13 Şubat 2023 Pazartesi

CANLICILIK (ANİMİZM)

 


Animizmi doğada insanın ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden din anlamına alabiliriz.


Animizm, önceleri Fetişizm diye adlandırılmıştır. Bu söz dinler tarihine ilkin XVIII. yüzyılda, 1760'da yayınlanmış olan "Fetiş Tanrıların Dini Üzerine" adlı yapıtın yazarı De Brosses (1709-1777) tarafından sokulmuştur.


Fetiş (fetiche) sözü Portekizce Feitiçio'dan, o da Latince Facticius'tan gelmektedir: Büyü gücüne sahip perili nesne, büyülü nesne anlamına gelen bu terimi Portekizli gemiciler zencilerin dinsel eşyası ile büyücülük aletlerini anlatmak için kullanıyorlardı.


De Brosses'un fikrince fetişlere tapınma tüm dinlerin kökünde bulunmaktadır.


Büyük Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) da "Pozitif Felsefe Dersleri"nin birincisinde ünlü Üç hat yasası'nı formülleştirdiği zaman bu Fetişizm terimini benimsemiştir.


Auguste Comte'a göre insanlık birbiri ardınca üç halden geçmiştir: Teolojik hal; bunda insan olayların açıklamasını kendisininkine benzeyen, ama daha güçlü iradelerle yapar, metafizik hal; bunda insan olayları soyutlamalar (tecrit, abstraction) ve doğa gücüyle açıklar, son olarak pozitif hal; bunda insan olayları, başka olaylarla açıklar.


Teolojik halin kendisinde gelişme olmuştur: İnsan Fetişizm'le işe başlamış, buna iyi ya da kötü ruhları sokmuştur; sonra çoktanrıcılığa geçmiş, buna daha az sayıda fakat daha güçlü ruhları sokmuştur; sonra da bu tanrıları bir tek Tanrı halinde birleştirmiştir. Bu, tektanncılık'tır.

"Uydurma", yani düşsel sayılan tektanrıcılık'ın eleştirisi ise kimi aydınları ilkin metafizik, sonra pozitif hallere götürmüştür.


Bununla birlikte zencilerin, maddi şeylerin ötesinde olarak ruhlara benzetilebilecek kimi ruhani güçlere tapındıkları gittikçe daha iyi anlaşılmıştır. O andan başlayarak da daha sahih olan Animizm terimi, Fetişizm'e yeğ tutulmuştur.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz etnologu Tylor Animizmin teorisini kurmuştur. Onun görüşlerinin büyük bölümünü, evrimci İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903) de kabul etmektedir.


Totemizm üzerinde olduğu kadar Animizm üzerinde de büyük İngiliz bilgini J.G. Frazer çok sayıda belgeler vermiştir.


  Fransa'da XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında Lucien Levy-Bruhl, ilkel insanların düşüncelerini bizim ruh hakkındaki düşüncelerimize çokca benzeterek bunları değiştirdikleri için Animizm yanlılarına takazada bulunmaktadır. Bununla birlikte, her iki düşünce tarzı arasında sıkı ilişkiler bulunduğuna karşı çıkmamaktadır. Sonra, ilkel insanların kendilerinin de, insanı ve doğayı bize açıklarken, Animizmin dilini seve seve benimsediklerini kabul etmektedir.

Şunu kabul etmek gerekir ki Animizmi kendisine yakın dinsel görüşlerden belirli olarak ayırmak olanaksızdır.


Totemizmin temel tezlerinden birkaçına Animizmde de rastlanmaktadır. Bunlar: Mana düşüncesi, tabu düşüncesi, yarı-insan, yarı-hayvan, efsanevi atalar düşüncesidir.


Diğer yandan bütün çevrelerdeki tüm dinlerde Totemizmin olduğu kadar Animizm'in kalıntılarına da rastlanmaktadır.


Bununla birlikte Avustralya kabilelerine göre daha olgun, fakat uygarlıkları eski olan toplumlarla kıyaslandıkları zaman daha ilkel gibi görünen birçok toplumların dinini de Animizm deyimiyle tanımlayabiliriz. Örneğin Müslüman olmayan zenci Afrika toplumları, Polinezya toplumları, Kuzey ve Güney Amerika'nın şimdiki kızılderili toplumları, Eskimo toplumları vd.


Bu ilkel insanların can ve doğa üzerindeki inançlarını, büyü yöntemlerini, dinsel törenlerini incelemek yerinde olur.


İlkel insana göre can ya da ruh bedene, bedenin kimi parçalarına; Avustralyalılar için de özellikle böbreklerdeki yağ tabakasına sıkı sıkıya bağlıdır.


Zaten can, beden ölmeksizin dahi bundan bir zaman için ayrılabilir: Bu durumda beden üzerinde uzaktan bile olsa, sanki bedenin içindeymiş gibi, etki yapar. Frazer bir yapıtında bu dış can'ı özellikle incelemiştir. Ona göre "can çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir ve kimi hallerde de yamanabilir, onarılabilir ve yerine başkası konabilir. Çeroki kızılderililerinden bir şef bir savaş sırasında canını bir ağacın tepesine yerleştirmişti; düşman boyuna ona ok atıyordu ama adam ne ölüyor, ne yaralanıyordu. Fakat hasmı, savaşta yapılan bu büyüyü bildiğinden dallara doğru ok attırdı: Bunun üzerine kabile şefi düşüp öldü.

İlkel insana göre, "kişilik onun kişiliğinin çevresinde bitmez...

İlkel zihniyete göre bu kişilikte bedenin kendisiyle birlikte onun üzerinde biten (yetişen) ve ondan çıkan salgılar ya da bedenin dışarıya attığı saç, kıl, tırnaklar, gözyaşı, idrar, dışkılar, sperma, ter gibi...- maddeler de dahildir. Onun için birçok toplumda herkes saçlarının, tırnak parçalarının, ya da dışkılarının vd. kötü niyetler besleyebilecek bir başkasının eline geçmemesine büyük özen gösterir. Bunları elinde tutmak, o insanın canını da elinde tutmak demektir. Kişinin kılları, salgıları vd. tıpkı ayakları, elleri, yüreği ve kafası gibi, kendi benliğinden bir parçadır. Sözcüğün tam anlamıyla bunlar da ona ait bulunmaktadır.


Kişiliğin bu elemanlarına, bedenin örneğin üzerinde oturulan (iskemle) gibi bir eşya ya da yer üzerinde bıraktığı izleri ve özel olarak ayak izlerini de eklemek gerekir. Bir çocuğu güçlü bir büyücünün bıraktığı izler üzerine yerleştirerek, çocuğun da onun gücünden bir şeyler edineceği sanılır.


Kişinin gölgesi, sudaki aksi, resmi de yine onun kişiliğe giren nesnelerdendir (ilkel insanlarda genel olarak resmi yapılmak ya da fotoğraf çektirmek korkusu da bundan gelmektedir). Kişinin adı da kişiliğe giren bir nesnedir: Eskimolar üzerine çok derin incelemeler yapmış olan Rasmussen'e göre bir insan bir bedenden, bir candan ve isimden oluşmaktadır. Bir yolcu, Fiji adasında can çekişmekte olan insanların hayatta kalabilmek için umutsuz bir eda ile adlarını haykırdıklarını görmüştür.


Giyecek eşyası da kişilikle ilgili şeylerdendir: Terli bir erkeğin urbasını giymiş olan bir kadın gebe kalır, Bir insan tarafından sık sık kullanılan kapkacak ve başka eşya da onun kişiliğine girer ve kimi toplumlarda o insan öldü mü, bunlar yakılır.


Yaşamın özü olan can bedenden kesin olarak çıktı mı, ölüm meydana gelir. Bununla birlikte ölen kişinin ruhu, cesedine bağlı kalır. Ölen kimsenin yaşayanları kıskanıp onlardan öcalmaması için, bu cesede dikkat etmek gerekir. Ölüler yiyip içmek gereksinimindedirler, saygı görmek isterler. Levy-Bruhl'ün fikrince ilkel zihniyete göre ölü hem vardır, hem yoktur, ya da aynı anda birkaç yerde birden vardır. Bu zihniyet ölülerin iki yerde birden, hazır, varolabileceklerini kabul ederek bunların, başka bir alemde oturmakla birlikte, kimi hallerde yaşayanlara görünebileceklerine inanmaktadır.


Ölüler yaşamaktadır... Ölüler alemi tıpkısı tıpkısına canlılar aleminin tersidir, karşıtıdır. Orada her şey tersinedir. Bizim gecemiz onların gündüzü olduğundan, yeryüzüne geceleyin gelirler; geceleyin· onlarla karşılaşmak tehlikelidir. Bununla birlikte ölülerin toplumu da canlılarınki gibi klanlara bölünmüştür.


Ölülerin yeniden bir bedene girdikleri gibi, büsbütün yitip gittikleri de olur.


Levy-Bruhl'e göre, "Tümüyle ruh halindeki canlar söz konusu olsa, bunlar aynı anda da ölmezliğe erişirlerdi. Fakat bu çeşit canlardan habersiz olan ilkel toplumlarda, ölmezlikle ilgili hiçbir inanca rastlamıyoruz. Her yerde ölümden sonra yaşandığına inanılmaktadır; Hiçbir yerde de bu ölümden sonraki yaşayış, sonsuz diye tasarımlanmamaktadır. Ölülerin ölümüne olan inanç, hemen hemen evrenseldir.

Kesin olan şudur ki, ölüler yaşadıkları sürece torunlarının refahı, rahatlığı, hatta yaşamı bile onların isteğine, arzusuna bağlıdır.



İlkel insanın alemi, hep gerçek olarak kabul ettiği bir takım hayallerden oluşmaktadır; bu hayaller uyanıkken olduğu gibi, uyurken de görülebilir, fala bakmak için çağırılabilir ya da çok eski geleneklere uygun da olabilirler ama hep gerçek sayılırlar. Rüyanın, kehanetlerin ve -doğaüstü varlıkların tarihi olarak karşımıza çıkan­ bir mitologya tema'sının verileri hep algılama ile aynı hizada yer alır, böylelikle de doğa ve doğaüstü, sürekli olarak birbirine karışmış haldedir.


Örneğin Afrika'nın ekvator bölgesinde, düşte yapılan bir yolculuk gerçekten yapılmış sayılır. Kızılderililerde düşte kendisini bir yılanın soktuğunu gören kimse, gerçekten yılan sokmuş gibi, aynı tedaviyi görmek zorundadır.


Dış alemi meydana getiren hayallerde ya ruhsal güçler vardır, ya da bu hayaller bu ruhsal güçlerin egemenliği altındadır. Levy -Bruhl'e göre ma sözcüğü çok açık ve kesin olmakla birlikte ilkel insanların çevresinde sürekli faaliyet halinde olan bu etkileri ve bu hareketleri anlatabilmek için bulabildiğimiz en "rahat" sözcüktür.

Bu ruhsal güçler arasında insani ehliyetler, iktidarlar da yer almaktadır. Bu güçler kendilerini açığa vurarak öz varlıklarında bulunan mutlu ya da mutsuz olayları doğurmaya yararlar. Tahiti'de sofu bir "tarikidünya", bir cüzzamlının iyicil niyetlerle verdiği bir gömleği bir beyaza giydirir, çünkü bu temas ona tehlikesiz görünür: Onun fikrince cüzzamlı ancak kendisine yaklaşanlara hınç beslediği zamandır ki, cüzzam hastalığı bulaşabilir...


Bu yönü alınca ilkel zihniyetin gizemli bir yanı da bulunduğunu görürüz. Bu zihniyete, Levy-Bruhl'ün keşfetmiş olduğu bir yasa, paydaşlık (participation) yasası egemendir. "İlkel zihniyetin ortak belirtilerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için anlaşılmaz bir biçimde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz biçimde kimi güçler, yetenekler, mistik davranışlar yayarlar ya da alırlar ki bunlar oldukları yerde kalmayı sürdürmekle birlikte, kendilerini yine de bulundukları yerin dışında duyururlar."


Örneğin, Kuzey Brezilya'daki Bororo kızılderilileri insan olduklarını bilmekle birlikte kendilerinin "arara" denen bir tür kırmızı papağan olduklarını söylerler. Birçok toplumlarda yiyeceklerin bolluğu mevsimlerin düzenliliği bazı törenlerin yapılması, ya da esrarlı güce sahip bir kimsenin hazır bulunmasına bağlı tutulur.


İşte bu noktada, Animizmin olduğu kadar Totemizmin de içinde, o kişilikdışı güce rastlıyoruz ki bu, hem maddi hem manevi, ruhsal bir güçtür, heryana yayılmış bulunmaktadır, Melanezya'da da bunun adına mana derler.


Kreglinger'e göre: "İlkel insanların bütün dinsel yaşamı mana ile tanımlanır. Bu insanların tüm tapınış yöntemlerindeki amaç ya, mana ile temasa hazırlıksız oldukları zaman kendilerini ondan korumak, ya da dinin sırrına erdikleri zaman -tersine olarak- bu kutsal cevherden olabildiğince çoğunu benliklerine sindirmektir. Rahip, mana'ya sahip olan kimsedir, onun için bunu dilediği gibi kullanabilir. Diğer yandan tapınak mana'nın büyük miktarda toplanıp birleştiği yerdir."*



Ruhlara benzetilebilecek olan mistik güçler doğada var iseler insan gerekli birtakım sözler söyleyip hareketler yaparak ruhsal varlıklar üzerinde etki yapabildiği gibi doğa üzerinde de etki yapabilecektir. Böyle bir etki de adına büyü dediğimiz nesnenin' esasını oluşturmaktadır.


Salomon Reinach (1858- 1932)ın dikkate değer bir formülüne göre büyü, ''Animizmin tekniği ve stratejisidir".


Yüksek sesle ya da makamla söylenen sözlerde, birtakım güçler vardır.

Örneğin aşağıdaki gibi birtakım sözleri söylemekle hastalığın kaçıp gitmesi sağlanabilir:


Papağan uçtu gitti,

Kuku kuşu uçtu gitti,

Bıldırcın uçtu gitti,

Hastalık da uçtu gitti.


Bir olayın benzeri yapılmakla, o olayın meydana gelmesine yol açılabilir. Bir savaşa girişilmeden önce, bunun ayrıntıları adeta temsil edilir, oynanır, savaş dansları yapılarak zafer böylece sağlama bağlanır. Bir takım tapınma yöntemlerine uygun olarak su döküldüğü zaman, yağmur yağması sağlanır. Bunun adına öykünmeli büyü denir.


Kişi ile resmi arasındaki ortaklığı kullanan büyü türüne kimi zaman duygudaşlı büyü denir. Resmi yaralamak ya da yok etmekle, kişinin yaralandığı ya da yok edildiği sanılır. Bu, bir insanın resmine eza edip kendisine eza etmek amacını güden sihir'in ilkesidir. Kişiye ait, fakat resim dışında -örneğin kıllar, dışkı, beden ve ayak izleri gibi- şeyler üzerinde de etki yapılabileceğini daha önce görmüştük. Buna da kimi zaman geçici, bulaşıcı büyü denir.


Kimi nesnelerde büyülü bir güç vardır; felaketi uzaklaştırırlar, mutluluk getirirler: Muska, nazarlık, tılsım gibi.


Yine Levy-Bruhl'e göre: "Erkeklerin de kadınların da süs olsun diye taktıkları ne kadar eşya varsa ilkin muska gibi kullanılmışlar, sonra süs haline gelmişlerdir.


Büyünün bir hayırlı türü vardır ki bu, şefler, rahipler ya da fetişçiler tarafından yapılır; bir de kötü biçimi vardır ki bunu büyücüler yaparlar. Sihirbazlar hastalığa, ölüme neden olurlar; bunlar bir çeşit yamyamdır: "Sihirbazın kurbanları kendileri de farkında olmaksızın yenilirler; sihirbaz bunları öldükten sonra yiyecek diye kullanmaz; tersine olarak bunlar, sihirbaz kendilerini yiyip bitirmiş olduğu için ölürler."


Kötü bir büyücünün eylemini felce uğratmak için, iyi bir fetişçi bunu bozmak üzere bir karşı-büyü yapar; bunun üzerine Kongo zencileri üzerinde çok esaslı incelemeler yapmış olan Mary Kingsley'in dediği gibi "ilacın ruhu, hastalığın ruhu üzerinde etki yapar."


Büyücü toplumun tehlikeli bir düşmanı olduğundan, onu meydana çıkarmak gereklidir, bu da iyileri koruyup kötüleri vuran bir sınavla meydana çıkarılır. Bu sınav Afrika'nın ekvator bölgesinde zehirle yapılır: "zehir bir tür mistik tepkiye sahiptir", ancak suçluyu öldürür.


Son olarak, totemist toplumlarda olduğu kadar animist toplumlara da bir mitologya'ya, bir efsaneler sistemi' ne rastlıyoruz ki zaten bunun birbirini tutmaz yanları vardır.


Efsaneler ya da masallar, tarihsel geçmişle ilgisi olmayan, doğaüstü bir tarihi anlatırlar. Bu geçmiş de zaten aslında, hal yani şimdiki zaman demektir.

Levy-Bruhl'e göre, "ilkel insanlar her şeyin kökünü mistik alemden aldığını söyledikleri zaman bu, bu mistik alemin deyim yerindeyse aşkın ve tarih ötesi bir eskilikte olduğu anlamına değil, fakat ve özellikle, var olan her şeyin bundan çıktığı ve bu çağın yaratıcı olduğu anlamına gelir... Yaratma olayları efsanede yalnız halden -ara yerde akıp gitmiş- belirli bir zaman uçurumu ile ayrılmış oldukları için canlı değillerdir. Mistik bir sahne yaratış zamanında yer almış olabilir ama bunun kahramanları yaşamaktadır ve etkileri de hala egemen durumdadır."


Yalnız şimdiki zamanda yaşayan ve geçmişle ilgilenmeyen Avustralya yerlilerinin birçok efsane ve masalları vardır.


Levy -Bruhl'e göre, "efsane bizi akışkan (seyyal) bir alemde dolaştırır, ki bunda hayvanlarla insanlar birbirlerine çok yakındır."


Efsane, efsanevi çağdaki atalarla temasa gelmek ve onların etkilerini dönemsel biçimde yenilenmelerini elde etme olanağını sağlar.


Efsane ataları onuruna yapılan törenler, Animizm dininin en şaşırtıcı gösterileridir: Bu törenlerde çoğu kez maskeler ve özel urbalar taşıyan oyuncular müziğin sesine uyarak raksederler.


Sırf klanın şimdi yaşamakta olan üyelerinin gerek ölmüş üyeler ile gerekse görünmez güçlerle birleşerek bunlarla iç içe olmaları ve yarattıkları kutsal heyecanın derinliği bakımından bu törenler dinsel niteliktedir.


Avrupa'da ve özellikle Güney Fransa ile Kuzey İspanya'daki mağaralarda bulunan renkli ve renksiz resimlerle heykeller üzerinde yapılan tarihöncesi incelemeler, bu bölgelerde ilk oturan insanların Totemizme ya da Animizme çok yakın bir dine sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır.


Bu mağaralar bir takım tapınaklar, kutsal yerler olmalıydı. Renkli ve renksiz resimlerle heykeller mağaranın ta dibine yerleştirilmiş bulunmaktaydı. Nitekim bugün bile Avustralya yerlilerinin dinsel resimleri yasak yerlerdeki kayalık duvarlara çizilmiş bulunmaktadır ve kadınlarla henüz dine kabul edilmemiş olanların buraya girmeleri yasaktır. Bu sanat yapıtlarının durumları bunların süs için değil, bir takım büyü işlemleri için yapıldıklarını göstermektedir. Mamut, ren geyiği, yaban öküzü, at, geyik gibi hayvanların renkli renksiz resimlerini, heykellerini yaparak, ilkel insan onlar üzerinde bir etki yarattığını sanır. Silahları ile onları daha kolay vurabilsin diye, bu hayvanların yaralı haldeki resimlerini yapar. Fakat ancak erkekleri yaralı halde gösterir; çünkü soyun sürekliliğini sağlamakta olan dişilere saygı göstermek gerekir.



Fransa'da, Ariege'deki Tuc d'Audoubert mağarasında, balçık üzerine kabartma olarak yapılmış bulunan altmış santimetre uzunluğunda bir çift yaban öküzü tasviri bulunmuştur: Önde, pasif bir tavırla, boynunu uzatmış olarak, dişi durmaktadır; sonra, arka ayakları üzerinde yarı-doğrulmuş olan erkeğin "korkunç, külçe gibi ve şehvet dolu" bir hali vardır. Bu simgesel tasvirle güdülen amaç, avcıların geçimini sağlayan hayvan türünün üremesini sağlamaktır.


Bu tarihöncesi başyapıtı bulmuş olan Begouen kontunun oğulları yine bu mağarada bundan yirmi-yirmi beş bin yıl önce raksetmiş olan kadın ve erkeklerin balçıkta kalmış ayak izlerini de bulmuşlardır. Türküler ve müzik gibi, dansların da bir takım büyücülük yöntemleri olması gerekmekteydi.


Süs ve ziynetler, yüzde ve bedende keskin bir aletle yapılan yarmalar, sakatlamalar, dövmeler belki totemik bir takım işaretlerdi, klanlarla kabileleri birbirlerinden ayırdetmeye yarıyorlardı. Bazı mücevherler aslında muska olabilirler.

Büyücülükten çıkmış olan ilk sanatlar, sonradan dinlerle birlikte gelişmiştir.

Animizm insanlara dünyayı inceleme olanağını veren ilk bir varsayım olmuş; eski çağların İlkel insanlarını olduğu gibi bugünün insanlarını da, kendilerininkine benzer ruhlarla dolu sandıkları doğa üzerinde etki yapmaya kalkışmak bakımından yüreklendirmiştir. Auguste Comte'la birlikte biz de "Animizmin zihini, içinde bulunduğu hayvanca uyuşukluktan çıkardığını" söyleyebiliriz.


Renkli ve renksiz resmin, 'heykelin, raksın, müziğin; doğrudan ya da dolayısıya tüm güzel sanatların kökünde animist büyücülüğün belki bulunabileceği gözlenmiştir. İnsanların yaşamında sanatın oynadığı ya da oynaması gereken tüm rol düşünülürse, bu ilkel dinin yüzyıllar boyunca tüm insanlara yaptığı iyilikten dolayı ancak minnet duyulabilir.

 


Felicien Challaye dinler tarihi

Çeviren: Samih Tiryakioğlu 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak