Şeytan, mahiyetindeki iyiliğe, güzelliğe açık tüm istidatlarını iradesiyle öldürmüş ve kötülüğe ait bütün yeteneklerini de geliştirmiştir. İçini tamamen küfürle doldurduğundan artık onun mahiyetinde inanmaya yer kalmamıştır. Öfkeli adamın her davranışından öfke döküldüğü gibi, onun hayatını bütünüyle kötülük kaplamıştır. Artık küfürle bütünleşmiş, her türlü şerri işlemeye fıtratı itibariyle hazır hale gelmiştir.
İblis’in en önemli fonksiyon ve vasıfları şunlardır:
Düşmanlığı
Şeytanın insana olan düşmanlığı apaçıktır. O, içinde taşıyıp durduğu isyan ve küfür tohumlarının ortaya çıkmasına sebep olan insana ve onun zürriyetine harp ilan etmiştir. Allah’a fevkalâde bir saygısızlık içerisinde: “Ben hiç senin çamur olarak yarattığına secde eder miyim? Yemin ederim, eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan pek azı dışında, onun neslini (tamamen) kendime bağlayacağım,” demiştir. Allah (c.c), onun insana olan bu öfke, kin ve nefretten meydana gelen düşmanlığını haber vermiş, bizim de onu düşman edinmemizin lüzumunu ihtar etmiştir: “Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O, kendisine tâbî olanları alevli ateş halkından olmaya çağırır.” Onun bize azılı bir düşman olduğunu bilmek, ona karşı kendimizi uyanık tutma açısından önemlidir. Esasen o, ciddi bir hasım olarak kabul edilse de edilmese de peşine düşenleri hep o can akıcı ateşe sürükleyecek, hiçbir zaman iflah etmeyecektir.
Şeytanın ilk faaliyeti, Âdem’i ve hanımını yoldan çıkarmak olmuştur: “Kendilerinden örtülüp gizlenen kötü yerlerini meydana çıkarmak (avret mahallerini açmak) için, şeytan ikisine de fısıldadı: “Rabb’iniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek, ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti” dedi. Ve onlara: “Elbette ben size öğüt verenlerdenim,” diye (bir de) yemin etti. Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi.) Ağacın meyvasını tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü. Cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar.”
Şeytan, ikisini de aldattı. “Âdem ile Havva ise, hiç kimse yalan yere Allah’a yemin etmez sandılar, aldandılar.” Allah Teâlâ da kendilerine: “Ben sizi o ağaçtan nehyetmemiş miydim, şeytan size açık bir düşmandır dememiş miydim” diye nida etti.
Âdem ve eşi, yaptıkları yanlışlığın utancı içindelerken, bir de böyle bir azar işittiler. Halbuki Allah, onları daha önce ikaz etmiş: “Ey Âdem, bu (şeytan), senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın, sizi cennetten çıkarmasın, sonra zor durumda kalırsın(ız,)” demişti. Onlar mahcup bir şekilde: “Rabb’imiz, biz kendimize yazık ettik. Şayet sen bizi yarlığamaz ve merhamet etmezsen biz hepten kaybedenlerden oluruz.” dediler. Vaziyeti derhal anladılar, hatalarını itiraf edip tevbe ve istiğfara koştular.
İlâhi suâle karşı İblis’in zikri geçen cevabıyla, Âdem ve Havva’nın bu cevaplarını mukayese etmeli, bu kelimelerin hemen o anda Âdem’in kalbine gelmesinin ne büyük bir lütuf olduğunu ve Âdem ile İblis arasındaki farkın büyüklüğünü anlamalı ki İblis’in ateş ve çamur mukayesesindeki cahilliği bu noktada açıkça gözükmektedir.
Bu ilk iğvasıyla şeytan, düşmanlığını açıkça ortaya koymuştur. Doğru konuşmamış, yalan yere yeminler etmiş, onları aldatmış ve sonra da sıvışıp gitmiştir.
Allah (c.c), Âdem ile eşinin başına gelen bu olayı hatırlatarak bizi de aynı duruma düşmememiz için ikaz eder: “Ey Âdemoğulları, şeytan, ana babanızı, cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belaya düşürmesin. Çünkü o ve yandaşları sizi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden görürler. (Şu da bir gerçektir ki) Biz, şeytanları inanmayanların dostları yaptık.”
Şeytanın düşmanlığı, onun en önde gelen özelliğidir. Ona ait diğer bütün vasıflar, onun bu yanını takviye eder. O, ileride de anlatılacağı üzere, aldatır, süsler, vesvese verir, sinsice yaklaşır, korkutur, va’deder, kuruntulara salar, dürter, fitler, unutturur, hoş olmayan şeylerin yapılmasını emreder, akla hayale gelmedik tuzaklar kurar, bütün bunları da düşmanlığından, insanın bedbaht olup ebedî kaybetmesini arzuladığından yapar.
Şeytan, her ne kadar bize gözükmese de, gizliden gizliye kanımıza, iliklerimize işlemekte, kalbimize sokulmaktadır. O, bize Allah’ın istemediği gayet çirkin şeyleri yapmamızı emreder. Şeytanın emretmesi; onun, Allah’ın razı olmadığı şeyleri süsleyerek hayallerimize atmasından ve onları işlemeye teşvikinden ibarettir. Şeytanı adım adım izlemenin bayağılığını, onun reyine uymanın alçaklığını beyan etmek için emir kelimesi mecaz olarak kullanılmıştır. Ayrıca, şeytanın peşi sıra gidenlerin, onu kendilerine şef edindiklerine de bir işaret olabilir. İblis kötüyü iyi, batılı hak, şerri hayır gibi gösterip dürtülerde bulunur, helali haram, pisi temiz gösterir. Bunların yanında bir de Allah Teâlâ’nın zatı, emirleri, yasakları, icraatı gibi konularda ileri-geri konuşmayı salıklar. Hikmeti açıkça gözükmeyen bazı meselelerde bizi işkillendirirr. İman esasları veya İslam’ın şartları ile alakalı lüzumsuz ve tehlikeli düşünceleri sokuşturarak bunları açığa vurmamızı ister. Bütün bunların şeytan işi olduğu bilinmeli, ona göre tedbirler alınmalıdır. Cenab-ı Hakk, bunları bize bildirerek tetikte olmamızı tavsiye eder: “Ey insanlar, yeryüzünde bulunan temiz ve helal şeylerden yeyin, şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır. Size daima kötülük ve çirkinliklerin en aşırılarını ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”
Hainliği
Hıyanet, şeytanın en belirgin özelliklerindendir. Emanete veya verilen söze vefasız davranma, güveni kötüye kullanma manalarına gelen hıyanet, nifakla aynı manaya gelir. Şu var ki nifak, dine karşı vefasız kalma, umursamama durumunda kullanılan kelimedir. Hıyanet ve nifak kelimeleri iç içe geçmiş, belli etmeden, verilen söze, hakka muhalefet etme manalarını ifade eder olmuştur. Şeytan, insana en pes ve bayağı şeyleri yapmasını fısıldar, kötülüğü çok masumane bir şekilde nazara verir. Maksadı hasıl olunca da sıvışır, ortadan kaybolur. Âdem ve hanımına da böyle yapmıştır. Bir nasihatçı gibi onlara yaklaşmış, yeminler etmiş, o yasak meyveden tattırınca da çekip gitmiştir. Ondan sonra gelişen hadiseleri beraber göğüsleyecekleri yerde, onları yardımsız ve yardımcısız bırakmıştır. “...Zaten şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakır.” ayetiyle ifade edilen mana da budur. Yani o, hiçbir zaman insanın hayrına dost olmaz. Bir felakete sürüklemek için öyle gözükür, nihayet başı sıkışınca onu yardımsız bırakır, çekiliverir, hainlikten hiç vazgeçmez.
Şeytan, hazûldür, insanları hizlana atar, muavenetsiz, yardımcısız, kimsesiz, yalnız başına, sefil bırakır, zelil eder. Bazı insanları ve cinlerin bazılarını iyice baştan çıkararak onları kendine yandaş edinir. Fakat şeytan onlara da vefasızdır, nankördür. Dünyada peşinden koşturduklarını öbür tarafta kurtaramayacağını, onlara faydalı olamayacağını ifade edecek: “İş bitirildikten sonra şeytan: “Allah size gerçeği va’detti, ben de size va’dde bulundum, ama ben sözümden caydım. Benim, sizin aleyhinize kullanabileceğim bir gücüm de yoktu. Sadece sizi (inkâra ve isyana) çağırdım. Siz de benim çağrıma derhal icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın da kendi kendinizi levmedin. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni. Ben, daha önceden beni (Allah’a) ortak tutmanızı da tanımamıştım zaten. Hiç şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır,” diyecektir.
Şeytan ilk münafık ve sonrakilerin de akıl hocasıdır. Nifak kelimesi hıyanet kelimesi ile küçük bir nüansla ayrılsa bile birbirlerinin yerine kullanılabilmektedirler. İnsanlar, iki yüzlülüğü şeytandan öğrenmişlerdir: “(Münafıkların durumu) Tıpkı şeytanın şu durumuna benzer ki insana “İnkâr et” dedi. İnsan inkâr edince de “Ben senden uzağım, ben Alemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım,” dedi. Nihayet ikisinin de sonu, ebedî olarak ateşte kalmaları oldu. İşte zalimlerin cezası budur.”
Şeytanın vartalarına karşı koyabilmenin, dünya ve ahirette kaybetmemenin en önemli çaresi, Allah’ın dosdoğru yolunda yürümeye çalışmaktır: Abdullah b. Mes’ud (r.a) diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.s) yere bir çizgi çizdi: “Bu Allah’ın doğru yoludur” dedi. Sonra o çizginin sağına soluna bir çok çizgi daha çizdi. Sonra da: “Bunlar da bir çok yollar, her bir yol üzerinde, insanları kendisine çağıran bir şeytan vardır” dedi. Arkasından da: ”İşte benim doğru yolum budur, ona uyun, başka yolların peşine düşmeyin ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. İşte Allah, belki korunursunuz diye size böyle tavsiyede bulunuyor,” ayetini okudu.”
Vesvesesi
Şeytanın en çok bilinen özelliği onun vesvese verici olmasıdır. Vesvese; gizli ses, zinet eşyalarının çıkardığı ses, insanın içinden sessizce konuşması, fısıltı, akla gelen bayağı hatıralar gibi manalara gelir. Vesvâs ise; kalbe hayırsız, faydasız, alçak hatıraları atan, yavaşça fısıldayan, insanların sinelerine vesvese verip durmada fevkalâde kabiliyetli olan gibi manalar ifade eder. Bu isim, bu işte en başarılı olan şeytana ad olmuş, bu özelliğini çok kullandığından, sanki vesvesenin bizzat kendisi haline gelmiş, bütün işi ve meşguliyeti bu olmuştur.
Hunûs ise; inkıbaz ve istihfa’ demek olup büzülme, çekilme, kasvet, keder, sıkıntı içinde olma, kabz hali yaşıyor olma, gecikme, gerileme, saklanma ve gizlenme gibi manalara gelmektedir. Hannâs ise; Allah anıldığı zaman geri geri çekilen, sinen, o esnada kaybolan, sıkılıp büzülen manalarını ifade eden mübalağalı faildir.
Vesvâs ve hannâs kelimelerini, yukarıda söylenilen manaları göz önüne alarak şöyle ifade edebiliriz: İnsanın aklına ve kalbine, lüzumsuz ve alçak hatıraları atan, hiç belli etmeden fısıltıda bulunan, gizliden gizliye aldatma ve ayartma için fis-kos edip duran; sinerek, gerisin geriye çekilerek fenalığa sürükleyen, değişik stratejilerle haktan yüz çevirten, dönek, sineleri işkillendirip duran, vesveseci şeytan.
“Şeytan, insanın kalbi üzerine çöküp oturur (fırsat kollar). O kimse Allah’ı zikrederse şeytan büzülür, kabza girer. O kişi kendini gaflete salarsa, şeytan ona vesvesede bulunur.” İnsanların gaflete dalmaları için de bazı şeyleri güzel gösterir, insanları gurura ve kibre sevkeder: “Düşün o vakti ki, şeytan onlara yaptıkları işleri süslemiş, “Bu gün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur. (Korkmayın) Ben sizin yanınızdayım” demişti. Fakat iki topluluk birbirlerini görünce iki ökçesi üzerine (gerisin geriye) dönmüş, “Ben sizin yaptıklarınızdan berîyim, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah’tan korkarım, zira Allah’ın cezası pek şiddetlidir,” demişti”
Bu ayet, Bedir Savaşı münasebetiyle nazil olmuştur. Şeytan önce allamış-pullamış, içlerine kuruntu doldurmuş, gelişen hadiseleri görünce de apar topar sıvışıp gitmiştir. Giderken de sessiz sedasız gitmemiş: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah’tan korkarım...” gibi birçok sözler söyleyerek onları iyice yıkmış, içlerine acı acı endişeler atmış, ümitlerini bütün bütün bitirip öyle gitmiştir.
Kur’an’da, şeytanın vesvesesi ile alakalı somut misal olarak sadece, Âdem (a.s) ile karısına verdiği vesvese anlatılmaktadır. Şeytan, kendisine “Kovulmuş olarak çık oradan,” denildikten, yani cennetten kovulduktan sonra Âdem’e ve eşine vesvese vermiştir. Cennetin dışından, içindeki insanlara vesvese atmıştır. Bu hadisenin cereyan şekli ile alakalı değişik rivayetler zikredilir: Bazıları: “Şeytan, cennete melekler gibi değerli birisi olarak girmekten menolunmuştur. Yoksa Âdem ve Havva’ya imtihan vesilesi olarak girmekten alıkonmamıştır,” derler. “Cennetin kapısına kadar geldi, oradan vesvese verdi,” diyenler olmuştur. Bir hayvan sûretinde girdiğinden ötürü cennetin bekçiliği yapan meleklerin onu göremediğini iddia edenler, bir yılanın ağzına gizlenip cennete öylece girdiğini söyleyenler olmuştur. Bazıları da şeytanın, yandaşlarından birkaçını göndermek sûretiyle Âdem ile eşinin ayağını kaydırdığını ifade ve iddia etmişlerdir.
Yukarıda ifade edilen rivayetler pek sıhhatli görünmemektedir. İşin aslını Allah bilir. Bizce burada önemli olan, Şeytanın Hz. Âdem ve eşine verdiği vesvesenin cereyan şeklinden ziyade, cennetten kovulmasına rağmen, yine de vesveseye imkan bulabilmesindedir.
Ayetlerin delaleti gösteriyor ki, İblis’in cennetten kovulup çıkartılması, dört bir taraftan vesvese verme imkanını ortadan kaldırmamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s) de, vesveseyi, bir mücahidi cihaddan alıkoymaya çalışan bir düşünce olarak nazarlara sunmuştur: “Şeytan, insanoğlunun çeşitli yollarında oturur. Önce İslamiyet yolu üzerine oturur ve “Ananın babanın dinini terk edip müslüman mı olacaksın?” der. İnsan bu hususta şeytanı dinlemeyerek müslüman olursa, bu defa hicret yolu üzerine oturur ve “Şu vatanını şu havayı terk edip nereye gideceksin?” der. İnsan eğer burada da şeytanı dinlemez ve hicret ederse, bu defa onun cihad yolu üzerine otururak onu cihaddan alıkoymaya çalışır: “Harp, öldürmek ve nihayet ölmek değil midir? Neticede ailen başkasına yâr olur, servetin de başkaları tarafından paylaşılır,” demek sûretiyle insanı cihaddan geri bırakmak ister. O insan bunu da dinlemez ve mücahedesini yaparak ölürse, Allah Teâlâ’nın cennetini hak etmiş olur.”
Şeytan, Allah Rasûlü’nün arkadaşlarına da birşeyler fısıldamış, onları da yanıltmaya çalışmıştı. Mikdad (r.a), bir defasında şeytanın kendisine gelerek Hz. Peygamber’e ayrılan sütü içmesi hakkında vesvese verdiğini, onun da bu vesvesenin tesiriyle sütü içtiğini, sonra da duyduğu pişmanlığı ifade etmiştir.
Ebu Hüreyre (r.a)’ye de şeytan gelmiş, ona birçok yalanlar söylemiş, hatta âyetü’l-kürsîyi şeytandan korunması için okumasını tavsiye etmiştir.
Şeytansız insan düşünülemez. Farklılık, şeytana itaat ve isyandadır. Aişe (r.a) Hz. Peygamber’e: “Şeytan benimle beraber mi?” diye sormuş, O da: “O, her insanla beraberdir” demiştir. Aişe (r.a): Seninle de beraber mi Ya Rasûlallah?” diye sorunca: “Evet, fakat Allah yardım etti de, o bana teslim oldu,” buyurmuştur. Hadisin başka bir varyantında Allah Rasûlü (s.a.s): “Hiç kimse yoktur ki, onun cinden bir arkadaşı olmasın” dedi. Bunun üzerine Ashab: “Sizin de var mı?” diye sorduklarında Hz. Peygamber (s.a.s): “Evet benim de var, fakat Allah bana yardım etti de o teslim oldu, (şimdilerde ise) bana sadece iyiliği emretmektedir,” demiştir.
Şeytanın vesvese ve hunûsu hakkında, ayet ve hadislerin bildirdiği kadarıyla bilgi edinmiş olabiliriz. Fakat onun mahiyetini tam olarak hiçbir zaman öğrenemeyecek, tamamıyla idrak edemeyeceğiz. Mesela, yukarıdaki ayette geçen “Bu gün insanlardan size galebe edebilecek yoktur, ben sizinle beraberim” sözünü nasıl söylemiştir? Ökçeleri üzerine dönüp kaçması nasıl olmuştur? Sadece bunlar değil, başka ayetlerde de ifade edilen, örneğin yemin etmesi, dürtmesi, arkadaşlık yapması, konuşması gibi ona ait daha birçok icraatın hakikatını bütünüyle bilemeyeceğiz. “Zira şeytana ait bütün işler, bizim yaşadığımız hayat buudları haricinde cereyan etmektedir. Onun fiilleri de, kendi şahsı gibi metafizik alemle alakalıdır. O ve onun işlerini biz, ayetlerin ve hadislerin ışığı altında öğrenir, yakînen inanırız.”
Fakat bütün bunların yanında biz, şeytanın insana olan tesirinin bir atmosfer, bir manyetik alan işi olabileceğini de uzak görmemekteyiz. Bir dakika önce olumsuz hiçbir şey hissetmeyen insan, bir dakika sonra bir günaha meylediyor ve hatta o günahı işliyorsa, bu, o kişinin, şeytanın atmosferine kapılmasından kaynaklanmaktadır. Tıpkı bir Allah dostunun huzuruna girildiğinde, o zattan etkilenildiği, onun atmosferinde ruhen ve kalben aydınlanıldığı gibi. Veya mıknatısın manyetik alanına giren demirin ona doğru ilerlemesi gibi.
Şeytan da, ya günahı bizzat göstererek ya da zihinleri onunla bulandırarak insanı tesir alanına çekmekte, bütün kabiliyetlerini kullanarak onu, kendi atmosferine sokmakta ve istediklerini yaptırtmaktadır. Şeytandan Allah’a sığınma da, onun manyetik alanına girmeme, onun dürtülerinden etkilenmeme temennisi olsa gerektir.
Her şeye rağmen bir realite var ki, o da şeytanın insana vesvese verip durmaktan hiç bıkıp usanmamasıdır. Onun en küçük bir boşluğunu bile affetmemekte, çeşit çeşit yollarla yıkmaya çalışmaktadır.
İnsana gerek şeytan tarafından gerek nefsi tarafından pek fena ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Onları yenip kaçırmanın çaresi, onlarla meşgul olmamaktır. Arılar gibi ki onlarla uğraşıldığı takdirde hücumlarını artırırlar, ilgilenilmediğinde ise terkeder giderler. Pis bir delikten güneş ve yıldızlara bakıldığında, delikteki pisliğin bakana da, bakılana da bulaşmadığı gibi, vesvesenin de İlahî hakikatlere ve insan kalbine herhangi bir zararı yoktur.
Melun ve Racîm Olması
Şeytana ait birçok özellik vardır. Bunların çoğu onun hedefine ulaşması için kullandığı manevî cihazlarıdır. Vesvesesi, süslemesi, dürtmesi, emretmesi gibi. Körelttiği iyi hasletlerine bedel, bütün kötü sıfatları kendinde toplamış ve onları inkişaf ettirmiştir. Tıpkı bir insanın iradesini şer ve kötülük adına kullanıp, zamanla tüm hayır ve iyiliklere kapanması gibi. İblis’in kendi gayesine ulaşması adına kullandığı bu hususiyetlerine onun pozitif özellikleri diyeceksek, onun zatıyla alakalı iki de negatif özelliği vardır. Melun ve racîm olması onun, Allah’a isyanı neticesinde sırtına vurulan iki damgadır.
Şeytanın pozitif özellikleri, Allah’a isyanından önce de kendinde mevcut idi. O, Âdem yaratılmadan önce de, vesveseci, süsleyici, fitleyici idi. Fakat, o vakte kadar bunları kullanmamış, kullanmaya lüzum görmemişti. Bu hasletler, dışa aksetmediğinden gözükmüyorlardı. Hz. Âdem yaratılıp ona secde emri gelince, inat etmiş, kibirlenmiş, emri yerine getirmemişti. Böylelikle onun içi dışına çıkmış, mevcut özelliklerinin ortaya dökülmesiyle birlikte, daha önce olmayan iki yeni sıfat daha kazanmış oldu. Artık o, Allah’ın huzurundan kovulmuş, cennetten atılmış, lanetlenmişti.
Lanet; “bir şeyi kovmak, uzaklaştırmak demektir. Allah’tan kovma ve uzaklaştırma, mahlûkattan sebb ve beddua manasına gelir,” denmiştir. Azap etme manasını da kapsar ki Allah’ın kendinden uzak tuttuğu kimse, O’nun rahmetine ulaşamaz ve ebediyen cehennemde kalır. Bu kelime şeytanın gâlib sıfatıdır, çünkü o semadan kovulmuş, Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır. Lain, melun manasını ifade eder. Helak ve rezil rüsva olana da denir. Ayrıca tarlalara dikilen korkuluklara da lain denilmektedir.
Asım Efendi (ö. 1174/1760) de: “Melun kelimesi, matrud, kovulmuş manasınadır.
Herkesin lanet ve nefrin ettiği kişiye, sebb ve şetm edilen, sövülüp sayılan, hakarete maruz kalana, rezalet ve helakete uğramışa da denir” der.
Kur’an’da, şirkin anlatıldığı aynı yerde şeytan ve onun Allah’ın lanetine uğraması beraber anılır: “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki her şeyi dilediğine yarlığar. O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp bir takım dişilerden başkasına dua etmiyorlar ve onlar meret (hayırsız, âsî) şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. O şeytan ki Allah ona lanet etti ve o da: “Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara salacağım ve onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar; yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler,” dedi. Kim Allah’ın yerine şeytanı dost edinirse muhakkak ki o açık bir ziyana uğramıştır. Şeytan onlara söz verir, va’d eder. Fakat şeytanın söz vermesi, aldatmadan başka bir şey değildir.”
Yukarıdaki ayette, şeytanın Allah’a bu kadar saygısızca karşı gelmesi, onun niçin lanetlendiğini açıklıyor gibidir. Allah’ın emrini dinlememeden başka bir de kalkıp böyle edepsizce sözler söylemesi bunu netice vermiştir. “Ben, çamur olarak yarattığın kimseye secde eder miyim hiç. Şu benden üstün kıldığına bak. (Nesi var ki) Andolsun eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini pek azı hariç, kökünden koparıp sürükleyeceğim,” demişti. Daha bunun gibi birçok laf etmiş, Allah’ın gadabını üzerine çekmiştir: “Allah, (Defol) git dedi. Onlardan kim sana uyarsa, cezanız cehennemdir, tastamam bir ceza. Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat, atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas, mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol, onlara çeşitli va’dlerde bulun. Gerçi şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va’detmez.”
Racîm kelimesi ise; Taşlama, katletme, lanet etme, ayrılma, hicran, kovma, sûi zanda bulunma, yakışıksız söz söyleme, sövüp sayma, şetmetme ve körü körüne iftirada bulunma gibi manalara gelir. Taşlanmış, kovulmuş, tahkire uğramış, lanetlenmiş demektir.
Racîm kelimesi, hem fâil ve hem de mef’ûl manalarını içerir. Yani racîm olan şeytan deyince hem atan, gayb taşlayan, lanetleyen, kötü zanda bulunan, iftira eden, sövüp sayan, hakaret eden, kendi kendine hükümler veren, fırsatını bulunca katleden gibi manalar anlaşılabileceği gibi hem de, taşlanan, kovulan, lanetlenen, hakaret gören, kendisine sûi zan edilen, sövülüp sayılan gibi manalar da anlaşılır.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, mel’un ile racîm kelimeleri arasında bir nüans, hatta bununda önünde bir telâzum (birbirini gerektirme) vardır. Lanete uğrayan hayır ile alakası kesilip uzaklaştırılmaktadır. Racîm de, onuru rencide edilerek kovulmakta, yaka-paça tutulup dışarı atılmaktadır. Allah’ın huzurundan uzaklaştırılan, aynı zamanda kovulmuş; kovulan, hayır adına kapanmış, hayırsızlaşmış, derdest edilerek kapı dışarı edilmiş olur. Allah’ın gadabını celbeden, bedduaya maruz kalır. Allah’a isyan eden, rezil rüsva olur, herkesin nefret ettiği kişi, birçokları tarafından da hakarete uğrar.
Kur’an’da, semanın Allah tarafından süslenerek her racîm şeytandan korunduğu ifade edilmiştir: “Andolsun ki biz semada burçlar yaptık ve onu, (dikkatlice tetkik ederek) bakanlar için süsledik. Ve onu her taşlanarak kovulmuş şeytandan koruduk” Bu ayette “her şeytan-ı racîm” denmesi gösteriyor ki insan ve cinden olan bütün şeytanlar, hiç biri hariçte kalmamak üzere racîmdir. Şeytan ve onun avanesi, semaya çıkamaz, göklere vakıf olamaz, yerdeki gibi orada da şeytanet yapamaz. Sema, bütün şeytanlara kapalıdır. Onların hepsi, semadan kovulmuş, atılmıştır. Ancak kulak hırsızlığı edenler olur. Semadan çaldıklarıyla yerde şeytanlık yapmak isterler. Fakat onları da alevli bir ateş parçası kovalar.
Allah (c.c), yukarıdaki ayetle, semanın bütün şeytanlardan muhafaza edildiğini ifade eder. Sema gibi Kur’an da muhafaza altındadır. Ona da kimse ilişemeyecek, herhangi bir zarar veremeyecektir: “Şüphe yok ki zikri biz indirdik biz. Ve herhalde onu muhafaza edecek de yine biziz,” ayeti gayet açık olarak bunu anlatır.
Kur’an ile sema arasında üç yönden benzerlik vardır. Birincisi, Kur’an’ın muhafazasını ifade eden ayetle, semanın korunmasını anlatan ayet arasındaki benzerliktir. Nasıl ki sema, akıllara durgunluk veren büyüklüğü ve harika manzarasıyla insanların nazarına tezyin edilmiştir. Sema gibi Kur’an da, yetişilemeyen üslubuyla, taklit edilemeyen ayetleri ve sûreleriyle, erbabı için süslendirilmiştir. İkincisi, Kur’an da sema da şeytanlara karşı koruma altına alınmıştır. Üçüncü de, semanın şeytanlardan korunması ifade edilirken o şeytanlar, racîm sıfatıyla anılmıştır. Kur’an okumaya başlanacağı zaman da şeytanlardan korunmak emredilmiş:“Kur’an okuyacağın zaman, racîm olan şeytandan Allah’a sığın,” denmiştir.
Kötülük ve Çirkinliği Emretmesi
Bütün iyilik ve güzellikler Allah’tandır. O, kullarının küfrüne razı olmadığı gibi, hak yolundan çıkıp, doğru yoldan sapan fasıkları da rızasına erdirmez. “Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.” Şuurluca yapılan ibadetler bile, insanı kötülük işlemekten alıkor. Kur’an’da buna misal olarak namaz verilmiş: “Namaz, (insanı) kötülüklerden ve kerih görülen şeylerden alıkor,” buyurulmuştur. Esas peşine düşülmesi gereken, Allah’ın ve Rasûlü’nün hoşnutluğudur. Bir mü’minin hayallerini bu yüce gaye süslemelidir.
Cenab-ı Hakk, her işte orta yolu tutmayı, itidali, ifrat ve tefritten sakınıp dengeli hareket etmeyi, sadece kendisine ibadet edilmesini emreder. Hz. Peygamber’e de: “Sen afv yolunu tut, örfle emret ve kendini bilmezlerden yüz çevir,” emrinde bulunmuştur. İyiliği ve hayrı emretme Allah’ın adetidir. Allah Teâlâ, ma’rufu emredip münkerden nehyettiği gibi, Allah Rasûlü de, iyiliği emredip hoşlanılmayan şeyleri yasaklar. Kur’an’da mü’minler nazara verilirken, onların da iyiliği ve hayrı emrettikleri, kötülük ve şerden alıkoydukları zikredilerek, bu hususiyetin değerine atıfta bulunulmuştur.
Fakat şeytan, insana, Allah’ın bunca emir ve nehylerinin tam aksine olan şeyleri yapmasını fitler: “O (şeytan) size ancak, kötü ve gayet çirkin şeyleri ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi emreder.” O, Allah’a karşı büyük bir cüret ve saygısızlık ifade eden ne varsa hepsini söylettirmeye çalışır. Halbuki, hiçbir dinde, hiçbir vahiyde, hiçbir peygamberde Allah’ın edepsizliği emrettiğine delalet edecek hiçbir şey yoktur. İnsanları edepsizliğe, terbiyesizliğe ve günaha davet eden, şeytandan başkası değildir.
Cenab-ı Hakk, bu şekilde iftirada bulunanlara bizzat kendisi: “Allah, hiçbir zaman, fenalığı emretmez, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri (Allah’a karşı) mı söylüyorsunuz?” diyerek cevap vermektedir.
Unutulmamalıdır ki Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelenlere, içinde ebediyen kalacakları ve kendileri için rezalet ve zillet sebebi olan cehennem vardır.
İsyanı ve İnadı
Şeytan için bitişin başlangıcı, isyanı; bitişi geri dönülmez hale getiren de inadı olmuştur. Âdem’e secde emrini yerine getirmemiş, Allah’ın sözünü tutmamıştı. “Rabb’in emrine muhalefet etme” manasına gelen isyan, şeytanın birinci yanlışlığı oldu. O, emir geldiği zaman, diretip kibirlenmiş, küstahlaşarak emre muhalefet etmişti. Cenab-ı Hakk: “Emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sorgulayınca da: “Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu çamurdan,” deme cüretini göstermişti. Secde etmediğine pişman olmamıştı ki Allah’a böyle küstahça karşılık veriyordu. Bu da, onun ikinci yanlışlığı oldu. İsyan etmiş, sonra da bu isyanında inat etmişti. Halbuki diretip inat etmeseydi kurtulabilirdi. Nitekim Hz. Âdem, hatasını anlayınca derhal Allah’a yönelmiş ve affa mazhar olmuştu. İblis, bunu yapmamış, hatasını unutturacak bir hayır da işlememişti. Bu yüzden isyanı, onu başkalarından ayıran önemli bir özelliği oldu. Hakk’a muhalefet söz konusu olunca isyan, isyan söz konusu olunca da şeytan akla gelir oldu. Hz. İbrahim, putperest olan babasını tevhid dinine davet ederken: “Babacığım, şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman’a isyan etmişti,” diyerek şeytanın başka değil, sadece bu yanına dikkat çekiyordu.
İsyanın zıddı itaattır. Allah’a itaat, şeytana isyan; Allah’a isyan da şeytana itaattir. İbadetlerini tastamam yerine getirmeye çalışıp bu azimlerini kaybetmeyenler, şeytanın tesirine girmeyecek ve değişik yanlışlıklara –Allah’ın izniyle- düşmeyeceklerdir. Bu aynı zamanda Allah’ı dost edinmenin de manası oluyor. Şeytan: “Eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı hariç, onun neslini kendime bağlayacağım,” derken, Allah’ın kullarına göndermede bulunmaktadır. O bilmektedir ki Rabb’lerine ihlas ve samimiyetle ibadet edenleri şaşırtamayacak, ne taraftan gelirse gelsin onları bedbaht edemeyecektir. Allah (c.c) da, bu insanlara “benim kullarım” diyerek sahip çıkmakta: “Şurası muhakkak ki benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın yoktur,” buyurmaktadır.
Şeytanı dost edinme ise, Allah’ı bırakmak demek olur ki: “Allah’ı bırakıp ta şeytanı dost edinenler, pek açık bir sûrette ziyan etmişlerdir,” ayetiyle manasını bulur.
Allah’a âsi olan şeytana itaat edip onu dost edinme, bir kafir sıfatıdır. İsyankâr şeytana uyma, insanı Allah’a isyana götürür. Düşmanın dostu da düşmandır. İnsanın şeytanla olan irtibatı, imanı ölçüsündedir. İmandan hiç nasibi olmayanların dostları, âmirleri, başlarına tebelleş olan arkadaşları ise şeytanlar olur: “Şeytanları, iman etmeyenlerin dostları yapmışızdır.” İmansızlık ile şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korumasız bahçeye haşerât hücum eder: “...Biz kafirlerin üzerine kendilerini iyice (isyankârlığa) sevkeden şeytanları gönderdik,” ayetinde de ifade edildiği gibi, imansız kalblere şeytanlar musallat olur. Kafirler şeytaneti sever, şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. İmansızların bütün temayülleri, şeytanette olduğundan önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer, ve artık onları diledikleri yere sevk ederler.
Korkutması
Havf, korkma ve ürperti duyma demektir. Her hangi bir zan veya kati bir bilgiden ötürü istenilmeyen bir şeyin başa geleceği endişesiyle girilen psikolojik hale denir. Tıpkı, hoşa gidecek bir durumla karşılaşma ihtimalinden dolayı meydana gelen beklentiye ümit denmesi gibi. Havfın zıddı emniyettir. Hem dînî ve hem de uhrevî meselelerde kullanılan bir kelimedir. Allah Teâlâ’dan korkma denildiği zaman, O’ndan ürperti duyma veya aslandan korkar gibi O’ndan korkma manası anlaşılmaz. Bilakis masiyetten sakınma ve O’na ibadette derinleşme manalarını içerir. Bundan ötürüdür ki günahları terketmemiş birisi Allah’tan korkuyor sayılmaz. O’na karşı havf içinde olmanın göstergesi, O’na isyana götüren şeylerden sakınmak ve bu sakınmayı teşvik etmektir: “İşte Allah, kullarını (azabına) karşı sakındırıyor. Ey kullarım benden korkun,” ayetinin çerçevelediği mana budur. Cenab-ı Hakk, şeytana ve yandaşlarına karşı korku ve ürperti duymayı yasaklamış: “...Eğer mü’minler iseniz, şeytanın dostlarından korkmayın, benden korkun,” buyurmuştur. Bunun manası, şeytanın emirlerini değil, benim emirlerimi yerine getirin demektir.
Yukarıdaki ayetin baş tarafı da vardır ki buraya: “İşte bu şeytan, sizi dostlarından korkutuyor” manası verilebileceği gibi, “İşte bu şeytanın dostları, sizi korkutuyor” diye meallendirmek de doğrudur.
Şeytan, insanları kendinden korkutur, kendine karşı ürperti hasıl ettirir. Veya dostları vasıtasıyla kendinden korkutur. Ya da kendisi, kendi dostlarına karşı bir korku ve ürperti meydana getirir. Veyahut dostları vesilesiyle yine kendi dostlarına karşı korkutur. Hasılı şeytan, insanda bulunan bu duyguyu, kendi hesabına işlettirmek sûretiyle onu saptırmak ister. Mü’min ise, şeytanın bütün bu çalışmalarını kısırlaştıracak işler yapmalı, bu korku hissini doğruya kanalize etmeli, sadece Allah’a karşı havf içinde olmalı, O’nun emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmalıdır.
Fakirliği Va’detmesi
Va’d; söz verme, bir şeyi üstlenip kendi üzerine alma, yapacağına dair taahhütte bulunma gibi manaları içerir. Hem hayır hem de şer için kullanılır. Şeytan, kendine tâbi olanlara aslı-esası olmayan şeyleri va’deder. Onları kuruntulara salar, ümniyeler verir, değişik arzu ve heveslere kaydırır, ağızlarının suyunu akıtır. Onun bütün va’dleri, hep şer çizgisini takip etmekte olup sadece birer aldatmacadan ibarettir: “Şeytan, onlara söz verir, ümitlendirir. Fakat şeytanın onlara va’di, aldatmadan başka bir şey değildir.” Şeytan, insanları değişik kanaat ve zanlara sevkeder. O, devamlı insanın aleyhine çalıştığından, hayırlı işlere karşı ümitsizlik pompalar. Mesela: “Şeytan, fakirliği va’deder.” “Aman hayır etmeyin, sonra elinizde avucunuzda bir şey kalmaz, züğürt hale gelirsiniz” der. Buna karşılık, hayırsız ve yanlış işleri süsler, etrafa aldatıcı duygu ve düşünceler püskürtür. Bu duygu ve düşüncelerin ilk baştaki hoşa giden yönlerine baktırdığından arkasından gelecek sıkıntılarını gördürmez. Onun bu tür hücumuna maruz kalan insan da aldanmış olur, kendini hiç olmayacak hayallere salar, kuruntularıyla avunur, basireti bağlanır, doğruyu ve güzeli bulamaz.
Şeytanın va’dlerde bulunması, değişik kuruntulara salması, her insan için muhtemeldir. Bundan Peygamberler bile müstesna değillerdir. Şu var ki Allah (c.c), peygamberlerini, şeytanın bu karıştırmalarından korur, onlara zarar verdirtmez: “Senden önce hiçbir Nebi ve Rasûl göndermedik ki şeytan onun arzusu içerisine mutlaka dünyevi bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, Hikmet sahibidir.”
Şeytan yalan yanlış şüpheler karıştırır. Değişik kuruntular ve arzuları insanın gönlüne hoş gösterir. Fakat bu tür ümniyeler isabetli olmayabilir. Her zaman için hata yapmak mümkündür. Peygamberlerin verdikleri kararlar, vahy değil de, kendi içtihatları ise nadiren bunlarda da isabet edememe ihtimali söz konusudur. Ama Cenab-ı Hakk, şeytanın attığı bu kuruntuları peygamberlerinden giderir, yok eder. Ve kendi ayetlerini hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde kuvvetleştirir, sapasağlam hale getirir.
Peygamber, bir ümniye (arzu) takip ettiği zaman, şeytanın o ümniyeye bir şeyler katmasına imkan verilse idi, peygamberin ümniyesi ile kalbi kaskatı olmuş münafığın kuruntusu arasında herhangi bir fark kalmazdı. Fakat öyle olmadı. Allah, Rasûllerini kendi düşünceleri ile baş başa bırakmadı. Onları ve getirdikleri vahyi muhafaza etti. Böylece peygamberler, kendilerine gelen vahyin Allah tarafından hak ve gerçek olduğunu bildiler, en küçük şüphe ve tereddüt göstermeden vazifelerini tastamam yerine getirdiler.
Peygamberlerin dışındaki insanlar, kendi temenni ve kuruntularıyla baş başa bırakılmakta ve bunlarla imtihan olmaktadırlar. Temiz ve selim kalb sahipleri bu imtihanda muvaffak olurlarken, kalblerinde birçok hastalık taşıyanlar başarılı olamamaktadırlar. Zira: “(Allah) Şeytanın attığını, kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için bir imtihan yapmıştır. Zalimler elbette uzak bir ayrılık içindedirler.” Çünkü onlar, hevâ ve heveslerinin peşinde koşarak ömürlerini tüketmiş, doğruyu bulabilecekken yanlışta karar kılmışlardır. Onların bu kalb katılığına maruz kalmaları, Allah’a yönelmemeleri, O’na tevbe etmemeleri, tazarru ve niyazda bulunmamaları sebebiyledir. Farklı farklı imtihanlar süzgecinden geçirilen insanoğlu, başına herhangi bir iş geldiğinde Rabb’ine yönelmeli, sıkıntıdan kurtarması için O’na yalvarmalıdır. Bu, kişinin Rabb’i ile arasındaki bağın göstergesidir. Böyle olmadığı takdirde insan, Allah’tan uzaklaşacak, uzaklaşınca kalbi ister istemez katılaşacaktır. Kalb katılığı da arkasından şeytanın bazı şeyleri allayıp pullamasına, yalan va’dlerine kapı açacaktır. Demek ki, önce kişinin Allah’a karşı lakayt davranması ve saygısızlığı, kalbinin katılaşmasını, sonrasında da şeytan tarafından aldatılmasını netice vermektedir. Allah Teâlâ: “Hiç olmazsa kendilerine böyle tazyîkimiz geldiği zaman yalvarsalardı ya. Fakat (yalvarmadılar da) kalbleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi,” buyurarak bu konuya işarette bulunur. Allah’a dua ve niyazda bulunma, kalbi taşlaştırmayacak ve insan, şeytan tarafından iğfal edilemeyecektir. Ayette anlatılan insanlar bu kısır döngüye girmiş, Allah’a dayanmamaları, kalb katılığını, kalblerinin katılığı da şeytanın boş va’d ve kuruntularına kanmayı netice vermiştir.
Kalblerinde herhangi bir rahatsızlığı olmayanlar, akıllarına gelen her düşünceyi Kur’an ve sünnetin öğretilerine vurarak, doğruyu yanlıştan ayıklarlar. Netice bazen aleyhlerine de olsa, onlar buna razı olur ve bir yanlışlığa düşmezler.
Her türlü imtihanda başarılı olmanın sırrı burada yatmaktadır.
Süslemesi ve Aldatması
Şeytanın süslemesi, Kur’an’da tezyîn ve tesvîl kelimeleri ile ifade edilir. Sözlük manası itibariyle tezyin; “Bir şeyin güzelliğini davranış veya sözle izhar etmektir.” Süslemek, tahsin etmek, sevdirmek, kolaylaştırmak, aldatmak manalarına gelir. Cenab-ı Hakk, süsleme fiilini, bazen kendi zatına, bazen şeytana nispet etmiş, bazen de failini meçhul bırakmıştır.
Tesvîl kelimesi ise; Nefsin, hırs gösterdiği bir şeyi süslemesi, arzuladığı şeyin çirkin yönlerini güzel bir sûrette tasvir etmesidir. Kur’an’da hem nefse hem de şeytana nispet edilir.
Kur’an’da, insanların hoşuna giden, çok sevip beğendikleri şeyler ifade edilirken, süsleme fiili meçhul sîğasıyla kullanılmıştır: “İnsanlara, kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salma atlar, ekinler (kabilinden) arzular süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki Allah, (ki) akıbet güzelliği O’nun yanındadır.”
Bu zikredilen şeyler, insanlara çok zinetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler bunlar zannettiler.
Bu ayette sayılanların bir meşru birer nimet olması yönü vardır. Bir de gayrı meşru bir şeye sebep olma durumları vardır. Birincisinde süsleyici Allah, ikincisinde ise şeytan veya insanların cehaletidir ki bunların ayetin sonunda yerilmesi bu açıdandır.
Şeytanın tezyin ve tesvîlinden murad; onun çirkinlikleri, kötülükleri, fuhşiyatı ve günahları süslemesi, allayıp pullaması, bunları önemsiz göstererek arzuları alabildiğine kışkırtmasıdır.
Allah (c.c), her şeyin yegane yaratıcısı olduğu halde, şeytanın insan üzerindeki tesirine işarette bulunmuş, ona tezyin ve tesvîl fiillerini nispet etmiş, onun bu kabiliyetine dikkatlerimizi çekmiştir: “Düşün o vakti ki şeytan, onların (o mağrur müşriklerin) yaptıklarını kendilerine süslendirip demişti ki: “Bu gün o insanlardan size galip gelecek yoktur. Şüphesiz ben de sizin yanınızdayım.” Fakat iki taraf birbirlerini gördüklerinde, ardına dönüverdi de “Ben sizin yaptıklarınızdan berîyim, (başınıza gelene karışmam) ben göremediklerinizi de görüyorum, hakikaten ben Allah’tan korkarım,” dedi.”
Şeytan, Mekke müşriklerine, bir savaş durumunda müslümanları yenebileceklerini, bu kadar sayı ve silah bakımından üstünlüğün neticesinin zafer olacağını fitlemişti. Onlara galip gelme kuruntusunu yaldızlamış, hayallerine öyle göstermişti ki onların karşısında güya hiç kimse duramazdı. Zaten kendisi de onlarla beraber bulunacak, yanlarından ayrılmayacaktı. Ama yaşananlar hiçte öyle olmadı. İki ordu karşılaşıp da, durumun aleyhte geliştiğini görünce şeytan, fıtratının gereğini sergilemiş, müşrikleri terkedip gitmiştir. Giderken de, habersizce bırakıp sıvışıvermemiş, fenalıklarını yüzlerine vurmuş, bütün ümitlerini kesip ye’se attıktan sonra, evvelki tatlı hayaller yerine acı acı endişeler saçmış, daha işin başlangıcında iken birdenbire tehlikeyi gözlerinde büyütüp telaş ve ıztıraplarını artırmış, ansızın helecan ve felaketlerini hızlandırmak sûretiyle gerisin geriye öylece çekip gitmiştir.
Şeytanın tesvîlatına maruz kalanların durumu da, Allah’ın hidayeti kendilerine tebeyyün ettiği, hak ve hakikat açık-seçik gözüktüğü halde, istikamet çizgisini takip etmeyip de küfre veya nifaka kayanların hali olarak beyan edilmiştir: “Kendilerine hidayet açıkça gözüktükten sonra irtidat edip arkalarına dönenler (var ya), şeytan onlara, yaptıklarını güzel göstermiş ve onları birçok arzu ve emelin peşine takmıştır.”
Onlar, şeytanın tesvîlatına maruz kalmışlardı. Kuran’ı düşünüp, kalblerini onunla aydınlatmak varken, Allah’ın kitabından hoşlanmayanlara: “Bazı hususlarda size itaat edeceğiz” diyerek Kur’an’a ihanet ediyorlar, Allah’ın gazabını üzerlerine celbedecek işler çeviriyorlardı. O’nun rızasına ermek gibi bir gayeleri de yoktu. Allah da bu münafıkların planlarını ters-yüz ediyor, işlerini boşa çıkarıyordu. Yukarıdaki ayetin öncesine ve sonrasına bakıldığında ifade edilenler bunlardır.
Kur’an’ı düşünmeme, onun her yönüyle mükemmelliğini göz ardı etme, Allah’a ve Kur’an’a hiyanet içinde bulunanlarla dirsek temasına geçme, onlara açıktan açığa tâbi olma ve hayat boyu hep yanlış çizgiyi takip etme, şeytanın aldatmacalarına, tezyinat ve tesvîlatına maruz kalmaya götüren argümanlardır.
Anlaşılan odur ki şeytanın kandırmacaları, allayıp pullayıp bazı çirkinlikleri insanlara hoş göstermeleri, durup dururken başa gelmemektedir. Onların iradelerini hayır ve iyilik adına kullanamamaları şeytana davetiye çıkarmaktadır.
Şeytanın tezyîni de, tesvîli de, aldatması da, bin bir türlü vesvesesi de, insanoğlunun zaafları sonucunda onlara gelip ulaşmakta ve etkilemektedir. Bütün bunlardan korunmak da, dînî hayatı boşluk bırakmadan devam ettirmeye bağlıdır. Bu gerçek, Kur’an’da, bizzat şeytan tarafından şu şekilde itiraf edilir: “Rabb’im, beni azdırmandan ötürü, ben de yeryüzünü onlara süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım, Ancak içlerinden ihlaslı olanlar müstesna.” Bu son sözü, şeytan sanki ağzından kaçırmış, önemli bir açık vermiştir. Bu ifadeleriyle o, kendisinin müdahaleye yol bulamadığı insan tipini resmetmiş, hayatını boşluksuz yaşayanların süsleme ve aldatmalarla baştan çıkarılamayacağını ifade etmiştir.
Şeytanın bir özelliği de batılı, hak sûretinde gösterip karışıklığa sebep olmasıdır ki buna “Şeytanın Telbîsi” denir. O, bozuk inançların doğru, bayağı olan düşüncelerin iyi olarak algılanmasına çalışır. İnsanların gafletlerinin yanında uyanık olmalarından, cehaletlerinin yanında bilgilerinden de istifade ederek devamlı bir yanıltma uğraşısı içindedir. Kendisi en ufak bir fütûr göstermeden insanların gevşeme anlarını kollar, o halleriyle yakaladığında da aman vermez, yapabileceği en büyük kötülüğü yapmaktan geri kalmaz. Hasan Basrî (ö. 110/728)’ye “Şeytan uyur mu?” diye sorduklarında: “Uyusaydı birazcık rahat ederdik,” demiştir.
“Su uyur, düşman uyumaz,” sözü şeytan için ne kadar da geçerlidir.
Fitlemesi ve Dürtmesi
Şeytan, insanı, kendi duygu ve düşünceleriyle çelişkiye düşürmek, insanlar arasında bozgunculuk çıkarmak gibi gayeler için fitler. Kızdırıcı, kışkırtıcı, tahrik edici mahiyette sözler fısıldar, ifsat ve iğfal eder. Fitilleme de diyebileceğimiz bu yanıyla şeytan, insanın zayıf yönlerini kullanarak onu baş aşağı getirmek ister. Türkçe’de dürtüklemek, dürtüşlemek gibi kelimeler de bu manaları karşılar ki insanı bir şeye karşı teşvik ve tahrik etmek, bir işi veya bir meseleyi kurcalamak, insanda, onu değişik tepkilere sürükleyen duygular hasıl etmek, gerilime geçirmek demek olur.
Yusuf (a.s), kardeşleriyle arasında geçen hadiseleri anlatırken: “Benimle kardeşlerimin arasını şeytan dürtüşledikten sonra...(böyle oldu)” diyerek, bütün olup bitenleri şeytanın fitlemesine vermiştir.
Yüce Allah da şeytanın dürtüklemelerine karşı insanları uyarırken: “Kullarıma söyle en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fit sokar. Şüphesiz ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır,” buyurmuştur.
Şeytan, yerli yersiz, vakitli vakitsiz birçok dürtülerde bulunur. Çoğu zaman da insan, bunlardan kurtulamaz. Şeytanın bu tür tazyîkine karşı yapılabilecek en doğru şey ise Allah’a ilticadır: “Ve şayet, şeytandan bir dürtü seni (emrolunduğunun tersine) kışkırtırsa, (onun şerrinden) hemen Allah’a sığın.” Zira, bütün kötülüklerden korunabilme, ancak Cenab-ı Hakk’a sığınmakla mümkün ve müyesser olabilir.
Kur’an’da, şeytanın dürtmelerinin anlatıldığı hemen her yerde, güzel söz söyleme, ihsan sahibi olma, affedici ve hayra teşvik edici olma gibi güzel hasletler anlatılmaktadır. Kur’an’ın böyle bir üslûbu tercih etmesinde, insanın, hep iyilik ve hayır çizgisini takip ederek şeytanın fitlemelerine kapanabileceğini ihtar ettiğini düşünmekteyiz.
Unutturması
Unutma veya Arapça’dan alarak Türkçe’de de kullandığımız nisyan; anma, hatırlama, zikretme, ezberleme gibi kelimelerin anlamca tam zıddını ifade eder ki biz hatırlayamama, hatırdan çıkma, ezberden söyleyememe gibi kelimelerle karşılarız. Unutma bazen tembih ifade eder. İnsan kendisini bilince, Allah’ı da bilir. Kendisini unutunca, Rabb’ini de unutur: “Unuttuğun zaman Rabb’ini an,” ayetindeki unutma, böyledir. Unutmanın ikinci manası terketmedir. Ya kalbin zayıflığından ya gafletten ya da bir kasıttan kaynaklanır. “Bu güne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım,” ve “Sonra Allah ona tarafından bir nimet verince, önceden kendisine yalvardığını unutur,” ayetlerinde Hakk adına olduğundan ötürü terkedilmemesi gereken, kasıtlı terkedildiği için de mesuliyeti netice veren terketme manasında kullanılmıştır. Bir de terkedildiğinde mesuliyeti gerektirmeyen, mazur görülen, herhangi bir kasıt olmaksızın sebepsiz yere unutma vardır ki Allah Rasûlü: “Ümmetimden, hata, unutma ve istemediği halde zor kullanılarak kendisine yaptırılan şey (in mesuliyeti) kaldırılmıştır,” ifadesindeki unutmayı, bu manada kullanmıştır.
Kur’an’ın bazı ayetlerinde nisyan Allah’a nispet edilir. Allah için unutma muhaldir. O zaman mana, Allah’ın cezalandırması, aşağılaması gibi anlamlar kazanır. Örnek olarak: “Bu güne kavuşmayı unutmanızdan ötürü tadın bakalım azabı. Biz de sizi unuttuk,” ayeti verilebilir. Evet onlar unutulmayacak, fakat unutulmuş gibi muamele göreceklerdir.
Meseleye bir başka açıdan bakıldığında unutma ve hatanın mazeret olup olmamasına göre ikiye ayrıldığı görülecektir ki bu durumda sadece birisinin mazereti geçerlidir. Mesela bir kimse, üzerinde bir pislik görse de temizlemese, bu haliyle kalkıp namaz kılsa, mazur olmaz, görür görmez temizlemediğinden dolayı kusur işlemiş olur. Fakat o pis olan şeyi görmezse mazereti geçerlidir. Yine aynı şekilde insan, dînî vazifelerini bellemeye çalışmaz ve belledikten sonda da unutmamak için tekrar tekrar mütâlaa etmeyip unutursa, yine bu unutma geçerli bir mazeret sayılmaz.
İnsan, yaratılışı icabı unutkandır. Ve her insanda az çok vardır. Peygamberler bile bunun haricinde değillerdir. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’i unutmaya karşı uyarmış, müşriklerle beraber oturmamasını ve şayet unutarak oturmuşsa, hatırlayınca hemen oradan kalkıp gitmesini ihtar etmiştir: “Ayetlerimiz hakkında münasebetsiz konuşmaya dalanları gördüğünde, başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir, eğer şeytan bunu sana unutturursa, hatırlayınca hemen kalk, o zalimler topluluğuyla beraber oturma.”
Yukarıdaki ayetten, unutma şeytana nispet edilmiş olmakla beraber, Allah Rasûlü’nün de bazen unutabileceği anlaşılmaktadır.
Hz. Musa, yanındaki gençle beraber, Hızır (a.s)’la görüşmeye gitmiş, yolda yorulunca yanındaki gence yemek için beraberlerinde bulundurdukları balığı getirmesini istemişti. Genç, balığı yolda unuttuğunu ifade ederken: “Gördün mü, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı,” demiş, unutmasını şeytandan bilmişti.
Hz. Yusuf hapse girmiş, iki kişi daha onun yanına hapse atılmıştı. Bunlar birer rüya görmüş, Yusuf (a.s) da bu rüyaları tevil etmişti. Onun yorumuna göre bu iki gençten birisi asılarak idam edilecek, diğeri hükümdarın yakınlarından olacaktı: “Kurtulacağını ümit ettiği gence: (hapisten çıkmasına vesile olur diye) “Beni efendinin yanında an,” dedi. Fakat şeytan ona, (Yusuf’u) efendisine anmayı unutturdu.” Şeytan, kurtulan gence Hz. Yusuf’un tenbihini unutturmuş, Bu yüzden Yusuf (a.s), birkaç sene daha hapisten çıkamamıştı.
Hz. Peygamber (s.a.s) de unutkanlığa sebep olarak şeytanı göstermiştir. Ebu Hureyre (r.a) der ki: “Bir gün Allah Rasûlü mescidde namaz kıldığı makama geldi, orada iki saf erkek, bir saf kadın veya bir saf erkek, iki saf kadın vardı. Onlara: “Eğer, şeytan bana namazımdan bir şey unutturursa erkekler tesbih etsin (sübhanallah desin), kadınlar da ellerini çırpsınlar,” dedi. Allah Rasûlü, onlara namaz kıldırdı, namazından hiçbir şey de unutmadı.”
Kur’an’da münafıkların hali anlatılırken: “Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki onlar, hepten kaybedenlerdir,” buyurulmaktadır. Aslında münafıklar, Allah’ı unutmamışlardı. Fakat, sanki unutmuş gibi davranıyor, O’nu ve O’nun dinini hiç hesaba katmadan yaşıyorlardı. Allah’ı anmaya anmaya, iyi duyguları büsbütün körelmiş, sanki şeytanlaşmışlardı. Onlar da zamanında şeytanın yaşadığı kısır döngüye girmişlerdi. Nasıl ki şeytan, Allah’ın emrini tutmayınca, huzurdan uzaklaştırılmış, uzaklaştırılınca, Allah’a karşı iyice bilenmişti. En sonunda da bir daha rahmete eremeyecek kadar O’nunla mesafeyi açmıştı. İşte bunun gibi münafıklar da Allah’tan gaflet etmişler, bu gafletleri onları şeytana tâbi kılmış, onun peşi-sıra gitmeleri onları iyice haktan uzaklaştırmış, nihayetinde de çukurlarını çıkamayacak kadar derinleştirmişlerdir.
Halbuki Allah’tan gaflet etme, feci sonun başlangıcıdır. Körlük edip Allah’ın zikrini görmezlikten gelme, Kur’an’ın irşadını dinlememe, şeytanın tasallutuna davetiye çıkarma demektir. Zira: “Kim Rahman’ın zikrine karşı göz yumup kör gibi davranırsa ona bir şeytanı sardırırız. Artık o, onun yanından ayrılmaz bir arkadaşı olur. O(şeyta)nlar, onları yoldan çıkardıkları halde, bunlar kendilerini hidayet üzere sanırlar. Nihayet, bize geldiğinde: “Keşke aramızda iki doğunun uzaklığınca (doğu-batı arası kadar) bir mesafe olsaydı, meğer sen ne kötü arkadaşmışsın” der,” buyurulmuştur.
Netice itibariyle diyebiliriz ki şeytan, nisyana sebep olur, unutturur. Fakat o, herhangi sıradan bir şeyi unutturmanın yanında Allah’ı, Kur’an’ı, dînî hayatı, ibadetleri...gibi dünya ve ahiretle alakalı en önemli meseleleri de hatırdan silmek sûretiyle insanın dünya ve ahirette bedbaht olmasını arzular.
Dokunması
Messetmek; Arapça’da dokunmak demektir. Delirmek manasına da gelir, deliye ve sar’alıya memsûs denilir. Bunlar, tam bilinemeyen gizli sebeplerle ortaya çıkan fena hastalıklar olduğu için cine şeytana nispet edilerek cin tutmuş, şeytan çarpmış denile geldiği de bilinen bir şeydir. Bunların cin ve şeytana nispeti hakikat olup olmaması meselesi münakaşaya sebep olmuş ise de asıl mana açıktır.
Faiz ve tefecilik cahiliye döneminde, anormal derecede revaç bulmuş, topluma iyice yerleşmişti, sosyal hayat onunla sanki içli dışlı hale gelmişti. İslamiyet, faizi kaldırırken ona bulaşanların çirkinliğini, işin önemine binaen şeytan çarpmış bir insan benzetmesiyle nazarlara sunmuştur: “Faiz yiyenler, (başka değil) ancak şeytan çarpmış sar’alı ve deli gibi perişanlık içinde kalkarlar.” Elmalılı (ö. 1361/1942): “Bunlar, karınlarını faizle doldurduklarından dolayı kabirlerinden kalkarken, umumiyetle sar’alı veya deli gibi kalkacaklar ve bu hal onları başkalarından ayıran en önemli alamet olacaktır, ” der.
Hz. Eyyüb (a.s) yaraları iyice artınca: “...Şeytan bana yorgunluk ve azapla dokundu” demiş, bu halini şeytanın kendisine dokunması olarak nitelemiştir.
Hz. Eyyüb’e şeytanın dokunmasını, İmam Kurtubî (ö. 671/1272): “Vesveseden Hz. Eyyüb’e ulaşabileni,” Elmalılı (ö. 1361/1942): “Şeytanın vesveseye yol bulması” olarak anlamıştır. Fahreddin Râzî (ö. 606/1209): “Şeytan, lezzete, şehvetlere ve Allah’tan başka meşguliyetlere çağırır. İşte bu, şeytanın dokunmasından kastedilen manadır,” demektedir. İmam Beydâvî (ö. 685/1286) de şeytanın dokunuşunu cinnet ve sar’a hastalıkları olarak anlamıştır.
Ezher Üniversitesi tefsir hocalarından Muhammed Hicâzî, konuyla alakalı olarak şunları söylemektedir: “Şeytanın dokunması geneldir. Bununla kastedilen, şeytanın vesvesesi, iğvası ve insanları dalâlete düşürmesi gibi hususlardır. Allah Teâlâ, şeytanın aldatma ve dalâlete itme va’dlerini reddetme sadedinde: “Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat,(kışkırt) atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas, mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol, onlara çeşitli va’dlerde bulun(onları boş va’dlerinle oyala), (işin aslı) şeytan onlara aldatmadan başka bir va’dde de bulunmaz,” buyurmuştur.
Ayetteki şeytanın sesi; çalgı, şarkı, oyun, eğlence, insanı ciddiyetten uzaklaştıran işler ile onu fısk ve fücura teşvik eden şeyler demektir. “Atlıların ve ayalarınla onların üzerine yaygarayı bas” ayetiyle; sen onlara seslen, onları günaha, isyana ve helakete çağır. Onlara kendi askerlerinden güç yetirebildiklerinle musallat ol manası anlatılmak istenmiştir. İbn Abbas’a göre Allah’a isyan hususunda her yaya ve binekli şeytanın ordusundandır. “Mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol”un manası ise; malca, servetçe, dine ters tasarrufların bütünü ve bunlarla şeytana ortak olma, onunla ortaklık yapma demektir. Bunlar hırsızlık, kızgınlık, faiz, fasit muameleler, zekattan alıkoyma veya onu Allah rızası haricinde kullanma gibi işlerdir. Bu hususu: “Onlar kendi zan ve iddialarınca “bu Allah’a, bu da ortaklarımıza” dediler,” ayeti teyit eder. Evlatlar hakkında ortaklığa gelince o, oğullar ve kızlar hususunda dinimize ters olarak yapılan bütün tasarruflardır. Evlat edinme, onlar hakkında fakirlik endişesi, onlardan ötürü utanç veya onları Abdullat, Abduluzza gibi isimlendirme gibi şeylerdir.”
Anlaşılan odur ki şeytan, fırsatını yakalayınca, insanı dalâlet vadilerinde dolaştırmak isteyecek, çeşitli şekillerde yaklaşıp, onun ahiretini mahvetmeye çalışacaktır. İşte İblis’in bütün bu gayretleri onun insana dokunması manasına gelmektedir.
İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Mehmet Yavuz ŞEKER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder