Beytülmal (Devlet Hazinesi)
Beytülmal konusu haraç, sadaka, öşür, hums (1/5), cizye vs.'den oluşan devlet gelirleriyle ilgili tüm konuları kapsar. Beytülmalin gelir ve görevleri şöyle tanımlanır: "Müslümanlara ait haklardan olup sahibi bilinmeyen her şey Beytülmale aittir. Müslümanların yararına harcanması gereken her şeyi ödemeye Beytülmal yükümlüdür." Müslümanların hakkı olan mallar üç çeşittir. Sadaka, ganimet ve fey paylarıdır. Bunlardan her birinin aşağıda gösterileceği üzere özel hükümleri vardır. Beytülmalin ödemeye mecbur olduğu harcamalar ise asker aylıkları, ordu masrafları ve genel menfaat için harcanan diğer giderlerdir.
Sadaka
Sadaka, zekat demektir. Zekat veya sadaka Müslümanların zenginlerinden alınır ve fakirlerine verilir. Sadaka için hilafet merkezinde bir özel divan kurulmuştu. Bunun diğer vilayet ve kentlerde de şubeleri vardı. Her kentte sadaka mütevellisi o şehrin zenginlerinden sadakaları toplar yine o şehrin fakirlerine dağıtımı işinde bağımsız hareket ederdi.
Zekatın mevaşi zekatı, altın ve gümüş zekatı, meyveler zekatı, tarım ürünleri zekatı olmak üzere 4 çeşidi vardı.
Mevaşi zekatı; deve, sığır ve koyundan alınırdı. Bunun kuralları bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Hz. Ebubekir tarafından Enes b. Malik, Bahreyn'e gönderildiğinde yazılan aşağıdaki mektup söz konusu hüküm ve kuralları gösterir:
"Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla. Cenab-ı Hakk tarafından emredilip seçkin elçisi Hz. Muhammed tarafından farz edilen sadaka hükümleri şöyledir. Herhangi bir Müslümandan bu hükümlere göre sadaka istenirse o Müslüman o sadakayı vermelidir. Bundan fazlası istenirse fazlası verilmemelidir: 24 deve ve daha aşağı sayıda her beş deve için bir koyun. Develerin sayısı 25'ten 35'e ulaşırsa bir yaşında bir dişi deve, 36'dan 45'e iki yaşında bir dişi deve, 46-60 olursa 4 yaşına girmiş bir dişi deve, 61-75 arası devede 5 yaşında bir dişi deve, 76-90 olursa 1 yaşında iki dişi deve, 91- 120 olursa 4 yaşında iki dişi deve, 120'den fazla olursa her 40 için 1 yaşında bir dişi deve ve her 50 için yetişkin bir dişi deve 4'ten fazla devesi olmayanın sadaka vermesi gerekmez. 5 deve olursa bir koyun. Koyun zekatında ise otlak hayvanlarından 40- 120'ye kadar bir koyun, koyunun sayısı 100'den fazla olup 200'e ulaşırsa 2 koyun, 200-300 arası 3 koyun, 300'den fazla olursa her yüz için bir koyun, koyunun sayısı 40'tan bir aşağı ise onda sadaka gerekmez. Ruka'nın yani basılı dirhemlerin sadakası öşürün bir bölü dördüdür. Bu dirhemler 190'dan fazla değil ise sadaka gerekmez."
lslam hukukçularının bu konuda detaylı hükümleri vardır ancak burada belirtmemize gerek yoktur. At, katır ve eşeklerden zekat alınmaz.
Gümüşten alınan sadaka veya zekata gelince; 200 dirhemden aşağa gümüş için zekat yoktur. 200 dirhemde 5 dirhem alınır. Bu 2,5/100 veya 1/40 demektir. Altının her yirmi miskalinden yarım miskali sadaka alınır. 20 miskalden yukarı çıktıkça zekatı da aynı oranda artar. Ticaret malları ve ona benzeyen şeyler ise gümüş ve altın gibi kabul edilir.
Meyvelerin zekatı sulanma biçimine göre değışir. Yağmur veya ırmak suyuyla kendi kendine sulanıyorsa bunun zekatı öşürüdür. Belli bir çaba ve görevliler aracılığıyla sulanıyorsa bunun zekatı öşürünün yarısıdır. Ancak her durumda meyvelerin miktarı 5 veskten (bir vesk bir deve yükü demektir) fazla olmazsa zekat vermek gerekmez. Bir vesk, Irak ölçüsü ile 60'sa', bir sa' da 5 rıtıl, bir sülüs (her rıtıl 120 dirhem) ölçüsündedir. Hurmalıklar, bağlar vs. meyveler gibi kabul edilir.
Buğday, pirinç, fasulye, nohut vs. gibi hububatın çeşitlerinden oluşan tarım ürünlerinin miktarı da 5 vesk yani 5 deve yüküne ulaşırsa zekat alınır. Bunun zekatı meyvelerden alınan zekatla aynı orandadır.
Zekat mallarının sarf olunduğu yerler Kuran-ı Kerim'de bir ayette açıklanır: "Sadakalar (zekatlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (lslam'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satin almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir" (Tevbe Suresi, 60. Ayet). Bu ayete dayanarak zekat 8 paya bölünürdü. Bir kısmı hiçbir şeyi olmayan yoksullara verilirdi. lkinci pay miskinlere verilirdi. Miskinden amaç kendisine yetmeyecek geçime sahip olanlardır. Bunlara diğerlerinden daha çok merhamete layıktır. Sadakaların miktarı sadaka mütevellisinin kararıyla her fakirin haline ve ihtiyacına göre verilirdi. Ancak bir fakire verilen sadaka 200 dirhemi geçmemelidir. Çünkü 200 dirhemi geçerse onun da zekat vermesi gerekir. Kadı Ebu Yusuf tarafından Hz. Ömer'den aktarılan bu konuya ait bilgilere göre Kur'an'daki "mesakin" yani miskinler kelimesi, Hıristiyan ve Yahudi fakirlerini içine almaktadır. Fukara (fakirler) kelimesi ise Müslüman fakirleri kapsamaktadır. Sözü edilen paralardan 3. kısım; zekatı toplama ve dağıtma görevinde bulunan memurlara verilirdi. Bu görevde ücretle emin, mübaşir, amir ve memur gibi isimler altında birtakım memurlar görevlendirilirdi. Bunlara ayrılan pay memurların maaşından fazla görülürse artan para diğer paylara eklenirdi. Zekat alabilen 4. kısım, "kalbleri lslam'a ısındırılanlar"a (müellefe-i kulub) verilirdi. Bunlar Hz. Peygamber ve daha sonraki halifeler tarafından, ya Müslümanlara yapmaları olası zararlarını engelleme veya lslam'a ilgilerini çekme veya kendi kabile ve aşiretlerini lslam'a girmeye teşvik etmek amaçlarıyla kalpleri ısındırılanlardandılar. Bunlardan biri Müslüman değilse onun payı zekat mallarından değil ganimet veya fey mallarından ödenirdi. 5. kısım hürriyete kavuşturulmak için esir satın almak amacıyla ayrılırdı. 6. kısım borçlulara verilirdi. Borçlarını ödemeleri için bu paralar kendilerine verilirdi. Zekatın 7. payı Allah uğruna ayrılmıştı. Gazilere ve mücahitlere savaşlardaki masraflarına karşılık veriliyordu. 8. kısım; (ebna-i sebil) yolculara verilirdi. Bunlar yol giderlerini karşılamaktan aciz yolculardı.
Sadaka mütevellileri sadakadan topladıkları malları izin almaksızın dağıtımda yetkili olmaları özellikleriyle, diğer mal mütevellilerinden ayrılırlardı. Oysa fey veya ganimet malları mütevellileri halife veya onun vekaletini taşıyan valiler veya vezirlerden izin almayınca ödeme yapamazlardı.
Ganimetler
Ganimetler, Müslümanların savaşlarda ele geçirdikleri mallardır. Bunlar dört çeşittir:
1. Savaş esirleri, 2. Adi esirler, 3. Arazi, 4. Eşya.
Savaş esirleri, düşman askerinden esir düşenlerdir. lslam şeriatında bunlar hakkında imamlar tarafından tanım ve tayininde farklı görüşler ileri sürülmüştür ki, bunları ilgili kitaplara havale ediyoruz. Fidye kabulü de bu hükümler arasındadır. Fidye bir esirin kurtulması için verilen paradır. Bu yüzden alınan paralar diğer ganimet mallarına eklenirdi. Adi esirler ise, savaş sırasında Müslümanların eline geçen kadınlar ve çocuklardır. Bunları öldürmek yasaktır. Diğer ganimet mallarıyla bunlar da dağıtılırdı. Bunlar için de fidye alınabiliyordu. Savaşlarda ele geçen arazi ya zorla alınarak yerli halk oradan sürülür veya asıl sahipleri savaşmayarak yerlerini bırakıp gitmiş olurdu. Veya bazı şartlarla barış yaparak Müslümanların egemenliğine girerdi. Şu durumda bu arazi "fey" gibi kabul ediliyordu. Sözü edilen durumların farklılığı sebebiyle söz konusu arazilere konulan haraç, öşür vs. gibi vergilerin çeşidi de farklıydı. "Emval-i menkule"ye (taşınabilir mallar) gelince: Bunlar mevaşi ve mallar gibi nakledilmesi veya taşınması mümkün olan şeylerdi ki, askere dağıtılırdı. Ganimet malları lslam'ın ilk yıllarında bir kurala bağlı olmaksızın pay edilirdi. Hz. Peygamber onu arzuladığı gibi dağıtırdı. Müslümanların ilk ganimetleri Bedir Savaşı'nda ele geçen ganimetlerdi. Muhacir ve Ensar bunların pay edilmesinde değişik görüşler ileri sürdüğünden Hz. Peygamber kendileri de dahil oldukları halde söz konusu ganimet mallarını eşitlik üzere pay etti. Daha sonra ganimet mallarının 5'e bölünmesi hakkındaki " ... bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Resulune ve (Resul ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir..." (el-Enfal 8/41) (Ayrıca bkz: Al-i lmran 3/161, en-Nisa, 4/94, el Ahzab 33/50, el-Fetih 48/15, 19, 20) ayeti nazil oldu. lslam'da bu şekilde ilk kez 115 şeklinde (tahmis olunan) ayrılan ganimet, aynı yılda olan Kaynuka Oğulları savaşında ele geçen ganimet mallarıydı. Söz konusu mallar 5'e pay edilerek 4/5'i lslam mücahitlerine ve 1/5'i de Hz. Peygamber adına ayrıldı. Peygamber için ayrılan bu pay da 5'e bölünürdü. Hz. Peygamber bu kısımlardan birini kendine, eşlerine ve Müslümanların yararına harcar, ikincisini yakınlarını oluşturan Haşimoğullarına özellikle Abdülmuttalip oğullarına dağıtırdı. Kureyş'ten sözü edilen kişilerin dışındakilerin bu paydan almaya hakları yoktu. 3. pay muhtaç bulunan yetimlere verilirdi. Bunda da erkek ve kadın ayrımı yapılmazdı. 4. pay geçinmeye yeterli bir şeyi olmayan miskinlere (fakirlere) dağıtılırdı. 5. pay ise, yol masraflarını karşılamadan aciz olan yolculara verilirdi. Düşman ölülerinden soyulmuş ve alınmış elbise ve silahlar da mal gibi kabul edilirdi. Bunlar da mücahitlere dağıtılırdı. Herkes öldürdüğü adamın üzerinde bulunan eşyayı alabilirdi.
Gerek savaş yoluyla zorla, gerekse barış yoluyla Müslümanların eline geçen araziye gelince: lslam'ın başlarında birtakım görüşler bu tip araziyi ganimet malları gibi mücahitler arasında pay etmek istemişlerdi. Hz. Ömer bunu uygun görmedi. lrak'ın fethinden sonra Hz. Ömer tarafından Sa'd b. Ebi Vakkas'a yazılan aşağıdaki mektup bahsedilen isteği ve kendisinin bunu uygun görmediğini gösterir: "Mektubunu aldım. Halkın eline geçen araziyi ve ganimet mallarını kendilerine dağıtmayı arzu ettiğini belirtiyorsun. Bu mektubumu aldığında elde bulunan hayvan ve mal gibi ganimetleri adamlarına pay et. Ancak arazi ve ırmakları sahipleri olan çiftçilere bırak ki, bunların gelirleriyle memur ve askerin maaşları ödensin. Eğer sen bu araziyi adamlarına verirsen senden ve onlardan sonra gelecek Müslümanlara bir şey kalmaz."
Araziyi pay etmek düşüncesinde bulunanların bazıları buna itiraz ederek kendi kılıçlarıyla ele geçirdiklerini ileri sürerek, arazinin kendilerinin hakkı olduğunu iddia etmişlerse de Hz. Ömer onlara karşı durmakta devam etti. Ancak arazi üzerine haraç ve sahipleri üzerine cizye koyarak bu şekilde elde edilecek gelirleri devirden devire Müslümanlara tahsis ederek, Müslümanları toprakların ganimet malları biçiminde dağıtımından vazgeçirdi. Buna dayanarak Hz. Ömer haraç ve cizyeyi Irak arazisine ve diğer fethedilen kentlere koyarak bunların miktarlarını daha önce lranlılar ve Rumlarda olduğu gibi defterlere kaydettirdi. lslamiyet'te divan teşkilatı bu gibi ihtiyaçlar sonunda oluşturulmuştu.
Fey'
Devlet hazinesine ait diğer mallara fey' adı verilir. lslam hukuku açısından fey'in tarifi şudur: "Savaşmaksızın ve arkasından koşulmaksızın Müslüman olmayanlardan kendi kendine gelen mallar" cizye, haraç, öşür vs. fey' kapsamına girer Hz. Peygamber hayattayken bunun 1/5'i kendisine ayrılırdı. Bu 1/5 de ganimetlerden ayrılan 1/5 gibi pay edilirdi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bu 1/5 ganimetlerdeki gibi Beytülmal'e devredilmiştir. Hz. Peygamber zamanında fey'in diğer 4/5'i Muhacirler ve Ensardan oluşan lslam askerlerine eşit olarak dağıtılırdı. Daha sonra Hz. Ömer tarafından, divan oluşturulup askerin maaşı belirlenince fey'den gelen mallar Beytülmal'e teslim olunmaya ve herkese tayin olunan miktarda ödemeler yapılmaya başlandı. Yukarıda verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı gibi, sadaka alanlarla fey' ve ganimet alanlar farklıydı. Çünkü fey' ve ganimet malları İslamiyet uğrunda cihadda bulunan, Hicret edip savaşanlara aitti. Halbuki sadaka alanlar ne savaşmışlar ne de Hicret etmişlerdi. lslam'ın ilk yıllarında hicret kelimesi lslam'a girmek için kendi vatanından Medine'ye göç edenler için kullanılırdı. Genellikle Hicret edip lslamiyet'i kabul eden kabilelere "suleha", kısmen Hicret eden kabilelere de "güzide" denilirdi. Şu durumda Muhacirler hem suleha hem de güzide idiler. lslam fetihlerinden sonra bu Hicret'in hükmü kalmamış ve Müslümanlar Muhacirler ve bedeviler adını almışlardır. Peygamber zamanında sadaka erbabına bedeviler, fey erbabına da muhacirler denirdi.
lslam'ın ilk dönemlerinde halifeler bu iki grubu birbirinden ayrı tutmaya dikkat ederlerdi. Halife lslam'ın genel menfaatini ilgilendirmeyen bir konuda bir kimseye fey' malından vermezdi. Onlara sadaka malından verirdi. Hz. Ömer bu kurala çok özen göstermiştir. Bu konuda bir olay örnek gösterilebilir: Araplardan biri Hz. Ömer'e gelerek çoluk çocuğunun çıplak ve muhtaç bir halde olduğundan söz ederek, okuduğu bir şiirle maaş ve yardım ister. Hz. Ömer hükumet mallarının yerinde harcanması konusunda oldukça dikkatli davrandığından, Arap'a dönerek "Peki bağış ve yardımda bulunmasam ne olur?" cevabını verir. Arap "Şimdi vermezseniz öbür dünyada sizden hesabı sorulacaktır" der. Bunun üzerine Hz. Ömer sakalını gözyaşlarıyla ıslatacak kadar ağlar. Kendi kölesine "Oğlum şu tek gömleğimi bu adama ver. Şiiri için değil bahsettiği gün (kıyamet günü) için alsın. Allah'a yemin ederim bu gömlekten başka bir şeye sahip değilim" diyerek bağışı Müslümanların malından değil kendi malından verir. Çünkü bu şekilde yapılacak bağış Müslümanların genel menfaatiyle ilgili değildi.
Hz. Osman bu iki sınıf arasındaki ayrıma çok dikkat etmeyerek, atiye ve ihsanları fey" mallarından verdiği için Müslümanların itham ve sorgulamasıyla karşı karşıya kaldı. Ancak daha sonra Hicret devri bitip de İslamiyet devlet şekline girince, gereğine göre bir taraftan diğer tarafa para ve mal devri uygun görüldü. Sonraki dönemlerde lslam ülkesinin genişlemesiyle birlikte, fey' kaynakları da artmış ve çeşitlenmişti. Fey' malları yerine "cibayet-i amal" (emval-i devlet) adı kullanılmaya başlandı. Bunlar; cizye malları, haraç, sadakalar, gemilerden alınan vergi, maden ve çayırlara konan vergiler, darphane, gümrük, çiftlik, müstegallat vs.'den toplanan mallardı. Sadakalar konusunda daha önce bilgi vermiştik. Şimdi fey' kaynaklarından geri kalanların en önemlileri üzerinde duracağız.
Cizye
Her ikisi de gayr-i müslimlerden toplanan vergidir. İkisi de fey' malları arasındadır. Bunlar her yıl belli vakitlerde toplanırdı. Bununla birlikte cizye, insan başından alınan bir vergiydi. O kişi Müslüman olursa artık cizye alınmazdı. Haraç, toprağı veya ürünü üzerine konulduğu için hükmü düşmezdi. Cizye ve haraç arasında bu açıdan fark vardır.
Cizyenin Tarihi
Cizye lslamiyet'le ortaya çıkmış bir şey değildir. Eski uygarlıkların ilk devirlerinden itibaren cizye vardı. Atina Yunanlıları, Hz. lsa'dan önce 5. yüzyılda Fenikelilerin hücumlarından kurtulmaya karşılık, Küçük Asya halkı üzerine cizye koymuşlardı. O sırada Fenikeliler İranlıların himayesi altında bulunuyorlardı. Şu durumda söz konusu kıyılar halkı, canlarını korumak için mallarını feda etmekte sakınca görmemişlerdi. Romalılar da egemenliklerine aldıkları milletlere cizye koymuşlardı. Ancak Romalılar tarafından konulan cizye miktarı daha sonra Müslümanların koyduğu cizyeden oldukça fazlaydı. Romalılar Galya (Fransa) bölgesini ele geçirdikleri zaman, yılda her adam başına miktarı 9 ile 15 lira arasında değişen bir kişisel vergi (cizye) koymuşlardı. Bu miktar Müslümanlarca konulan cizyenin tam 7 katıdır. Bununla birlikte Romalılar, fethettikleri ülkelerin hepsinde bu oranda büyük cizye koymazlardı. Fransa vs. bazı yerlerde cizyenin öyle büyük bir miktarda bulunması, soyluların hem kendilerini hem köle ve uşaklarını kapsadığı içindi. İranlılarda egemenliklerinde bulunan halktan cizye alıyorlardı. Hindistan'ın ünlü alimlerinden Şibli Nu'mani Efendi'nin görüşüne göre; cizye kelimesinin aslı Farsça "gizyet" kelimesidir. Şibli Nu'mani bu iddiasını 1894 yılında yayımladığı İngilizce bir makalede yazmıştır. İbn el-Esir, Kisra Nüşirevan'ın haraç ve askerlikte yaptığı uygulamalar hakkında verdiği bilgiler arasında diyor ki: "İranda ileri gelen devlet adamları ve soylular, askerler, merzibanlar, katibler ve hükümdarın hizmetinde bulunan kişilerden başka halk üzerine herkesin yer ve gücüne göre 12, 8, 6 ve 4 dirhem cizye konuldu." Bundan anlaşılıyor ki, Araplar gizyeti cizye şeklinde Araplaştırdıkları gibi konuluş ve toplanmasında da değişiklikler yaptılar. Müslümanlarda devlet büyükleri, soylular ve asker Müslümanlardan oluştuğundan kisra tarafından bu gibi kişiler cizyenin dışında nasıl bırakılmış ise, Araplar da Müslümanları cizye ödemenin dışında bırakmışlardı.
Cizyenin Miktarı
Müslümanlar tarafından konan cizyenin miktarı, Peygamber tarafından duruma ve cizyeyi verecek olanlarla yapılan bir anlaşmaya göre takdir ve tayin edilirdi. Hz. Muhammed Necran halkı ile barış yaptığı zaman onlara her yıl safer ayında 2000, recep ayında 1000 takım elbise cizye koymuştu. Her takım elbisenin değeri bir ukiyye olmak üzere tesbit edilmişti. Bir ukiyye (okiyye veya vekiyye) 40 dirhem demektir. Hz. Peygamber ezrah halkı ile her yıl recep ayında ödenmek üzere 100 dinar cizye karşılığında barış yapmıştır. Mukanna halkına da yine Peygamber tarafından konulan cizye kereste, iplik, hayvan ve meyvelerinin 1/4'ünü oluşturuyordu. Hz. Peygamber Arap Yarımadası'nın diğer Musevileriyle de buna benzer cizyeler karşılığında barış yapmıştır. Cizye böylece belli bir şekil ve miktar olmaksızın Hz. Ebubekir'in halifeliğinin sonlarına kadar devam etti. Hz. Ömer halife olunca lslam fetihlerinin arttığını görüp cizye miktarını belirlemişti. Kendi çevresinde bulunan kumandanlara, sakalı bıyığı çıkmış adamlara cizye konulmasına ve cizyeyi gümüş akçeyle ödemek isteyenlere her adam başına 40 dirhem, altınla ödemek isteyenlere her adam başına 4 dinar tayin olunmasına dair emirnameler gönderdi. Cizye verenler ve Şam'da, el-Cezire'de bulunan Müslümanlardan her birine erzak olarak ayda, iki müdü (her müdü 19 sag) buğday ve belli bir miktar zeytinyağı verilmesi de zorunluydu. Daha sonra cizye miktarı mükelleflerin konum ve güçlerine göre yeniden düzenlendi. Çok zengin olanlara her ay 4 dirhem verilmek üzere yıllık 48 ve orta halli olanlara iki dirhem verilmek üzere yıllık 24, daha zayıf durumda bulunanlara ayda bir dirhem verilmek üzere yıllık 12 dirhem cizye konuldu. Kadınlardan ve çocuklardan, sakat ve aciz olanlardan ve halkın arasına karışmayan papazlardan cizye alınmazdı. Cizyenin bu miktarı -özel bir şekilde cizye şartları belirlenmiş ülkelerden başka- her yerde geçerliydi. Nitekim Amr b. el-As tarafından Mısır halkıyla yapılan özel cizye anlaşmasında yaşlılarla kadınlar ve çocuklar hariç olarak, reşid olmuş zengin, fakir her Kıpti'nin her yıl iki dinar vermesi ve kendilerine gelecek Müslümanların üç gün misafir kabul edilmeleri vs. anlaşma şartları arasındaydı.
Bununla birlikte Müslümanların zaman zaman lrak'ta cizye halkıyla yaptıkları gibi, cizyeyi halkın kendi nafakalarından sonra ellerinde kalan miktarlara göre tayin ederlerdi. Söz konusu yarımadayı fetheden kişi Iyaz b. Ganem (H. 17/M. 639) kişi başına 1 dinar cizye koydurmuştu. Daha sonra halifelik Emevilerden Abdülmelik b. Mervan'a geçince, bu vergiyi az görerek oradaki valisine bu konuda özel talimat gönderdi. Bunun üzerine nüfus sayımı yapıldı. Halkın hepsi işleyici sayıldı. Onlardan birinin yılda ne kadar para kazandığı hesaplanarak toplamdan yiyecek içecek elbise masrafları ve bayram günleri çıkarıldıktan sonra geri kalan miktarın 4 dinar olduğu anlaşıldı. Buna dayanarak adam başına 4 dinar cizye konuldu. Bütün halk bu konuda tek bir sınıf kabul edilmişti.
Cizye daha önce dediğimiz gibi gayr-i müslimlerden alınırdı. Bunlardan herhangi biri Müslüman olursa cizye üzerinden düşerdi. Bununla birlikte Abdülmelik b. Mervan zamanında buna aykırı durumlar olmuştur. Irak valisi olan Haccac b. Yusuf, gayr-i müslimlerden Müslüman olanlara da cizye koydu. Abdülmelik Mısır'da da aynı kuralın uygulanması için kardeşi olan Mısır valisi Abdülaziz'e emir verdi. Abdülaziz yakın adamlarından biri olan Abdülaziz b. Huceyre ile bu konuyu görüştü. Bu kişi valiye "Mısır'da böyle bir şeyi ilk yapan siz olmayınız, burdaki gayr-i müslimler kendilerinden papaz olanların cizyesini bile vermek istiyorlar. Kendi arzularıyla Müslüman olanlar üzerine cizye konulur mu? Böyle yapılırsa kimse Müslüman olur mu?" diyerek halifeden gelen emrin uygulanmasına engel oldu. Daha sonra Emevilerden dindarlığıyla ünlü Ömer b. Abdülaziz halife olunca Irak'ta gayr-i Müslimlerden Müslüman olanlar üzerine konan cizyeyi kaldırdı. Bu tarihten sonra hiçbir Müslüman üzerine cizye konulmadı.
Arap putperestlerinden veya lslamiyet'i kabul ettikten sonra tekrar dinden çıkanlardan başka, her ne mezhepten olursa olsun, gayr-i müslimlerin hepsinden cizye alınırdı. Sözü edilen putperestlerle mürtedlerden ise lslamiyet'i kabul etmeleri veya savaştan başka bir şey kabul olunmazdı. Hıristiyanlarla Museviler ve Arap olmayan mecusiler ve putperestler lslam'ı kabul veya cizye verme veya savaşma şıklarından birini seçerlerdi.
Bu metotların konulmasından amaç Arap ulusunun birleştirilmesiydi. Bu yüzden Hz. Peygamber hayattayken Arap yarımadasında putperestliği tamamen kaldırmıştı. Hz. Ömer halifeliği döneminde orada bulunan Hıristiyan ve Musevileri çıkardı. Yukarıda verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere, cizye reşid olmuş sağlam ve sağlıklı erkeklerden alınıyordu. Bunun anlamı öldürme ve savaşmaya karşılık demektir. Yani cizye verilenler ne öldürülür ne de savaşa davet edilirdi. lstibdad zamanında Osmanlı devletinde gayr-i müslimlerden alınan askerlik bedeli bu cizyeye benzer. Askerlik bedeli gayr-i müslimlerin askerlik hizmetinden affedilmeleri için ödenirdi.
Haraç
Tarihi Gelişim
Haraç daha önce de belirttiğimiz gibi, toprak veya ürünlerinden alınırdı. Haraç vergi çeşitlerinin en eskisidir. Bunun aslı ve kaynağı insanların ülke toprağını padişah malı saymalarıydı. Bu inanışın kökleri oldukça eskidir. Tevrat'ta toprağın firavunlara nasıl geçtiğine dair birtakım açık bilgiler vardır ki ''Tekvin"in 47. bölümünde ünlü kıtlık, detaylarıyla anlatılırken işaret olunur. Mısırlılar bu kıtlıkta aç kalınca ellerinde avuçlarında bulunan her şeyi Hz. Yusuf'a sattılar. Ellerinde topraklardan başka bir şey kalmayınca bunu da ekmeye karşılık Hz. Yusuf'a verdiler.
Toprak eski yurtların hepsinde bu şekilde hükümdarların malı kabul edilmiş, halk onun gelirinden yararlanmıştır. Bu gelirden idarenin bir payı vardı ki, bunun adı haraçtır. Tatarlar içinde bir insan ayrı olarak sürü sahibi olabilirdi ancak aynı şekilde toprağa bağımsızca sahip olamazdı. Eski Cermenlerde de emir ve reislerden başka kimsenin toprak üzerinde mülkiyeti caiz değildi. Cermenlerde kabile reisi, araziyi ikinci yıl nöbetleşe olarak diğer ferde verilmek üzere bir yıllığına bazı kabile fertlerine taksim ederdi. Bu şekildeki bir parça arazi aynı birey üzerinde iki yıl kalamazdı. Buna benzer bir gelenek günümüzde bile bazı Slav toplumları arasında geçerlidir.
Romalılarda bu kuralı uyguluyorlardı. Mısır ve Şam bölgesinde de durum aynı idi. Buna göre vergi alırlardı. Her vilayette haraç işlerinin gelir ve giderlerin kaydedildiği defterhaneleri vardı. Halktan veya idare edenler arasından bu dairelerde katibler, tahsildarlar ve çeşitli memurlar görevlendirilirdi. lrak'ta ve lran'da da bu usule göre hareket olunurdu. Esas olarak lranlılar da birçok kanun ve kuralı Romalılardan almışlardı.
Müslümanlar Şam, Mısır ve Irak bölgelerini ele geçirince Rumlar ve lranlıların söz konusu yerlerde daha önce kurdukları divanları olduğu gibi kabul ederek hiçbir değişiklik yapmadılar. Bu dairelerde çalışan memurlar yerli Hıristiyan halkla mecusilerden oluşuyordu. Müslüman idareciler bunları oldukları gibi yerlerinde bıraktılar. Mısır'daki haraç divanı memurları Mısır'ın yerli halkı olan Kıptilerdi. Kayıtları kendi dilleriyle tutarlardı. Şam bölgesinde bulunan haraç dairesinin memurları da Rumlardandı. Onlar da kayıtları Rumca tutuyorlardı. Irak'taki divanlarda ise resmi dil Farsçaydı. lslam'ın ilk yıllarında Müslümanlar dünyadan çok ahirete yöneldiklerinden fetihlerle ele geçirdikleri topraklar üzerinde amaçları mülk edinme olmadığını göstermek için, yerli görevlileri ve sistemi olduğu gibi kabul ederek yalnızca denetlemekle yetiniyorlar, vergileri düzenli toplamanın dışında mahalli idareci ve memurlara müdahale etmiyorlardı. Ancak zamanla idare Emevilere geçip de Müslümanlar göçebeliğin basit ve sade yaşamından medeniyetin gösterişine ve ümmiyet (okuma yazma bilmeme) devrinden okuyup yazma devrine geçince Araplar ve mevalilerden yazma ve hesap işlerinde usta ve yetenekli memurlar yetişince söz konusu divanların dili de Arapça'ya çevrilmiş ve görevler de Müslüman memurlara verilmiştir. Bunu ilk uygulayan Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan (H. 81/M. 700) idi. Bu tarihten sonra haraç dairelerinde artık Arapça kullanılmıştır. Büyük olasılıkla haraç divanlarındaki bu devrim Abdülmelik devrinde başlamış sonraki halifelerce tamamlanmıştır. Mısır haraç divanında Arapça kullanımı ancak H. 87/706'de Velid b. Abdülmelik devrinde gerçekleştirilmiştir.
Hicaz divanı daha önce belirttiğimiz gibi Medine'de Hz. Ömer'in kurduğu şekilde devam ediyordu. Bu divan bir çeşit tahsilat dairesine benziyordu. Bu divanın kayıt ve işlemleri sahabenin isimleriyle kendilerine ayrılmış olan maaşlar ve sahabenin sınıfları ve şam Mısır ve Irak bölgelerinden yerli askerlerin maaşları ödendikten sonra haraç ve cizye malından artan paranın Medine'ye ulaşan malların kayıt ve hesaplarından ibaretti.
İlk dönemlerde haracın tarh ve dağıtımına tahsil ve zaptını bizzat halife gözetiyordu. Daha sonra Abbasilerde maiyette bulunan diğer daireleri de kapsayarak Bağdat'ta merkez daire olmak üzere, bir haraç divanı oluşturulup gözetimi halifeler dışında başka görevlilere teslim edildi. Söz konusu daire Saffah tarafından kurulmuş, görevleri de Bermekilerin büyük babaları olan Halit b. Bermek'e teslim edilmiştir. Bu görevin Halid'e verilmesi Bermekilerin hükümet işlerine karışmaları ve devlet malını istedikleri gibi harcamaya yetki sahibi olmalarında ilk adımı oluşturmuştur. Bermekiler devlet gelir ve giderleri konusunda tam yetkili olarak istedikleri gibi davrandıklarından, haracı kendi çocuklarına ve adamlarına iltizam (kesenek) şeklinde ihale ederlerdi. Yahya b. Bermek, Abbasi halifelerinin üçüncüsü Mehdi zamanında Iran haracını iltizam etti. Zarar ettiğinden devletin istediği miktarı ödeyemedi. Bu tarihten sonra haraç divanı diğer hükümet daireleri gibi vezirlerin yönetimine geçerek Abbasilerin zayıflayıp yıkılışına kadar böylece devam etti. Devlet işlerinin kontrolü eyalet valileri ve diğer emirlerin eline geçince halife Razıbillah zamanında (H. 322-329/M. 933-940) bu divanlarda kaldırılmıştı.
Haraç Miktarının Belirlenmesi ve Toplanması
Arabların haraç vergisini daha önce Rumlar ve İranlılar zamanında olduğu gibi bıraktıklarını yukarda belirtmiştik. Makrizinin açıklamalarından anlaşıldığına göre, Rumlar zamanında haraç "mukaseme" adını verdikleri tahmin ve takdir şeklinde konuluyor ve toplanıyordu. Yani bir köy mamur hale gelir ve halkı çoğalırsa haraç da o oranda artar. Aksi olursa o oranda azalırdı.
Şam bölgesinin haracı da bu şekilde takdir edilir ve toplanırdı. lranlılar ise lslam'dan önce ortaya çıkan Kubad b. Firuz zamanına kadar belirtilen takdir şeklini kabul etmişlerdi. Kubad Iran tahtına geçince toprağın yüz ölçümüne göre haracı belirleyerek vergi toplayan olsun olmasın toprağın her ceribine (bir cerib 3600 arşın karedir) bir dirhem ve bir kafiz (ölçek) haraç koydu. Daha sonra Müslümanlar ele geçirilen topraklarda zaman ve durumun gereklerine göre, arazi haracında bazı değişiklikler yaptılar. Müslümanların toprakla ilgili bir kısım genel kanunları vardır. Bu kanunlara göre arazi yani toprak dört kısımdır:
Müslümanlarca diriltilen topraklar. Bunlar öşür topraklarıdır. Öşürü Müslümanların imamına aittir. lhya-i mevat (ölüyü diriltme) gibi düşünülür.
Sahipleri ona malikken Müslümanların olan topraklar. Bunlar asıl sahiplerinin hakkıdır. Bu da öşür arazisi sayılır.
Savaş yoluyla Müslümanların eline geçen topraklar. Bu toprak Müslümanlara ganimet olarak verilir. Bu da öşür arazisidir.
Sahipleriyle haraç ödemeleri karşılığında barış imzalanan arazilerdir. Bunlar haraç arazileridir. Bu gibi yerlerin haracı, halkı Müslüman olsalar bile iptal edilmez ve kaldırılmaz. Buralara konulan haraç o yerlerin verimliliğine göre azaltılır veya arttırılırdı.
Müslümanlar Irak topraklarını ele geçirince Hz. Ömer buranın Sevad bölgesine, daha önce lranlılarca konulan haraç miktarında yani her cerib için bir dirhem ve bir kafiz haraç koydu. Kafiz, ceribin 1/10'u yani 360 zira karedir. Bununla birlikte Irak'ın bazı yerlerinde haraç miktarının ürünün çeşidine bağlı olması gibi başka bir metot da uygulandı. Hz. Ömer Irak'ta tahrir işlerine bakan sahabeden Osman b. Hanif'e toprakların ölçülmesini emretti. Osman b. Hanif buradaki toprakları ölçerek bağ ve bahçelerin her ceribine 10, hurmalıkların her ceribine 8, şeker kamışı ekili olan toprakların her ceribine 6, sebze bostanlarının her ceribine 5, buğday tarlalarının her ceribine 4, arpa tarlalarının her ceribine 2 dirhem haraç konulmasını uygun bulmuş ve bu da Hz. Ömer tarafından uygun görülmüştü.
Irak toprakları Abbasi halifelerinin ikincisi olan Mansur zamanına kadar yukarıdaki usul ve miktarlarda haraç vermeye devam etti. Mansur zamanında araziden elde edilen ürün, fiyatların çok düşmesinden dolayı haracı ödeyemeyecek bir duruma düşmüştü. Fırat ile Dicle arasındaki tarım arazisini oluşturan Sevad bölgesi harap olmuştu. Burada bir düzenleme gerekli görüldü. Halife Mansur haracın tesbitinde "mukaseme" yöntemini yani ürünün artması veya azalmasına göre çok veya az haraç belirlenmesi kuralını kabul etmek zorunda kaldı. Haracın miktarının belirlenmesi halifenin işiydi. Ancak haraç, ürünün yarısından fazla ve 1/5'inden az olamazdı.
Arazinin Mülkiyeti
Arazi yani boş toprak lslam'ın ilk yıllarında olduğu gibi Müslümanların imamının yani devlet başkanının mülkü olarak devam etti. Evasi veya rızka vs. isimlerle bilinen, ancak burada açıklanmasına gerek görülmeyen bazı seçilmiş topraklardan başka, tüm topraklarda halk arazi üzerinde tarım yapar ve ekip biçerdi. Hükumet üründen pay alırdı. lslam ülkelerinde miladi 19. yüzyılın başlarına kadar bu şekilde devam eden bu sistem, bu tarihten itibaren Osmanlı ülkesinde ve özellikle Mısır bölgesinde yapılan faydalı ıslahat sonunda günümüzde daha uygun bir şekil aldı. Mısır valiliğinde bulunan Muhammed Ali Paşa bir çiftçinin kendi toprağına sahip olmazsa gereği gibi çalışmayacağını, bu nedenle ülkenin mali durumu ve servetinin istenildiği derecede güçlenip artmayacağını takdir etti. Mısır'a vali olduğu tarihlerde Mısır arazisi servet ve güç sahibi birtakım ileri gelenler tarafından iltizam usulüyle ele geçiriliyordu. Bunlar çiftçileri kullanarak araziyi ekip biçiyorlardı. Üründen hükumetin hissesini verdikten sonra, geri kalanı kendileri alıyorlardı. Muhammet Ali Paşa Mısır bölgesini birtakım müdürlüklere ve müdürlükleri merkezlere ve merkezleri de nahiyelere bölerek hepsinde idari işlere bakmak üzere memurlar görevlendirip, vergilerin toplanması içinde tahsildarlar tayin etti. İltizam yöntemini kaldırarak her nahiyenin toprağını o nahiye halkına dağıttı. Bu şekilde iş yapabilir her çiftçi bir miktar toprağa kavuşmuş oluyordu.
Daha sonra Said Paşa Mısır hidivi tayin olununca 5 Ağustos 1858 tarihli ünlü layihasını yayınlatarak, halka toprakları mülk olarak verme işini tamamladı. Bu layihaya göre; toprak soydan soya geçen bir şer'i miras hükmünü alıyordu. Bu tarihten sonra toprak Mısır köylüsünün malı oldu. Osmanlı ülkesinin diğer yerlerinde de bu şekilde ıslahat yapıldı. Babıali Said Paşa'nın sözü edilen layihasını padişahın bir hatt-ı hümayunu ile onaylamıştı.
Devletin Haraçtan Topladığı Yıllık Gelir
Haraçtan her yıl toplanan gelirlerin toplamına "irtifaü'l-haraç" adı verilirdi. Bu toplamı kesin bir şekilde tesbit etmek güçtür. Çünkü bu yekun zaman ve mekana göre değişiyordu. Bunun dışında Arap tarihçileri haracın toplam gelirlerini belirttikleri zaman, çoğunlukla cizye ile haracı birbirine karıştırırlardı. Örneğin haracın irtifai dediklerinde, bundan hem haraç hem cizye gelirlerinin toplamını kastederlerdi. Cizye gelirleri haraç gelirlerinden daha azdı. Artı olarak ondan daha az, sabit bir gelir kaynağı oluşturuyordu. Çünkü gayr-i müslimler zaman geçtikçe Müslüman oluyor ve cizye gelirleri de o oranda azalıyordu. Bundan başka söz konusu tarihçiler muhtemelen haraç gelirlerine öşür vs. gelirleri de katıyorlardı. Aşağıdaki miktarları Emeviler zamanında lslam ülkesinde toplanan haraç gelirlerine örnek olması için kaydediyoruz: Hz. Ömer zamanında (H. 20/M. 638) Fırat ile Dicle arasındaki Sevad bölgesinin yıllık haraç geliri "120 milyon" dirhemdi. Bu gelir Abdullah b. Ziyad'ın valiliği zamanında (H. 62) 135 milyon ve Haccac b. Yusuf zamanında (H. 85) 188 milyona ulaşıyordu. Ömer b. Abdülaziz devrinde (H. 100/M. 718) 100 milyon dirheme indi. Daha sonra lbn Hubeyre askerin yiyecek ve mücahitlerin maaşı dışında 100 milyon dirhem haraç topluyordu. Daha sonra Yusuf b. Ömer haraç gelirlerinden hilafet merkezine 60 milyon ile 80 milyon dirhem arasında bir meblağ gönderdikten sonra haraçtan geri kalan 16 milyon dirhemini yanında bulunan Şam askerine ve 4 milyon dirhemini beride (posta ve istihbarat dairesi) ve 2 milyon dirhemini beklenmeyen durumlar ve olaylar için sarf ediyordu. Geriye yanında 10 milyon dirhem kalıyordu ki bu da fakir çocuklara ve azatlı kadınlara harcanıyordu. Şu durumda o dönemde Irakın toplam haracı 100 milyon dirhem tutuyordu.
Mısır'a gelince bu bölgede Amr b. el-As'ın topladığı haraç geliri 12 milyon dinara ulaşmıştı. Makrizi'nin ifadesine göre söz konusu hasılat her adam başına iki dinar olmak üzere konulan yalnız cizye genel gelirleriydi. Yine Makriziye göre, Amr'dan sonra Said b. Ebi Sarh tarafından cizye olarak 14 milyon dinar toplandı. Mısır'ın haracı Emeviler zamanında azaldı. Hişam b. Abdülmelik hilafete geçince H. 105-127 bu azalışı göz önüne alarak Mısır valisine yeni bir tahrir yapması emrini verdi. Vali bizzat toprağı ölçtürdü. Nil Nehri'nin yetiştiği topraklardan mamur veya metruk ne kadar yer varsa hepsini bu ölçüme dahil etti. Bu yerlerin miktarının 30 milyon fidan olduğu anlaşıldı. Bu hesaba göre toplanan haraç 4 milyon dinar tuttu.
Oysa o sırada ürünlerde ucuzluk vardı. Emevi halifelerinden Süleyman b. Abdülmelik zamanında (H. 97'de) Usame b. leydin valiliğinde Mısır haracı 12 milyon dirheme indi. Bu tarihten başlayarak Mısır'dan alınan haracın miktarı zaman zaman değişiyordu. Ancak bu miktar gittikçe azalıyordu. Özellikle Abbasiler devrinde Mısır hilafet merkezinden uzakta kaldı. Bunların devrinde Mısır haracı 800 bin dinara kadar inmişti. Daha sonra Ahmet b. Tolun'un valiliği zamanında (H. 257/M. 875) ülkenin gelişmesine gayret ederek haracı 4 milyon 300 bin dinara kadar yükseltti. Oysa o sırada fiyatlarda ucuzluk vardı. 10 irdeb (Mısır'da kullanılan bir ölçü, eldeb de denilebilir) 10 erdeb buğday 1 dinara satılıyordu. Abbassiler devrinde Mısır haracı bu şekilde devam etmiştir.
Şam bölgesinde toplanan haraç Abdülmelik b. Mervan zamanında 1 milyon 720 bin dinar tutuyordu. Bunun 180 bini Ürdün, 350 bini Filistin, 400 bini Şam ve 800 bini Hınıs, Kınnesrin ve avasım bölgesinin haracıydı.
Haracın Mültezimlere (Kesenekçi) İhale Olunması
Haraç iki şekilde iltizama (kesenek) verilirdi. Öncelikle vilayetlerde görevli valilere iltizama vermek. Bu metot lslam şeriatına göre batıldır. Çünkü valiye vilayet işleri emanet olarak teslim edilir. Kanunen alınacak şeyi alır ve verir. Bu şekilde bir vali bir vekil demektir. Kendisine teslim olunan görevi en güzel şekilde yerine getirir, ancak diğer taraftan gelirlerde azalma olmuşsa bundan sorumlu olmaz ve böylece fazlalığı da kendisi alamazdı. lslam'ın ilk yıllarında sahabeler bu gibi iltizamı kesinlikle yasaklıyorlardı. Rivayete göre bir adam lbn Abbas'a giderek Basra'da bulunan Eyle bahçelerinin 100 bin dirhem bedelle verilmesini istemiş ibn Abbas söz konusu kişiye ceza ve başkalarına da ibret olması için yüz değnek vurduktan sonra, kendisini astırmıştı. Ancak daha sonra halifelik padişahlık şekline dönünce halifeler bu işte daha müsamahalı davranarak haracı valilerine belli bir miktar karşılığında ihale etmeye başlamışlardır. Valiler, Yahya b. Bermek vs.'nin yaptığı gibi, haracı topladıkları ve taahhüt ettikleri bedeli ödedikten sonra, geri kalan parayı her ne miktarda olursa olsun kendileri için alıkoyuyorlardı. Daha sonra aşağıda gösterileceği üzere kaza (kadılık), hisbe (muhtesiblik), şuna (zabıta) memurlukları da haraç gibi iltizam olarak ihale edilmeye başlandı.
İkinci metot olarak; haracın mültezimlere ihalesidir. Bu mültezimler zengin veya güçlü kişilerdi. Haracı mütevelliden açık artırma biçiminde iltizama alırlardı. Örneğin bunlardan biri bir köyü veya bir vilayeti iltizam ettiğinde, o yerleri eker biçer ve ürününü ayırır, içinden iltizam (kesenek) bedelini verdikten sonra, geri kalanını kendine alırdı. Toprağın bu şekilde iltizam ile ihalesi Müslümanların icat ettiği yeni bir şey değildi. Bu usul eski çağlarda Yunanlılar arasında da kullanılıyordu. Onlardan önce Romalılara oradan da Arablara geçmiştir.
lslam ülkesinde toprağın iltizam olarak ihalesi yakın zamana kadar belirttiğimiz biçimde devam etti. Ancak bu durum zaman içinde çeşitli gelişmeler göstermiştir. Osmanlı Devleti'nde son döneme kadar geçerli olan iltizam usulü bu tür iltizamlardan biridir.
Haracın Ayrıntıları
lslam devletlerinin gelir kaynakları arasında toprak haraç ve öşürü, sadakalar ve cizyeden başka, gemilerden alınan öşür ile madenlere ve çayırlara ve otlaklara konulan hums darphaneler, gümrükler, çiftlikler geliri, su parası, tuzla, orman vs. gelirleri de vardı ki, bunlar da haraç çeşidi olarak kabül ediliyordu.
Gemilerden alınan öşür, lslam ülkesinin bazı limanlarından geçen gemiler üzerine konulurdu. Söz konusu limanlardan geçen gemiler yükünün onda birini nakit veya mal olarak yerel hükumete vermek zorundaydı. Yemen valileri bu vergiyi "ud" ağacının çeşitleri ile kafur, amber, sandal, tarçın vs. ürünleri taşıyan Hindistan'dan gelip Yemen limanlarına uğrayan gemilerden alırlardı. Abbasi halifelerinden Vasık zamanında gemilerden alınan öşür gemileri oldukça büyük bir yekun tutmuştu.
Endülüs'teki Müslümanlar da Cebelitarık Boğazı'ndan geçen gemilerden giriş ve çıkışta bu vergiyi tahsil ederlerdi. Frenkler söz konusu limandan geçtikçe Endülüs'ün en güney noktasında bulunan Tarif (bugünkü adı Tarifa) şehrinde gemi vergisini öderlerdi. Freklerin iddiasına göre buralardan ithal ve ihraç olunan mallara konulan vergiler veya bu vergilerin miktarı veya fiyat listesi anlamına gelen "tariff" kelimesi sözü edilen "tarif" teriminden bozulmadır. Çünkü zamanında söz konusu kentte ödedikleri gemi vergilerine "tarif rüsumu" (yani tarif vergileri) adını verirlerdi. Zamanla rüsum kelimesi terk edilmiş ve sadece "tarif' kalmıştır. Oysa Arapça "ta'rife" kelimesi aslında yaklaşık olarak Frenklerin söyledikleri anlamı ifade eder. Şu durumda Frenkçe "tariff' kelimesinin Arapça "ta'rife" kelimesinden nakledildiği veya tarif kelimesinin bozulmuş şekli olması akla uygun gelmektedir.
Madenlerden alınan humsa gelince; hums toprak içinden çıkarılan maden vs.'den alınan vergidir. Maden iki çeşitti. Bir yeryüzünde bulunan sürme, tuz, zift, neft gibi madenlerdi ki, bunlar lslam şeriatında pınarlardan akan sular gibi herkes için serbestti. Saklanıp karaborsa satılmaları uygun değildi. Halkın eşit olarak bunlardan yararlanmaya hakları vardı. Diğeri arzın içinde olup kazı yapılarak veya zahmet çekilmeksizin elde edilemeyen madenlerdir. Altın, gümüş, demir ve kurşun madenleri gibi. Bu tür madenler işletilerek gelirinin 1/5'i hazineye verilmek şartıyla isteklilere ihale olunurdu.
Darphane gelirleri; sikke ve akça basımından alınan 1/100'lük vergiydi ki bu yolla elde edilen gelir hazineye aitti. Endülüs'te Emeviler zamanında darphanenin yıllık geliri 200 bin dinara ulaşmıştı. lslam devletinde geçerli olan vergiler arasında "meks" (çoğulu müküs-gümrük) adıyla anılan diğer bir vergi daha vardı ki, günümüzdeki gümrük vergisi gibi, bu vergi de ticari malların çeşidine, dengine veya diğer şekil ve haline göre konulurdu. Bu meks veya müküs vergisi Arapların Cahiliye zamanlarında da vardı. Medine'de Kıpti ve İranlı tüccardan ticaretlerinin onda biri gümrük resmi olarak alınırdı. Daha sonra Hz. Ömer bu vergiyi olduğu gibi yürürlükte bırakmıştır. Bu vergi ancak, bir tüccar kendi ülkesinden diğer bir ülkeye gittiğinde alınırdı. Örneğin bir Şamlı tacir, bütün Şam bölgesini gezse kendisinden öşür veya gümrük vergisi alınmazdı. Ancak Mısır veya Irak'a giderse bu vergi kendisinden tahsil edilirdi. Bu gümrük resmi veya vergisi Hz. Ömer tarafından aşağıdaki gibi üç miktarda tayin olunmuştu:
Hıristiyan ve Musevilerden öşürün yarısı yani her yirmi dirhemden bir dirhem, Müslümanlardan öşürün bir bölü dördü yani her kırk dirhemden bir dirhem olarak. 200 dirhemden az değerde bulunan mal ve eşyadan vergi alınmazdı.
Reayadan olmayan Arap'tan tam öşür alınırdı. Bununla birlikte bu vergi dindar kişiler gözüde çirkin göründüğünden lslam devletinde rağbet bulamadı. Geri kalan diğer vergi çeşitlerini bunlarla karşılaştırabilirsiniz.
Mukataalar
Mukataalardan gelen gelirler de haraca tabi detaylardandır. Mukataa sistemi oldukça eskidir. Bunun kökü şudur: Bir hükümdar bir ülkeyi ele geçirip o ülkede düzenin devam etmesini arzu ederse, ülke topraklarını maiyetinde bulunan komutanlara savaş ve zahmetlerine karşılık bir ücret gibi pay ederdi. Frenkçe'de "mukataa" kelimesinin "ücret" anlamına gelmesi de bu görüşü desteklemektedir. Komutanlar da hükümdardan aldıkları araziyi, emirlerinde bulunan subaylara, subaylar da askere veya asker makamında olan kişilere dağıtırlardı. Hükümdar bu toprakları kumandanlarına verdiğinde, gerek savaşta gerek sulhta kendisine bağlı kalmalarını şart koşarlardı. Herhangi biri hainlik yapar, şartlara aykırı bir eylemde bulunursa arazi tekrar hükümdara dönerdi. Sadakatsizlik gösteren kimse küçük yaştaysa elindeki toprak subayına, subay ise komutanının eline geçerdi. Komutan ise hükümdara tekrar dönerdi. Bunun sonucu olarak toprak, -burada ayrıntısına gerek olmayan- bir takım şart ve yöntemlerle sürekli hükümdarların elinde bulunurdu. Sonunda da hükümdar, halk ve asker, ülkenin savunmasında tek vücut olarak birleşirdi. Çünkü menfaatte ortaktılar. Mukataa usülü, İslam'dan önceki dönemlerde Avrupa'da da yaygın olarak kullanılmış, yerli halkın kendi ülkelerinden Romalıları kovup çıkarmalarında etkin bir rol oynamıştır.
İslam ülkelerine gelince: Buralarda mukataa sistemi yukardaki uygulamalardan daha farklıydı. İmam Ebu Yusuf'un ifadelerine göre; Müslümanların hakimiyeti altına girip sahibi bulunmayan toprak -ki fetihten önce ülke hükümdarının malı olan veya savaşta sahibi ölmüş bulunan veya bataklıktan kurutulan vs. topraklar gibi- bu çeşit toprağın Raşid Halifeler tarafından arzu olunan kişilere, devlet hazinesine öşürü veya halifenin uygun bulmasına göre belli bir vergi ile, mukataa olarak verilmesi yasal kabul edilirdi. Hz. Ömer zamanında Sevad bölgesi tarım toprağından (Fırat ile Dicle arasındaki arazi) bu şartlar altına giren yerlerin yıllık haracı 7 milyon dirheme ulaşmıştı. Hz. Ömer'den sonra gelen halife ve emirler onu takip ettiler. Hz. Osman zamanında sözü edilen mukataaların geliri 5 milyon dirhem tutmuştur. Daha sonra Cemacim yılında (H. 82/M. 700) Abdurrahman b. Eşas fitnesi sırasında divan kayıtları yakıldığından herkes elinde mukataa olarak bulunan toprağın sahibi oldu. Emeviler ve Abbasiler kendi akraba ve yakınlarına toprağı ikta ederlerdi. Ancak bunlardan haraç alınmazdı. Bu iki devlet zamanında asker maaş ve masrafları her yerde haraç gelirlerinden ödeniyordu. Ödemelerden sonra geri kalan meblağ devlet hazinesine gönderilirdi. Mukataa toprakları ise sahipleri elinde kalır ondan bir şey alınmazdı.
Daha sonra egemenlik halifelerden Selçuklulara geçince mukataa usulü vezir Nizamülmülk aracılığıyla genelleştirildi. Bunlardan sonra gelen sultanlar özellikle Mısır'daki Eyyübiler Nizamülmülk'ün koyduğu usule göre hareket ettiler. Sultan Selahattin egemenliği altında bulunan ülkelerin, özellikle Mısır bölgesinin her tarafını emrinde bulunan vali, subay ve askere mukataa şeklinde verdi. Daha sonra mukataa usulünde bazı değişiklikler yapılarak toprakların bir kısmı mukataa, diğer kısmı satılık, diğer bir kısmı da vakfolundu. Makrizi kendi çağında (H. 9. yüzyılda) Mısır toprakları konusunda bilgi verirken diyor ki: "Mısır toprakları 7 kısımdı. Birincisi hükümdarın özel mülkleriydi. İkincisi, emir asker ve reislere ait mukataalardı. Üçüncüsü camiler, medreseler, hankahlara vakfedilmiş olan topraklar. Dördüncüsü "ahbas" adıyla bilinen topraklar bu topraklar bazı kişilere bir mescide veya ona benzer yerlere hizmette bulundukları için bir gelir oluştururdu. Beşincisi hazineden satın alınmış mülk topraklardı. Bunlar satılıp alınabileceği gibi hibe ve miras olarak da geçerdi. Altıncısı güçsüzlüğünden dolayı ekilemeyen topraklardı. Yedincisi Nil suyunun yetişemediği yerlerdeki boş topraklardı."
Mukataalar iki çeşittir. Biri istiglal diğeri mülkiyet mukataalarıdır. Bunların ikisi de bayındırlık, verimlilik, barış veya savaşla alınması noktalarından toprağın çeşidine ve bütün bu şeylerde halifenin görüş ve arzusuna göre çeşitli hükümlere tabiydi.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder