kadar arpa ve hurma, ayrıca 10 000 dinar da para alması gerektiğini, şehir ileri gelenlerine bildirdi. Teklifleri kabul edilen Artuk Bey istediklerini temin ettikten sonra Ocak 1077'de seferine başladı.
Daha önceleri Kiçkine'ye yaptıklarından dolayı cezalandırılmaktan korkan Katif emiri Yahya b. Abbas, Artuk Bey'in yaklaşmakta olduğunu öğrenince şehri boşaltarak Oval adasına sığındı. Katif'i kolaylıkla ele geçiren Artuk Bey, burada fazla kalmayarak Ahsa'ya doğru harekete geçti. Şehre ulaşarak burasını yağmaladıktan sonra, buradaki kaleye sığınmış bulunan Karmatiler, Artuk Bey'e bir elçi göndererek anlaşmaya varmak istediklerini bildirdiler. Aslında bu anlaşma niyetleri bir hileden ibaretti. Artuk Bey'e teklif olarak "Biz sana barış karşılığı olarak 10 000 dinar para verelim ve hutbeleri Selçuklu Sultanı ile Abbasi Halifesi adına okutalım" dediler. Artuk Bey, bu şartlar karşılığında barışı kabul edince, ikinci bir teklif getirerek "Bu malı halktan toplamamız için bir müddet kuşatmayı kaldırarak bizden uzaklaş" dediler. Anlaşmanın garantisi için de bir miktar insanı rehine olarak verdiler.
Artuk Bey'in anlaşma şartları gereği kuşatmayı kaldırarak şehirden uzaklaşmasını fırsat bilen Karmatiler, civar bahçelerde bulunan gizli yiyecek depolarındaki zahireyi kaleye naklettikten sonra yeniden müdafaaya başladılar. Karmatilerin hilesini anlayan Artuk Bey, geriye dönerek elindeki rehineleri öldürüp, civar köyleri yağmalattırdıktan sonra kaleyi sıkı bir kuşatma altına aldı. Bölge şartlarının elverişsizliği ve Türkmenlerin sıcağa dayanamaması Artuk Bey'i bölgeden ayrılmaya zorladı. Karmatilere karşı mücadele eden Abdullah b. Ali el-Uyuni ile anlaşarak, Kardeşi Alpkuş'u 200 Türkmenle birlikte Abdullah'ın yanında bırakıp, yarım kalan seferi daha sonra dönüp tamamlamak kastıyla oradan ayrıldı. Yolda pek çok Arap kabilesini yağmalayarak Basra'ya döndü.
1077 senesinde Ahsa'dan Bağdad'a Artuk Bey'in bir mektubu ulaştı. Mektubunda Karmatilerin yurtlarını aldığını ve ganimet ele geçirdiğini bildirmekteydi. Daha sonra Artuk Bey kendisi de Bağdad'a gelip, Halife'nin huzuruna çıkarak durumu anlatıp, niyetinin tekrar geri dönerek Ahsa'yı almak olduğunu Halife'ye söyledi. Artuk Bey'in bu seferinden son derecede memnun olan Halife, onun Karmatilere karşı giriştiği mücadelede bir teşekkür nişanesi olarak önünde okunmak üzere bir tevki yazılmasını emretti. Bu tevki Artuk Bey'in önünde okunduktan sonra Artuk Bey ayağa kalkarak yer öpüp teşekkür etti ve huzurdan ayrıldı. Halife ona ayrıca bir at, elbise ve altın süslemeli bir de eğer hediye etti.
Artuk Bey, bu hediyeleri aldıktan sonra Vasıt yolu ile Basra'ya hareket etti. Yolda Kardeşi Alpkuş'tan bir mektup aldı. Alpkuş mektubunda gelişen olaylardan bahsederek; Karmatilerle birleşen Ezd ve Amir-Rebia kuvvetlerine karşı hücuma geçerek onları bozguna uğrattıklarını, savaş gücü yok olan Karmati büyüklerinin hayatlarına dokunulmamak kaydıyla sulh yaptıklarını ve Abdullah'ın boru sesleri arasında kaleye girdiğini, fakat Türkmenlere kötü davranıp, onları kaleye sokmadığını anlatıyordu.
Abdullah, Karmati ve Ezdlere müsamaha gösterip, onları serbest bırakmıştı. Bunlar da, Amir-Rebiaları imtiyaz elde etmek kastıyla Abdullah'a karşı kışkırttılar. Bu kabile mensupları Ahsa önlerinde toplanarak önceleri Karmatiler ve Ezdler zamanında almış oldukları vergilerin yine kendilerine verilmesini istediler. Taraflar arasında yapılan savaşta Abdullah ve Alpkuş'un maharetleri sayesinde Amir-Rebialar hezimete uğratılıp malları ganimet olarak alındı.
Abdullah ile Alpkuş arasındaki dayanışmanın daha sonradan bozulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Abdullah, Alpkuş ve adamlarına iyi davranmamış, ganimetlerden paylarına düşenleri hakkıyla vermemiştir. Duruma kızarak karşı gelen Alpkuş'u hapse attırdıktan sonra öldürtmüştür Kardeşinin intikamını almak isteyen Artuk Bey, 2000 kişilik kuvvetle Ahsa üzerine yürüyerek Abdullah'ı sığındığı kalede kuşatıp, kardeşinin diyeti olarak oğlunu kendisıne rehin bıraktığı taktirde kuşatmayı kaldırarak geri döneceğini söylemiştir. Neticede Abdullah'ın oğlunu alarak 1078'de Ahsa'dan ayrılmıştır. Ahsa'dan ayrıldıktan sonra kuvvetleriyle birlikte yönetim bölgesi olan Hulvan'a gelen Artuk Bey, Sultan Melikşah'a Karmati seferi hakkında geniş bilgi arzetmiştir.
Karmatilere karşı Kiçkine'nin ilk seferi, Arapların entrikaları yüzünden başarıya ulaşamamıştı. Fakat güçlü Selçuklu komutanı Artuk Bey'in düzenlediği ikinci Karmati seferi başarıya ulaşmış ve yüzyıllardır çıbanbaşı olarak yaşayan Karmatilerin bölgedeki varlığı nihayete erdirilmiştir. Sünni İslam aleminin her yönden koruyucusu olan Selçuklular, muarız şakirtlerin Sünniliği yok etmesine müsaade etmemişlerdir. Karmatiler de Batıniler gibi bir anarşi ve sosyal bünyeyi tahribe yönelik çalışma içinde olduklarından dolayı Selçuklulardan gerekli karşılığı almışlardır. Böylece Doğu Islam topraklarında faaliyet gösteren Batınilerden sonra, Güney bölgelerinde ortaya çıkan başka bir Şii kaynaklı hareket Karmatilik tesirsiz hale getirilmiştir. Bu şeref Selçuklular ve onların kudretli komutanı Artuk Bey'e aittir.
Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder