İBRET:
İnsanın karşılaştığı, gördüğü veya işittiği
hâdiselerden ders alması, kendi hâlini düşünmesi.
Allahü
teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında, akıl sâhibleri için birer
ibret vardır. (Bu Kur'ân) uydurulacak bir söz değildir, ancak
kendinden evvel (inen kitabların) tastîki ve (dîne âit) her şeyin tafsîlidir (beyânıdır). O,
îmân edecek bir kavim için, bir hidâyet ve bir rahmettir. (Yûsuf sûresi: 111)
Davarlarda (deve,
sığır, koyun, keçide)
da sizin için elbette bir ibret vardır.
Karınlarında bulunan sütten size
içiririz. Sizin için onlarda daha birçok faydalar vardır.
Hem onları
(etlerini) da yersiniz. (Mü'minûn sûresi: 21)
Allahü teâlâ, gece ile gündüzü değiştiriyor (biri gidiyor, yerine öbürü geliyor; birini uzatıyor, öbürünü
kısaltıyor; hâllerinde karanlık, aydınlık, sıcaklık, soğukluk gibi
değişiklikler yaratıyor). Bütün bunlarda, basîret sâhibleri
(görür gözlere mâlik olanlar) için elbette birer ibret vardır. (Nûr sûresi: 44)
Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden (îmânsızlıktan),
suçtan korumak için, herkesin anlayamayacağı fen bilgilerini, kitaplarında
açıklayıp, bunlara işâret buyurmuş; yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri
gibi anlatarak bunlardan ibret alınmasını; varlığının, büyüklüğünün
anlaşılmasını emir buyurmuştur. (Abdülhakîm
Arvâsî)
Allahü teâlânın adı bulunmayan söz, kıymetsizdir.
Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak, boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan
bakmak, faydasızdır. (Ebü'l-Hüseyin bin
Sem'ûn)
İbret almak istersen, hatâ sâhiblerinin ve
günahkârların âkıbetlerine (sonlarının nasıl olduklarına) bak da kalbini topla.
(İmâm-ı Şâfiî)
Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun
görmemezliği görmesinden üstündür. (Cüneyd-i
Bağdâdî)
İBTİLÂ:
1. İmtihan. Allahü teâlânın, kulunu, çeşitli
sıkıntılar vermek sûretiyle imtihan etmesi, denemesi.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İşte orada îmân sâhibleri
ibtilâdan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardır.
(Ahzâb sûresi: 11)
2. Bir
şeye düşkünlük. Mübtelâ olmak.
Amerika'da yapılan açıklamada, alkollü içkilerin, bu memlekette, senede
iki yüz beş bin kişinin ölümüne sebeb olduğu tesbit edilmiştir. Bunların çoğu
karaciğer sirozundan ve içkili araba kullanmaktan
ölmüşlerdir. On dört ve on yedi yaşları arasında alkol ibtilâsının arttığı, bu
sebepten mekteplerde vurucu, kırıcı saldırıların çoğaldığı da bildirilmiştir. (M. Sıddîk Gümüş)
ÎCÂB:
1.
İhtiyaç.
İslâmiyet; kıyâmete kadar bütün îcâbları,
karşılayacak en mükemmel ve en üstün bir dindir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
2.
Teklif, bir sözleşme için alıcı veya satıcı tarafından ilk söylenen söz.
Îcâb ve kabûl, söz ile olduğu gibi, bir taraftan
veya iki taraftan mektublaşma ile veya adam göndermekle de olur. (Kâşânî)
Îcâb, karşıdakinin anlayacağı bir lisan ile,
sattım, hediye ettim gibi; kabûl ise, aynen kabûl ettim, râzı oldum gibi geçmiş
zamân bildiren sözlerle olur. (Kâşânî)
İCÂBET ETMEK:
1. Kabûl
etmek.
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır:
Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine
icâbet etmek, aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükellah diyerek cevâb
vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
2. Allahü teâlânın duâları kabûl buyurması. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde
meâlen buyurdu ki:
Bana duâ
ediniz size icâbet edeyim.
(Mü'minûn sûresi: 60)
(Ey Resûlüm!) Kullarım sana benden sorarlarsa, ben
(ilim ve icâbetle) yakınım. Bana duâ ettikleri zaman duâlarına icâbet ederim... (Bekara sûresi: 186)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri
haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâya nasıl icâbet olunur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Arkadan
yapılan duâ icâbete makrûndur (kabûle yakındır). (İbn-i Cezerî)
ÎCÂD:
Yoktan
var etme, vücûda getirme, yaratma.
İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de Allahü teâlânın mahlûkudur. Çünkü O'ndan başka, kimse bir şey yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretinin az olduğuna alâmettir ve ilmin noksan olduğuna işârettir. Bilgisi kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yâni o iş, kendi cüz'î, sınırlı kudreti ve irâdesi ve istemesi ile olmuştur. Fakat o işi yaratan, yapan Allahü teâlâdır. Kesb eden kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi, istemesi, seçmesi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yâni beğenmesi olmasa, o iş titreme şeklini alır, mîdenin, kalbin hareketleri gibi olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen
insan! Siz ne hepsiniz, ne de hiçsiniz; herhâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet
siz îcâd etmekten, her şeye hâkim ve gâlib olmaktan şüphesiz uzaksınız. Fakat,
inkâr olunamayan, bir hürriyet ve ihtiyârınız, serbest hareketiniz sizi hâkim
kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim
ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve
müşterek vazîfeler alan birer me'mursunuz!.. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kirâya verme, kirâya verilme,
kirâ parası. (İcâre)
İCÂRE:
Belli bir
menfaati belli bir bedel karşılığında satmak, kirâlamak.
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o
maksatla icâreye verilir. İcârenin sahîh (uygun, geçerli) olması için ücretin
(kirâ olarak ödenecek bedelin) ve menfâatin bildirilmesi şarttır. (İbn-i Âbidîn)
İcâre olarak verilen mal kirâcıya teslim edilince,
emânet olup kirâcının elinde kastsız (istemeyerek, elinde olmadan) telef olunca
ödemez. Âdet hâricinde kullanmak kast sayılır. Tarla icâreye verilirken ne
ekileceği bildirilmeli veya her şey ekilebilir demelidir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
İcâredeki binânın ve eşyânın tâmiri ve zamanla
tıkanmış boruların tâmiri ev sâhibine âittir. Kirâcı, ev sâhibinin izni ile
kendi yaparsa parasını kesebilir, ev sâhibinin izni olmadan kendiliğinden
yaparsa kesemez. (Tahtâvî)
İcâre müddeti bitince, mal sâhibi uzatmaz ise
kirâcı çıkar. Malı, olduğu gibi teslim etmesi gerekir. Teslim etmezse gasb
etmiş olur. Fakat kullanma sebebi ile herkes için hâsıl olması âdet olan
harâblık, yıkılma ve dökülmeler kabahat sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)
ÎCÂZ:
Az söz
ile pürüzsüz ve kusursuz olarak çok mânâ ifâde etme.
Muhammed aleyhisselâm; "Bu Kur'ân, Allah kelâmıdır,
inanmıyorsanız bir âyeti kadar siz de söyleyiniz. Söyleyemezsiniz"
buyurdu. O kadar düşman oldukları, el ele verip uğraştıkları hâlde
söyleyemediler. Kimisi Kur'ân-ı kerîmin belâgat ve îcâzını görür görmez îmân
etti. Kimisi insan bunu söyleyemez diyerek ister istemez tastîk etti. (Sırrı Paşa)
Arapçayı iyi bilen kimse Kur'ân-ı kerîmin îcâzını
açıkça anlar. Kâdı Bâkıllânî dedi ki: "Îcâz, hem belâgatinin yüksek
olmasından hem de nazmının (lafızlarının dizilişinin) garîb olmasındandır. Yâni
hiç görülmemiş bir nazm olduğu içindir. Bâzıları Kur'ân-ı kerîmin îcâzı gaybden
(gelecekten) haber vermesidir dediler. Bâzı âlimlere göre Kur'ân-ı kerîmin
îcâzı, çok uzun ve tekrarlı olduğu hâlde hiçbir yerinde ihtilâf yâni
uygunsuzluk bulunmamasıdır dediler. (İmâm-ı
Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğü
Kur'ân-ı kerîmdir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur'ân-ı
kerîmin nazmına ve mânâsına hayran kalmışlar, bir âyetin benzerini
söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgati insan sözüne benzemiyor. Yâni bir
kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense; lafzındaki, mânâsındaki güzellik
bozuluyor. (Nişâncızâde Muhammed Efendi)
İ'CÂZ:
Âciz
bırakma, benzerini ortaya koymada herkesi acze düşürme.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin i'câzıyla ilgili olarak meâlen buyurdu ki: (Ey Resûlüm!) De ki: Yemîn ederim bu Kur'ân'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirine destek olsalar da yine benzerini getiremezler. (İsrâ sûresi: 88)
(Muhammed bin Hamza)
İCÂZET:
İzin, diploma, şehâdetnâme. Çeşitli ilimlerde
üstâdın (hocanın) talebesine, yetiştiğine dâir verdiği belge, diploma.
İcâzet verilecek talebenin bâtınının (kalbinin) iyi
hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş
olması, sabr, tevekkül (sebeplere yapıştıktan sonra, işini Allahü teâlânın taktirine
bırakma), kanâat, rızâ, teslîmiyet sâhibi olması ve dünyâya düşkün olmaması
lâzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)
İcâzet-i Mutlaka:
Çeşitli ilimlerde üstâdın (hocanın) talebesine yetiştiğine
ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verdiği izin veya bu izni ifâde eden
belge, diploma.
Hâce Bâki-billâh kuddise sirruh, İmâm-ı Rabbânî'yi
icâzet-i mutlaka ile Serhend şehrine gönderirken, kendisi makâmından çekilip,
bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini ona
havâle etti ve; "Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir. Bu
ümmette onun gibi ancak iki üç tâne vardır. Şimdi ise gök kubbe altında onun
gibisi yoktur" buyurdu. (Muhammed
Mazhâr)
İCBÂR-I NEFS:
İnsanın
kendini bir işe zorlaması.
Kur'ân-ı kerîm okurken ağlayın, eğer
ağlayamazsanız, ağlar gibi yapın yâni ağlamaya icbâr-ı nefs edin. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
İbn-i Abbâs radıyallahü anh buyurdu ki:
"Sübhânellezî"nin (İsrâ sûresinin) secde âyetini okuduğunuz zaman
ağlamadan secde etmeyin. Eğer gözünüz ağlamıyorsa, buna üzülerek kalbiniz
ağlasın, sonra secde edin." Ağlamaya nefsini icbâr etmenin yolu, içinden
hüzün duymaktır. İnsan bu sâyede kolayca ağlar. Güzel ahlâka yönelmek isteyen
meselâ cömerd olmak isteyen kimse için çâre infâka (sadaka vermeye) icbâr-ı
nefs etmesidir. Zorlaya zorlaya bu hâl kendisinde tabiî hâle gelir ve nihâyet
cömerd bir insan olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İCMÂ':
1. Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde
edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen
derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine
uygun olması.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd
yetişmediği için icmâ' da kalmamıştır. Bu sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın
(Peygamber efendimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören
büyüklerin) ve Tebe-i tâbiînin (Tâbiîn'i görenlerin) icmâ'ı anlaşılır. (İbn-i Âbidîn)
Bir şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise,
Tâbiîn'in sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile
bildirmedi ise, Tebe-i tâbiînin sözbirliği bu şey için icmâ' olur. Çünkü bu üç
asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf ile övülmüştür. Bunlara selef-i
sâlihîn denilir. (İbn-i Âbidîn)
Dinde zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri
icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
2. Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım
olmayan ve dinde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her müslümanın
bilmesi, böyle olduklarında sözbirliği yapmaları.
Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel
bilgilerinden olup, her müslümanın mutlak bilmesi lâzım olan bilgilerde
müctehid olmayanların icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu, onların icmâ'ı olmazsa,
bu hükümler sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ', üzerinde icmâ' yapılan
husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple her müslümanın bunları
bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa bunları yerine
getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir. (Molla
Hüsrev, Serahsî, Hâdimî)
İCMÂLÎ ÎMÂN:
Kısaca
inanmak. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm ne bildirmiş ise hepsine inandım demek. (Îmân)
İCTİBÂ:
Seçmek, seçilmek. Evliyâlıkta, vâsıtanın, aracının
şart olmadığı cezbe (çekilme) ile ilerleme.
İctibâ Yolu:
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için
peygamberlerin aleyhimüsselâm ve seçilmiş evliyâların yolu. Mürid değil,
murâdlar ve mahbûblar yolu. Sevilenleri, çabuk ilerletme yolu.
İctibâ yolunda riyâzetler çekmek (nefsin
isteklerini yapmamak), kavuşmak nîmetine şükretmek içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
İctibâ yolunda kavuşmak, kavuşturulmak yolu ile
hâsıl olduğu için sıkıntı ve meşakkat (eziyet) çok azdır. O'nun riyâzeti
ahkâm-ı şer'iyyeye (dînimizin emir ve yasaklarına) ve sünnet-i seniyyeye uymak
ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp dînimize
ibâdet olarak sonradan sokulan şeylerden) sakınmaktır. (Ubeydullah-ı Ahrâr)
İCTİHÂD:
İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek,
çalışma. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan
işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek meydana çıkarma.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i
Muâz bin Cebel'i, Yemen'e hâkim olarak gönderirken; "Orada nasıl hüküm
edeceksin?" buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile"
dedi. "Allah'ın kitâbında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın
Resûlünün sünneti ile" dedi. "Resûlullah'ın sünnetinde de
bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek, anladığımla"
dedi.
Resûlullah efendimiz, mübârek elini Muâz'ın göğsüne koyup; "Elhamdülillah!
Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü (elçisini), Resûlullah'ın rızâsına uygun
eyledi" buyurdu. (Tirmizî,
Ebû Dâvûd, Dârimî)
İsâbet etmiyen, yâni doğruyu bulamamış olan
müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden hüküm çıkaran kimseye) bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb
vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu
bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i
şerîf-Hadîka)
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça
bildirilen şeylerde, ictihâd edilemez. Nass (Kur'ân-ı kerîm ve sahih hadîs-i
şerîf) bulunan yerde ictihâda izin yoktur. (İbn-i
Nüceym, Hâdimî)
İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak
bildirilmiş olan, inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz
değildir. (Abdülganî Nablüsî)
Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile
karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı . Kur'ân-ı kerîmde
açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa,
icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes'eleye benziyen başka
mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i ş erîfler) ve icmâ'da
bulunan cevâblarını esas alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı
bulurlardı. (İmâm-ı Şa'rânî)
Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda,
gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı
kerîmden hüküm çıkaracaktır. Îsâ aleyhisselâm gibi büyük bir peygamberin
ictihâd ile çıkaracağı bütün hükümler, Hanefî mezhebindeki hükümlere benzeyecek
yâni İmâm-ı a'zam'ın ictihâdına uygun olacaktır. (İmâm-ı Muhammed Pârisâ)
Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimin), kendi ictihâdıyla bulduğu bilgiye
uygun iş yapması farzdır. (Mevlâna
Hâlid-i Bağdâdî)
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde
yetişmiş arkadaşlarının) hepsi müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz
idi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
İctihâd, bir ibâdet yâni ehli olana Allahü teâlânın
emri olduğundan, hiçbir müctehid başka bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez.
Çünkü, her müctehide kendi ictihâdı haktır ve doğrudur. Meselâ İmâm-ı Şâfiî
hazretleri, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde; "İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe'nin
ictihâdını beğenmeyene, Allahü teâlâ lânet etsin, yâni merhamet etmesin"
buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)
İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve
ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder