5 Şubat 2023 Pazar

Gündelik Hayatımızda Sağlık-3


Gazlı Bez, Yara Bandı


Joseph Lister’in (1827-1912) antisepsi alanındaki buluşlarını gazlı bez ve yara bandıyla ticari başarıya dönüştüren, 1876’da Lister’i Philadelphia Tıp Kongresi’nde dinleyen ve iki kardeşini bu alana yatırım yapmaya ikna eden Robert Johnson oldu. Bir eczacılık şirketine ortak olan Johnson 1880’lerde kardeşleriyle Johnson & Johnson şirketini kurdu ve steril ve paketlenmiş hidrofil pamuklu gazlı bez üretmeye başladı. En ücra yerlere steril gazlı bez ulaştıran şirket büyük başarı kazandı. 1912’de tıp alanında yeni ürünlere el atan, Johnson Bebek Pudrası’nı da piyasaya veren büyük bir şirket olmuşlardı.


1920’de, şirketin müdürü olan James Johnson, şirket çalışanlarından Earle Dickson’un evinde gazlı bezleri bölüp yapışkan bandların ortasına yerleştirerek küçük yaralarda kullanmak üzere hazırladığını öğrendi ve bandların yapışkan kısımlarım geçici olarak kapatmak üzere lif kullanılarak küçük yara bandlarının önceden hazırlanabileceği önerisini hemen kabul etti. Band-Aid (yara bandı) adı verilen ürün yavaş yavaş tanındı. İzci ve kasaplara bedava dağıtılan yara bandı 1924’den itibaren makinede üretilmeye başlandı. 1928’de yara bandlarına, hava almasını sağlamak üzere delikler açıldı.



Derece


Hasta çocuk koltukaltına konulan buz gibi derecenin çıkarılmasını, başındakiler ise derecede okuyacakları değeri beklerler. Çocuklu evlerin ecza dolabı olmayanlarında bile bir derece bulunur. Halkın derece adını verdiği termometreye Osmanlılar da  Osmanlıca akımı’nın etkisiyle mizan-ı harare, mikyas-ı harare, vezni-i harare gibi karşılıklar uydurmuşlardı.


Galilei’nin 1597’de bir tür termometre kullandığı anlaşılmaktadır. 1624’de atmosferdeki ısı değişimlerini ölçmek için kullanılan alete verilen ad thermoscope’dur. 1650’de ısı ölçümünde alkol kullanılmaya başlanmış, Ingiliz Robert Hook 0 °C noktalı termometreyi 1665’de, Polonya doğumlu Amsterdamlı Daniel Gabriel Fahrenheit suyun donma noktasını 32 °C, kaynama noktasını 212 °C kabul eden ve 197O’lere kadar İngilizce konuşan toplumlarda kulanılan Fahrenheit ölçeğiyle cıvalı termometreyi 1720’de, Fransız Rene-Antoine Ferchalut de Reaumur suyun donma noktasını sıfır, kaynama noktasını 80 °C olarak kabul eden sistemini 1730’da, Uppsalalı Anders Celcius santigrat olarak da adlandırılan ve metrik sistem kullanan ülkelerle birlikte bizim de kullandığımız, normal atmosfer basıncında suyun donma noktasını sıfır, kaynama noktasını 100 °C olarak kabul eden Celcius ölçeğini 1742’de geliştirdi. 18. yüzyılın ilk yarısında esneklik kuramından Mars araştırmalarına, dünyanın kutuplardaki basıklığından enlem boylam hesaplarına kadar fizik bilimine katkıda bulunan bu bilim adamlarının atmosfer araştırmaları için geliştirdikleri ısı ölçerler sonunda yakın yıllara kadar şehirlilerin ateş, köylülerin yangın dedikleri insan ısısını ölçmeye de yaradı. Böylece klinik thermometre ilk kez 1793 yılında kullanıldı.


1888 yılında Trabzon Vilayeti’nin yayımladığı Salname’de yer alan donma (incimâd) ve erime (zevban) derecelerinden bazıları aşağıya çıkarılmıştır:

37,9 tizâbın [kezzap] derece-i incimâdı

21,66 arakın incimâdı

7.50 enharın [nehirlerin] incimâdı ve mürekkep ve şarabın incimâdı

38.8 cıvanın derece-i incimâdı

27.4 zaç yağının derece-i incimâdı

34.37 hayvanda sütün derece-i incimâdı

31,35 kutup şimalinin derece-i bürûdet-i vasatisi [ortalama soğukluk derecesi]

7.50 Londra’nın adi derece-i bürûdeti, bademyağınm ve sütün derece-i incimâdı

0 buzun derece-i zevbanı suyun nihayet-i derece-i siklet-i izafiyesi 16,25 nebatata muktezi derece-i hararet 19.37 yağın erimesi

25.5 hatt-ı istivada [ekvatorda] sath-i deryada hararet-i vasati 36.9 dem-i sıbyamn [çocuk kanının] harareti

100 suyun galeyanı

37 karların derece-i zevbanı

10 toprak ve menbalann hararet-i vasatiyesi 17,19 limonatda muktezi derece-i hararet

.25 hasta odasının harareti

26.25 üzümlerin kemali

37.2 siyah Araplar [zenciler] deminin [kanının] harareti

2 altunun zevbanı

5 dökme demirin zevbanı


5 körüklü iyi fırının dahi derece-i hararetine müsavidir 176,1 hararet-i şems ile elmasın dahi ihtiraka başladığı derecedir



Aşı


Çiçek aşısı çalışmalarına 1796’da başlayan ve 1798’de ilk eserini yayımlayan İngiliz doktor Edward Jenner’in aşıyı gerçekten Türklerden öğrenip öğrenmediği merak konusudur. Her kaynakta sözü geçen, Lady Montagu’nun 1717’de Edirne’den İngiltere'ye yazdığı ünlü mektup şudur: “Bizde çok yaygın ve çok zalimane olan çiçek hastalığını burada keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar. Birçok kocakarının sanatı sırf bu ameliyatı yapmak. Aşılanma için en uygun zaman sıcakların sonu, sonbaharın başlangıcı.


O zaman aile reisleri ailelerinde çiçek hastalığına tutulmuş kimse olup olmadığını öğreniyor ve birkaç aile toplanıyorlar. Sayıları on beş, on altıyı bulan aile toplulukları bu aşıcı kocakarılardan birini çağırıyorlar ve ceviz kabuğu içine doldurulmuş çiçek hastalığı aşısını hangi damardan aşılmasını isterlerse o damarı büyük bir iğne ile açtıktan ve iğnenin ucu kadar aşıyı buraya koyduktan sonra yarayı bağlıyor ve üzerine bir ceviz kabuğu yapıştırıyorlar. Bütün bu ameliye sırasında en küçük bir acı hissedilmiyor. Aynı şeyi dört beş damara daha yapıyorlar. Rumlar haç taklidi yapmak için birer tane kollarına bir tane de alınlarına yaptırıyorlar, ama bunun neticesi fena. Çünkü bu ufak yaralar yer ediyor. Aşı için vücudun kapalı yerleri seçiliyor. Aşılanan çocuklar sekiz gün kadar oynuyorlar, bir şey olmuyor, daha sonra bir sıtmaya tutuluyorlar ki iki gün, üç gün yatakta yatıyorlar. Yüzlerinde yirmi, otuz sivilce çıkıyor. Fakat sekiz gün içinde hiç hastalığa tutulmamış gibi oluyorlar. Açılan yaralar hastalıkları boyunca akıp çiçeğin zehirini atıyor, başka taraflarına yayılmasına mani oluyor. Her sene binlerce çocuğa aynı ameliye yapılıyor. Fransa sefiri, başka yerde yapılan banyolar gibi, burada da eğlence olsun diye herkes çiçeğe yakalanıyor, diyor. Aşıdan kimse ölmüyor. Aşının faydasına inandığım için sevgili yavruma da yaptırmaya karar verdim. Vatanımı çok sevdiğim için aşının oraya da girmesini çok isterim. Doktorların, kendi menfaatlerini insanlığın iyiliğine feda edebilecek ve gelirlerinin büyük bir kısmını gözden çıkarabilecek kadar fedakâr olabileceklerine inansam bunu onlara yazmaktan geri durmazdım. Bilakis onları kızdıracağımı zannediyorum...” (Türkiye Mektupları 1717-1718, çev. Aysel Kurutluoğlu).


1765’de Fransızların ünlü Ansiklopedi’sinde aşı için yazılanlarsa şöyledir: “Tüm Fransa bu uygulamanın önemi ve yararı konusunda ikna olana kadar, hükümetin, bu konuda olumlu önlemler alması zorunludur. (...) Dolayısıyla bilgisizliğin doğurduğu çekingenlikleri ortadan kaldırma ve halkın bu uygulamada kendi çıkarının olduğunu anlamasını sağlama; Hıristiyan iyilikseverlerinin, devletin yararının ve insanlarının korunmasının, aşının yaygınlaştırılmasıyla doğrudan ilişkili olduğunu anlatma işi, tanrıbilim ve tıp fakültelerine, akademilere, yüksek yargıçlara, bilginlere ve yazın adamlarına düşen bir görevdir. Bu konuda hâlâ deneyler yapılması gerekmiyor. Çünkü yeterince bilgimiz var” (çev. Selahattin Hilav, 1996).


G. Marshall’ın 1798 yılında çıkan çiçek aşısı kitabını Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi 1801 yılında İtalyancadan çevirmiştir.

Çiçek hastalığı Çin’de IO 1122’de tanımlanmıştır. Hindistan’da Sanskrit metinlerinde de hastalıktan söz edilir. Çiçek virüsü çok dayanıklıdır ve insan vücudu dışında da uzun süre yaşayabilir. Örneğin, Avrupa’da yaşanan salgınlarda çamaşırhanelerin hastalığın yayılmasında etken olduğu anlaşılmıştır. Fakat virüs çok bulaşıcı değildir, insanlara da bulaşabilen inekçiçeği hastalığı bilimsel adı vaccinia’yı ineğin Latince karşılığı olan vacca’dan alır. Aşı ve aşılamak demek olan vaccination da bu kökten türetilmiştir.


Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü 1977’de çiçek hastalığının yeryüzünden silindiğini açıklamıştır. Bizler çiçek aşısının izini taşıyoruz. Zamanında kızlarının büyüyünce mayo veya kolsuz giyineceğini bilemeyen anneler onların bacak ve kollarına aşı yaptırırlardı. Aşının en kolayı ise, son yıllarda ulusal aşı kampanyaları düzenlenen çocuk felci aşısıydı. Kuduz aşısının ise kocaman iğnelerle, göbekten ve defalarca yapılması en korkutucusuydu. Okullarda, kullanılıp atılabilen enjektörler yokken, binlerce öğrencinin kollarını sıyırıp nasıl aşı olabildiği ise bugün muamma gibi geliyor.



Sineksavar


1960-70’li yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nda okullarda nasıl bit taraması yapıldığı, bit çıkan öğrencilere kükürtlü sabun verildiği ve saçları kesilen çocukların fakirlik ve pisliklerinin teşhir edildiği hissi yaşadığı anlatılırdı. 1980’li yıllardan itibaren zengin kesimlerin çocuklarını da kapsayan bit salgını ilkokullarda gizli gizli devam ediyor.


Kanuni’nin kızını vezirlerden Süleyman Paşa ile evlendirmek istediği, fakat Paşa’nın cüzamlı olduğu dedikodusunun çıktığı, gizlice gönderilen bir görevlinin Paşa’nın çamaşırcıbaşısı olduğu ve çamaşırında bit bulunca durumu Padişah’a müjdelediği eskilerin sevdiği bir hikâyedir. Çünkü cüzamlıda bit bulunmaz ve Paşa sultanla evlendirilir. Bu konuda Lâedri “Olıcak bir kişinin bahtı kavî tâli-i yâr/ Kehlesi [biti] dahi mahallinde anın işe yarar” beytini söylemiştir.


“Pire itte bit yiğitte” sözünü doğrulayan yaşam standartlarının yanında, sakız gibi çamaşırları, perde ve koltuklarındaki güneşlikleri, oyalı sehpa örtüleriyle görevini yerine getiren ev hanımları ve onları çileden çıkaran fare, sivrisinek, tahtakurusu, hamamböceği ve kaloriferböceği gibi düşmanlar vardı. Tahtakurularının ne kadar zeki olduklarını, tavandan kendilerini yatakların üstüne bırakarak paraşütlü indirme birlikleri kurduklarını, çeken bilir: “Ta gündüzden bana dişleri biler/ Yavrusunu üstüme elekten eler/ Teklif, tekâlüfsüz koynuma girer./ Sevgilim mi oldun tahtakurusu?” (Şemsi Yatsıman, 1923-1994)


Oltutozu adıyla satılan pireotu gibi yerli çözümler yanında, en çok berberlerin kullandığı sinek kâğıtları, sinekleri küllüğe çeken kokulu macunlar, tatil yerlerinin zehir salan tütsüleri denendi. Belediyeden çöp ilaçlaması beklendi ve apartman ve dairelere hizmet veren özel şirketler kuruldu. Bunlar içinde atası flit olan spreyler yazları televizyon reklamları yoluyla rekabete girişilen bir pazar buldu.


Flit sözcüğü İskandinav kökenlidir, İngilizcede 1200 yıllarındaki ilk anlamı nakletmekti, 1596’dan beri sinek kovma anlamıyla da kullanılmıştır. Böcek öldürücüler bitkisel bileşimlerden bakır tuzlarına, florin bileşiklerine, petrol türevlerine ve sentetik ürünlere kadar çeşitlilik gösterir. Tifüs, veba, sıtma, sarıhumma gibi hastalık taşıyıcıları ya da tarım zararlılarına karşı mücadele ile başlayan böcek öldürücü üretimi, sonunda ev haşerelerine karşı ilaçların da yapılması sonucunu doğurmuş, flit pompası ile bu ilaçlar ‘tatbik’ edilmiştir. 1941 yılında ABD ordusu laboratuvarlarında geliştirilen aerosol kap sisteminden sonra flit pompası yavaş yavaş alanı terk etmeye başlamış, 1980’li yıllardan itibaren iyice kenar mahallelere çekilmiştir. Özellikle yaz tatili ve yazlık furyası başladıktan sonra sivrisinek ve karasineklere karşı kullanımı aerosol kapların en büyük pazarını oluşturur.



Güneş Losyonu


Güneşlenmek ve bronz tene sahip olmak çok yeni bir zevk olduğu için, güneş losyon ve kremleri de çok yenidir. Bu konuda ilk hareket ikinci Dünya Savaşı sırasında Pasifik’te ciddi güneş yanıklarına uğrayan askerlerin imdadına koşma çabasından kaynaklanır.


Ünlü Trabzon türküsünde “Konakta mı büyüdün/ Çok beyaz geldin bağa” denildiği gibi, güneşte yanmak köylü ve amelelere mahsus, beyaz tenli olmak da soyluluk ve zenginliğin işaretiydi.


1920’lerden itibaren denize girmenin yaygınlaşması, 1930’lardan itibaren mayoların giderek küçülmesi, güneş yanıklarını artırmıştır. Savaştan sonra, ordu için koruyucu üretiminde çalışmış olan Dr. Benjamin Green, insanların gölgeye kaçmak yerine, yaseminle kokulandırdığı güneş losyonunu kullanmayı tercih edecekleri inancıyla üretime başlamıştır. Losyonun bronzlaşmayı kolaylaştırıcı etkisiyle kısırdöngü başlamıştır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak