Alimlere Verilen Değer
Eski Türk toplum yapısında birinci derecede önemli görülenler her daim bilgilerine danıştıkları bilginlerdir. Türkler ilme, alime her türlü saygı ve sevgiyi göstermişlerdir ki hükümdarların yanında her zaman alim, bilgili, deneyimli ve tecrübeli vezirler bulunmuştur. Bu alim ve tecrübeli vezirlerin Türk tarihinde oynadıkları roller çok önemli olmuştur. Bu alim vezirlerin uygulamalarından bazılarını burada vermeye çalışacağız.
Bilge Kağan ileri gelen kök-Türk boy liderlerinin kendisine bağlanmalarına dayanarak Çin sınırına tecavüz etmek istedi. Fakat akıllı, alim ve bilgin vezir Tonyukuk buna itiraz ederek Bilge Kağan'a şunları söyledi: "Çin İmparatoru akıllı ve muktedirdir. Bunun dışında Çin milleti de tesanüt içinde ve müreffeh bir hayat sürmektedir. Böylelikle faydalanabileceğin bir fırsat çıkmadıkça, Çin'e karşı hareket edemeyiz. Dahası var, milletimiz henüz yeni olarak bir araya geldiği için savaş gücümüz zayıftır. Kudretini sağlamlaştırmak için birkaç sene sulh içinde yaşayıp canlanması lazımdır. Bu sebeple biz ancak olayların gelişmesini takip ederek ona göre hareket etmeliyiz." Bilge Kağan'ın şehirler ve Budist mabetleri yaptırmak istemesine Tonyukuk yine itirazda bulundu: "Böyle olmaz, nüfus bakımından Kök-Türkler çok az, hatta Çin nüfusunun yüzde biri bile değildir. Fakat bizim Çin ile rekabet edebilmemizin esas sebebi şudur: Konar-göçer hayat yaşayan ve avlanarak geçinen biz Türklerde herkes askerdir. Bundan dolayı kuvvetli olursak Çin'e tecavüz edebiliriz, zayıf isek dağlara çekiliriz. Bu suretle sayıca çok üstün olan Çin ordusu bize bir şey yapamaz. Eğer şehirlerde oturup ananevi adetlerimizi değiştirirsek bir gün mağlup olduğumuz takdirde, mutlaka Çin tarafından imha ediliriz. Görüyorsunuz ki Budizm doktrini insanları, insanlık sempatisiyle sevmeyi öğretir. Bu sebepten dolayı savaş alanında ve devletler arasında rekabette faydalı değildir. Sözün kısası Budizmi benimseyemeyiz." Bilge Kağan bunları kabul ederek onayladı.
Ebulgazi Bahadır Han "Oğuz Han'ın Uygur diye adlandırdığı cemaatinin büyüğü ve ak sakallının oğlu vardı; Arkıl Hoca adlı. Oğuz Han babasının tahtına oturup da ölünceye kadar, veziri vekili o idi. Akıllı, alim ve çok bilgili bir insandı. Kün Han onu vezir kılıp, kendisi ölünceye kadar sözü ile amel ederdi. Mesela Arkıl (ırkıl) hocanın tavsiyelerine uyarak büyük bir kurultay topladı" demektedir.
Divan'da bilge: akıllı; biliglik kişi; bilgin adam anlamlarında verilmekte; bilig; bilim, ilim, hikmet, akıl, us manasında geçmektedir. Uygurlar bilge, bilgili, bilgin, üstad kişiye "bilge ve bilgiçü"; bilgi ve ilme "bilig" demekte idiler.
Uygur çağında İslam muhitinde yazılan bilgiyi öven ve öğrenilmesini tavsiye eden şu şiir dikkat çekicidir:
"Bilgi bilen ey beyim
bilgi sana eş olur
bilgi bilen insana
bir gün devlet yar olur
Bilgili insan beline
taş kuşansa kaş olur
bilgisizin yanına
altın kona taş olur".
Sosyal Hayatta Eşitlik Yardımlaşma
Eski Türk toplumunda fertler hür ve eşit idiler. Tarihte Türk olduğu kesin olarak bilinen en eski Türk devleti olan Hun devletinde irsî sınıf yoktur. Her fert, her nefer en yüksek kumandan derecesine yükselebilir veya idari kadroda görev alabilirdi. Halk, eşit hukuki şartlarda sahip hür insanlardı. Her fert kendi zekâsı, hizmeti ve bilhassa savaşlarda gösterdiği yararlılıklar sayesinde en yüksek derecelere çıkabilirdi.
Hun sosyal hayatının sağlamlığı ve eşitliği konusunda Çinli vezir Hou-ying'in şu konuşması çok anlamlıdır: "Hunların yanına sığınmış olan Çinli akrabasını görmek bahanesi ile birçok Çinli Hunlara kaçabilir...". Burada kastedilen Hun toplumunda herkesin hür olarak hayatını devam ettirmesi ve kendilerine gelenleri de büyük bir hoşgörü ile kabul etmeleridir. Yine Ch'in Prensliği ile onların kuzey tarafında bulunan Hun devleti arasında bir elçilik olayını anlatan aşağıdaki metin Hun tarihi ve kültürü açısından büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. "Hun hükümdarı, You- yü adlı birisini Çin'e elçi olarak gönderdi. (M.Ö. 659-621) You-yü'nün ataları Çinli olduğu için Çin dili ile konuşabiliyordu. You-yü'ü Çin'i incelemek maksadı ile göndermişti. Mu-kung (Çin lordu) ona sarayını ve hazinelerini gösterdi. You-yü "Bu işleri cinlere yaptırsan Tanrı yorulur. İnsana yaptırsan millet çok zor duruma düşer." dedi. Bu sözler Mu-kung'a çok garip geldi. Ona şöyle sordu: "Çinliler şiir, kitap, nezaket, müzik ve hukukla idare ediliyorlar. Yine de karışıklık çıkmaktadır. Bugün Jung-yi'lerde (Hunlar) bunlar yokken nasıl idare ediliyorlar? Çok zor değil mi?" You-yü gülerek şöyle cevap verdi: "Çin'deki karışıklıkların sebebi budur. Huang-ti'den başlayarak nezaket, müzik ve hukukla idare edilmeye çalışıldı. Ancak küçük bir başarı sağlanabildi. Ondan sonraki nesil gittikçe şımardı ve kötüleşti. Hukukun kuvveti ile aşağıdakiler düzeltilmeye çalışıldı (çalışılıyor). Aşağıdakiler iyice yorulup bıkınca bu defa yukarıdakilerden şikayet etmeye başlıyorlar. Böylece bunlar birbirinden nefret ediyor ve birbirlerini öldürüyorlar. Bazen bu şekilde sülaleler bile yok oluyor. Jung-yi (Hunlar) böyle değillerdir. Aşağıdakilerde yukarıdakilere sadakatle hizmet ediyorlar.
Bir ülkeyi idare etmek bir vücudu idare etmek gibi olduğu için ülkenin nasıl idare edildiği hissedilmiyor. Bu gerçek bir bilgenin ifadesidir." Bu vesikadan Hun Devletinde halkın ağır kanunlar altında ezilmediği, millet ve devlet adamlarının birbirlerine sevgi, saygı ve sadakat ilişkileriyle bağlı bulunduğunu görüyoruz.
Bu vesikaya benzer bir belgede Mete'un oğlu Chi-yü (M.Ö. 174-160) zamanına aittir. Bu hükümdar tahta çıktığında, Çin kraliyet ailesinden bir prenses ile evlenmek istedi. Bu prensesle beraber hadım olarak gitmesi istenen Chung-han-Yüeh (Chung-hsing-shusa) bu vazifeye karşı çıktı. Fakat zorla Hun topraklarına gönderildi. Hadım Çin İmparatoruna kızdığından Hun devleti için çalışarak, Çinliler hakkında bazı öğütler verdi. Çin'den gelen elçilerle yaptığı konuşmada Hun memleketindeki faaliyetleri anlatılırken onlara (tartışarak) şöyle demişti: "Hunlarda hareketleri sınırlayan kurallar hafiftir, uymak kolaydır. Hükümdarla maiyeti arasındaki protokol kaideleri çok basittir. Bir devletin politikası, bir insan vücudu gibidir... Çin'de nezaketten kötülük doğuyor, üstelik alttakiler, üstekiler birbirinden nefret ediyorlar".
Grek tarihçisi Priskos, Attila için: " Sırtındaki elbiseleri, ayakkabıları, kılıcının kabzası ve kılıfı ve atının takımları askerlerinden hiç de farklı değildir" diyerek şöyle devam etmektedir: “Avrupa Hunlarında fazla yabancı vardı. Hun kağanına hizmet etmek isteyenleri ırk ayırmaksızın kabul eder, onları yapabilecekleri hizmetlere ve gösterecekleri sadakate göre takdir ederdi. Hatta onlarda ehliyet ve kıyafet görürse, mühim vazife vermekten çekinmezdi. Bu bakımdan Attila'nın sarayı, dünyanın her tarafından gelmiş kimselerden mürekkep bir halita manzarası arz ederdi. Theodosios ve Valentinos gibi herkesin nefretini kazanmış imparatorların esareti altında yaşamayı katiyen kabul etmek istemeyen Golli, Bretanyalı, Panonyalı milletperver reisler Attila'ya müraacat ve iltica ile zulüm ve istibdada karşı istimdad ederek, Hun kralını kendilerine bu ağır boyunduruktan kurtaracak münci sıfatı ile selamlıyorlardı”.
Yine Asya Hun memleketlerinde Çin'de övüldüğü gibi ayrıntılı kurallar bulunmuyor ama devletin idaresi de tıpkı bir insanın vücudu gibi çalışıyordu. Bunu destekleyen bir vesikamız daha vardır. M.Ö. 89'da Çin'e gönderdiği mektupta Hun hükümdarının şu sözlerini görmekteyiz: "... Güney büyük Çin kuzeydeki kuvvetli Hunlar seremoni ve protokol ile uğraşmazlar.".
Kök-Türklere elçilikle görevlendirilen Çin elçisi Chen-yüan-sho, Kağan'a şöyle diyordu: "Kök-Türklerin, Tang İmparatorluğu topraklarını ele geçirseler bile buralarda yaşayamayacaklarını, ayrıca elde ettikleri ganimetlerin hepsinin millete gittiğini, Kağan'a bir şey kalmadığını" belirtmesi, eski Türk'ün hayatından Kağan-halk ilişkisinde her şeyin eşitçe pay edildiğini göstermesi bakımından çok manidardır.
Uygurlara elçi olarak giden Wang-Yen-Te de, onlar hakkında: "Bu topraklarda fakir insan yoktur. Onlar ihtiyacı olanlara yemek yardımı yaparlar, insanlar iyi yüzlüdürler. Bütün fakirler et yerler" demektedir.
Yine bu dönemde Uygur asıllı Ta-pen'de Hami şehrinin idarecilikle en ileri gelen şahıslarından idi. Bu sebeple daha Hami'de iken "Pir-i Devlet" unvanını almış ve devlet işlerindeki tecrübesinden dolayı şöhret bulmuştu. Zaman zaman Moğolların katliamını önlemek istemiş ve onlara nasihat etmişti. Mesela orduda bir disiplinsizlik dolayısı ile insanları öldüren (askerler) görürse onlara şöyle nasihat ederdi: " Devletin esasını halk teşkil eder. İnsanları öldürüp toprakları almanın ne faydası vardır. Kabahatsiz insanları öldürmek demek, düşmanın maneviyat ve kalplerini kuvvetlendirmek demektir". Cengiz Han bu prensibi çok beğenip hediyeler vererek onu yükseltmiştir.
Oğuzların başbuğları her vakit halk ile birlikte olup, bütün çalışmalara ve zaferlere katılıyorlar ve giyimleri ile alelade bir Oğuz askerinden pek az ayrılıyorlardı.
Eski Türk toplumlarında sınıf mücadeleleri hakkında kaynaklarımızda hiçbir bilginin bulunmaması çok manidardır. Bilindiği gibi özellikle Avrupa tarihi ile ilgili kaynakların çoğu sınıf mücadeleleri ile doludur. Törelere ve kanunlara bağlı olarak düzenli işleyen eski Türk toplumu sınıfsız bir mahiyet arz ediyordu.
Eski Türk toplumlarında kölelik müessesinin olduğuna dair kaynaklarda açık bilgilere rastlayamıyoruz. Ancak sınıfsız bir toplumda kölelik durumunun olması da beklenemez.
Uygurlar "serbest, hür olma, bağışlanma, azad, af, kurtuluş" için "boşanmak veya boşuk" kelimesini kullanırken "serbestlik, özgürlük belgesine azadlık kağıdına da: boş bitig" diyorlardı.
Görüldüğü üzere eski Türk toplumunda adalet herkes için uygulanmış, devletin nazarından vatandaşa eşitlik ilkesi ile yaklaşılmıştır.
Hukuki Durum
Eski Türkçe'de hukukî durumları karşılayan kelimeler mevcuttu. Bunlar şunlardır:
Çamtaguçı: Davalı
Suy: Suç
Yargu, Karak: Hüküm
Çarım: İddia, dava
Kırınçı: Ceza veren, Agan: Ceza
Çanlamak: Mahkeme
Divan'da Kaşgarlı Mahmut eski Türkçe'de başkasının suçu yüzünden kendisine söz gelen kişiye "yudhug" denildiğini belirtmektedir.
Eski Türklerde, Hun devletinden başlayarak, devlet içinde emniyet ve inzibatı temin için ceza işlerine oldukça fazla önem verilmiştir. Suç işleyen kimseleri cezalandırmak devletin hak ve inhisarında idi. Mesela Hunlarda iptidaî boy camialarında görülen hususî intikam yerine suçluların devlet tarafından cezalandırılması usulü getirilmiştir. Hunlarda ceza devlet işi idi. Hususi intikam memnu idi. Hunlar cürümleri: ağır ve hafif olmak üzere ikiye ayırıyorlardı. Ağır cürümlerin cezası idamdı. Hafif cürümlerin cezası ise mücrimin yüzünü yaralamaktan ibaretti.
Hunlarda muhakemenin çok çabuk yapılmasına dikkat edilirdi. Her sanık mutlaka 10 gün içinde muhakeme edilmeliydi. Onun için Hun hapishanelerinde mahpuslar az bulunurdu. Çin yıllıkları "Bir şahsı muhakemesiz uzun müddet hapishanede tutmak onların örf ve adetine mugayirdir. Onun için Hun hapishanelerinde mahpus azdır" demektedirler.
Hunlarda sosyal hayatı düzenleyen kanunlar kısa ve kesin hükümlerdi. Hunlar hukukun kuvvetine inanırlarken, onlardaki hukuka saygı ve milletin erdeminin yüksekliği sadece Çin kaynağındaki şu "mahkumların sayısı ancak birkaç kişidir" sözü bile göstermeye yeter.
Kaynaklarımız cezanın şiddeti yüzünden, o suçların pek ender işlendiğinde müttefiktirler. Mesela Uygurlarda disiplin cezaları şiddetli olup, bilhassa hırsızlık ve ırza geçme gibi olayların çok ender olması dikkat çekicidir.
Eberhard "Kırgızların kanunlarının sert olduğundan ve haramilerin daima kafalarını kestiklerinden" bahsetmektedir.
Ayrıca Hunlar 12. ayda göğe kurban verdikleri zaman caniler için af ilan ederlerdi.
Eski Türk hukukunda çeşitli müeyyidelere verilen cezalar ise şunlardır:
Hırsızlık
Hun kanunlarına göre: Hırsızlık yapanın malına el konulur. Her kim at veya madenden yapılmış (silah gibi) şeyleri çalarsa, bunlara uygulanan ceza on misli yükselecektir. Hırsızlık yapanlar ezilme veya idam edilme cezası ile karşılaşıyordu. Ayrıca hırsızın elindeki mallara el konuluyordu. Ezme cezasının nasıl gerçekleştiği konusunda kaynaklarda herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Ancak asıl mühim nokta, bu ağır cezaların hırsızlık suçunu en az seviyeye indirmiş olmasıdır.
Çin yıllıkları Kök-Türkler hakkında: "At ve eşya (mülk) çalanlar on katından fazlasını ödemeye mahkum edilirlerdi" demektedir.
Gerdizî (ölm. 1053 civarı) Tokuz-Oğuzlardaki hukukî cezalar hakkında: "Tokuz-Oğuz Hakanının veziri vardır. Bunlar bir kişiyi hırsızlık töhmetiyle yakalarlarsa ayaklarını bağlar, kollarını da boynuna bağlarlar. Her uyluğuna 200 adet sopa vururlar. 100 sopada sırtına vurular. Onu pazar yerinde dolaştırırlar. Sonra da her iki elini ve kulaklarını keserler, gözlerini çıkarırlar. Dellâl: Herkes buna baksın, bunun yaptığını yapmasın, diye bağırır" demektedir.
Çin yıllıkları ayrıca Kök-Türklerde "bağlı atı çalanların öldürüldüklerini" belirtmektedir.
İbn Fadlan da Oğuzların hırsızları öldürdüklerini söylemektedir.
Uygurlar hırsıza "alkuguçı" demekte idiler.
Hırsızlık gibi özel mülkiyete yönelik fiiller hapis cezası ile de karşılanmıştır. Mesela XI. yüzyıl Türk toplumunda hırsızlar, diğer cezalarla birlikte bu cezaya da çarptırılmaktaydılar. Nitekim Divan'da beyin, hırsızın elini, ayağını ağlatmasından ve hapsetmesinden bahsedilmesi bu hususu göstermektedir. Görünüşe göre bu devirde hapis cezaları daha çok yaygınlaşmıştır.
Dayak, tahkir, teşhir, organ kesimi gibi bedenî ve manevî cezaların bileşik şekilde bir arada verilmesini gerektiren suçlar arasında hırsızlık gibi mülkiyete karşı tecavüz mahiyetini taşıyan fiillerin bulunduğu görülmektedir.
Gerçektende diğer bazı Türk boy ve devletlerinde hırsızlık yapmak genellikle failin hayatına mal olmuş, kimilerinde ise mücrimler doğrudan doğruya canlarına ilişmemekle beraber, onun kadar şiddetli ve tesirli olan sopa atmak, el, kulak kesmek, göz çıkarmak gibi bedene ve uzuvlara yönelik cismani cezalar ve bunlara ilave olarak şeref ve haysiyet kırıcı, tahkir ve tezlil edici müeyyidelere maruz kalmışlardır.
Adam Öldürme-Yaralama:
Hun kanunlarına göre bir kişi eğer bir adamı öldürmek niyeti ile bıçağını sıyırırsa hemen idam edilirdi. Görüldüğü gibi Hun devletinde insan hayatına kastetmenin cezası idam edilmekti. Dolayısıyla birisini öldürmek, yani bir insanın yaşama hakkına tecavüz etmek isteyen kişinin en önce kendi hayat hakkını gözden çıkarması gerekiyordu.
Bu duruma ayrıca sinirli bir anında karşısındakini öldürmek için silaha sarılma durumu da eklenmiştir, böylece sert hükümle kontrol altına alınmıştır. Bu derece sert bir ceza göreceğini bilen Hunların barış zamanında birbirlerine karşı silah kullanmaları ve şahsi meseleler için suçlu da olsa adam öldürmeleri tamamen olmasa bile büyük ölçüde durdurulmuş olmalıdır.
Çin Yıllıkları Kök-Türkler hakkında: "Onların hukukunda adam öldüren herkes öldürülür. Birini taciz ederek yaralayan yaranın hafifliğine veya ağırlığına göre malla tanzim etmek durumunda idi" demektedir.
İbn Fadlan Oğuzlar için: "Bir adam diğerini kasten öldürürse, suçuna karşılık kısas olarak onu da öldürürler. Hata ile öldürürse, öldüren için kayın ağacından bir sandık yaparlar. Katili bunun içine koyup, yanına üç somun, bir testi su bıraktıktan ve üzerini çiviledikten sonra, deve havudunun ağaçlarına benzer üç ağaç dikerek suçluyu bunların arasına asarlar. Biz onu yer ile gök arasına bırakıyoruz. Güneş ve yağmura maruz kalsın, belki Allah acırda kurtulur, derler. Zamanla çürüyünceye kadar bu şekilde asılı kalır."demektedir.
Gerdizî, Oğuzlarda adam öldürme suçunun cezası için: "Eğer bir adam, bir adamı öldürürse, onu ezecek derecede büyük bir fidye ödetirler. Onu bir ay da zindana atarlar ve 300 sopa vururlar. Sonra serbest bırakırlar. Eğer adam fakir ise sopa ile yetinip serbest bırakırlar" demektedir.
Ebu Dülef ise Karluklardaki durum için: "Katil için kısas tatbik ederler. Yaralama olaylarında ise tazminat öderler. Yaralanan tazminat aldıktan sonra ölürse kanı heder olur" demektedir.
Çin elçisi Ch'en-Cheng'de şunları söylemiştir: "(Herat halkı için) eğer bir kimse birini yaralar veya öldürürse, yalnız birkaç para cezası verirler.".
Dövüş ve kavga neticesinde yapılan yara için maddi tazminat alınır. Gözü zararlandıran, zararlanmış olana kızını vermeye mecburdur. Kızı olmayan zararlanmış olana zevcesinin hususi mülkünü verir. Bir uzva zarar iras eden at vermek suretiyle cezalandırılır.
Göze iras edilen suça verilen ceza gayet orijinal bir cezadır. Göz insan için hayat mücadelesinden en zaruri bir uzuvdur. Kör adam birçok işleri başarmaktan acizdir. Türk camiasında en mühim meşgaleler ziraat, çobanlık ve askerliktir. Kör bir adam bu işlerin hiçbirini yapamaz. Gözden mahrum edilen bir adama hayatını temin için bir yardımcı veya mal verilmelidir.
M. Arsal bu husus için: "Gözsüz edilen adamlara tazminat vermeğe mecbur eden kanunun istinat ettiği fikir adalet fikri idi. Bu töre hiç şüphe yok ki gayet güzel bir töre idi." demektedir.
Vatana İhanet
Bizans tarihçisi Priskos, Avrupa Hunlarında vatana ihanet edenlerin nasıl cezalandırıldıklarını şöyle anlatmaktadır: "Bazen yolun kenarında çarmıha çekilmiş ve içi saman doldurulmak suretiyle idam edilmiş insanlara rast geldik. Bunların niçin böyle olduğunu sorduğumuzda; bunlar vatan haini, casus ve asker kaçağı olarak kabul edilenler arasındandırlar. İşte bizde bunları böyle cezalandırıyoruz, dediler".
Çin yıllıkları Kök-Türkler için "onların hukukunda isyan eden herkes öldürülür" demektedir.
Bu vesikalardan anlaşılacağı üzere eski Türklerde vatana ihanet ve isyanın suçu ölümdür.
Yalan Söylenmemesi
Eski Türklerin karakterlerinden biride yalana karşı gösterdikleri aşırı duyarlılıktır. Eski Türkler yalan söyleyeni sevmezler ve yalan söylenildiğini anladıkları anda da bunu yüzlerine vurmaktan çekinmezlerdi. Aşağıda vereceğimiz misal Türk tarihinde yalancılara karşı gösterilen muameleyi çok net bir şekilde anlatmaktadır.
İstemi Kağan'ın ölümü üzerine Bizans'tan 576'da Kök-Türklere elçilikle görevlendirilen heyet ilk önce Türk beyi Türk-şad (Turkosonthos) ile karşılaştı. Elçilik heyeti başkanı Valentinos Türk beyine Bizans diplomasisinin süslü diliyle selamladıktan sonra yeni İmparator II. Tiberius'un tahta çıktığını ve bu yolculuktan maksadının Sizobulos'la (İstemi Han) yapılmış olan silahlı ittifakın yenilenmesi olduğunu bildirdi. Bu duruma göre arzu ettikleri şey Kök-Türklerin hemen Acemler üzerine saldırması idi, çünkü bunun tam sırası idi. Fakat Bizanslıların aşırı nezaketi Türk-şad'a azıcık bile tesir etmedi. Elçiye sertçe çıkıştı, yalancılığını yüzüne vurdu ve İmparatoru ile aynı ip üzerinde oynadığını söyledi: "On türlü diliniz var ama hileniz birdir" dedi ve sözüne kuvvet vermek için on parmağını ağzına soktu. Sonra hayretten dona kalmış olan Valentinos'a izahat vermekte gecikmedi: "Görüyorsunuz işte sizin bu kadar diliniz. Bu dillerden bazıları ile bizi, bazıları ile esirlerimiz olan Juan-Juan'ları kandırırsınız. Güzel sözler söylersiniz, her milleti medh-ü senâ edersiniz, onlara ȃdeta oynarsınız. Ama başlarına bela geldi mi köşeye çekilir, kendi çıkarınıza bakarsınız. Siz elçiler huzuruma yalanlarla dolu olarak geldiniz, şu anda bile bana doğruyu söylemiyorsunuz. Ama sizleri gönderenler sizden daha çok yalancı ve daha çok sahtekârdırlar. Hemen vakit geçirmeksizin kafanızı kesmek lazım gelirdi. Çünkü Türklerin en çok nefret ettikleri şeylerden biride yalancılık ve sahtekârlıktır. İmparatorunuzda layık olduğu şekilde cezasını görecektir. Çünkü o dostluktan bahsederken, bizden yani efendilerinden kaçanlarla ittifak yapıyor. Bundan kasıt bellidir. Ben size bağlı Juan-Juan'ların geriye dönmelerini istiyorum. Onlar kafalarının üstünde kırbacımın şakırtılarını duymalıdırlar. O zaman isterlerse toprak altına girsinler. Eğer karşımıza çıkarlarsa, onları kılıçla öldürmeye tenezzül etmeyeceğiz, fakat atlarımızın nalları altında karınca gibi ezeceğiz. Siz Romalılar niçin bizim elçilerimizi Kafkaslar üzerinden Bizans'a götürüyorsunuz ve Roma'ya gidilecek başka yol yoktur diyorsunuz. Yani biz yollar geçilmez, her tarafı arızalı, dağlık, taşlık zannedelim de Roma İmparatorluğuna hücum etmeyelim mi? Böyle düşüneceğimizi mi sanıyorsunuz. Fakat ben Özi (Dinyeper) nehrinin nerede bulunduğunu, Tuna'nın nereye aktığını, Meriç'in nereden geçtiğini çok iyi biliyorum. Bize tabi olan kavimlerin Roma İmparatorluğu topraklarına nereden girdiklerini de biliyorum ve sizin kaleleriniz de bizim için sır değildir. Çünkü güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünya bizim önümüzde diz çökmüştür".
Uygurlar yalana "yalgan" diyorlardı.
Divan'da ise "ikit söz: yalan söz" anlamındadır.
Arap müellifi El-Cahiz'in verdiği bilgiye göre, Emevilerin Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman ile Türgeş Kağanı Sulu Han'ın (ölm. 738) yaptıkları bir görüşmede Türk Hakanı İslam dini ile kurallarını tanımak gayesiyle valiye bazı sorular yöneltmiştir. Bunlardan biriside yalancı, kovucu kimseler hakkında ne gibi mueyyidelerin uygulandığı idi. Cüneyd buna verdiği cevapta: "Biz böyle kimselere sürgün, ahaliden uzaklaştırma, hor bakma gibi cezalar veririz. Şehadetlerini kabul etmez, verdikleri hiçbir hükmü muteber saymayız" deyince, Hakan "sadece bu mu?" diyerek hayret etmiş, bunun üzerine Cüneyd "Dinimize göre verilecek cevap budur" dediğinde Hakan "Bence kovucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı, hiçbir kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Sizin hırsızın elini kestiğiniz gibi bende onun yalan söyleyen azasını keserim" demiştir.
Aile Hukuku
Eski Türk Miras Hukukunda Prensip olarak bütün çocukların ana ve babalarının mirasında hisseleri vardır.
Baba hayatta iken, babasından mal olarak ayrılmış, müstakil bir "ev" kurmuş oğullar ise mirastan hisse alamazlar.
"Evlenmiş" evlendiği zaman bir miktar çeyiz almış kızlarda mirastan hisse alamazlar.
Kocanın vefatından sonra karısı 1/4 alır. Bundan başka miras taksim edilmeden önce getirmiş olduğu çeyiz kocasının verdiği kalından fazla olmuş ise bu fazlayı alır. Oğullar olmadığı zaman babalar varistir. Erkek varisler olmadığı zaman "evlenmiş" kızlar da mirastan hisse alırlar.
Babasının oturduğu evin varisi en küçük oğuldur. Bu baba evinde kalan ve babasının bütün varisi olan oğul, anasını ve üvey anasını iaşe ve daha evlenmemiş kız kardeşlerini terbiye ve evlendikleri zaman onlara çeyiz vermekle mükelleftir. Buna mukabil kız kardeşleri evlendiği zaman alınacak kalında ona aittir. Bazı boylarda zevcelerin hissesi 1/5 ve kızların hissesi 1/10 olarak tespit edilmiştir.
Bozkır kültürüne sahip olan eski Türkler "her ne kadar konar- göçer hayatı sürdürmekte ve yurtlarını değiştirmekte iseler de kendilerine ait toprakları vardı ve bu da arkasından şahsi mülkiyet hakkını getirmekteydi. Eski Türklerin mülkiyet hakkındaki telakkileri şunlardı:
Mülkiyet hakkı zamanla tahdit edilmemiş istimal ve tasarruf hakkıdır.
Mülkiyet sahibi mülkünden kendisi istifade ettiği gibi, bu mülkünü satabilir, kiraya verebilir, rehin koyabilir, kendisi işletebildiği gibi, ortakçı vasıtası ile de işletebilirdi.
Mülkiyet hakkı zamanla tahdit edilmemiş mutlak bir hak olduğundan bu hak sahibinin vefatından sonra onun varislerine geçer.
Mesela Yakutlarda aile azasından kadın ve çocukların kendilerine ait mülkü olabilmektedir. Bunların hususi mülküne "and" veya "semse" adı verilirdi. Bu kelime "hisse, ilave" manalarını ifade eder. Aile efradından her birinin serbest tasarruf edebileceği (kendi mülkiyeti olan) maldır.
Yine Yakutlarda ailelerin oturdukları evin bulunduğu yer ve etrafındaki küçük saha ailelerin hususi ve irsî mülkiyetini teşkil eder. Bu ailenin hususî mülkünü teşkil eden arazi parçasına Yakutlar "örtük" derlerdi. Burada Yakutların misal verilmesinin sebebi, Yakutların İslam hukuku tesirinden tamamen azade kalmış bir Türk boyu olması ve Türklerin İslam dininden evvelki hukuki, içtimai, kısmen de dini ananelerinin çoğunun bunlar arasında olduğu gibi saklanmış olmasıdır.
Eski Türk toplumunda koca, karısını, kadın kocasını boşayabilirdi. Koca, karısının getirdiği çeyizin bedelini verirken, kadın da para vermek veya mihrinden vazgeçmek sureti ile kocasından boşanabilirdi.
Eski Türklerde vasiyette vardı ve Kök-Türkler vasiyet için "tutsuk" yani "tutulacak söz" deyimini kullanmaktaydılar.
Büyüklere ve Yaşlılara Saygı ve Sevgi Gösterilmesi
Eski Türklerin büyüklerine ve yaşlılarına karşı besledikleri muhabbet onların icraatlarında kendini gösteriyordu. Bu konuda ilk vesikamız M.Ö.'deki zamanlara aittir. M.Ö. 176 yılında Çin İmparatoruna yazdığı mektupta Asya Hun Hakanı Mete "…küçükler büyüsünler, yaşlılar rahat rahat yaşasınlar. Sınırdaki milletler barış içinde yaşasınlar, nesilden nesile barış içinde yaşasınlar mutlu olsunlar” demektedir.
Eski Türklerde "halk: ordu" ve "orduda halk" idi. Mete'un oğlu (M.Ö. 174-160) çağında iki büyük Çinli arasında geçen şu konuşma bize çok değerli ve temel bilgiler vermektedir. Hun başkentine gelen bir Çin elçisi, Hun Hakanına hizmet eden, ünlü Çinli vezirine (Chung-han yüeh) "Hunların kendi yaşlılarına niçin değer vermediklerini" sorduğunda, Hun veziri şu cevabı vermişti: "Han sülalesinin geleneklerinde sınırı müdafaa etmeye gönderilen askerler yola çıktıkları zaman anne ve babalar, kendilerinin sıcak tutan kalın elbiselerini ve nefis yemeklerini sefere çıkacak olan çocuklarına veriyorlar mı?". Hun vezirinin bu sorusu üzerine Çin elçisi "doğru vermiyorlar (haklısın)" dedi. Chung(vezir) devam ederek, "Hunlar için savaş büyük bir şeydir. Yaşlı ve zayıf olanlar savaşa katılmadıkları için nefis yemekleri kuvvetli kişilere veriyorlar. Bu (devletin) müdafaası içindir. Ancak bu şekilde babalar ve oğullar uzun süre kendilerini koruyabilirler. Hunların yaşlılarını önemsemediğini (küçümsediğini) nasıl söyleyebilirsiniz?".
Bu belge sosyal dayanışma bakımından Türk tarihindeki anlayışın en güzel tablosunu çizer.
Kök-Türklerde de küçükler büyüklere saygı duyuyorlardı. Bu sebeple İşbara Kağan'ın oğlunun (Yung-yü-lü) dediği gibi "Büyük amcalar, kağanın ailesinin büyüğü idiler ve devlet içinde daima saygı görürlerdi."
Uygur yazmalarında ise şu şekilde geçmektedir: "özümte ulugka utruntum tadatım öznedim erse: kendimden büyüklere karşı geldim, onları hakir gördüm ve onlara karşı koydum" denilerek saygısızlık pişmanlıkla dile getirilmektedir.
Divân'da Kaşgarlı Mahmut büyüklere karşı hürmeti tavsiye ederken birde atasözü vermektedir:
"Eştip ata ananğnıg sawlarını kadırma…: Ananın babanın sözünü işiterek öğütlerini reddetme".
"Ulugnu ulugsa kut bulur: Birisi ihtiyara saygı gösterirse uğur ve devlet bulur."
Arap coğrafyacısı İbn Havkal (X. asır) "Türklerin büyüklerine ve birbirlerine en çok itaat ve hürmet eden kişiler" olduklarını belirtmektedir.
XIII. asırda Türkistan'a seyahat eden Çinli Ch'en-Ch'eng, Kaşgar halkı için "Yaşlı ve büyüklere saygı gösterirler" demektedir.
Vesikalar, Türklerin büyüklerine ne kadar değer verdiklerinin onlarca böyle örnekleri ile doludur. Bu değerin günümüze kadar devam etmesinin altında yatan en önemli sebep onların tecrübelerinin her daim hem ailelerin hem de devletin hizmetine sunulmasında yatmaktadır.
Temizlik Anlayışları
Kaynaklarımızda eski Türklerin temiz bir millet olduklarını bulabilmekteyiz. "Hun boylarından Yüe-ban'ların öteki boylardan daha temiz oldukları ve her yemekten önce günde üç defa yıkandıkları" şeklindeki kayıtlar Hun temizlik anlayışını göstermesi bakımından önemlidir.
Avrupa Hunlarını anlattığı eserinde Bizanslı tarihçi Priskos, Attila'nın ve Onegesius'un saraylarını anlatırken, Onegesius'un sarayının bir çit ile çevrilmiş olduğunu ve bu çitin yakınında bir hamam bulunduğunu ifade etmektedir. Bu hamamın mimarı Sirmium'ın ele geçirilmesi sonrasında esir düşmüş birisidir. Priskos yine Attila'nın giyiminin sade olduğundan ancak temizliği ile dikkat çektiğinden bahsetmektedir. Macar efsanelerinde şu şekilde geçmektedir: Macar Kralı IV. Laszlo'nun (1272-1290) saray papazı Simon Kezai'nin içinde yaşayarak Macar-Hun tarihini yazdığı atmosfer,
Attila ve Hunların hatıraları için bilhassa uygun bulunmuştur. Kezai eserinde Attila'dan bahsederken "çadırı ve giyimi temizdi" demektedir.
Bulgarların Hristiyanlığı kabul ettikten iki yıl sonra (866) haftada iki gün yıkanmalarını yasaklayan rahibi hükümdara şikâyet etmeleri de Türklerin temizliğe verdikleri ehemmiyeti göstermesi bakımından çok önemli bir tarihi olaydır.
Divan'da "arıglık: temizlik" olarak geçmektedir. Divan'da temizlik hakkında geçen terimler şunlardır:
Suwluk: Mendil
Ulatu: Burunları silmek için koyunlarında taşıdıkları ipek mendil parçası
Ol tonung ütidi: O elbiseyi ütüledi
Yundı: Yıkandı.
Uygurlar ise temizliği ifade etmek için şu kelimeleri kullanıyorlardı:
arıg, silig, turug: temiz, saf, arı, berrak
Yunğuk: hamam
Yunmak, yunguluk: yıkanmak
İslam kaynaklarında da Türklerin hamamları olduğundan bahsedilmektedir.
XIV. yüzyıl Arap seyyahı İbn Batuta, Alanya halkından bahsederken: "Ahalisi güzel yüzlü ve temiz giyinişlidir" demektedir. Yine o: "Türkler temizliğe o kadar önem verirler ki gelen her yolcuyu ahi zaviyeleri hamama götürürler. Biz Ladik'e geldiğimizde Ahi Sinan bizi hamama götürdü, Ahi bana hizmet ederken, arkadaşları da arkadaşlarıma hizmet etti." şeklinde bahsetmektedir.
Timur Devletine elçilikle görevlendirilen Çin elçisi Ch'en Ch'eng, Herat'daki Türklerden bahsederken: "Modern, temiz elbiseleri sevdiklerini" söyleyerek, hamamlarının nasıl olduğunu tarif etmektedir: "Pek çok kimsenin yıkanması için hamam içinde 10'dan fazla geniş oda var. (Yıkanmaya gelen kişiler) elbiselerini çıkardıktan sonra herkes bir tane peştamal alır. Vücut sarıldıktan sonra odaya girilir. Leğen, kova kullanılmaz. Herkes bir taş taşır. Soğuk-sıcak su kurnasından isteğine göre, ılık, serin ve temiz su alır. Kendi vücudunu yıkadıktan sonra yerdeki kirli suyu dışarıya akıtır. Jimnastik yaptıranlar vardır. (Böylece) insanlar rahatlaştırılır. Banyo bitince dış odaya çıkılır. İki havlu verilir. Biri başını, diğeri de vücudu örtmek için. Kurulanıp, temizlendikten sonra giderler".
Kutadgu Bilig'de ise, insanlara temizlik yapmaları ve temiz olmaları konusunda birçok tavsiye verilmektedir. Şöyle ki:
"Tanrı temizliği sever, temizlik ile insan iyi ad kazanır."
"Kimin boğazı ve üstü başı temiz olursa onun üzerinden bütün günahlar gider."
Demir’in Önemi
Eski Türkler demirci bir millet olarak ün kazanmışlardır. Nitekim Hun diline ait milattan önceki Çin kaynaklarında muhafaza edilen en eski Türkçe kelimelerden biri de "demir"dir.
Çin yıllıkları Kök-Türklerden bahsederlerken "Altay dağlarının kuzey yamaçlarında otururlar ve Juan-Juanlar ile demircilik yaparlar"; yine "Onların T'ie-shn (Demir Dağı) isminde bir dağları vardır ve bu dağa ava çıkarlar" şeklinde kayıtlar vermektedir.
546'da Kök-Türkler Juan-Juanların reisinin kızını istediklerinde Juan-Juanların reisi A-na-kuei buna çok kızarak şöyle demiştir: "Siz benim demir işlerimde çalışan kölemsiniz, nasıl söz söylemeye cesaret edersiniz?".
568'de Kök-Türklere elçilikle vazifelendirilen Bizans elçilik heyetinin başında Zemerkhos bulunuyordu. Elçilik heyeti Sogd memleketinde ilk mola yerinde atlarından indikleri zaman yanlarına Kök-Türkler gelmiş ve satış için onlara demir arz etmişlerdir. Bizanslılar yaman bir dille, Kök-Türklerin bu alış-veriş denemesinde ne kadar zengin olduklarını, demirin ne kadar bolluğunda bulunduklarını yahut da bu kıymetli madeni sanki kendilerinin çıkardıklarını göstererek güya onları aldatmaya yeltendiklerini kaydederler. Halbuki inançsızlık gösteren Bizanslılar bu sefer aldanmışlardır. Bu işte bir aldatma, bir kasıt yoktu. Çünkü demir madenciliğinin Kök-Türklerin eskiden beri uğraştıkları bir iş olduğunu Zemerkhos kafilesinin geçtiği bölgede demirin bulunduğunu Çin kaynakları bize söylemektedirler.
Kaynaklarımız Türklerdeki demirciliğin Tanrı armağanı olduğunu ve beşeri demircilerin ȃdeta insanüstü varlıklar olduklarını kaydetmektedir.
Divan'da "Demir: Temür" şeklinde geçmektedir.
Kaşgarlı Mahmud bu konuda bir atasözü vererek şu açıklamayı yapmaktadır:
"kök temür körü tutmaz: gök demir boş durmaz". Bu atasözünün başka bir anlamı daha vardır. Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkları ant içtiklerinde veya sözleştiklerinde demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına korlar sonra "bu gök girsin kızıl çıksın" derler. "Sözünde durmazsan kılıç kanını bulsun, demir senden öcünü alsın" demektir. Çünkü onlar demiri büyük sayarlar.
Ön Bulgarlar da bir kimseyi herhangi bir işe yemin ettirerek başlatmak için bir kılıcı ortaya koyup onun üzerine ant içtirirlerdi.
Kaşgarlı Mahmud Divan'da yine "Uygur yıgaç uzun kes temür kısga kes: Uygur ağacı uzun kes, demiri kısa kes" demektedir.
Arapların "hakiki Türk" dedikleri Hakanlı Türkleri kendilerini menşe itibariyle bir "demirci millet" olarak tanıtmışlar, hükümdarları demirciliği tesis etmişler ve demircilik sayesinde esaretten ve zulmetten kurtulduklarına inanmışlardır. Onlara Çinliler dahi Cucen (Avar) demişlerdir. Tanrı, Altay, Yayık (Ural) ve Sayan dağlarında bulunan eski madenler hakkında bunların yerli Türkler tarafından işletildiği rivayet olunmaktadır. Demir madenleri bol bulunan sahalarda yaşayan bazı Türk boyları Türkistan'da demir kültürünün hakiki hamileri olarak Çin ve Arap kaynaklarında zikredilir. Türklerin demir endüstrisinde bir hayli ileri oldukları kaynakların ittifakı ile sabittir.
Ebulgazi Bahadır Han demir konusunda: "Türkler Ergenekon'dan çıktıkları günün yıldönümünde bir mesireye toplanır hususi merasimle bir demir parçasını ateşte kızdırırlar. Han bizzat demiri ateşten çıkarır, örs üzerinde çekiçle döver, halk bu günü kutlu sayıp bayram eder" demektedir.
Efsanelerimizde demirin önemli mevkiini görebilmekteyiz. Mesela Hunlar hakkında söylenmiş olan, bir Hristiyan Süryani efsanesinde Ergenekon destanında olduğu gibi demircileri de görüyoruz. Asıl önemli nokta bu kavimlerin "Tanrı'nın emri ile setleri ve demir kapıları devirerek yeryüzüne yayılmış olmaları" inancıdır. Kendisini Tanrı'nın kırbacı olarak addeden Attila ile daha sonraki Türklerde bu inancı taşımışlardır. Onlarda kendilerini, kötü yola sapanları cezalandırmak için gönderilmiş "Tanrı'nın ordusu" olarak kabul ediyorlardı. Hunlar hakkındaki efsanede, "Büyük İskender kuzeye Hunlara karşı bir akın yaptığında Muşaş adlı bir dağı geçti. Bu dağın ötesinde her tarafı çok yüksek dağlarla çevrili bir ova vardı. Etrafındaki bazı tüccarlar, bu bölge hakkında ona bilgi vermişler, bu dağların ötesinde Nuh peygamberin oğlu Yasef'in soyları otururmuş ve onların birçok kralları varmış. Bunları duyan Büyük İskender dağların ötesindeki kavimlerin bu tarafa geçmemesi ve insanoğlunun korunması için bu dağlara bir kapı yapılmasını emretmiş. Bunun içinde üç bin demirci ile üç bin bakır ustası çağırtarak, onlara büyük bir kapı yaptırmış, bu kapıyı da Daryat geçidine koydurmuştur. Fakat bu kapının, onları ebediyen durduramayacağını Büyük İskender'de biliyordu. Bunun içinde kapının üzerine şöyle bir ibare yazdırmış: Hunlar bir zaman gelecek ki, bu kapıdan aşıp İran ve Roma ülkelerini ele geçireceklerdir. Ama bundan sonra kendi bölgelerine çekileceklerdir. 927 yıl sonra oturdukları yerlerden çıkıp yeniden yeryüzüne yayılacaklardır. Bu defa bütün dünya onların atlarının ayakları altında titreyecektir. Bu kapının yapılışından 950 yıl sonra ise Hun hükümdarı bu geçitten geçerek ve Tanrı'nın buyruğu ile bütün dünya'yı egemenliği altına alacaktır".
Güney Sibirya ve Altaylardaki Türk efsanelerinde demir dağlara çok rastlanmaktadır. Mesela çocuklar kutsal bir taya biniyorlar, tay çocukları aldığı gibi demir dağa götürüyordu. Bazılarına göre bu Demir Dağ, Akdeniz'in ötesinde bulunuyordu. Bazı masallarda ise, Demir Dağ'daki halkları yenmek için ordu gönderilirdi.
Oğuz Kağan Destanında da, Muz-Tağ'ı geçen Oğuz Kağan, "duvarı altından, pencereleri gümüşten ve çatısı demirden bir ev görmüştü."
Manas Destanında ise Manas her akına çıkmadan önce kendi demircisine gider, kılıçlarını biletir, silahlarını tamir eder ve öyle yola çıkardı.
Yakut Efsanelerinde de Oğuz Kağan destanındaki gibi demirden yapılmış evlere rastlanır. Bu evleri yaptıran kimseler genel olarak kadınlardır. Evlerini yaptırmak için diyar, diyar gezerler ve kendilerine bir demirci bulurlardı.
Türk folklorunda da demirci önemli bir yer tutmaktadır. Kazaklar lohusayı "albastı" ruhundan korumak için çekiç ve demir parçası alıp "demirci geldi, demirci geldi" diye bağırırlar. A. İnan bu adetin Kıpçak, Argın ve Kereylerde de mevcut olduğunu belirterek, Manas destanında Manas'ın demirci ustasına "darkan" diye hitap ettiğini ve demircinin aletlerinin kutsal sayıldığına dikkatleri çekmektedir.
PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder