4 Şubat 2023 Cumartesi

Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-2

 


Ölüme İlişkin İnançlar, Defin ve Yas Âdetleri


Sternberg, Gilyakların kötü ruhlar olmazsa, insanların asla ölmeyeceklerine inandıklarını belirtmesi, bir çok ilkel halkta rastlanılan bu tasavvur biçiminin muhtemelen bir zamanlar Altay halklarının inançları arasında da mevcut olduğunu göstermektedir. Ancak, hâlen Yakutlar arasında yaygın olarak genç bir insanın yaşlılarda olduğu gibi, tabii bir ölümle ölmesinin mümkün olmayacağı, o genç insanı bir ruhun öldürdüğüne inanılır. Troschtschanskij, ruhların böyle bir ölüme, o kişinin ruhunu çalarak veya yiyerek sebep olduklarını anlatır. Bazı Sibirya halkları da, hastalık ve onu takip eden ölümün sebebi olarak, bedenden ayrılan ruhun geri dönmemesi veya söz konusu bedene kötü bir ruhun girmiş olduğunu düşünürler. Lopatin, Goldelerin bir hastalığı iyileştirmek için biri bedenden ayrılan ruhu sahibinin bedenine dönmeye ikna etmek, ikincisi de yüksek sesle gürültü yaparak, kötü ruhu girdiği bedenden kaçırma şeklinde iki yol izlediklerini aktarır. Bu ikinci yöntemi uygularken, samandan bir bebek hazırlanır ve ruhun bunun içine girmesi sağlanarak, bebek uzak bir yere atılır. Anohin de, Altay Tatarlarının bütün hastalıkların sebebinin “Körmös” olduğuna inandıklarını anlatır.


İnsanlara ölüm getiren bu kötü ruhlar, kimi zaman ölmüşlerin ruhları, kimi zamanda yabancıların ruhları olup, bunların şerrinden korunmak için kurban verilmesi gerekir. Yeraltı dünyasının bir efendisi olduğuna inanan halklar, bu efendinin kimi zaman “insan ruhu” yakalamaları için hizmetindekileri yeryüzüne yollarlar. Bu hizmetlilere, bazı Altay Tatar boyları “Erlik” ve yer altı dünyasının efendisine de “Aldačy” adı verirler. “Aldačy” aynı zamanda ölüm meleği olup, insanların canını aldıktan sonra bir süre daha ölenin evinde kalır.

Kırgızların ölüm meleği olan “Azrail” ise, İslâm vasıtasıyla Rusya Tatar inançları arasına girmiştir. İdil boylarındaki Fin kökenli halklarla, Çuvaşlar arasında bu meleği “Esrel/Ezrel”, veya “Esrele” olarak adlandırırlar. Radloff’un anlattığına göre bu korkunç yaratığın altı değişik çehresi vardır ve “bu soğuk çehrelere kimse bakmak istemez.” Tatarlar bu ölüm meleğinin elinde bir de kılıç taşıdığını anlatırlar. Kafkasya Yahudilerinin bu konudaki inançlarını Anisimov şu şekilde anlatır: “Yahudilerin inançlarına göre bir insanın ölüm vakti geldiğinde, gökten bir melek iner ve onun başucunda durur. Bu meleğin korkunç bir görünümü vardır ve bütün vücudu gözlerle kaplıdır. Elinde tuttuğu kılıcın ucunda üç damla zehir vardır. Ölecek kişi, bu meleği görür görmez, korkudan ağzını açtığında melek, ölecek kişinin ağzına ilk damlayı damlatır. Bu ilk damla ile insanın benzi sararır, ikinci damla ile yutkunmalar başlar ve üçüncü damlada ölüm vuku bulur.” Bir başka anlatımda ise, ölüm meleğinin insanları kılıcı ile öldürdüğünden bahsedilir. Ölen her insanla beraber, ölüm meleğinin gözlerinden birinin kapandığı da yaygın inançlar arasındadır.


Her ne kadar bu eli kılıçlı ölüm meleği tasavvuru sınırlı bir coğ-rafyada ve genel olarak Türkler ve Türklerle akraba halklar arasında yaygınsa da, ölümün kendisi, özellikle de ruhların sebebiyet verdiği ölümler yaygın bir korku kaynağıdır. Schimkewitsch, Oroçonların ölü ve ölüm korkularının basit hastalıklarda bile hastayı kaderiyle baş başa bırakabilecek kadar yoğun olduğunu anlatır. Goldeler de ölülerini defnederken, ölüden; “çocuklarını veya karısını yanına almamasını” rica ederler. Bu anlayışta ölülerin yakınlarının kendilerine diğer tarafta refakat etmeleri istediklerine dair bir inancın Goldeler arasında olduğunu anlayabiliyoruz. Sarı Uygurlar da defin törenlerinde ölüye; “çocuklarını yanına alma, sığırlarını yanına alma, sahip olduklarını yanına alma” diye seslenirler. Teleütler, bir kişinin ölümünden kısa süre sonra karısı veya çocukları veya arkadaşları ölürse, bunu ölenin onların ruhunu (Kut) “çalması” olarak açıklarlar. Beltirler de, ölen kişinin cesedi evden dışarı çıkartılırken yaşlı bir kadının elinde bir süt kabıyla ölünün etrafında üç defa dolaşıp, sütün birazını etrafa serperken, bu esnada ölüye: “mutluluğumuzu bizden alma” diye temennide bulunma geleneği, ölen kişinin geride kalanlara uğursuzluk getirme endişesiyle ilgilidir. Yaşlı kadın, evine geri döndüğünde süt kabının ağzını keten bir bezle kapatıp, evde bir yere saklar.


Yaygın bir inanca göre, ölülerin değişken ve huysuz karakterleri de vardır. Sebepsiz yere öfkelenebildikleri gibi, bu öfkelerini herhangi bir kişiye yöneltebilirler. Bu sebeple ölünün cesedi evde olduğu müddetçe, akrabaları ve yakınları çok dikkâtli olmak zorundadırlar. Teleütler, ölülerin etrafta olup biten her şeyi duydukları ve anladıklarına inandıklarından, bu sebeple ölen kişi hakkındaki konuşmalarında ondan sadece övgüyle bahseder, ölünün etrafı görememesi için ölünün gözleri bir kürk veya balık derisi veya keten beziyle örtülür. Çuvaşlar ise, ölünün sadece gözlerini kapatmakla kalmaz, ayrıca burun ve kulak deliklerini kırmızı ipekli ile tıkarlar. İnanışlarına göre daha önce ölmüş olanlar, yeni ölen insanın ruhuna başka kimlerin onu takip edeceğini sorarlar, yeni ölen de şöyle cevaplar: “Kulaklarım duymadı, gözlerim görmedi, burun deliklerim koku almadı”


Uyulması gereken bir başka kural da, ölünün mümkün olan en kısa sürede evden dışarı çıkartılmasıdır. Tunguzlar ve Telengitler ölüyü dışarıya çadırın kapısından çıkarmayıp, çadırın bir duvarını bir anlığına kaldırıp, ölüyü çıkartır çıkartmaz hemen eski hâline getirerek, böylelikle, ölünün geri dönüş yolunu kapamış olduklarına inanırlar. Aynı sebeple Goldeler de, ölüyü kulübenin kapısından değil, penceresinden dışarı çıkartırlar. Samoyedler, Ostyaklar, Çukçeler, Asya Eskimoları ve diğer pek çok halk da, cenazelerini Tunguzlar ve Telengitlerin yaptığı gibi yaparlar. Jurak Samoyedleri, cenazenin kapıdan çıkartılması hâlinde, ölünün sonra aynı yoldan geri dönüp birilerini yanına alabileceğine inanırken, Tunguzlar ölü dışarı çıkartıldıktan sonra çadırın yerini kaydırmayı, hâtta başka bir yere yeniden kurma gereği duyarken, Yakutlar kimi zaman cesedi çadırda terkettikleri, Soyotelerse, bazı zamanlar çadırı ölüyle beraber bırakıp gittikleri olur.


Ölen kişinin evinde ateş yakılması da ölünün akraba ve yakınlarını koruduğuna inanılan bir başka gelenektir. Sibirya halklarının hemen hepsinde ölü veya onun ruhu evde bulunduğu müddetçe, ocak ateşine özel bir ihtimam göstermekle, Goldeler ayrıca balık yağından yapılma meşaleler yakar, Buryatlar kulübelerini Sibirya çamı reçinesi ve güzel kokulu otlarla tütsüleyerek arındırır, Teleütler, ölünün dışarı çıkartılmasının hemen ardından cenazenin yatmış olduğu yerde keten otu yakıp, oraya bir taş koyarlar ki, yedi gün sonra bu taş ölünün mezarına konulur. İnanışa göre, ölüler ateş ve taştan korkarlar.


Cenaze defnedildikten sonra, geri dönüş yolunda da riayet edilmesi gereken birtakım kurallar vardır. Kazak Kırgızları defin yerinden dönerken, atlarını içlerinden bazılarının attan düşmesine sebep olacak kadar hızlı at sürdükleri anlatılır. Tunguzlar da defin yerinden dönerken, arkalarında bıraktıkları izleri kışın karla, yazın da çalı çırpı veya yapraklarla örterken, Yakutlar, defin töreninden dönüşte rüzgarın esmesini hayra alâmet olarak görürler, zira inanışlarına göre rüzgâr ölünün bütün izlerini alıp götürmektedir. Karginzler de defin sonrasında Doğudan Batıya doğru mezarın etrafında üç defa döndükleri ve bu esnada; “o diğer dünyaya gitti, biz evimize, yakınlarımızın yanına dönüyoruz” dediklerinden bahsedilmektedir. Orman Jurakları ise, defin törenlerinde mezar etrafında her defasında daha da büyük daireler çizerek ölünün aklını karıştırdıklarına inanırlar. Doğudan, Batıya, yâni güneşin hareketine uygun şekilde yapılan bu tavaf şekli, insanların dünyasına yaklaşmayı temsil eder. Eğer, Batıdan Doğuya, yâni güneşin ters istikametinde gidilirse, yeraltı dünyasının ruhlarına yaklaşıldığına inanılır.


Bütün Sibirya halklarında ortak olan bir başka gelenek de, cenaze törenine katılanların dönüş yolunda geriye bakmamalarıdır. Samoyedler bunun sebebini, “geriye bakıldığı takdirde, ölünün bakan kişinin ruhunu çalabileceği” olarak açıklarlar. Teleütler, geri dönüş yolunda gözlerine çarpan herhangi üç nesneyi –bu nesneler bir taş, bir dal veya bir tutam ot olabilir- omuzlarının üzerinden geriye fırlatarak, ölüyü (üzüt) korkutup, kendileriyle beraber geri dönmekten caydırdıklarına inanırlar. Minusinskin bölgesi Tatarlarında da defin yerinden eve gelen yol üzerinde bir hafta boyunca nöbet tutma âdeti vardır. Bu âdetin gayesi, ölünün eve geri gelmesini önlemektir. Nöbet bekleyenler, karanlık çöktükten sonra bir şeylerden şüphelenecek olurlarsa, tüfekleri ile havaya ateş ederler. Bu geleneğin bir benzerine Jurak Samoyedlerinde rastlanır ki, onlar da mezarlıktan dönerken mezara üç tane ok atarlar.


Defin törenine katılanlar, eve döndüklerinde arınmalıdırlar. Erkeklerin mezarlıktan döndüklerini gören Beltir kadınları, kapının önüne erkeğin eve girmeden önce yıkanması için bir kova su koyarlar. Ondan sonra bu kova, bir daha kullanılmaz ve bir çukura atılır.

Sagalar da aynı şekilde cenaze sonrasında kendilerini arındırırlar. Goldeler, ellerini ve yüzlerini yıkayıp, bu arada kadınlar evi tütün kökleriyle tütsüleyerek, arındırırlar. Evin kilerinin kapısı açılır ve havalandırılır. Sarı Uygurlar ise, katı lapadan bir insan heykelciği yapıp, bu figürü yeni yapılmış bir kiremitin üzerine koyup, bu kiremitin üzerinde ellerini yıkarlar. Su ile dağılan heykelciğin olduğu bu kiremiti, ölünün yakıldığı yerde sönmek üzere olan ateşe atarak, cenaze dönüşü özel bir törenle kendilerini arındırırlar.


Bazı halklar, ateşi arındırma maksadıyla kullanırlar. Yakutlar, mezarlıktan dönerken yolda bir ateş yakıp, üzerinden atlarlar. İnanışlarına göre ölü artık onları takip edemez. Ölünün üzerinde taşındığı tahtalar ve üzerinde yıkandığı hasır yakılıp, ölüden geriye kalan kıyafetler dumana tutularak arındırılır. Bazı yerlerde koşum hayvanları da ateşin arasından geçirilir. Plano Carpini’nin aktardığına göre, Tatarlar bu arınma işlemi için yanyana iki tane ateş yakıp birbirlerine taraf olan yanlarına birer mızrak dikerler. Bu iki mızrak bir çıta ile birleştirilerek, insanlar ve hayvanlar bu şekilde meydana getirilen bir kapının içinden geçerler. Her biri bir yanda duran iki kadın, kapıdan geçenlerin üzerine su serper. Ölenin eşyalarını diğerlerinden ayırdıktan sonra, yakılan iki ateş arasından geçirilerek arındırılışını, Ruysbroeck aynı şekilde kitabında aktarmaktadır. Bu geleneği Buryatlar hâlen devam ettirmektedirler.


Plano Carpini’nin anlatmış olduğu “kapı”nın, tabii ki ateşin, ölüyü durdurmak için olduğu aşikardır. Bir kapının koruyuculuğuna sığınma fikri, Sibirya kabilelerinden Koryaklar’da defin sonrası özel olarak dikilmiş iki ağacın arasında bir nevi “geçit”ten geçip dönerken şamanın her geçene bir ağaç dalıyla vurma şeklinde görülür. Lehtisolo, bu hususta Samoyedlerin defin töreninden dönerken, benzer şekilde bu kapılardan geçtiklerini ve bu kapıların ölünün dönüş yolunu kapatacaklarına inandıklarını aktarır. Kamçaladlar ise, ağaçların genç filizlerinden bir çember yapıp, bunun içinden sürünerek geçer, sonra bu çember ormana götürülür ve Batıya bakacak şekilde asılır.


Sibirya halklarının inançlarında cenazeyi defin esnasında kullanılan bütün araç gereçler, vasıtalar, yâni cenazenin taşındığı kızak, tekne veya yük arabaları, mezarın kazıldığı kürekler, mezarlıkta pişirilen yemeğin tenceresi uğursuzluk getirebilecek olan ne varsa hepsi korkulan nesneler olup, bu sebeple Yakutlar bu eşyaları parçalayıp, mezarlıkta bırakırlar. Benzer şekilde Teleütler, cenazenin taşındığı kızağı parçalayıp, mezarlıkta bırakırken, Turuhansk bölgesi Tunguzları mezarlıkta pişirilen “cenaze yemeği” yendikten sonra, yemeğin pişirildiği tencerenin dibini delip, tencereyi ölünün üzerine konduğu kereveti taşıyan direklerin dibine yanlamasına bırakıp giderler. Bu eşyaların bir süre sonra tekrar kullanılmak üzere ölünün akrabaları tarafından geri alınması âdeti, muhtemelen daha sonraki dönemlerde doğmuştur. Ölü ve ölüm arasındaki bu ilişki, Karginzler’de, ölünün taşındığı kızak veya yük arabasını bozkırda ters çevrilip, bırakıldıktan bir buçuk veya iki ay sonra ölenin akrabalarının gelerek kızağı veya arabayı yeniden almaları, Beltirler ve Sagalar’da ise, cenazenin taşındığı aracın üç gün boyunca, arabanın oku mezarlık istikametine çevrilmiş şekilde köyün dışında bırakılması şeklinde cereyan eder. Stroschevski, bu konuda Yakutların cenazenin yanında bırakılan silâh ve araç gereçlerin kırılmasına özellikle dikkât ettiklerini belirtir. Tabii olarak yaşlılar bunun ölünün bunlarla insanlara zarar vermesini önlemek için yaptıklarını anlatırlarsa da, ancak bu açıklama ölünün yanına bırakılan her şeyin hâtta elbiselerin bile yırtılmasını açıklamaya yeterli olmaması, muhtemelen bu geleneğin kökeninde eşyaların ruhu ile, insanların ruhu arasında kurulan bir paralelliği akla getirmektedir. Nasıl ki bir insan öldüğünde ruhu bedeninden ayrılıyorsa, ölünün öbür dünyada kullanması için yanına bırakılan eşyalar da bir nevi “öldürülerek” ruhlarının ayrılması sağlanmaktadır. Nitekim Katanov, Beltirlerin kırdıkları bu eşyaların, diğer tarafta hasarsız bir şekilde sahiplerine hizmet ettiklerine inandıklarını nakletmektedir.


Her ne kadar ölünün geri dönmesini engellemek için çeşitli adetler varsa da, birçok toplulukta ölünün ruhunun defin töreninden belli bir süre daha kendi evinde kaldığına ilişkin inançlar da vardır. Bundan hareketle Beltirler, cenazeyi bir gece boyunca kulübede bırakıp, defin töreninden döndükten sonra, üç gece boyunca nöbet tutup, bu esnada içlerinden uykuya dalan olursa hemen uyandırırken, Kalarlar arasında benzeri bir gelenek; ölü gömüldükten sonra, üç gece boyunca akrabaları uyumayıp, bu esnada birbirlerine masal anlatarak, Buryatlar, bir şaman öldüğünde, “şamanın oğulları” adı verilen yakınlarının, şamanın evinde gece gündüz ilâhiler okuyup, bu esnada üzerinde bir mumun yandığı bir masa etrafında yürüyerek, Kazak Kırgızları ise, ölen kişinin akrabalarının üç gün boyunca kendi erzaklarından yemeyip, komşuları ve arkadaşlarının getirdikleri yemekleri yiyerek gösterirler. Yakut inançlarına göre ölen kişinin ruhu üç gün boyunca hayatta iken yaşadığı ve dolaştığı yerlerde gezinmeye devam ettiğinden, ölenin akrabaları çeşitli yerlerde onun sesini veya ağlamasını duyabilirler. Bu tasavvur, Yakut inançları arasına Ruslar kanalıyla girmiş ve kökeninde muhtemelen “ölüye ilk üç gün boyunca, dünyada yapmış olduğu iyilik ve kötülüklerin gösterildiği” yolundaki inanç şeklinden geçmiş olmalıdır. Yakutların bundan daha eskilere dayanan bir başka inanç tarzı da, ölen kişinin bu dünyadayken yarım kalmış işlerini tamamlamaya çalıştığı ve bu sebeple bu işler tamamlanana kadar, eski evine gidip geldiği üzerinedir. Laponlar da benzer bir tasavvur, ölen kişinin başlamış olduğu işleri ivedilikle bitirmeye çalışmasına dairdir. 


Ölümü takip eden üç gün, üç gecelik zamana ilişkin âdetlerin, özellikle uyanık kalmanın kökeninde, ölen kişinin cesedini üç gün boyunca evde tutma geleneğinin olup olmadığını bilemiyoruz, ancak eski zamanların pek çok halk arasında, meselâ eski İran’da görüldüğü üzre, ölünün ruhunun üç gün boyunca evde dolaştığı inancı mevcuttur. Bu üç gün, üç gecelik süre, bazı yerlerde yedi gün olarak karşımıza çıkar. Teleütlerin bir hafta boyunca ölen kişinin yattığı yatağın üzerine bir taş koyduklarını yukarıda anlatmıştık. Bu süre içinde ateş hiç söndürülmediği gibi, akşamları insanlar –en azından yaşlılar- yatmazlar ve gece boyunca sohbet edip, masallar anlatmak için, özel olarak bir masalcı çağrırlar. Beltir âdetlerine göre, yedi gün boyunca ölen kişinin çadırından veya kulübesinden herhangi bir eşyanın dışarıya verilmesi veya çıkarılması eve uğursuzluk getirir. Bu süre içinde ölen kişinin yakın akrabaları, hayvanların kalplerini veya karaciğerlerini yemeyip, daha sonraları bu organları yemeye başlamadan önce, bir kalp ve bir ciğer alıp, bunları önce kendi kalp ve karaciğer bölgelerine üç defa sürüp, ormana attıktan sonra yiyerek, yerine getirilmesi gereken bir âdetleri vardır. Bu âdetin terkedilmesi hâlinde, ölenin kalp ve ciğer ağrıları çekmesine sebep olacağına inanılır. Yakutların inanışlarına göre de, ruhlara sunmak için en güzel parçalar kalp ve karaciğerdir.


Ölen kişinin ruhu çok daha uzun süre boyunca evinde kalabilmesi mümkün olduğundan, bazı bölgelerde ruhun yeraltına geri gitmesi için bir şamanın özel ayin yaparak, onu götürmesi gerekir.


Her ne kadar bu geleneklerin çoğunluğu ölüm ve ölüden duyulan korku sebebiyle meydana gelmiyorsa da, bu aynı zamanda ölüp giden kişiye karşı duyulan hasreti de ifade ettiği bir başka gerçektir. Bu konuda Ruysbroeck, ölen kişinin arkasından yüksek sesle ağlandığını aktarır ki, Çin vekayinâmelerinde Türklerin ataları (Tuiku) için de aynı şeyler anlatıldığı gibi, bu geleneğe pek çok değişik bölgede rastlanır. Doğudaki Türk boyları arasında insanlar, ölü evine geldiklerinde akrabaların kapıda durup orada akşama kadar yas tutmaları âdettendir. Kırgızlarda yas, “ölüler kültü”nün ayrılmaz bir parçası olup, Kırgızlarının cenaze törenlerini tasvir eden anlatımlarda ölen kişinin cesedi kulübeden dışarı taşınırken, karısı ve kızının nasıl ağlayıp feryat ettikleri aktarılırken, bazı kaynaklarda ölenin karısı ve kızının bir yıl boyunca yas tuttuklarından bahsedilir. Ölen kocasının arkasından ağlayan bir Saga kadını şu şekilde ağıt yakar; “Beni ve çocukları kimlere bıraktın. Kötü ölüm seni erkenden kopardı aldı. Yalnız ve mutsuz ben, sensiz nasıl yaşayacağım?” Teleütlerde, ölen kişinin arkasından akraba ve tanıdıklarının okudukları –kendilerinin “yas” adı verdikleri – ağıtlar, kendi dünyevî şarkılarıyla aynı şekildedir. Teleütler, arkasından ağıt yakılmayan ölülerin, öte dünyada sağır olacaklarına inanırlar.


Kırgız kadınları elem ve kederlerini, ağlama ve ağıtlar dışında yüzlerini tırnaklarıyla çizerek ve saçlarını yolarak gösterirler ki, aynı gelenek Kazak Kırgızlarında ölenin karısı ve kızının yüzlerini kanatacak kadar tırmaladıkları şeklinde görülür. Kederini bu şekilde göstermeye ilişkin bilgiler, en eski kaynaklarda bile yer almaktadır. Meselâ, Atilla’nın cenaze törenini tasvir eden Jordanes; “Töreleri gereği Hunlar, saçlarının bir bölümünü kestiler ve o çirkin suratlarında yaralar açarak kanattılar. Atilla gibi büyük bir savaşçının kadınların gözyaşlarıyla değil, erkeklerin kanlarıyla yas tutulması gerektiğine inanıyorlardı” şeklinde anlatmaktadır. Benzeri yas âdetleri “Tuiku” halkını anlatan Çin kaynaklarında; “akrabaları, ölenin kulübesinin kapısının önünde durup, yüzlerini bıçakla kesip, yüksek sesle feryat ederek, kan ve gözyaşları birbirine karışıyordu” diye geçer.


En yaygın yas âdetlerinden biri de, saç örgülerinin açılması ve saçların kesilmesi olarak görünür. Beltir geleneklerine göre cenaze gömülürken, akraba olmayan yaşlı bir kadın, ölen adamın evinde adamın karısının saç örgülerini çözer ve saçlarını tam ortadan keser. Saçlar ancak yedi gün geçtikten sonra örülür. Kazak Kırgızlarında ise, defin günü yabancı bir kadın, hem ölenin karısının, hem de kızının saç örgülerini çözüp, yedi gün geçtikten sonra, aynı kadın saçları tekrar örer. Ölenin en genç kardeşinin karısı da saç örgülerini yarıya kadar çözer. Goldelerde erkeklerin saç örme adeti vardır ve erkekler en azından ilk yas gününde saç örgülerini açarlar ve duydukları acının büyüklüğünü göstermek için saçlarını keserler. Bu geleneği yaşlı bir kadın, önce ölen adamın oğlunun, sonra da diğer yakın akrabaların saçlarını keserek yerine getirir. Bunu yaparken sırayla her birinin beline önce üzerinde küçük çıngıraklar olan beyaz bir kemer takar, sonra çözülmüş olan saçları fırçalayıp tekrar örerken, örgülerden birine beyaz bir kurdele bağlar. Sonra bu beyaz kurdeleli örgüyü kesip, kestiği bu saç örgülerini bir çeşit yastığın içine koyar. İleride yapılacak olan “anma törenine” kadar bu saçlar, ölen kişiyi hatırlatmak üzere saklanır.


Ölen kişinin akrabalarının saç örgülerini çözme geleneğine Tunguzlar, Samoyedler ve Kuzey Vogulları gibi başka birçok Sibirya halkları arasında da görülür.

Saç örgülerinin açılması ve kurdelelerin çözülmesi, “ölüler kültü”nde muhtemelen ölen kişinin ruhunun hayatla olan bağlardan azad edilmesinin ifade edilmesidir. Bu arada kişilerin dış görünümlerinin onların gözünde “perişan” hale getirilmesi, çökmüş ve mutsuz bir ruh hâlini yansıtması da tabiîdir. Kırgız erkekleri bir yakınlarının ölümünden sonra, kırk gün boyunca tıraş olmadıkları gibi, kadınlar da bilezik ve küpelerini takmazlar. Goldelerin kesilen saçları ölen kişiyi temsil eden bir yastık içinde saklamaları, saç kesme âdetinin bir çeşit kurban yerine geçtiğini de gösterir. Eski Türklerde, kesilen saç örgülerinin diğer başka eşyalarla beraber mezara konma âdeti oldukça yaygın olup, Urga yakınlarındaki Noin-Ula’da yapılan kazılarda bir Hun mezarında ölen kişinin yanında on yedi tane ipek iplerle sarılmış saç örgüsü bulunmuştur. Novitskij, bu konuda Ostyakların, anne, baba, eş veya aileden bir kişini ölümünde yüzlerini tırmalayıp, saçlarını yolduklarını aktarırken, kanlı saçların ölen kişinin üzerine atıldığını özellikle belirtir. Osetler ve Gürcistandaki çeşitli dağlı kabileler arasında da ölen kişinin karısının saç örgülerini ölünün göğsüne bırakması âdetine rastlanır. 

 


Saç örgüsü kesmekle kıyaslanabilecek bir başka gelenek de, ölenin atının yelesi ve kuyruğunun kesilmesi olup, meselâ Mingrellerde ölenin akraba ve arkadaşlarının atlarının yele ve kuyruklarını kesmeleri bir yas işareti olarak görülür.


Goldelerin âdetleri gereği, ölen kişinin saçları kesilen akrabaları “anma şöleni” gününe kadar, uğursuzluk getireceği inancıyla, çıplak ayakla bir başkasının kulübesine veya kayığına adım atamaz. Benzeri bir adet, Salym nehri kıyısında cenaze evine mensup kişilerin yedi gün boyunca çıplak ayakla dolaşmanın yasak olduğu Ostyaklar arasında görülür. Bu yasak, muhtemelen korunmaya matuf olup, bunun kökeninde avcı halklar arasında yaygın olan “ölülerin, insanların izlerini takip ettikleri ve çıplak bir ayağın izlerinin çok daha kolay takip edilebileceği” inancının tezahürüdür. Bu yasağın asıl öznesi olan kadınlar için yasaktan çıkış yolu, kadının sol ayak bileğini, ölünün üzerine konmuş olan kırmızı bir sicimi bağladığı takdirde bundan âzade olacağıdır. Çoğu Sibirya halklarının inanışlarında kırmızı renk, kötü ruhları uzaklaştırmak için iyi bir vasıta olarak görülür ve kırmızı sicim bu yüzden yasağı esnetmek için ideal bir unsur olarak görülür.


Sibirya halklarında rastlanan matem kıyafetleri hiç şüphesiz bu halkların inançlarına yabancı etkilerle girmiş olmalıdır. Maack, Yakutlar hakkında yaptığı araştırmalarında, onlarda özel matem kıyafetlerine rastlamadığını özellikle belirtir. Kazak Kırgızlarında bir yıl boyunca ölen adamın dul eşi siyah, kızı da beyaz kıyafet giyip, kırmızı başlık takıp, dışarıya çıkarken de yüzlerini örterler. Yas yılı boyunca, mecbur kalmadıkça dışarı çıkmadıkları gibi, evde de bir şeylerle meşgûl olmayıp, evin işlerini akrabaları yerine getirirler.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak