Anma Şölenleri
Turhansk bölgesindeki Tunguzların gelenekleri arasında belli tarihlere bağlı olarak, anma törenleri veya definden sonra mezar yerini ziyaret etmek âdetlerine pek rastlanmaz. Tretyakov, Tunguzların ölülerden çok korktuklarını meselâ, ormanda yaptıkları bir keşif gezisi esnasında bir mezarla karşılaştıkları takdirde, derhal geri döndüklerini anlatır. Eğer geldikleri mezar, tesadüfen bir akrabalarının mezarı ise, mezardaki tencereye kor, yağ ve tütün bırakarak oradan hemen uzaklaşırlar. Benzeri şeylere Yakutlar için de değinen Maack, Ruslarla yakın ilişki içinde yaşayan Yakutların diğerlerinin aksine ölen kişinin hatırasına ölümünün 9. 20. ve 40. günlerinde ziyafet verdiklerini, bunun için hazırlanan yemekler yenmeden önce, evin bir köşesindeki masanın üzerinde bir saat veya daha uzun süre bekletilip, sonra da fakirlere dağıtıldığını anlatır. İnanışa göre ölen kişinin ruhu camdan girip, yemeğe katılmaktadır. Gerek bu anmanın yapılış tarihleri, gerekse yerine getiriliş biçimi, Rus geleneklerinden alınmadır, çünkü Ruslar’da ölen birinin hatırasına yemek verdiklerinde, camı açarak onu çağırırlar ve ölen kişinin yemeğini yedikten sonra, yemeğin kalanlarını fakirlere dağıtırlar.
Belli tarihlerde yapılan anma şölenleri sadece Hıristiyan veya İslâm dininin tesiri alanındaki Altay halkları arasında görülen bir gelenek olup, bunların ilk sırasında Abakan ve Altay Tatarları yeralır. Yemekten ölen kişiye pay ayırmaları göz önüne alındığında, Abakan Tatarlarının daha eski dönemlerden beri bu geleneği uyguladıkları düşünülebilir. Abakan Tatarları, ölen kişinin ölümünün 3, 7, 20 ve 40. günleriyle, yıl dönümlerinde ölen kişi için ateşe yiyecek ve içecek sundukları anma şölenleri düzenlerler. 20. ve 40. günlerde yapılan şölenler kalabalık bir katılımla, tanıdıkların ve komşuların hepsi bu yemeğe gelirler ve yanlarında yemekler getirirler. Ölen kişinin payı, özel kaplara konulur. Bu şölenler akşamları düzenlenir, çünkü ölülerin geceleri dolaştığına inanılır ve ertesi güne kadar devam eder. Ertesi gün de ölen kişinin mezarı ziyaret edilir. Mezarın başında ateş yakılıp, ölüye yiyecek, içecek ikram edilir. Abakan Tatarlarının ölümünün kırkıncı gününde ölen kişinin atını kurban ettikleri anlatılır ki, bu kırk gün boyunca ata kimse binemez. Atın eti, mezarın başında yenir ve atın kafatası mezarın yanına dikilen bir direğin üzerine geçirilir.
Beltirler de ise, ölen kişinin akrabaları ölümden sonraki 3, 7, 20 ve 40. günlerin dışında yarım veya bir yıl geçtiğinde de anma şölenleri düzenlerler. 3. ve 20. gün törenlerine sadece akrabalar katılır ve yemeğin başlangıcında ölenin hatırasına ocak ateşine yiyecek ve içecek atılır. 7. gün yemeğine ise, tanıdıkların katılmasıyla, mezarlığa gidilip, mezarın başında ateş yakıldıktan sonra, katılan herkesten alınan bir parça et özel bir kaba konulur ve herkes başka bir kaba kendi matarasından bir parça içki döküp, sıra ile bu kaptaki içecekten birazını üç defa da mezarın üstüne serperek, ölene: ”Bu içkiyi iç ve bu yemekleri ye” diye seslenir. Daha sonra yukarıda bahsi geçen kazan ve kap mezarın üzerine yerleştirildikten sonra, tanıdık ve akrabalar kendileri yiyip içmeye başlarlar. En son olarak ölen kişiye adanmış olan kaptaki içki, ateşin üzerine dökülerek, kazandaki etlerden üç avuç kadarı ateşin içine atılır. Mezarlıktan dönüldüğünde evdeki yemek başlar. 40. gün, yarım yıl ve bir yıl anma şölenleri de aynı şekilde gerçekleştirilir. Mezarlığa yapılan son ziyaretten sonra dul bir kadın, mezarın etrafında Doğu-Batı istikametinde üç defa dolaşarak, mezardaki ölüye; ”şimdi seni terk ediyorum” diye seslenir. Beltir örflerine göre bu törenden sonra kadın, artık tekrar evlenmekte serbesttir.
Sagalar ve Karginzlerin anma şölenleri de hemen hemen benzeri şekilde yapılmakla beraber, bunlarda ilâve olarak, şölende ölünün mezarı başında yakılan ateşte, şölen için kurban edilen hayvanın kemikleri yakılır ve kemiklerin kırılmamasına son derece ihtimam gösterilir. Karginzler ayrıca her ilkbaharda Guguk kuşu ötmeye başladığında ölenin hatırasına bir tören tertip ederler.
Teleütler, 7. ve 40. günle, yıldönümlerinde yaptıkları bu şölene “Üzüt pairamy” adı verilir (pairam kelimesi, Farsçadaki “bayram” kelimesinden gelmektedir). Evdeki şölene sadece ölü için değil, katılanlar için de yemekler hazırlanır ve yemek kazanı önce pencerenin önüne konur, sonra buradan alınıp, bahçede ölünün tabutunun yapıldığı yere götürülür. Kazanı taşıyan kişi; “yaşarken sen kendin yiyordun, artık öldüğün için ruhun (sünä) yiyecek” diyerek, ölünün payını köpeklere verirler. Ölen kişinin atı, öldüğü gün eve getirilir ve sırtına kıymetli örtüler ve kumaşlar serilip, yelesine ve kuyruğuna ipek kurdeleler takılır. Ölümü takip eden yedi gün boyunca üzerinde bu değerli örtüler ve eyeriyle bekleyen atla tanıdıkların ve komşuların evlerine gidilir. Gittikleri evdekiler ata yulaf, atı dolaştıran kişiye de çay ikram ederler. Ölümünün yedinci gününde sahibinin diğer tarafta da binebilmesi için at kurban edilip, atın üzerindeki örtüler ve eyeri fakirlere verilir. Bazen atın kendisinin de hediye edildiği olur ki, bu durumda atın yine de ölmüş kişinin mülkiyetinde olduğuna inanılır.
7. ve 40. günlerde tanıdık ve akrabalar yanlarına yiyecek ve içeceklerini alarak anma şöleni için mezarlığa giderler. Mezarın kenarında iki ateş yakılır, bu ateşlerden küçük olanı mezarın baş tarafında olup ölen kişinin kendisi için, daha büyük olanıysa şölene katılanlar içindir. Teleütler, ateşin sunulanları ölüye (üzüt) ileteceğine inanırlar ve bu sebeple ölünün yiyip, içmesi için ayrılan yemek ve içecekler ölünün ateşine konulur. Şölen bittikten sonra katılanların en yaşlısı öne çıkar ve “senin ateşini söndürüyorum ve küllerini hamur tatlısı ile örtüyorum” diyerek ateşi söndürür. Evin arındırılması, 40. gün şöleninin bir parçasıdır. Bunun için şaman çağırılır ve ölen kişinin bulunup evden uzaklaştırılmasını tasvir eden bir ayin yapar. Bu ayinde şaman, bir taraftan davul çalarken, evin her köşesini araştırıp, sonunda ölünün ruhunu bulup yakalayarak onu avluya çıkarır. Bu esnada “sau” diye bağırır. Ölüyü, kendisi için hazırlanmış olan tabuta girip, kendisi için kazılmış olan mezarda yatmaya davet eder. Ölünün evden uzaklaştırılması ayini ile aynı zamanda ölüm meleği “Aldačy” de evden uzaklaştırılmış olur.
Radloff, eğer ölen kişinin yakınlarının etrafından gönüllü olarak ayrılmaması durumunda, onu uzaklaştırmak için gerekirse çok uzaklardan bile olsa şaman getirildiğini anlatır. 1860 yılında Radloff, Kengi gölü kıyısındaki bir köyde yapılan böylesi bir arındırma ayininde ölen bir kadının ruhunun arınmasına ve uzaklaştırılmasına şahit olduğunu şöyle aktarır: “karanlık bastıktan sonra şaman davulunun sesi ve tahminen yüz adım kadar mesafeden çadırın etrafında dolaşan şamanın şarkısı duyulmaya başlanır ve şaman gittikçe küçülen daireler çizerek, çadırın yanına gelip en sonunda çadırın kapısından içeri girer. Ocak ateşinde davulunun her iki tarafını dumanla tütsüledikten sonra, kapı ile ocak arasına oturur, gittikçe daha alçak bir sesle şarkı söylemeye, davulu gittikçe daha azalan bir ritimle çalmaya devam eder ve en sonunda sadece çok hafif mırıltılar gelmeye başlar. Daha sonra şaman dikkâtle ayağa kalkar, ocağın etrafında dolaşır ve ölen kadının adını seslenir, bu esnada kadını arıyormuşçasına her köşe bucağa bakıp, bir yandan da fısıltı hâlinde ölen kadının sesini taklit ederek, kendisinin şamana evinde kalmak için yalvarmasını canlandırır. Ölen kadın, ölüler ülkesine gitmek istememektedir, zira oraya giden yol hem çok uzun, hem de o yolda tek başına yürümek çok korkunçtur. Şaman elinde davuluyla evin her köşesinde ölüyü takip eder ve en nihayetinde onu davulu ile tokmağı arasına sıkıştırıp, sonra da onu yere yatırıp davulunu üzerine kapatmayı başarır. Davul sesi gittikçe boğuklaşırken, ölünün ruhu da artık ölüler ülkesine doğru yola çıkmıştır. Daha sonra davulun sesinin tekrar gür çıkmaya başlayınca, izleyiciler şamanın ölüyle beraber ölüler ülkesine gittiklerini anlarlar. Şaman ve daha önce ölmüş olan akrabaların konuşmalarından, daha önceden ölmüş olanların ruhlarının topluluklarına yeni geleni almak istemedikleri anlaşılır. Bunun üzerine şaman oradaki ruhlara içki ikram eder ve onlar içkilerini içerken, ölen kadının ruhunu diğer ruhların arasına saklamayı başarır. Bütün bunları dans ve şarkılarla anlatan şaman, sonrasında haykırıp, sıçrayarak dünyamıza geri dönerken, kan ter içinde bayılarak yere yığılır” Bu ayin her zaman bu şekilde gerçekleşmeyip, bazen ruh, şamanın elinden kaçarak, çadıra geri döner ve aynı ritüeller yeniden canlandırılır. Bazı şamanlar, ölüler ülkesi sakinlerinin kendisini tanımamaları için, ölen kişinin ruhuna yolculuğunda eşlik etmeden önce yüzlerini isle boyarlar. Bu arındırma ayininde şamana yardım etmesi için çoğu zaman “Jajyk Han” veya “Nama” adı verilen Tufan efsanesinin kahramanı yardıma çağırılır. Şaman “Jajyk Han”ı yardıma çağırırken, yükselen suların sesini taklit eder. “Jajyk Han” yahut “Nama” aynı zamanda ölülerin diğer tarafa yanlarında götürdükleri ev hayvanlarını da geri getirmeye yardımcı olur. Bazı yerlerde ölümü temsilen ölünün yatağına bir horoz bağlanıp, şaman bu horozu kovalar. Ölüm meleği “Aldacı”yi uzaklaştırmak için de, çadırın içinde ardıç tütsüsü yakılır.
Altay halklarının aslında belli tarihlerde anma şöleni düzenleme geleneklerinin olmadığını ve ölülerin dünyasından korktukları için, mezarlıklardan uzak durduklarını ileri süren Potanin, bu tesbitinde yanılmaktadır. Sadece Altay halklarında değil, bir çok Kuzey halkları arasında görülen ve şamanların en önemli vazifesi olan “ölen kişilerin yaşayanların dünyasından ölüler dünyasına götürülmesi” tasavvurunun kökeni, muhtemelen çok daha eski dönemlere dayanmakta, bu ayinin ölümün 40. gününde yapılması ise, Altay halklarının inanışları arasına hiç şüphesiz sonraki dönemlerde girmiştir.
Volga boylarında yaşayan ve önemli bölümü hıristiyan inancına mensup olan Çuvaşlar arasında belli tarihlerde yapılan anma törenleri vardır. Ölen kişinin vefatın üçüncü gününde, cenazenin tabutunun hazırlanmış olduğu yerde bir kuzu veya tavuk kurban edilir. Yemek esnasında katılanların en yaşlısından başlayarak, yaş sırasına göre herkes ölen kişiye yemeğinden bir lokma verir. Ayrıca dış kapıdan dışarıya da yemek atılır. Tanıdıkların çoğunluğu asıl 7. ve 40. gün yapılan şölene katılıp, yanlarında mum ve yemek getirirler, bunlar gece boyunca ölen kişiye ikram edilir. İçlerinden bazıları ölen kişiyi yemeğe davet etmek üzere kızak veya araba ile mezarlığa giderken, yol boyunca çıngırak çalarlar. Mezarlık dönüşünde ölü ile sanki hayattaymışcasına konuşulur, kulübeye davet edilir ve ocağın yanına geçerek ısınması teklif edilir. Ocağın yanına konan bir masada boş yemek kapları ve çanaklar bulunur, bunlar ölen kişi için oraya konulmuştur ve şölene katılanlar yemeklerden yemeye başladıkça, sıra ile o kaplara yediklerinden ve içtiklerinden birer parça koyarlar. Bu kapların kenarına yanan birer mum takılmıştır. Ölen kişiyi eğlendirmek için şarkılar söylenir, oyunlar oynanır ve dans edilir. Gerek Çuvaşlarda, gerekse İdil boylarında yaşayan Fin kökenli halklar arasında olan bir geleneğe göre ölen kişinin yakınlarından biri, ölenin temsilcisi seçilir ve şölen gecesi onun kıyafetlerini giyer. Sabah gün ışırken, ölü tekrar mezarlığa geri götürülüp, dönüşte aynı giderken olduğu gibi çanlar çalınır. Cenaze mezarlığa geri götürülürken, yanında yemek de götürülür. Özellikle anma şöleni için kurban edilen atın başı ve bacakları yanında gömlek, pantolon, ayakkabı, yemek kapları, tabak ve kaşık gibi eşyalar bırakılır. Mezarın yanında şarkı söylenip dans edildiği de olur. Evde kalanlarsa, ölünün masasını üzerinde yiyeceklerle beraber, sokağa çıkartıp, etrafında dans ederler. Dans esnasında bir kişi masayı devirir ve üzerindeki yiyecekler köpeklere verilir.
Çuvaşlar, yukarıda belirtilen belirli günlerin dışında, özellikle ilk haftalarda her Perşembe akşamı ölen kişiyi anarlar. Özellikle Ekim ayının ilk Perşembesinde veya Ekim ayı içerisinde yapılan anmalarda en son ölen kişiye Çuvaşlar ayrı bir önem verirler. Bu anmalar için ölen kişinin cinsiyetine göre bir at veya inek, kimi zaman sığır veya kuzu kesilip, bol miktarda içki hazırlanır. Yapılan hazırlıkların büyüklüğü, ölen kişinin hayattayken sahip olduğu konuma ve çevresiyle orantılıdır. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akrabaların bazıları yanlarına içki, kızarmış tavuk, küçük kekler ve bir keçe örtü alarak ormana giderler. Ormanda uygun bir ıhlamur ağacı bulup, ağacı keser ve bu ağaçtan iki ayak yüksekliğinde bir kazık yaparak, bunun üst tarafını çeşitli oymalarla süslerler. Keçe örtü kazığın etrafına sarılır. Yanlarında getirilen yemekler ormanda yenip, içkinin bir miktarı ölmüş kişinin şerefine yere dökülür. Eve dönüldüğünde, dört erkek bu kazığı evin içine taşır, duvara dayalı bir sedirin üzerindeki bir kuş tüyü yastığın üzerine yerleştirerek, ölen kişinin herhangi bir eşyasını kazığın üstüne giydirirler. Meselâ, ölen kişi kadınsa, kazığa kadının başlığı takılır. Bundan sonra oyunlar ve danslar başlar, içlerinden bazıları da ağıt yakar. Daha sonra bütün tanıdık ve akrabalar, yanlarına bir miktar yiyecek alarak, yanlarında giydirilmiş kazıkla beraber, mezarlığa gidip, kazığı ölen kişinin mezarı üzerine dikerler. Mezarlıkta ve daha sonra evde yeme, içmeyle, gece boyunca anma şöleni devam eder.
Müslüman Türk halkları arasında da belli tarihlerde yapılan anma törenlerine rastlanır, ama bu törenler çoğu yerde gösterişten uzak, oldukça sadedir. Rusya Tatarları, ölenleri vefatın 3. 7. ve 40. günlerinde öleni anar ve onun hatırasına yemek hazırlarlar. Özellikle 40. gün yemeği için geniş bir tanıdık ve akraba kalabalığı ölen kişinin evinde toplanır. Doğudaki Türk boyları ise, ölülerini 20. gününde ve ölüm yıldönümünde anmayı tercih ederler. Bu konuda kayda değer ilginç âdetleri olan Kazak Kırgızları da ölülerini bu tarihlerde anarlar. Bütün yas dönemi boyunca, evin baş köşesine bir eyer konulur ve bu eyere ölenin kıyafeti, başlığı ve kemeri takılır. Ölen kişi genç bir erkekse, ayrıca ucuna kırmızı bir kurdelenin takılıp bir de mızrak dikilir. Mızrak, ucu çadırın/evin dışına çıkacak şekilde yerleştirilerek, bir yıl boyunca orada kalır. Ancak vefatın birinci yılında “iyi bir insan” gelir ve onu oradan alarak kırar. Evin kadını ve kızı mızrağı vermek istemeyip, direnirlerse de, gelen erkek mızrağı onların elinden alıp, kırar ve sonra büyük bir ateşin içine atıp, mızrağı yakar. Mızrağı ortadan kaldırdığı için evin hanımı ona bir palto hediye eder. Bir başka anma ritüeli de 7. gününde ölen kişinin atının kuyruğunun kesilmesi ve bozkıra atılmasıdır. Kırk gün boyunca evdeki ocağın yanında küçük bir lamba yanık durur. Genel olarak bütün anma günlerinde, özellikle ölüm yıldönümlerinde tanıdıklar ve akrabalar ağırlanıp, yemek ikram edilir.
Yas dönemi esnasında eğer taşınmak veya göç etmek gerekirse, ölmüş kişinin atının kuyruğuna kırmızı bir bez bağlanır ve eyeri ters olarak takılır. Eyere, ölen kişinin paltosu, başlığı, tüfeği ve kılıcı asılır. Atı, ölen kişinin karısı, eğer o hayatta değilse kızı sürer. Eğer ölen kişi kadınsa, eyer bir devenin üzerine takılır ve üzerine bir örtü veya kadının bir elbisesi örtülür. Kadının kızı veya gelini deveyi dizginlerinden tutarak güder. Bir yılın sonunda, ölen kişinin atı kurban edilir ve burada kemiklerin kırılmaması için özel ihtimam gösterilir.
Kazak Kırgızlarının ölülerini anma törenlerinde ayrıca at yarışı düzenledikleri ve yarışı kazanan ölen kişinin köyündense, aldığı ödülü ölen kişinin evine getirir. Birinci gelen atın aldığı bu ödüller kimi zaman 300 at veya 300 inek gibi büyük miktarlar da olabilir. Radloff, şahit olduğu bu yarışlardan birinde; “Birinci gelene, içinde bütün eşyalarıyla birlikte kırmızı keçeden bir çadır (yurt), çadırın önünde bütün ziynetleriyle at üstünde onu bekleyen bir gelinlik kız ve ellişer tane deve, at, inek ve koyun, ikincinin ödülü ise 10 külçe (Jambe) gümüş ve onar tane deve, at, inek ve koyun, en küçük ödül ise, beş tane at” ödül verildiğini belirtmektedir. At yarışlarının dışında güreş müsabakaları da düzenlenir. Turfan Türklerinin anma törenlerinde eğer anılan merhum erkekse, at yarışları ve güreşler düzenlenir. Bu geleneğe, Kafkas halkları arasında da rastlanır.
Katanov, bu konuda Batı Çin’de yaşayan Türklere ait bir başka yas geleneğini; “Yas süresi erkekler için dört, kadınlar içinse yedi aydır. Ölen kişinin eşi bu süre dolmadan evlenmek isterse, ölen eşinin mezarına bir testi su götürüp, bunu ölenin başucuna döker” biçiminde anlatır.
Görüldüğü gibi araştırmaya konu olan halklardan müslümanlarda ve hıristiyanlarda da genel olarak anma günleri aynı tarihlerdir. Yakutların, 7. değil de 9. gün bu anma törenini yapmaları, Rus kilise geleneği ile ilgilidir. Her iki dinde de ölen kişinin 40 gün boyunca eski eviyle yakın bir ilişki içinde olduğu inancı vardır. Bazı bölgelerdeki 40. gün töreninin asıl anlamı, ölen kişiyle son vedalaşma olması ve artık ölüler ülkesine gitmesidir. Bu kırk gün inancının nereden geldiği tam olarak bilinmemektedir, ancak hıristiyanlığın ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren, İsa’nın kırkıncı gün mezarından göğe yükseldiği inanışı vardır. Yıl dönümünde yapılan anma törenleriyse, muhtemelen daha eski dönemlerden kalmadır.
Müslümanlıkta ve hıristiyanlıkta 40 günlük süreye karşılık olarak, Lama Budizminde 49 gün veya yedi haftalık süre vardır. Pallas, ölen kişinin ruhunun zarar görmemesi için bu süre boyunca Kalmukların ava çıkmadıklarını, hayvan kesmediklerini hâtta böcek bile öldürmediklerini yazar. Kalmuk inançlarına göre bu süre boyunca “ruh” hâlâ dünyada dolaşmakta, ancak 49. gün mahkemeye çıkacak ve hakkındaki nihai karar verilecektir. Anma törenlerinde ölünün kağıt üzerine çizilmiş bir resminin yakılması geleneği bu inanca dayanmaktadır.
Gulbin, Lamaizme mensup Sarı Uygurların da ölülerini 49. gününde andıklarını, bu anma töreninde ölüye çay ve ekmek ikram edildiğini ve kağıt yakıldığını anlatır. Durumu iyi olan Moğollar, ölenin yıldönümünde anma töreni düzenlerler. Sarı Uygurlarda ise, üç yıldönümünde anma yaparlar; bunların ilkinde bir, ikincide iki, üçüncüde de üç tane lamba yakılır. Soyoteler de bu 49 günlük süreye riayet ederler, ama onların uygulaması o kadar sıkı olmayıp, bu sürenin her yedinci gününü yasa ayırıp, bu günlerde ölen kişinin kulübesinden dışarı bir kap süt bile çıkartmazlar. Dörbötlerin inanışlarında ise bu yasaklı günler, ölen kişinin ayın kaçında öldüğü ile ilgili olarak hesaplanıp, aynı rakamın geçtiği tarihlerde uygulanır. Kişi, ayın 3. günü öldüyse, ayın 13. ve 23. günleri veya ayın 9. günü öldüyse, 19. ve 29. günleri kulübesinden dışarı bir şey çıkartılması yasaktır. Bu inanışlar ve gelenekler anlaşılacağı üzere, yabancı kültürlerden bu topluluklara geçmiştir.
Amur vadisindeki anma törenlerindeyse, Çin inançlarının açık tesiri görülür. Bazı bölgelerdeki Goldeler arasında Çinde olduğu gibi, kadının ilk geceyi kocasının cenazesi ile beraber mezarlıkta geçirmesi adeti vardır ki, kadın mezarın yanında uyur. Cenazenin defnedilmesinden yedi gün sonra-bazen daha erken- özel olarak hazırlanan beyaz bir yastık, ölen kişiyi temsilen yatağına konur. Yastığın üzerine ölen kişinin hatırasına, eğer erkekse elbisesi ve başlığı, kadınsa ziynet eşyaları ve takıları, çocuksa oyuncakları konulur. Goldeler, ölü ile yakın ilişkisi olduğuna inandıkları bu yastığa “fanja” adını verirler. Yemek saatlerinde, bu yastığın yanına bir yemek kabı konulur ve yatmaya giderken, kadın bu yastığı kendi yanına alır. “Fanja”nın önüne ahşaptan yapılma ve göğsünde bir delik olan küçük ruh bir heykelciği konulur (Ajami fonjalko). Anma törenlerinde bu delikten yanan bir pipo geçirilip, “Büyük Anma Töreni”ne kadar “fanja”ya bu şekilde ihtimam gösterildikten sonra bu törende “fanja” yakılır. Goldelerin anma merasimleri arasında iki tanesi, özellikle bahsedilmeye değer törenlerden olup, bunlardan biri, “Nimgan” isimli törendir. Bu törenin düzenlenme zamanı bölgeye göre değişmektedir, bazen defnin yedinci gününde olduğu gibi, bazen daha geç bir tarihte, hâtta iki ay sonrasında düzenlenebilmekte, diğeriyse, Goldelerin “Kazatauri” adını verdikleri büyük anma törenidir. “Kazatauri” töreninin en önemli yanı, ölen kişinin ölüler ülkesine gönderilme ayinidir. “Ningan” gibi, bu ayinin de kesin bir zamanı yoktur, hısım ve akrabalar kendi aralarında anlaşarak, ayinin yapılacağı günü tespit ederler. Kimi zaman kısa süre içerisinde, kimi zaman ise yapılması bir yıl hâtta daha fazla bile sürebilmektedir. “Kazatauri” düzenlenene kadar, ayda bir küçük anma törenleri düzenlenir ki, bu törenlerde akşam gün batarken “fanja”nın önüne yiyecek ve içecek kapları konulur.
“Nimgan” düzenleneceği zaman, bu törene mahsus kuş şeklinde ekmekler ve çeşitli yemekler hazırlanıp, tören için çağrılan şaman “fanja”nın yanına oturtulur. “Fanja” ya içki ve kıyılmamış tütün ikram edilip, “Ajami fonjalko”nun göğsündeki deliğe yanan bir pipo yerleştirilir, bu esnada kadınlar avluda iki yöne; Doğuya ve Batıya kapısı olan özel bir çadır kurarlar. Çadır hazır olduktan sonra “fanja” çadıra getirilip, temiz bir örtünün üzerine yerleştirilir. Çadırın her iki girişinde birer ateş yakılır, bunlardan Doğudaki “dünya” tarafındaki, Batıdaki de “ölüler ülkesi” (buni) tarafındaki ateş addedilir. Kadınlar samandan “mugde” denilen bir kukla hazırlayıp, buna ölen kişinin elbiselerini giydirirler. Bütün bunlar hazır olduktan sonra, şaman ayin kıyafetini giyer ve çadıra gelir. Yas alâmeti olarak şaman beyaz bir kemer takar, diğer katılanlar da saç örgülerinden birini beyaz bir kurdeleyle bağlarlar. Katılanların hepsinin elinde söğüt ağacından bir değnek bulunur. Şaman “fanja” ve “mugde”nin ayine uygun şekilde yapılıp yapılmadığını kontrol ettikten sonra, ölen kişinin “ruh”unu aramaya başlar. Başlangıçta davulunu seyrek ve yavaş bir tempoyla çalan şaman, gittikçe daha hızlı ve yüksek sesle çalmaya devam ederken, bu esnada ilâhiler söyleyerek ruhlardan (seon) yardım ister. Sonrasında, sanki ruhları görmüş ve verdikleri cevabı dinlermiş gibi davranmaya başlar. Bu esnada törene katılanlar, şamanın mırıldanmalarını ve hareketlerini dikkâtli bakışları arasında şaman önce vecd hâlinde kendinden geçip, sonra tekrar kendine gelerek sıçramaya ve dans etmeye, ilâhi okumaya ve bu arada da “ruh”u aramaya devam eder. En sonunda şaman bir sevinç çığlığı atarak, sanki bir şeyleri elinde sıkıca tutuyormuş gibi yaparak, izleyicilere “ruhu yakalamayı başardığını” söyler. Dünyada gezindiği bu süre içerisinde eğer ruh hastalanmış veya yaralanmışsa, “fanja”nın içine konmadan önce tedavi edilmesi ve iyileştirilmesi gerekir. Şaman tarafından “fanja”nın içine konulan ruhun oradan uzaklaşmaması için kadınlar “fanja”nın önüne yemek ve su koyarlar, şaman da “iç ve coşkumuzu paylaş” diyerek içki ikram eder. Törenin sonunda yemekten arta kalanlar ve “mugde” ateşte yakılır, “fanja” ise eve geri götürülür.
En son düzenlenen anma töreni “Kazatauri”dir ve aynı hazırlıklar burada da tekrarlanır. Bu ayin için şamanı çağırmaya gidenler yanlarında içki de götürüler. Şaman getirilen içki tasının içine işaret parmağını sokup, sol elinin üzerine birkaç damla üzerine damlatıp, “ruhlara” (seon) sunduktan sonra, ayin elbisesini giyerek, davulunu alır ve ruhlardan yardım ister. Cenaze evinin önünde yine “Nimgan” töreninde olduğu gibi her iki girişte birer ateş yakılarak, bir çadır kurulur ve şaman eve geldiğinde, “fanja” dışarıdaki çadıra götürülene kadar “fanja”nın yanında oturur. Bu tören için de yine üzerine ölenin kıyafetlerinin giydirildiği bir “mugde” hazırlanır ve “fanja”nın nehire taraf olan yanına yerleştirilir. “Mugde”nin ayakları nehrin akış yönüne uzatılır. Şaman, davul çalarak çadırın içindeki kötü ruhları korkutup kaçırdıktan sonra, ölen kişinin ruhunu aramaya başlar. Bu esnada sahip olduğu ruhlardan ve ölüler ülkesine seyahâtin tehlikelerinden bahsederken, davul çalıp, dans edip, haykırarak çadırın içinde ve etrafında dolaşır. Yardımcıları onun peşinde dolanır ve kemerinden sıkıca tutarlar. En sonunda ruhu yakalayan şaman, elinde sıkıca tutarak çadırın içine girer. Ondan sonra yakalanan ruhun gerçekten ölen kişinin ruhu olup olmadığının tespitine gelir ve şaman, ölen kişinin akrabalarına yakaladığı ruhun özelliklerini sayarak, bunların ölen kişiye uyup uymadığını sorar. Yakaladığı ruhun gerçekten ölen kişinin ruhu olduğunda emin olduktan sonra, bu ruhu “fanja”nın içine koyar. Ruhu “fanja”nın içine koyma işi, şamanın “fanja”nın önünde diz çöküp, ellerini üzerine koyup, sonra da ellerinin üstüne üflemesiyle yerine getirilir. Serbest olduğu sürede eğer ruha kötü ruhlar zarar verdiyseler-meselâ, kulağını kesmek veya gözünü kör etmek gibi-büyüleriyle ruhu tekrar sağlığına kavuşturmak da şamanın görevidir ve şaman ruh ile konuşarak onun tekrar sağlığına kavuştuğunu teyid eder. Bundan sonra ruhun ağırlanması başlar. Anma törenine katılanlar gece boyunca yiyip içip, ölen kişinin ruhunu sevindirerek, onu mutlu etmeye çalışırlar. İlerleyen bir saatte şaman aniden kalkıp, yiyecek ve içeceklerden artanları ateşe atarken, kadınlar da çadır içerisinde bir yatak hazırlayıp “fanja” ve “mugde”yi bu yatağa yatırırlar. Şaman yatağın yanında diz çöküp, “fanja” ile konuşur ve ondan artık uyumasını isteyerek, yatağın üzerini örter. Şaman ve çadırda bulunanlar da yatarlar. Ertesi gün şaman yine kıyafetlerini giyip, davulunu çalarak uyuyan ruhu uyandırır. Ruh uyandırıldıktan sonra, örtünün altından “fanja” ve “mugde” çıkartılır, kadınlar yeni yemekler hazırlarlar ve ikram ve şölen tekrar başlar. Hazırlanan yemeklerin bir bölümü yine ateşe atılırken, akşam olduğunda “fanja” bir önceki akşamki ritüelle yine uyutulur. Bu büyük anma töreni en önemli ameliye olan, yâni “ölünün ruhunun, ölüler ülkesine gönderilmesi”ne sıra gelene kadar bazen birkaç gün boyunca devam eder. Bu ayin yapılacağı gün şaman, sabah erkenden ilâhiler okuyarak, “fanja” yı uyandırıp yemeğe çağırır, ona yeterince yemesini, ama çok fazla içki içmemesini tembihler, zira ölüler ülkesine yapılacak seyahât tehlikelerle doludur ve sarhoş şekilde bunların üstesinden gelmek imkânsızdır. Güneş batarken “ölünün gönderilmesi” ayini başlar. Bu çok önemli ayinin başlangıcında şaman ilâhiler söyleyip, dans ederek yüzüne kömürle çizgiler çeker -Altay şamanları gibi Golde şamanlarının da kendilerini tanınmaktan korumak için yüzlerini boyamaları dikkât çekicidir- ve davulunu yüksek tempoda çalarak, ruhlardan kendisine gelmelerini rica eder ve geldiklerinde onları hemen yutmak için ağzını açarak, akabinde bazı hayvan ve kuşların seslerini taklit ederek, başını sallamaya ve sıçramaya başlar. Seslerini taklit ettiği bu hayvanlar, ruhların (seon) suretlerine büründüklerine inanılan hayvanlardır. Ruhlara, ölene “ölüler ülkesi”nin (buni) yolunda rehberlik etmeleri için dua ettikten sonra, bu ayine mahsus özel olarak getirilmiş ve üzerine basamakları olan ağaca tırmanarak, en üst basamağa çıkıp etrafa bakmaya başlar. Gözlerini kısarak ölüler ülkesinin yolunu gözetler. Bu esnada başka esrarlı bilgilere de vakıf olur ve ayine katılanlar şamana Amur nehrinin ne zaman donacağı veya kışın çok kar yağıp yağmayacağı, av sezonunun bereketli geçip geçmeyeceği gibi sorular da sorarlar. Bu basamaklı ayin ağacı muhtemelen daha önceki bölümlerde görmüş olduğumuz “dünya ağacı”nı temsil etmekte olup, şaman için bir nevi geleceği gözetleme kulesi vazifesi görür. Şaman, çadıra döndükten sonra tekrar “fanja”nın önüne oturup, bu esnada ölünün akrabaları şamanı ruh ile beraber seyahâte çıkmaya teşvik ederler. Şaman bu yolculuk için “bučči” ve “koori”yi yardıma çağırır. “Bučči” kanatları olan tek bacaklı bir insan görünümünde, “Koori” ise, uzun boyunlu bir kuşa benzer. Her ikisinin de tahtadan birer figürü yapılıp, bunların üzerleri genç bir geyiğin derisiyle kaplânır bu hal ayin esnasında “Bučči” genel olarak dik, “Koori” de yatay olarak yerleştirilir ki, böylece şamanın ölüler ülkesine seyahâti esnasında her ikisi de aynı yöne doğru hareket edebilsinler. Ayin esnasında özellikle “Koori” kuşunun desteğinin ruhun ölüler ülkesine götürülmesi için vazgeçilmez olduğu fark edilir, zira şamanın onun yardımı olmadan ölüler ülkesinden geri dönebilmesi imkânsızdır. Bu seyahâtin en zor bölümlerini şaman, “Koori” kuşunun sırtında kateder. Yorgun düşene kadar uzun uzun dans edip, ilâhiler söyleyen şaman, yüzünü Batıya dönerek, Sibirya kızaklarını temsil eden bir kalasın arkasına oturup, kalasın üzerine “fanja”, “mugde” ve bir sepet dolusu yiyecek konur. Bundan sonraki aşamada şaman, ruhları çağırır ve onlardan acilen kızağın önüne köpekleri bağlamalarını ister, ayrıca bir uşağı çağırıp, onu kızağa, kendi arkasına oturtur ve köpeklere bağırarak onları koşturmaya başlar. Seyahât esnasında karşılaşılan bütün zorluklar, değişik olaylar veya ölünün ruhuyla, uşağı arasında geçen konuşmalar, şamanın okuduğu ilâhilerle, yakarış ve haykırışlarına yansırken, bir yandan da hazır bulunanlara gördükleri ve duyduklarını aktarır.
Schimkewitsch, köpeklerin çektiği kızakla ölüler ülkesine gitmenin sadece Amur vadisindeki Golde geleneklerinde yer aldığını, daha Kuzeyde yaşayan Goldelerin ise ren geyiğine binerek gittiklerine dikkât çekerken, bu ayinlerde bahsi geçen ren geyiği sayısı dokuz tane olup, bunlardan sekizi ölenin eşyalarını taşırken, dokuzuncunun sırtında ölünün kendisi seyahât eder. İnanca göre, bu ren geyiğinin ruhu, şamanın kendisi olup, dolayısıyla ölüyü sırtında taşırken, onu tehlikelerden uzak tutmayı başarabilir. Şaman ve yanındakiler ölüler ülkesine vardıklarında, ruhlar şamana gelerek nereden geldiklerini, onu kimin yolladığını, bu yeni gelenin kim olduğunu sorduklarında, şaman tedbirli davranarak, ne kendisinin ne de yanındaki ruhun gerçek ismini söyler. Ölen kişinin ruhunu, oraya daha önce gitmiş tanıdıklara emanet ettikten sonra, şaman geri dönüş yolculuğuna çıkar ve “Bučči” ve “Koori”nin yardımlarıyla yoldaki zorluk ve tehlikelerin üstesinden gelerek geri döner. Köpeklerin çektiği kızağı, yolculuğun sadece ilk aşamasında ve dönüşte son aşamasında kullanır. Geri döndüğünde ayine katılanlar, merak ve heyecan içerisinde şamana yolculuğun nasıl geçtiği, ölüler ülkesinin nasıl bir yer olduğunu, ruhların orada nasıl bir hayat sürdüğü gibi çeşitli sorular sorarlar. Şaman dinleyicilere her şeyi tek tek anlatır, hâtta ölüler ülkesindeki akrabalardan bazılarına selâmlar veya hediyeler bile getirir. Bu anlatım faslı bittikten sonra şaman, “fanja” ve “mugde”yle birlikte, ölüler için muhafaza edilmiş olan yemek sepetini de ateşe atar. Bu sırada şamanın yardımcıları otlardan bir ip örerek, bu ipin bir ucunu şaman, bir ucunu ölen kişinin akrabaları ateşin üzerinde tutarken, bir müddet sonra şaman ipi ortadan keser. Bazı durumlarda ipin her iki parçası, bazen bir parçası ateşe atılıp, diğer parçası daha küçük parçalara bölünerek, Batıya doğru fırlatılır. Bu, ölen kişi ile yaşayan akrabaları arasındaki son bağın da nihai olarak koptuğu anlamına gelir ve bu andan itibaren akrabaların ölen kişiye karşı hiçbir yükümlülükleri kalmaz, ölen kişi onlardan hiçbir şey bekleyemez.
Lopatin, “mugde”nin, ölen kişiyi temsil eden görsel bir figür olduğunu, ikram ve duaların sadece “fanja” ve önüne yerleştirilmiş olan ”ajami fonjalko” heykelciğine değil, “mugde”ye de yapıldığına ve “fanja” ile beraber “mugde”nin de çadıra taşındığına dikkât çeker ki, gerek “fanja”, gerekse “mugde”nin ölen kişiyi temsil ettiği tesbitinde Lopatin kesinlikle haklıdır ve bu törende ”ajami fonjalko” bir nevi koruyucu ruhu temsil eder. Golde ayinlerinde ölen kişinin iki değişik nesne ile, yâni hem kukla, hem de yastıkla temsil ediliyor olması, aslında bu geleneğin asli hâlinde bunlardan hangisinin yer aldığı sorusunu akla getirmektedir. Bu soru üzerinde düşünürken, samandan kuklanın her ayin için yeniden yapıldığı halde, yastığın bütün yas dönemi boyunca saklandığı göz önüne alınmalıdır. Batı Tunguz boyları arasında bu adetin olup olmadığını bilmiyoruz, ama Patkanov’un yazdıklarından en azından İrtiş nehri kıyısında yaşayan Ostyakların anma törenleri esnasında yatağın üstüne ölen kişiyi temsilen bir yastık koyduklarını biliyoruz. Turhansk bölgesindeki Tunguzlarında ise, şaman ancak ölenin ruhunu bu dünyadan göndereceği zaman, ölen kişinin bir resmi veya kuklasını (mugde) hazırlarlar. Ayin esnasında bu figür, “İrollon” adlı bir ahşap kaideye bağlanır. Ne yazık ki Tunguzlar arasındaki araştırmalarım esnasında bu “İrollon”un aslında neyi ifade ettiği konusunda bir bilgi edinemedim. Laponlar da, ölü için kurban ayini gibi bazı özel merasimlerde kullanılmak üzere ölen kişiyi temsil eden ve tahtadan yapılma suretler kullanırlar. Bu tahta suretlerin bütün yas dönemi boyunca evde muhafaza edilen “ölü kuklaları” ile karıştırılmaması gerekir. Kuzeydeki Ostyaklarla, komşuları Samoyedlerin yaptıkları bu “ölü kuklalara” Kırgızlar arasında da rastlanır. Potanin’in, notlarında kocası ölen Kırgız kadınının böyle bir kukla hazırlayıp belli bir süre boyunca onun yanında oturup yas tuttuğunu ve akşam olup yattığında, onu da yatakta yanına yatırdığını aktarır. Priklonskij, Yakutların ölüme dair inançlarını anlatırken, bir çocuk öldüğünde Yakutların bir ineğin veya bir atın toynağından bir oyuncak bebek heykelciği yontup, bunu değerli kürk ve gümüş takılarla süslediklerinden bahseder ki, ölen çocuğun ruhunun yatışması ve onlara uğursuzluk getirmemesi için, her gün bu heykelciğin önüne yemek bırakılır. Çocuğun ruhunun kendilerine musallat olmasını önlemek maksadıyla bu küçük heykelcik bir ağaç kovuğuna konulur ve ona bir hayvan kurban edilir. Daha eski kaynaklarda ise, sadece ölen küçük kızın hatırasının yadedilmesinden sözedilmektedir. Nakledilen bu âdetin “ölü kuklaları” yapma geleneğiyle ne derece alâkası olduğunu bilemiyoruz. Banzarov’un aktarmış olduğuna göre sevilen bir kişinin ölümü hâlinde, oğulları, kızları ve erkek kardeşleri bir araya gelerek onun bir resmini yaparlar ve bu resim ölen kişinin evinde muhafaza edilir. Ev halkı, bu resmin önünde otur ve “bu resim, bizim akrabamızındır” diyerek ona dua ederler. Bu gelenekte, yas dönemi biter bitmez imha edilecek olan gerçek bir “ölü kuklası”nın mı, yoksa sadece gelecek kuşakların da ibadet edeceği bir ata putunun mu söz konusu olduğu ne yazık ki pek belirgin değildir. Moğol kültüründe bu tür “ölü kukla”ların olduğuna dair işaretler, son anma töreninde yakılarak imha edilen kağıt üzerine yapılma resimlerdir. Bu “ölü kuklaları”nın geçmişinin nerelere kadar uzandığı konusunda bir fikir yürütebilmek için, Çukçelerin ölen kişinin deriden yapılmış bir suretini yemek vakitlerinde sofralarına koyup, üzerine yağ ve kan sürdükten sonra, ölen kişinin mezarında yaktıklarını göz önünde tutmak gerekir.
Bu “ölü kuklaları” yapımından daha yaygın olarak rastlanan bir başka gelenekse, ölen kişinin kıyafet ve diğer eşyalarının “son anma töreni”ne kadar saklanması olup, bu geleneğin kökleri muhtemelen çok daha eskilere kadar uzanmaktadır. Ölen kişinin elbiselerinin onu temsil eden nesneler olarak kabûl edilmesi oldukça yaygın olarak görülen bir âdettir. Kırgız kadınlarının ölen eşlerinin ardından yedi gün boyunca çadırda oturup, eşlerinin kıyafetleri önünde ağıt yakmalarını Radloff bu inanışa bağlamaktadır. Ölen kişinin kıyafetleri, başta Çuvaşlar ve çoğu Kafkas halkları olmak üzere bir çok halkın anma törenlerinde önemli bir rol oynamakta ve ölen kişinin ailesi bu kıyafetleri yas döneminin sonuna kadar muhafaza etmek zorundadır. Meselâ, Çerkesler ölen kişinin elbiselerini bir yastığın üzerine serip, bunun üzerine de silahlarını asarlar.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder