Türk Kültüründe Kutsal Görülen Renkler
Kutsal kelimesi anlam olarak değer verilen, değerli görülen ve uğruna her türlü fedakârlığın yapıldığı kıymetli maddi-manevi unsurları ifade etmektedir. Türk kültüründe de başta renkler olmak üzere sayılar, yönler, hayvanlar vs kutsal görülmüşlerdir. Renkler, İslamiyet öncesi Türk siyasi, kültür ve sanat tarihinde kutsallık taşımışlardır. Renklerin kutsallıkları, tek Tanrı (Tengri) inancı, kozmoloji, destanlar ve günlük hayattaki yaşayış şekline göre belirlenmiştir. Türkler, her yerde renk arar, her şeye renk verir ve hiçbir şeyi renksiz söylemezlerdi. Renkler Türklerin ruh âlemini dolduran en önemli sembolleri idi. Ak bir şey kara, kara bir şey de ak olabilirdi. Renk dünyası hayallerinde idi.
Renkler gözün gördüğü somut şeyler değil; insanların onlara yükledikleri anlamlarla maneviyat kazanan algılardır. Nitekim insanların renklerin maneviyatları ile ilgili olarak şair şunları söylemektedir:
“Ağ, gara, sarı, yaşıl, gırmızı,
Heresi bir sınagla bağlıdır.
Biri hesretimizi hatırlatır,
Biri derdimizi, biri arzumuzu,
Heresinde bir ma’nâ arayıb,
Bir sebep gören var.
Kim bilir, kim sınamış,
Kim bunu ilk defa demiş.
Gara mâtem,
Gırmızı bayram…” (Resul Rıza)
Ak, Beyaz
Kozmolojiye göre ak, iyiliğin yani göğün rengidir.
Yönlere göre ak, batıyı temsil etmektedir
Ordu sisteminde ak atlılar, batı kanadında yer alırlar.
Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın sağ tarafındaki oğullarının sembolü ak koyundur. Kurban törenlerinde ak at Gök Tanrı’nın atı olduğu için kutsaldır ve kanı dökülmeden salıverilerek kurban olarak Tengri’ye gönderilir.
Otağda ak çadır, kağandan sonra en kıymetli beylerin çadırıdır.
Eski ve günümüz Türk kültüründe ak, arılık, ululuk, yücelik, adalet ve güçlülük (ürüng), tecrübeyi ve geleceği sembolize eder.
Ak erdemi de ifade eden renk Ak’tır
Ak renginde bayrak ve tuğlar, Türk tarihinde oldukça fazla görülmüştür. Mesela Çinlilerin T’aman Chulo dedikleri yerdeki duvar resimlerinden birinde, bir atlı kaplan avlarken eğerinde al bayrağa bağlı bir ak kotuz tuğu dikili bulunmaktadır. Rus kaynakları incelendiği zaman ise Kuman/
Kıpçaklar’ın bayraklarına tesadüf edilmektedir ki bu kaynaklar onların bayraklarının ak ve al renklerde olduğunu belirtmektedirler. Akkoyunlular’ın bayraklarının ak renkte olduğunu Celâl ud-dîn Devvâni belirtmektedir. Ayrıca bunun sebebi devleti kurup yönetenlerin Oğuzların Bayındır boyundan geldiklerine bağlanmakta ve Akkoyunlulara Alem-i Sefid-i Bayındıri (Bayındırlılar’ın Beyaz Bayrağı) denilmektedir.
Gök
Kozmolojiye göre Gök, göğü ve Gök Tanrı’yı temsil ettiği için kutsallığın rengidir.
Yönlere göre Gök, güneş doğudan doğduğu ve kutsal olduğu için doğu’yu temsil eder.
Ordu sisteminde Gök (Boz) renkli atlılar, doğu kanadında yer alırlar.
Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın sağ tarafındaki oğullarına Gök rengi, Bozoklar denilmiştir.
Hunlara ve Kök-Türklere yol gösteren bilge ve kutsal Kurt, Gök (Boz) rengindedir.
Giyilen elbiseler özellikle de Sarı Uygurlarda mavi- gök rengi kaftanlar tercih edilmektedir.
Oğuzların yaşadıkları şehirlerde bıraktıkları eserlerde onların çini işleme sanatında ne kadar ileri olduklarını göstermektedir. Oğuz şehirlerinden Barçınlığ Kent’te kök kesene harabeleri bulunmaktadır. Burada tuğladan yapılmış mavi (kök) renkli süslemeleri olan harabe bir kümbet ve bu kümbetin de etrafında daha küçük kümbet ve höyükler bulunmuştur.
Karakoyunlular’dan kalan ve Karakoyunlu beyi Kara Yusuf’un oğlu Cihan Şah’ın yaptırdığı Gök Mescid’de günümüze kadar gelmiş Türk sanat eserlerinden birisidir.
Nazar
Kara iyelerden biri sayılan ve Türk inanışları arasında göz değmesi olarak da bilinen nazara karşı, pek çok pratik uygulanmaktadır. Fakat bunların arasında en geniş yeri nazara karşı korunmak istenen şey (ev, insan, hayvan veya eşya olabilir)’e nazar boncuğu takılmasıdır. Günümüzde boncuk olarak adlandırdığımız bu nesne DLT’ de monçuk olarak geçmektedir. İnanışa göre nazar boncuğu kötü gözün yaydığı kötü fikirleri emmekte ve daha sonra çatlamaktadır. Erzurum ve Tunceli’de, nazar boncuklarının arasına kuzunun aşık kemiği de eklenerek çocuklara kolye olarak takılmaktadır. Ağrı ilinde, genç kız ve gelinler, nazardan/göz değmesinden korunmak için, ayak bileklerine göz boncuğu bağlamaktadırlar. Zira göz boncuğunun, onları tehlikelerden koruduğuna inanırlar. Hakkâri'de, genç kızlar ve kız çocukları, nazardan korunmak için, saç örüklerinin arasına mavi boncuk takarlar. Böyle yapınca nazar göz değmesinin tehlikelerinden korunacaklarına inanırlar. Göz değmesi ile ilgili inançta, mavi renk mühim bir mevki işgal etmektedir. Göz değmesine karşı, mavi göz boncuk bir tedbir olarak taşınmaktadır. Mavi gözlü insanların gözünün baktıkları kimseye dokunacağı inancı bulunmaktadır. Aynı renkte boncuk taşımakla, bu göz değmesine karşı korunmuş olacağına inanılmaktadır. Kars yöresinde, bu renk gözlü insanlara, göy gözlü denmektedir. Yani, o tür göze sâhip olanlardan çekinilmekte, tekin olmadıkları kabul edilmektedir.
Gök Rengi İle Gök Tanrı İnancı Arasındaki İlişki
İnsanlar bir dilekte bulundukları zaman ellerini göğe açar, gözlerini de göğe diker çünkü yaratıcı, insanların itikadına göre göktedir ve yeryüzünde ne varsa ondan gelmektedir. Kutadgu Bilig’de, Aytoldı’nun gözünü göğe dikerek; “Ey rabbim, ben senden başka bir Tanrı tanımadım ki” demesi ve akabinde “Bütün akrabaları ile helalleşti, canı mavi göğe doğru yol almak istedi “
Manas Destanı’nda da Manas şu şekilde dûa etmektedir: “Göğsü tüylü yağız yer beni vursun; dipsiz yüksek mavi gök, keskin ay baltam beni parçalasın”.
Hunlar, M.Ö. 91 yılındaki Hun-Çin savaşından önce, “Gök ve yere and içiyorlar, eğer Çin Başkomutanı General Li Kuang-li’yi esir alırsak, onu göğe ve yere kurban vereceğiz!” diyorlardı. Esir alınan Çin komutanı, Hun generali Wei-lüeh’in, “Hun askerleri ant içti niçin kurban etmiyorsunuz?” sözlerinden sonra hemen öldürülmüştür. Bu olayda Wei-Lüeh’in ağır tahrikleri söz konusudur çünkü kendisi de daha önce esir düşmüş Çinli bir komutandır. Bilindiği üzere Türkler ellerindeki esirlere dokunmamışlar ve onları misafirleri olarak kabul etmişlerdir.
Gök renginin Gök Tanrı inancı ile ilişkisini ilk olarak Orhun Yazıtları’nda görmekteyiz. Abidelerde Türk kozmogonisi ve insanın yaradılışını anlatan “Üze kök tengri asra yağız yir kılundukda, ikin ara kişi oğlu kılınmış” (Üstte mavi (gök), altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış) cümleleri bizlere evrenin ve insanlığın yaratıcısının Gök Tanrı olduğunu ifade etmektedir. Tanrı’nın rengi gök ve yerin rengi karadır (yağız). Yazıtın devamında tahta Bumin ve İstemi kağanların oturduğu, pek teşkilâtsız Kök-Türklerin bir araya getirilerek il tutulduğu anlatılmakta ve Batı Türkleri olan Kök-Türkler gök rengi ile ifade edilmektedirler.
Oğuzname’nin Uygurca nüshasında Oğuzlar’a yardım etmek için gökten ışık içinde gök kurt (gök böri) inmektedir: “…Seher vakti erkenden Oğuz Kağan’ın çadırına parlak bir ışık girdi. Bu ışığın içinden gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı”. Oğuzlar’a yardım için gönderildiğine inanılan bu kurdun gökten gelmesi ve gök renkli olması bizce Türkler’in Tanrı’yı gök rengi ile tesmiye etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Kara
Kozmolojiye göre kara, kötülüğün ve yerin sembolüdür.
Yönler göre kara, kuzeyi temsil eder.
Ordu sisteminde kara atlılar, kuzeyde yer alırlar.
Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın sol tarafında yer alan oğullarını kara koyun sembolize eder.
Tek Tanrı inancında kara at, yer altı dünyasının sahibini sembolize eder. Kurban olarak kara at kan akıtılarak kurban edilir.
Otağda hiç evlat sahibi olamayan kara çadırda oturur.
Kutadgu Bilig’de kara renk, toprak, güç, kuvvet, keder, yas, alt tabakadan halkı temsil eder.
Al (Kızıl, Kırmızı)
Türklerde al ve kızıl aynı anlamda kullanılır, fakat kırmızı aynı iyi anlamda değildir.
Kozmolojiye göre al, sıcaklığı, alevi (alav/alaz) dolayısıyla Güneş’e yakın bir semboldür.
Yönlere göre al, güneyi sembolize eder. (M.Ö. 1050 Choular’dan itibaren)
Otağda al renkli çadırda kızı olanlar oturur.
Eski Türkler al, bayraklarında ve eğer altı örtülerde, devletle ilgili birçok eşyada kullanır, hükümdarlığı ve gücü sembolize eder.
Gelinler al gelinlik giyerler, sağlığı, aşkı temsil eder.
Sarı
Kozmolojiye göre sarı güneşi temsil eder.
Yönlere göre sarı, merkezde yer alır.
Eski Türklerde, Türk kağanın otağı dünyanın merkezini sembolize eder ve sarı (Altın) renktedir.
Türkmenler başlarına gökleri tutan kızıl bayrağı temsilen kızıl börk, ayaklarına dünyanın merkezini temsilen sarı edik (çarık) giyerler.
Eski Türk kağanları kurganlarında yeryüzünün merkezinde kağan olduklarını temsilen giydikleri sarı elbise ile bulunmuşlardır.
Yeşil
İslậmiyet sonrasında yeşil gök rengi mavi ile bütünleşik, aynı kutsallığa kavuşmuştur.
Kozmolojiye göre yeşil, hayat ağacını temsil eder.
Uygurların Kutlu Dağ efsanesine göre, yeşil (yeşim) taşı veya Yada taşı devletin bölünmezliğini sağlayan kutsal taştı. Yokluğu halinde devlet bölünürdü.
Nevruzda yeşil, hayatı, canlılığı ve gençliği temsil eder.
Kutsal Görülen Sayılar
Türk kozmolojisine göre sayılar, Güneş ve Ay’a göre temsil edilir.
Güneş erkil ve tek sayıları temsil eder, Ay ise dişil ve çift sayıları temsil eder.
Yedi
Kozmolojiye göre gök bazen yedi katlıdır. Tek Tanrı inancında gökyüzünde yedi gezegen ve yedi yıldız vardır.
591 yılında Kök-Türk hakanı Tou-lan Kagan’ın Çin’e elçi ile yedi adet kıymetli kâse göndermiştir.
598 yılında Türk kağanın imparator Mavrikios’a gönderdiği mektup “yedi milletin ve dünyanın yedi farklı bölgesinin büyük lideri kağan tarafından Roma imparatoruna” şeklinde başlamaktaydı.
İlteriş Kağan’ın hükümdarlığı zamanında yanında toplananların sayısı da yedi yüzdür.
Divan-ü Lügât-it Türk’te şöyle geçmektedir:
Yetti: yedi, sayıda yedi. Bundan dolayı göğe yetti kat kök (yedi kat gök) denir.
Büke: ejderha. Büyük yılan. Şu savda dahi gelmiştir: yeti başlığ yıl büke: yedi başlı ejderha.
Yiğitlere de “Büke Budraç” denir.
Yusuf Has Hacib ise yedi sayısını şu şekilde vermektedir:
“Sen ta’zif ve tasnifi iyice öğren; bunları öğrendikten sonra, aded cezrini ele al”.
“Sonra cemi, tefrik ve mesahaya geç; yedi kat feleği, bir çöp parçası imiş gibi, avucunda tut”. Göğün katları meselesinde batıda yaşayan Türklerde gök yedi kat iken doğuda yaşayanlarda dokuz kattır.
Yedi sayısı ve katları eski Türklerde önemli addediliyordu. Özellikle Batı Türklerince kabul edilen bir sayı idi. Kök-Türklerde İstemi Kağan, Bizans İmparatoruna gönderdiği mektubunda kendisinden "Yedi kavmin ve yedi ırkın hükümdarı" olarak bahsetmesi, dünyayı onun yedi bölüm olarak kabul ettiğini göstermektedir.
Yedi rakamı Türklerce dünya ve yeryüzünün katmanlarının yedi ve yedinin katlarından müteşekkil olması açısından da önemlidir. Mesela Yakutlar yeryüzünü yedi, on yedi kat olarak düşünüyorlardı.
Dokuz
Kağan tahta çıkışında bir keçe üzerinde dokuz defa doğudan batıya doğru döndürülerek, göğün dokuz katını aşarak Gök Tanrı’dan kut alırdı.
Kaşgarlı Mahmut’a göre bir devlet çok vilayeti olsa da uğurlu olduğu için dokuz tuğdan fazla olamazdı.
Kutadgu Bilig’ göre, Güneş yükselir ve dokuz al tuğ yaklaşmaya başlar.
Uygurların Türeyiş efsanesine göre, “kökü gökte, dokuz dalı arzda olan hayat ağacı, her bir dalı gökyüzünden dal, yaprak, Bozkurtlu bayrak oldu” denilmektedir. Buradaki dokuz Bozkutlu bayrak, dokuz tuğ ile aynıdır.
Uygurların devlet yönetim sistemleri dokuz kademeden oluşmuştur.
Dokuz ve katları da yine eski Türklerde kutsaldı. Doğu Türklerince de dokuz sayısı kutsal kabul ediliyordu.
Divan'da Kaşgarlı Mahmud şu izahatı vermektedir:
"tug: bayrak, tokuz tuğluğ han denir ki dokuz tuğlu han demektir. Bir hanın vilayeti, şan ve şerefi ne kadar çok olursa bayrağı dokuzdan ziyade olmaz. Çünkü Türkler dokuz adedini uğurlu sayarlar. Hakanın bu dokuz bayrağı tefe'ül maksadı ile turuncu kumaştan veya ipekten yapılır".
Dokuz sayısı "göğün derinlikleri dokuz kattan ibarettir. Bu sebeple kağanların otağlarının önlerinde dokuz tane tuğ görülürdü.".
Dokuz sayısı ayrıca cenaze merasimleri sırasında da büyük rol oynamaktadır. Mesela ölü dokuz gün bekletiliyor, doksan kısrak kesiliyor, dokuz kat kumaş halka dağıtılıyordu.
Kırk
Eski Türklerde kırk sayısı destan ve atasözlerinde önemini göstermektedir. Mesela kırk yıla kadar zengin yoksul bir olur demekte idiler. Buradan anlaşılıyor ki Türklerde zenginliğinde, fakirliğinde geçici olduğu telakkisi hâkimdir.
Destanlarımızda ise "kırklar" motifini görmekteyiz. Yüksek kültür merhalesinde büyük boyların Alpler çağını tasvir eden destan ve masallarda Alplerin yanında "kırk yiğit" ve hatun ve kızlarının yanında da "kırk kız" vardır. Alpler savaşlarda, eğlencelerde hatta evlenmelerde "kırk yiğit" ile bulunur. Kırgızların Manas destanında hayatları tasvir edilen Alpler hepsinin yanında "kırk çora" yahut "kırk ayaş" bulunmaktadır.
Dede Korkut Hikayelerinde de "kırk yiğit" ve "kırk ince belli kız" bulunmaktadır. Mesela Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu masalında Dirse Han'ın karısı kırk ince belli kızı yanına alırken,
Dirse Han'da:
Kırk yoldaşım aman
Tanrı'nın birliğine yoktur güman, demekteydi.
Bu arada Türklerde üç, on iki ve yetmiş yedi sayıları da daha sonraları önem kazanmıştır. Kozmolojiye göre üç, gök, yer, yer altı üçlüsünü temsil etmektedir. Yine bir gün sabah öğlen ve akşam olarak üç zaman dilimine ayrılmaktadır. Kozmolojiye göre on iki, ayları temsil etmektedir ki bu yüzden de on iki hayvanlı Türk takvimi oluşturulmuştur. Yetmiş yedi ise daha çok tasavvufta öne çıkmaktadır.
Kutsal Görülen Hayvanlar
Türklerin yaşadıkları coğrafyanın çetin hava şartları onları derinden etkilemiştir. Bozkırın zorlu tabiat şartları münâsebetiyle Türkler; bazı hayvanları ulaşım aracı olarak, bazılarını besin ihtiyacını karşılamak üzere, bazı hayvanları da gücü dolayısıyla dinî ve sosyal hayatlarında önemli bir mevkiye yerleştirmişlerdi. Bu durum bir süre sonra bazı hayvanlara kutsallık atfedilmesine neden olmuştur.
Kurt
Fizik kuvveti nedeniyle, alt edilmesi zor olduğundan, tabiatüstü güçler atfedilen ve korku ile karışık saygı gösterilen bir hayvandır. Kurt hemen hemen tüm Türk boylarının kutsal kabul ettiği bir varlıktır.
Kurt (Börü), üstünlük, büyüklük, yiğitlik, devlet, hükümdarlık gibi anlamları temsil etmektedir.
Millî kült haline gelmiş olan bu hayvanın Tanrı ile bağlantı kurduğuna inanılıyordu. Bu hayvan onlara her alanda özellikle de askerî stratejilerde rehber olmuştur. Şöyle ki kurt öncelikle avına uzaklaşmış görüntüsü vermekte, akabinde de aniden dönerek hızla avını yakalamaktadır. Türklerde kurdun bu taktiğini savaş meydanlarında başarıyla uygulamışlardır. Nitekim bu strateji kadîm Türk askerî literatüründe Turan Taktiği olarak yerini almıştır
Kurdun yol göstericiliğine diğer bir örnek te Oğuz Kağan’ın Urum Kağan ile yaptığı savaştır. Bu savaş sırasında gök yeleli kurt Oğuz Kağan’a rehberlik etmiş ve savaşın yağılacağı yeri göstermiştir. Sonuçta Oğuz Kağan galip gelmiştir. Buradaki kurdun “gök yeleli kurt” olarak “gök” sıfatı ile ilişkilendirilmesi onun Tanrı ile ilgisini dolayısıyla da kutsallığını göstermektedir. Bu nedenle Gök-Türkler kurdu ataları saydıkları için kurt başlı sancağa sahiptiler. Bunun yanında tuğlarının tepesinde altın kurt başlı heykel bulunurdu ve bu bağımsızlık sembolü idi.
Orhun Abideleri’nde de kurt güç simgesi olarak Kül-Tigin Yazıtı’nda görülmektedir.
“Türk Tanrısı ile Türklerin mukaddes yer-subları (Türk milletinin) kaderini şöyle çizmişler. “Türk milleti yok olmasın, bir millet olsun diye, babam İlteriş Kağan ile annem İl Bilge Hatun’u Tanrı tepelerinden tutmuş ve üstüne çıkarmış. Bunun üzerine babam, on yedi eri ile Çin’e isyan etmiş. Onun isyan ettiğini, Çin egemenliğinin dışına çıktığını duyan ve ününü alan Türklerin şehirde oturanları dağlara çıkmış ve dağdakiler de şehre inmiştir. Tanrı güç verdiği için babam kağanın ordusu kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş” .
Uygur Türklerine ait olan Türeyiş Destanı’nda ise kurt, baba olma özelliğiyle karşımıza çıkar. Bu destana göre eski Hun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardır. Bu bey, kızlarının yalnızca Tanrılarla evlenebileceğini düşünerek ülkenin uzak bir yerinde bir kule yaptırır ve iki güzel kızı bu kulede yaşamaya başlar. Hanın yakarışına dayanamayan Tanrı, Bozkurt şeklinde kuleye gelir ve bu kızlarla evlenir. Bu evlenmeden doğan Dokuz Oğuz– On Uygur çocuklarının sesi Bozkurt sesine benzer.
Kurdun kuvvetli olma özelliği Yusuf Has Hacib’in ünlü eseri Kutadgu Bilig’de;
“O domuz gibi inatçı, kurt gibi kuvvetli, ayı gibi azılı ve yaban sığırı gibi kinci olmalıdır” şeklinde geçmektedir.
Her kurt kutsal değildir. Kutsal sayılan “Gök-kurt” veya “Bozkurt” tur. Zira bu sıfatları onun Gök-Tanrı ile bağlantısını göstermektedir.
At
İlk defa Türkler tarafından ehlîleştirilen bir hayvandır. Zira ot yiyen hayvanlar arasında adale kuvveti en fazla, tabîî zorluklara en dayanıklı, değişik iklimlere tahammül bakımından en güçlü ve sürekli hızda râkipsiz olan at, tarihî ve içtimaî hayatta olduğu gibi din, edebiyat ve sanat alanlarında da büyük gelişmelere imkân vermiştir. İlk defa at sayesinde fark edilen sürat kavramı, mesafelerin kısalması ve kazanılan zaman dolayısıyla insanlığa derin bir zihniyet değişikliği getirmiş, hususi bir maharet ve cesaret isteyen ata binme işi, at üstünde olana, yayalar üzerinde maddî- manevî hâkimiyet kurma yolunu açmıştır.
Türklerin hayatında atın yeri, hiçbir başka varlıkla ölçülemeyecek kadar büyük ve önemli olmuştur. At, bu dünyada yalnız onun silah arkadaşı olduğu için değil, öldükten sonra da öteki dünyada her bakımdan kendisinden yararlanacağına inandığı için ayrı ve eşsiz bir değer taşımaktadır.
Divan-ü Lügat-it Türk’te ata farklı mânâlar yüklenmiş, farklı benzetmeler yapılmıştır. Örneğin: “kuş kanatın er atın” deyişi “kuşkanadıyla er atıyla” tanınır anlamına gelmektedir. Aslında burada kastedilen At’ın Türklerde uzak mesafelere kolayca gidebilmelerini sağlayan, kendilerine kanat vazifesi gören önemli bir ulaşım aracı olarak görüldüğünü bize göstermektedir.
Bununla beraber Kaşgarlı Mahmud “Devlet” manasına gelen “el” kelimesini açıklarken şöyle der:
“El: atı anlatır bir isimdir. Çünkü at, Türk’ün kanadıdır. Atlara bakan seyise “el başı” derler, vilayetin başı demektir”. Yani devletin olmazsa olmaz varolma unsuru attır.
Destanlarımızda da kahramanın atı, güç durumlarda daima sahibine yardımcı ve onu uyarıcısı olur. Dede Korkut hikâyelerinde Uşun Kocaoğlu Seğrek Boyu hikâyesinde, Seğrek atın üzerinde uyurken altmış silahlı düşman Seğrek’in üzerine gelirler. Bunun üzerine Seğrek’in bindiği aygır, yularını çekerek onu uyandırır. Seğrek bir alay atlının geldiğini görünce hemen kalkar ve düşmana saldırır. Düşmanı bozguna uğratır. Ancak uykusunu yenemeyip yeniden uyur, atının yularını da boynuna geçirir. Düşman tekrar bu kez yüz kişiyle saldırır. Seğrek’in atı yine onu uyandırır. Seğrek kalkar, atına binerek düşman üzerine yürür ve onları kaleye tıkar. Düşman bu kez daha önceden kaçırdığı abisi Eğrek’i üç yüz kişi ile Seğrek’in üzerine gönderir. Fakat ağabeyi kardeşini tanır ve onu öldürmez.
Atların destanlarda rastladığımız özelliklerinden biri de kahramanın ölümünden sonra insanlar gibi yas tutmalarıdır. Bu yas tutma sürecinde hiçbir şey yemeyen atlar sahibinin mezarı başında beklemişlerdir. Meselâ Manas’ın ölümünde Manas’ın atı, av köpeği ve av kuşu mezarının başından ayrılmamışlardır. Aynı durum Köroğlu’nun atı içinde geçerlidir. Köroğlu öldüğünde atı başında beklemiştir.
At, 12 hayvanlı Türk takviminde de geçer. At yılının başında doğanlar bilgili, akıllı, yüksek himmetli olur. Yılın ortasında doğanlar doğru sözlü, doğru işli, civanmert olur. Yılın sonunda doğanlar kötü huylu, kötü düşünceli, kin tutucu ve kin arar olur. Bu yıl karışıklık ve fitne ile gelir. Cenk ve savaş zuhur eder. Dört ayaklılara hastalık ve helâk erişir. Meyvelere afet erişir. Bu yılın başında doğan çocuklar zahmet çeker, muhabbetli ve hikmetli olur. Yılın ortasında doğanlar iyi işli hoş huylu olur. Yılın sonunda doğanlar ise gamlı, kötü sözlü ve kötü huylu olur.
Türkler ekonomik ve kültürel varlıklarını bir ölçüde hayatlarının devamını sağlayan atı ilahî bir gücün kendilerine armağanı olarak kabul ediyorlardı. Atlı olmak hâkimiyetin, kahramanlığın, belirli bir kimlik ve benliğe sahip olmanın bir işareti idi.
Türk mitolojisinde, destanlarında ve hikâyelerinde kahramanların atları, efsanevî bir özelliğe bürünmüş olarak anlatılmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de atın önemi değişik şart ve şekillerde devam etmiştir. Bir insan gibi onun doğuşu, yetiştirilmesi, olağanüstülükleri üzerine çeşitli hikâyeler yazılmıştır. Canlının yaşaması için elzem olan dört unsur (hava, su, ateş, toprak) kahramanların atlarının menşei olarak gösterilmektedir. Eski Türkler ölümün bir son olmadığına ve ölümden sonra bir ahiret hayatının olacağına inanmaktaydılar. Onların atları ve silahları ile birlikte gömülmeleri ve atlarına binerek cennete gideceklerine inanmaları da bu inancı vurgulamaktadır. Atın semavî bir kaynaktan geldiğini düşünen Türkler bu nedenle öldüklerinde bile atlarından ayrılamamışlardır.
Nitekim kurban edilen atların derileri veya kafaları birer sırığa geçirilerek, kurganın üzerine dikilmiştir. Bunlar, ölünün cennete giderken bineceği hayvanları olarak görülmüşlerdir.
Türklerde atların kutsal kabul edildikleri kültür ve medeniyet tarihinin ilk dönemi üzerinde yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. At ile ilgili törenler bunların delilidir. Yer, su, gök, ağaç ve dağlara sunulan kurbanlar genellikle atlardan seçilirdi. Atın kutsal olarak kabul edildiğinin bir başka delili kuyruğunun kesilerek tuğ yapılmasıydı. Tuğlar devleti de temsil ettiklerinden son derece önemli idiler.
Türk Bozkır Kültürünün at üzerinde kurulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır, zira at ile kazandıkları hareket kabiliyeti ve sürat sayesinde oluşturdukları kültüre “atlı bozkır kültürü” adını vermişlerdir.
Kartal
Kartal, Türklerin millî sembollerinden biridir. Türk sanat ve kültür tarihinde dinî, astrolojik, hukukî özelliklere sahiptir.
Kök-Türk ve Uygurlar döneminde kartal hükümdarlık sembolü idi. Onların koruyucuları idiler. Meselâ Kül-Tegin’in baş heykelinde kartal figürü bulunmaktadır.
Hayat ağacının en tepesinde oturan kartalın Tanrı ile bağlantı kurduğuna inanılıyordu. Kartal kanatları ile göğün tamamını kaplıyordu.
Kartal aynı zamanda bazı Oğuz boylarının ongunu olmuştur.
Yırtıcı bir hayvan olmasından ve Türk dini ve sosyal hayatındaki öneminden dolayı kartal millî bir sembol haline gelmiştir.
Kartal dışında şahin, tavşancıl, sungur gibi kuşlar da Oğuz boylarının birer ongunudur.
Geyik
İslâm öncesi Türk kültüründe kutsal bir hayvan olarak kabul edilmiş, sanat eserlerinde ve mitolojilerde bir şekilde kendine yer bulmuştur.
Efsaneye göre Hunların atalarına Maeotis (Azak Denizi) bataklıklarında yol gösteren de bir geyik idi. Hunların Doğu Avrupa’da akınları yine efsanelere göre bu olaylardan sonra başlamıştı. Hunların menşe efsanesine ışık tuttuğu için geyik çok önemlidir.
Kök-Türklerde de geyik bir Kök-Türk reisinin eşi olarak görülmüş ve Kök-Türklerin menşe efsanelerinde de yer almıştır.
Uygurlarda geyik Budizm ile bağlantılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Budizm’de geyik
Buda’nın kişiliğini temsil eder. Aynı zamanda fedakârlığı da sembolize etmektedir. Uygur sanatında geniş yere sahiptir. Uygurlarda aynı zamanda hükümdarın sembolü olan geyik insan ruhuna girebilen bir hayvandır.
Kaynaklarda geyik ile benzerlik gösteren bir hayvan da sigun-geyik adı ile geçmektedir. Bu hayvan geyik ile dağ keçisi arasında bir hayvandır. Miladî VIII.- IX. Yüzyıllardan kalma Kök-Türk harfleriyle yazılı Irk-Bitig adlı fal kitabında sıgun-keyik’in Gök-Tanrı’nın kutsallık atfettiği bir hayvan olduğu belirtilmektedir.
Tek tanrılı eski Türk inanışında geyik iyi ruhları temsil etmektedir.
Ejderha
Türklere Çinlilerden gelmiş bir figürdür. Hunlar zamanında Türk kültürüne dahil olan ejder, Çin’de kuvvet ve bereket sembolüdür. Hunlar döneminde kurulan Gu-tzang şehrinin isminin “yatan ejderin beldesi” anlamına geldiği söylenmektedir. Ejderha her toplumun kültürüne göre, bu kavimlerin sosyal hayatında oynadıkları role göre değişik isimlerle anılmıştır. Ejderha’ya Türkler evren, Araplar tannin, Çinliler lung, Moğollar moghur ve İranlılar ejderha diyorlardı.
Asya Hunlarına ait bazı eserlerde ejderha, üzerine binilerek uçulan bir hayvan şeklinde tasvir edilmiştir. Hunlar ejderi gök ve yerin simgesi olarak görüyorlardı. Ejder Türk mitolojisinde bazen dünyayı taşıyan bir yaratık olarak görülmüş bazen de şamanın göğe çıkarken kullandığı hayat ağacını bekleyen koruyucu, tılsımlı bir varlık sayılmıştır. Ejder bereket, sağlık ve uzun ömürlük sembolüdür.
Ejder, İslâmiyet’in kabulünden sonra da Türklerin Türkistan’dan taşıdıkları kültürün bir parçası olarak karanlığın sembolü sayılmaya devam etmiştir. Ejderha’nın Türkler için önemi Divan-ü Lügat-it Türk’te şu şekilde geçer:
Büke: Ejderha, büyük yılan. Ongun niteliği taşıyan hayvanlara verilir.
yeti başlığ yil büke: yedi başlı ejderha. Yabakuların Han büyüğüne olduğu gibi yiğitlere de bu ad verilir ve “Büke Budraç” denir.
Kutadgu Bilig’de de “Ögdülmiş’e göre ihtiyatlılık ve uyanıklık (saklık), savaşta başarılı olmanın temel şartı olup “uyanık begin askeri, ejderha kumandasında aslana binmiş kılıç kamçılı (kılıç kamçılıg orduya benzer”. Düşmana karşı kullanılacak ve onu mağlup etmeye yardımcı olacak en önemli silahlardan (tolum) biri ihtiyatlılık ve uyanıklıktır. Harpte ihtiyatlı davranan galip gelir” şeklinde geçer.
Türk kozmolojisinde yer ejderi ve gök ejderinden söz edilir. Yeraltında ya da derin sularda bulunan yer ejderi bahar dönümünde yerin altından çıkar, pullar ve boynuzları oluşturarak gökyüzüne yükselir, bulutların arasına karışırdı. Böylece yağmur yağmasını sağlayarak bereket ve refahın oluşmasına katkıda bulunurdu.
Ejderha Türk mitolojisinde zaman zaman dünyayı taşıyan bir hayvan olarak da kabul edilir. Dört yön ile ilişkisi vardır ve gök ile yer-su kültlerinin varlığı nedeniyle astrolojiyle ilişkili olarak farklı sembolik anlamlar yüklenmiştir. Türk kültür hayatının farklı evrelerinde bir ejderha kültünden söz edilebilir. Ejderhaların, karanlık yer ejderi, gök ejderi, sarı ejder, ağaç ejderi ve kırmızı ejder gibi tipleri bulunmaktadır. Bu ejderlerden karanlık yer ejderi genellikle bir yılan veya solucan olarak tasavvur edilir ve sonbaharı temsil eder. Bu ejder suların altında yaşar. Sular altından çıktığı için verimliliği ve ebedî hayatı sembolize eder.
Gök ejderi ölümsüzlüğün sembolüdür ve aynı zamanda ilahî bir özelliğe de sahipti. Gökte bulunduğundan dolayı genellikle kanatlı olarak tasvir edilmiştir. Türk kültüründe de yer edinmiştir. Şöyle ki; Türk sanatındaki Kutlu Dağ efsanelerinde bu dağda bulunan ölümsüzlük meyvelerinden yiyen hayvanlar arasında kanatlı gök ejderi de bulunmaktadır.
Uygur döneminde (745-840) de ejderha, Budizm ve Maniheizmin etkisi ile iyilik sembolü olmuştur. Gök kubbenin en altındaki çarkın çeviricisidir. Eski Uygur boyları arasında aslan, deve ve ejderha gibi hayvanlara saygı duyulmuştur. Uygurlarda hayat iksirine sahip olan ejder bir göl kıyısında yaşıyordu. Aynı zamanda hükümdarlığın da sembolü idi.
Koyun
Türk iktisadî hayatının önemli bir unsuru olan koyun, koç, keçi, teke ve oğlak gibi hayvanların Türk bozkır kültürü ve değerler anlayışı içindeki yeri günümüzde de hâlâ canlılığını korumaktadır. Koyun öncelikle Türklerde Gök-Tanrı’ya sunulan önemli bir kurban hayvanı olarak önem kazanmıştır. Bozkır ekonomisinde koyunun yeri büyüktür. Çünkü hayvancılık bozkırlının geçim kaynağıdır ve koyun da üretkenliğinin yanı sıra eti, sütü ve de yününden istifade edilmesi dolayısıyla en önemli hayvanlardan biridir.
At ile birlikte tüm Türk boylarının sosyal ve iktisadî hayatında en başta yer alan hayvan olmuştur. Attan sonra önem sırasında ikinci sırayı almıştır. Atın sürati ve ulaşım aracı olarak kullanılması, demirden silah ve dayanıklı malzeme elde edilmesi, koyunun da besin ihtiyacını karşılayan özellikleri, Türklerin hayatını düzenleyen ve cihan hâkimiyeti ülkülerini gerçekleştirmelerini sağlayan en önemli unsurlardı.
Göğe kurban törenlerinde gösterişli bir hayvan olmasından dolayı göğe yakışır olarak kabul edilen koçlar da kurban edilirdi. Tabgaçlarda da Gök-Tanrı’ya koç kurban edilirdi.
“Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş” ifadesi de Orhun Abideleri’nde koyunu anlatan cümlelerden biridir. Bu cümleden hareketle kurt ve koyun motiflerini değerlendirecek olursak; kurt sayı olarak azdır, koyun ise daha çok sürü halinde dolaşan bir hayvan olduğu için sayıca daha fazladır.
Yazıtların üzerine konan dağ keçisi damgaları egemenliğin ve kağanlığın sembolü idi.
Uygurlar Tanrılara koyun ve at adarlardı. Tanrıya adamak için koyunlardan gözlerinin yanında ve alnında kahverengi tüy olan koyun yani rengiyle kafası deve kafasına benzeyen koyun seçilirdi. Uygurlara ait Altun Yaruk adlı eserde öküz, koyun gibi hayvanları kesip yemenin hoş karşılanmadığı ifade edilmektedir. Çünkü bu hayvanlar kurbanlık hayvanlardır ve bunlar yendiği vakit yeniden dünyaya gelmeleri engellenmiş olur. Zira kurbanlık hayvanlar kurban edildiklerinde tekrar dünyaya gelirler fakat yendikleri zaman bu ortadan kalkmaktadır.
12 Hayvanlı Türk Takvimine göre koyun yılında nimetler bollaşır. İnsanlar iyilik ve hayır yapar. Yağmur çok yağar. Bu yılın ilk yarısında doğan güzel yüzlü, rızkı bol, yüce himmetli olur; ortasında doğan vefasız ve az çocuklu olur; sonunda doğan ebleh ve kısa ömürlü olur.
Türklerde yağmur yağdırma ile ilgili olarak Yada taşı çok önemli bir yere sahiptir. Kırgızlar bu taşın koyunun karnında bulunduğuna inanmaktaydılar.
Gök koç ya da koruyucu ruhun koçu adı verilen beyaz koça kutsallık atfedilir ve o yaşlanıncaya kadar hiçbir şekilde ona dokunulmazdı. Yünü kırpılamaz ve satılamazdı. Bu koç veya koyun yaşlandığında onun yerine geçecek bir koç veya koyun kutsanır ve yaşlı olan koyun komşularla yapılan bir törende kesilirdi. Yenildikten sonra iskeleti bir sunak üzerinde yakılır ve derisi baş ve ayakları ile birlikte bir sırığa asılırdı. Aslında bu ölen koyun ya da koçun yerine sürekli kurbanlık olarak yetiştirilen bir başka koyun veya koçun geçiyor olması onun ölümsüzlüğünün de sembolüdür.
Aslan
Aslan figürleri Türk kültüründe özellikle Budizm ile birlikte ortaya çıkmaya başlasa da Altay Pazırık kurganlarında çıkarılan eserlerin de üzerinde aslan figürleri bulunmuştur. Özellikle hayvan mücadele sahnelerinde zafer kazanan hayvan olarak göze çarpan arslan zaferin, iyinin kötüyü yenmesinin ve kuvvetin sembolü olarak kullanılmıştır.
Kök-Türk devrinde arslan hükümdarlık sembolü olmuştur. VI. yüzyılda Budizmi kabul eden Taspar Kağan arslan unvanı ile anılmıştır.
Arslan figürü daha çok Budizm ve Manihaizm ile Uygurlar döneminde Türk kültürüne girmiş bazen Tanrı’yı bazen de hükümdarlığı simgelemiştir. Bu nedenle Budist devirde etinin yenmesi ve derisinin kullanılması yasaklanmıştır. Uygurlar da aslan, deve, ejderha gibi hayvanlara saygı duyulmuştur.
Kutadgu Bilig’de kumandanın nasıl olması gerektiği anlatılırken “yüreği harpte arslan yüreği gibi ve dövüşürken de bileği kaplan bileği gibi olmalıdır” denilmektedir. Burada arslan yüreklilik, yiğitlik, hakimiyet sembolüdür. “Arslanlıg örgün” denen aslanlı taht yalnızca hükümdarlara özgü idi. Çünkü arslan bir ongun idi.
Kutsal Görülen Bitkiler (Ağaç/ Kayın Ağacı)
Geleneksel Türk dini içerisinde, tabiat kuvvetlerine inanç (yer-su inancı) çerçevesinde dağ inanışının yanı sıra "orman ve ağaç inanışı" da önemli bir yer tutmuştur. Bunda Ötüken Dağının ormanlarla kaplı olmasının ve buraların Kök-Türkler ve Uygurlarca kutsal sayılmasının tesiri büyük olmuştur.
Türklerde ağaç inancı kutsal yer-su inancının alt kollarından biridir. Ağaç, büyümesi, kökü, gövdesi, dal ve yapraklarıyla Türk milletinin ruhunda derin izler bırakmıştır. Türk insanı ağacın hayatını kendi hayatıyla bir tutmuştur. Muhtemelen, mevsimden mevsime kendini yenilemesi ve daha birçok özelliğinden dolayı ağaç, Türk toplulukları arasında hayatın ve sonsuzluğun timsali olarak yer etmiştir. Türkler; ağacı, ebediyet, güven, koruma aracı olarak görmüşlerdir.
Türklerin kutlu saydıkları ağaçların başında gelmektedir.
Türklerde kayın ağacı ok ve yay yapımında, sosyal ve dini hayatta büyük rol oynamıştır.
Türklerde kurban törenleri bir nizamnâmeye göre yapılırdı. Ecdat mabedi makamında bir taş oyarlardı. Taş ev içinde Gök-Tanrı’ya göğe, yere ve hakanın soyuna kurban keserlerdi. Kurbandan sonra kayın ağaçları dikerlerdi. Bunlardan Tanrının yeri ve kutlu orman meydana gelirdi. Nitekim Türklerde kutlu sayılan Ötüken ormanı da ağaçlarla kaplıdır.
Eski Türk tek Tanrı inancında; kayın ağacına kurban sunulduğu bilgisi mevcuttur. Hatta bu kurban sunulurken; “Altın yapraklı mübarek (kutlu) kayın! Sekiz gölgeli mukaddes kayın! Dokuz köklü altın yapraklı bay kayın! Ey mübarek kayın ağacı, sana kara yanaklı bir ak kuzu kurban ediyorum” şeklinde sözler söylenir.
Kutsal Görülen Mekanlar
Dağlar
Dağlar, İslâm öncesi Türk kültüründe yükseklikleri sayesinde Gök’e yakınlıklarından dolayı kutsal kabul edilmişlerdir. Örneğin, M.Ö. 8 yılında Çin hükümdarının Hun hakanından batı kesimindeki bir yeri istemesi üzerine Hun hakanı burada yaşayan halkın oradaki bir dağa saygı gösterdiklerini belirterek vermemiştir
Hunlar ve Tabgaçlar kutlu saydıkları Han-Yoan (Hun) Dağı’nın tepesinde Gök-Tanrı’ya kurban sunarlardı.
Çinlilerin Tien-shan dedikleri Tanrı Dağları da Hunlar için kutlu idi.
Dağlar Orhun Abideleri’nde şu şekilde geçmektedir:
“Biz de ordu sevk ettik. Anı’yı geçtik. İnci Nehri’ni geçerek mukaddes Ek Tag’ını aşırdım” Kök-Türklerde de Ötüken ve Budun İnli dağları mukaddes yer-suların en önemli temsilcileri olarak görülmelerinden kutsal sayılmışlardır.
Dağlar, Türklerin efsanelerinde de çok önemli bir yer tutmaktadır. Öyle ki; Hunlar efsanelerinde kağanın kızlarını evlenmeleri için bir dağa teslim etmiş, daha sonra Kök-Türklerin
Türeyiş efsanelerinde de kurt çocuğu kurtararak dağın içindeki bir mağaraya götürmüştür. Daha sonra Yaradılış Efsanesi’nde Türkler çoğalarak yine bir dağı eritmişler ve dışarı çıkmışlardır. Bir Uygur efsanesine göre Uygurlar dağın üzerine inen bir ışıktan türediklerine inanmışlardır. Dağ ve mağaraya karşı gösterilen saygı bu efsanelerle onları mukaddes görme seviyesine yükseltmiştir.
Nehirler
Nehirler de yer-su inancının en önemli öğelerindendir ve Türk yurtlarını temsil eder.
Türklerde dağlar ve pınarlar iyi ruhların mekanı olarak görülür.
Türklerde bir yerin vatan olması için orada bulunması gereken en önemli unsur su’dur. Bu Kutadgu Bilig’de şu şekilde geçmektedir:
“Ev almak istersen komşusunu sor, yer almak istersen suyunu sor”.
Türklerde Issık Köl, Benegit Irmağı, Tamir Irmağı, İrtiş Irmağı kutsal sayılan sulardandır. Türklerin iduk (kutsal) olarak kabul ettikleri Ötüken’in suyu da kutsal sayılmıştır ve Türkler
Ötüken’i her zaman kendilerine mukaddes bir yurt olarak görmüşlerdir.
Taşlar
Türklerin taşla ilgili inançlarının en önemli bölümünü Yada taşı denilen ve olağanüstü nitelikleri olduğuna inanılan bir taş oluşturmaktadır. Yada Taşı, Divan-ü Lügat-it Türk’te “yat” şeklinde geçmektedir ve taşlarla yağmur ve rüzgâr için yapılan kamlık yada taşı ile yapılan bir tür kamlık, kahinlik biçimde verilmektedir.
Yada Taşı yağmur, kar ve dolu yağdırdığına inanılan bir taştır bu nedenle de hem su hem de taş kültü ile ilgilidir. Türklerde taşla ilgili inançların içinde kayalara da yer vermek gerekir. Öyle ki, Uygurların Kutlug Dağ efsanesinde Yolun Tigin Kutlug Dağın taşlarını Çinlilere verince düzen bozulmuş kıtlıklar, ölümler, salgın hastalıklar yaşanmıştır.
Mağaralar
Mağaralar da Türk kültüründe özellikle dağlarda kurban sunulan mekanlar olmalarından dolayı kutsal kabul edilmişlerdir. Ayrıca Türk efsanelerinde mağaralar her zaman kahramanları ve Türkleri koruyan yerler olarak kabul edilmişlerdir.
Hunlarda, Tabgaçlarda ve Kök-Türklerde Ecdat Mağarası, Ötüken Mağarası gibi kutsal mağaralara rastlamak mümkündür.
Silahlar
Kılıç, Türklerin süvari olmalarından dolayı muharebelerde en çok tercih ettikleri silahlardandır.
Çinlilerin Hun hakanı Mete (Mete)’a alplik simgesi olan kılıç hediye etmişlerdir.
Hunlar ant içtikleri zaman kılıcı şahit olarak gökyüzüne kaldırırlardı.
Avrupa Hun hakanı Attila Tanrı’nın kılıcına sahip olduğunu ve böylece de kainatın kutsal hakanı olduğunu söylemiştir. Kendiliğinden Attila’ya gelen kılıç onu dünyanın hakimi yapmıştır.
Türk tarihinin ana kaynaklarından Kutadgu Bilig’de kılıç memleketin bekçisi olarak gösterilmektedir.
Kök-Türklerin kılıçları demiri bile kesebildikleri için büyük üne kavuşmuşlardır.
Türkler demiri kutlu saydıkları için ondan yapılan kılıçları da kutlu saymışlar ve ant içme törenlerinde kılıç önlerinde yemin etmişlerdir. Bu gelenek Hun, Kök-Türk, Bulgar gibi Türk boylarında da görülmektedir.
Ok ve yay Türklerin en kadim silahları olmaları bakımından son derece önemlidir.
Hun hakanı Mete (Mete)’nin ıslık çalan okları Türk tarihinin en önemli oklarıdır.
Hun devrinden beri ok ve yaylar mezarlara sahipleri ile birlikte gömülmekte ve bunların diğer dünyada da sahipleri ile savaşacaklarına inanılmaktadır.
Ok ve yay devlet geleneğinde de önemli bir yer tutar. Ok ve yay devletin iki yönünü temsil eder. Oğuz Han’ın oğullarından Bozoklar altın yay Üçoklar ise gümüş oklarla temsil edilmişlerdir.
Yay aynı zamanda Kök-Türklerde hükümdarlık sembollerinden biri idi.
Kutsal Görülen Yönler
Doğu: Türklerde doğu sağ taraf ile ifade ediliyordu. Sağ taraf her zaman sol tarafa üstün olduğu için Türklerde devletin merkezi doğuda bulunurdu. Ancak şunu belirtmek gerekir ki sağ taraf her zaman doğuyu temsil etmemektedir zira Hun ordu yapısında sol beyleri doğuda sağ beyleri de batıda oturur ve sol taraf sağa üstün olurdu. Kök-Türklerde de güneşin doğduğu doğu yönü sol ile ifade ediliyordu.
Tüm Türk devletlerinde Güneşin doğduğu yön olan doğuya dönülerek ibadet edilir.
Yönler renk sembolizmi içinde önemli bir yere sahiptir. Doğunun rengi Türklerin kutlu rengi kök (gök) rengidir.
Türk ordu sisteminde de doğuya boz atlar yerleştirilmektedir.
Hakanın otağının kapısı doğuya dönüktür.
Kurban kesilirken başı doğuya döndürülür.
Türklerde Ötüken sağ tarafta ve doğuda bulunurdu çünkü tanrı’nın dünyaya en yakın olduğu yer burası idi.
Yemek yerken de sağ elle başlamanın bereket getireceği Kutadgu Bilig’de ifade edilmektedir.
Ölü gömme adetlerinde de cesetlerin yüzü doğuya bakacak şekilde yerleştirilmiştir.
Doğudan esen rüzgarlar iyilik ve kutluluk getirirdi.
Doğunun tarafı sağ tarafta sola göre daha üstün kişiler bulunurdu.
Batı: Batının rengi Türklerde arılık, ululuk, tecrübe sıfatlarını taşıyan ak ile simgelenirdi ve ordu sisteminde batıya ak atlar yerleştirilirdi.
Doğu ve batı yönleri her zaman kuzey ve güneye göre daha kutlu olmuşlardır.
Hunlar, doğudan sonra batıya da saygı gösterirlerdi.
Güney: Güney yönü al renk ile ifade edilir ve ordu teşkilatında güneye al atlar yerleştirilirdi.
Güney yani Ir sıcak, yaz ve bolluğu temsil eder. Kuzey yani kuz ise soğuk, kış ve yoksulluğu ifade eder. Yaz kışa tercih edildiği için güney de kuzeye tercih edilmiştir.
Yakutlar güneyden kuzeye göç etmek zorunda kaldıkları için her zaman güneydeki yurtlarına hasret duymuşlar ve en kutlu yönleri olan doğunun yanında güneye de hiç te az olmayan bir değer vermişlerdir.
Türklerde güney gündüzün, kuzey ise gecenin yönleri idiler. Dünyanın yarısı gece yarısı gündüz olduğundan dünya döndükçe gece ile gündüz yer değiştiriyordu. Dağların güneş gören yamaçları güney, görmeyenleri ise kuzeydi.
Kuzey: Kuzey, bazen güç bazen de keder, yas, karanlık sembolü olan kara renk ile ifade dilir ve kara atlılar kuzeyde yer alırdı.
Genellikle güney yönünün karşıtı olarak kabul edilirdi ve onun tersi özellikler taşırdı.
Kutsal Görülen Gök Cisimleri
Güneş: Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Türklerde gök cisimlerinin kutsallıkları tamamen Gök- Tanrı’nın mekanı olan gök ile bağlantılıdır.
Güneş eski Türklerde saygı duyulan bir unsur idi. Hun kağanları her sabah otağlarından çıkarak güneşi selamlarlardı. Törenlerinde güneşe saygı gösterirlerdi.
Güneş olmazsa renklerin de olmayacağına, renkleri ayırt edenin güneş olduğuna inanılırdı.
Güneş, Gök-kubbenin yani tanrı’nın simgesi idi.
En kutlu yön olan doğunun sembolü de güneş idi.
Göğün en üst katında oturan kartalın bir kanadı ayı bir kanadı da güneşi örtmekte idi.
Güneş aydınlığı sembolize ediyordu.
Türkler yönlerini de hep saygı duydukları güneşe göre belirlemişlerdir.
Tanrı’nın gökyüzündeki temsilcisi güneş, yeryüzündeki temsilcisi ise kağandır.
Güneş eski Türk tek Tanrı inancında an ile karşılanır ve onun yeryüzündeki temsilcisi ateştir.
Güneş Gök’ün Gök-Tanrı’ya en yakın katında bulunurdu.
Ay: Hunlarda gündüz güneşe gece ise Ay’a saygı gösterilirdi.
Ay mukaddes yer-sulardan biri idi.
Ayın yönlerdeki simgesi batı idi.
Türkler bir sefere çıkacakları zaman ayın hareketlerini kontrol ederlerdi.
Eski Türk tek Tanrı inancında ay atadır ve kahramanları hep himayesi altında tutar.
Ay her zaman güneş ile birlikte var olmuştur ve buna kün-ay birlikteliği denir. Türk devleti için son derece önemli olan bu birliktelik sayesinde Türk ili ve töresi zarar görmez.
Kutup Yıldızı: Kutup Yıldızı gökte hiç kımıldamadan dururdu.
Kutup Yıldızı gök ile yeryüzünü birleştiren kutlu bir kapı idi. Bu aynı zamanda ruh alemi ile madde dünyasını; insan ile Tanrı’yı ayıran bir sınır olarak da kabul ediliyordu.
Kutup Yıldızı’nın diğer bir adı “Demir Kazık”tır ve hakan onun yeryüzündeki temsilcisidir.
Kutup Yıldızı bir pusula görevi gördüğünden Türklerce kutlu sayılmaktadır.
Kutup Yıldızı aynı zamanda Gök-Tanrı’nın mekanı olarak tasavvur ediliyor ve Tanrı’ya giden bir yol olarak görülüyordu.
Yeryüzü Gök’ün merkezi olan Kutup Yıldızı’na demir bir kazıkla bağlıdır.
Diğer Kutsallar
Ev ile ilgili kutsallık anlayışını anlatırken öncelikle evin aile için kutsal vatanın bir simgesi olduğunu söylemek gerekir. Kadınlar da evin dolayısıyla da vatanın çekirdeğini oluşturdukları için kutlu sayılmışlardır. Çadıra girince babadan önce selâmlanan annenin rızasını almak ta Türklerde son derece dikkat edilen bir husustu. Türk evlerinde yiyecek ve içecekler de son derece önemli idi. Örneğin, yiyecek ve içecekler ziyan edilmez ve yiyecek sağlayan hayvanlar kutsal kabul edilirdi. Özellikle kımız öyle rastgele içilebilen bir içecek değildi. Kımız önce kutlu kabul edilen yerlere serpilir daha sonra içilirdi.
Konuk, Türk evinde eve uğur getiren bir unsurdur. Kaşgarlı Mahmud konuk ile ilgili olarak eserinde şu beyitte yer vermektedir: “uma kelse kut kelir” (konukla beraber kutluluk, uğurluluk gelir. Konuk iyiliğe belge sayılır, ondan yüksünülmez).
Yusuf Has Hacib eserinde konukların önemini şu şekilde dile getirir:
“Yemekte misafirin içeceğini eksik etme, biri biter bitmez diğeri hazır bulunsun”.
Eski Türklerde ev ile ilgili kutsallıkların en başında ocak kültü gelmektedir.
Türklerde ev içinde bulunan ocak ve onun içinde yanan ateş son derece önemlidir. Ateş ile her yerin kötü ruhlardan temizlendiğine inanılır. Aynı zamanda ocak ta evin merkezinde bulunduğu için kainatın merkezini sembolize etmektedir. Ayrıca Türkler Tanrı’nın onlara çakmak taşı ile ateş yakmayı öğrettiğini bu nedenle çakmak taşı ile yakılan ateşin kutsallığını kabul etmişlerdir. Ateş güneşin sembolüdür.
Evin içindeki ocakta yanan ateş sönmemesi gereken kutlu bir ateş idi ve evin Gök ile bağlantısı ocak ile sağlanıyordu. Evin içindeki ocağın sönmesi ailenin ve soyun sönmesi olarak görülüyordu. Ocak Türklerde kutlu vatanın en küçük parçası idi. Eğer ocak sönmezse ev de yaşardı ve bununla beraber il de yaşardı. Yani devletin devamı için ev en önemli unsur idi ve bunun da en önemli sembolü ocak idi. Netice olarak, Türklerdeki cihan hakimiyeti düşüncesi onları vatan anlayışının kutsallığına götürmüş ve Türkler kutlu saydıkları vatanın çekirdeğini de ev olarak görmüşlerdir.
Sağ Tarafın Üstünlüğü
Eski Türkler sağ taraflarına çok önem vermekte idiler. Uygur metinlerinde tesadüf ettiğimiz "anj ve anjtun" kelimeleri "sağ ve sağda" anlamında yön bildiren kelimelerdir. Bozkırlı olan Avarlar (5. Asır) süvari ve okçu idiler. Ok saplarını muhafaza eden "tirkeş"i kemerlerinin sağ yanına asarlardı. Yayı ise diğer bir muhafaza içinde sol kemerlerine iliştirirlerdi.
Eski Türklerde sağ yanın önemini Kök-Türk hükümdarlarının her sabah yüzlerini güneşe ve sağa doğru dönerek güne bu şekilde başlamaları anlatmaktadır.
Eski Türkçede ayrıca sağ yan için kullanılan kelime "Bırı: Bı-rı"dır. Bu kelime günümüz Türkçesinde kullanılan "Beri" sözcüğü ile ilgili olmalıdır. Müslümanlıkla hiçbir alakaları olmayan Sibirya Türklerinde sağ el daha önemlidir. Hatta asalet ve seçkinlik misali olarak kahraman bir kimse için "sağ omzu altın, sol omzu gümüş" gibi bazı deyimler kullanırlardı. Onlar ayrıca omuz yerine "koltuk" tabirini de kullanırlardı. Onlar "Biz omzumuza daha fazla önem verir ve vücudumuzun daha şerefli bir üyesi olarak kabul ederiz" demekteydiler.
Priskos, Attila'nın kendilerini yemeğe davet ettiğini söyleyerek şunları demektedir: "Yemekte en hürmetli yer Attila'nın sağ tarafı idi, ikinci mevkii sol taraf idi. Bizde bu sol tarafta oturuyorduk.".
Destanlarımızda da sağ tarafın üstünlüğü hemen göze çarpmaktadır.
Oğuz Kağan büyük bir toy düzenledi. Ordugâhının sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi, üstüne bir altın tavuk koydu, altına bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi, üstüne bir gümüş tavuk koydu, altına bir kara koyun bağladı. Sağ yanına Bozoklar, sol yanına Üçoklar oturdu. Böylece Bozoklar, Üçoklardan daha üstün duruma gelmiş oluyorlardı. Yine Oğuz Kağanın sağ yanında gökle ilgili adlar taşıyan üç oğlu yani Bozoklar vardı. Oğuz öldükten sonra yerine çıkan sağ yandaki oğullarından Gün Han oldu.
Esasen sağ tarafın sembolü "ak koyun", solun ise "kara koyun" idi.
Kutadgu Bilig'de de iyi ve faydalı olan her şey sağ taraftadır anlayışı hüküm sürmektedir.
Aşağıda vereceğimiz misalde bu durumu açıkça göstermektedir:
bu edgü öng ol kör isizlik bu sol
solungdın tamu ornı uştmah ong ol
"İyilik sağ ve kötülük soldur
solunda cehennem vardır, cennet ise sağındadır".
PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder