Vedizm-Brahmanizm-Hinduizm -Jianizm-Budizm
Hindistan denince biz bugün, İngiltere'nin egemenliği altında kalmış olan kıtayı anlıyoruz. Burada 22 milyonu aşkın insan Hinduizm, 60 milyon kadar insan da İslam dinine bağlıdır. On milyon kadar insan Animist olarak kalmıştır. Burada ayrıca Hristiyanlar, Şıh'lar, Jainist'ler Parsiler de vardır. Bu noktayı böylece saptadıktan sonra konumuza dönebiliriz:
Mısır'da olduğu gibi Hindistan'da da çok ilkel tapınışlardan başlayan ve bunların birçok izlerini taşımakla birlikte hepsini de mucizeli biçimde geride bırakmış olan bir dinle karşılaşırız. Başka hiçbir yerde, insanlık ne fizikötesi alanda bu denli olağanüstü başarılar göstermiş, ne de ruhani yaşamın sırlarını böylesine derin bir tarzda eşelemiştir.
Hindistan'ın dinleri bol miktarda Totemik ve Animist kalıntılar karışımı ile; bazen tektanrıcılığa, bazen de koyu bir tanrıtanımazlığa (Atheisme) doğru yönelen bir çoktanrıcılık biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu düşünce bile insanın bu birlikten yoksun, uçsuz bucaksız alem karşısında duyduğu karışıklık izlenimini açıklamaya herhalde yeter. Bize çok gerekli olan bir açıklığa erişebilmek için, başka yerlerde olduğundan daha çok burada, çok karmaşık bir gerçeğin kimi yönlerini gözden çıkarmak zorunda kalacağız. Mısır Hindistan'a da, niçin Avustralyalılarla Polinezyalılarınki gibi ilkel dinlerle Semit'lerinki gibi en olgunlaşmış dinler arasında yer verdiğimizin nedeni herhalde kolayca anlaşılacaktır. Zaten Paul Mason-Oursel de "Doğuda Felsefe" adlı yapıtında bize hak veren şu satırları yazıyor: "Hindistan her bakımdan, Sumer Mezopotamya'sı ya da Semitlerle Pasifik'in adalardan oluşan adalar alemi arasında ortalama bir yerde bulunmaktadır."
Hindistan'da başlıca ortodoks, ya da bir ölçüde ortodoks (bu deyimi biz burada "hak dini" olduğunu savunan anlamına kullanıyoruz) bir din olan Brahmanizm'le Hristiyanlık çağından önce en az VI. yüzyılda beliren iki şia'yı Jainizm ve Budizm'i görüyoruz. Brahmanizm, bu dine bağlı olanlarca, Hristiyanlıktan önceki en az VII. yüzyıldan bugüne değin korunmuştur.
Bununla birlikte kimi tarihçiler (Brahmanizm'e daha sınırlı bir anlam vererek) daha eski bir din olan Vedizm'le daha yeni bir olan Hinduizm'i Brahmanlığın kendisinden ayrı tutmaktadırlar. Biz de incelemelerimizde başlangıç noktası olarak bu ayrımı ele alacağız.
Gerek Baltık dolaylarından, gerekse Güney Rusya'dan gelmiş olan ve sonradan Hint-Avrupa deyimiyle adlandırılan gruplar, bugünkü İran'ı işgal etmişler; sonra (kimilerince ileri sürülen kronolojiye göre) M.O. XVI. yüzyılda bunlardan bir bölümü Hindistan'ın Kuzey-Batısını kuşatmıştır. Kimi metinlerde bu Hinduiranlılar sarışın ve yakışıklı olarak nitelenmektedir, bunlar kendilerine Arya (yani soylu, asil) adını veriyorlardı.
Bunlar Hindistan' da Pencab'ı, sonra Ganj vadisini, daha sonra da ülkenin geri kalan yerlerini işgal ettiler. Az-çok esmer, azçok siyah tenli, Güney Hindistan'ın bugünkü Dravidyen'lerine (yani Hindistan'dan Anmım'a dek olan bölgedeki zenci kanı izi taşıyan kavimlere) az-çok benzeyen nüfus yığınlarını egemenlikleri altına alma işini başardılar.
Bu insan grupları Arya'ların istilasından önce ne gibi bir durumdaydılar? Galiplerin kimi sözleri doğru kabul edilerek, bunlar uzun zaman sıradan barbarlar sayıldı. Tersine olarak, daha sonraki zamanlarda Hint bilgini Bannerji ve İngiliz Sir John Marshall M.Ö.3000 yılına doğru İndus nehri vadisinde Vedizm dininden önce kurulmuş olan dikkate değer bir uygarlık bulunduğu tezini savundular. Nitekim İndus havzasındaki Harappa ile Mohenja-Daro'da yapılan çok esaslı kazılar, böyle bir düşüncenin doğması gibi bir sonuç vermiştir. Hatta Kalde'yi ilk işgal eden ve kendilerinden daha ilerde sözünü edeceğimiz Sümerlerin bu kültürün kökü olabilecekleri bile akla gelebilir; bu arada bir Sümer-Draidyen uygarlığından sözedenler bile olmuştur.
Herhalde şu var ki, egemenlik altına giren kavimler, ilkel Totemizmle Animizme fatihlerinden daha yakın bulunmaktaydılar. Bu dinler o sıralarda ya henüz yaşıyor, ya da bir ara kaybolduktan sonra yeniden canlanmış olmalıydı; çünkü bu dinlerden kimi izler yalnız Güney Hindistan'ın en geri halklarının "boş inançları" diye adlandırılan şeyler arasında değil, bugünkü din olan Hinduizm'in içinde şimdi bile ayakta durmaktadır. Bunlar, inek, maymun, yılan gibi kutsal sayılan ve kutsal kalacak olan, ya da hayvan başlı tanrılar haline gelmeye hazır bir takım hayvanlardır: Nitekim bugün de buralarda fil başlı olup Ganeş diye adlandırılan bir tanrı vardır; sonra kutsal bitkiler vardır; belki -Dekkan'da da hala kalmış olduğu üzere- erkek tanrılardan önce varolmuş kadın tanrılar vardır, göksel cisimlere, nehirlere ve özellikle Ganj'a kutsal bir nitelik verilmiştir. Ölülere saygı gösterilmektedir; bir takım büyücülük işlemleri yapılmaktadır; kalkık durumdaki erkeklik organı olan linga büyük rol oynamaktadır. Bunun, evrensel doğum bolluğu ve verimli bereket lehinde büyülü bir etki yapacağı sanılmaktaydı; işte bugün bile Hindistan'da karşılaştığımız bu şeyler, Totemizm ya da Animizmin apaçık kalıntılarıdır; buna göre bu düşünüş ve davranışların AryalıIarın gelişlerinden önce de varolduklarını kabul edebiliriz. Hatta, atalara tapınışla hayvanlara saygıyı bağdaştıran ruhgöçü'nün bu gibi çevrelerde ortaya çıkıp çıkmadığını bile insanın kendine sorası gelmektedir.
İstilacı gelince, bunlar, zihinlerinde öyle büyük bir yer tutan o kurban görüşünü belki de Totemizmden almış bulunmaktaydılar. Ayrıca doğanın içinde bütün bir ruhlar alemi bulunduğuna inanıyorlardı. Fakat bunlarda Animizm daha o zamandan çoktanrıcılık haline gelmiş bulunuyordu: Yani kimi ruhlar, tanrı olmuşlardı. Eski Kapadokya'daki Boğazköy'de yapılan kazılarda M.Ö. XIV. yüzyıldan kalma bir barış antlaşması bulunmuştur. Bu antlaşma Hititlerle, iki yüzyıl önce İran'dan Pencap'a geçenlerin artcıları olan Aryalar (ki bunlara Mitannililer de deniyordu) arasında yapılmıştı. İşte bu antlaşmada Mitannililerin koruyucu tanrıları olarak Indra, Mithra ve Varuna'nın adları geçmektedir ki sonradan bunlar, Vedizmin büyük tanrıları olmuşlardır.
Vedizmin tanımı bu dinin kutsal metni olan Veda'da (ya da Veda'lar da) yapılmaktadır. Veda sözü, bilgi anlamınadır. Bu, gözler yoluyla değil de, kulak yoluyla edinilen bir bilgidir. Metinde "yazılı olduğuna göre" yerine "duyulduğuna göre" denmektedir. Bu ise "kutsal bir sözün duyulmuş olması" demektir.
Metnin en eski parçası olan ve içinde 1.028 övgü (kaside), ilahi bulunan Rig-Veda, söylendiğine göre M.Ö. 1500 ile 1000 yılları arasında düzenlenmiştir; en eski övgülerin M.Ö.'ki ikibin yıllık dönemin ilk bölümünden kalma oldukları sanılmaktadır. Söderblom'a göre bu, "insanlığın en eski Kutsal Kitap'ıdır".
Veda'larda özellikle ayinlerde okunacak övgü ilahilerle büyücülük formülleri, özellikle büyü çözme yöntemleri ve sevgiyi uyandırma çareleri, ayrıca felsefi şiirler ve hatta monden koşuklar vardır.
Dikkate değer olan şudur ki, istilacı Aryaların getirdikleri bu yapıtta, ötedenberi Hindu düşüncesinin en belirgini olarak sayılması adet olmuş bulunan düşüncelerden biri, yani ruhgöçü düşüncesi tümüyle eksiktir.
Veda'larda adı en sık geçen tanrı, İndradır. İndra bir doğa tanrısıdır: Gökgürültüsünün, fırtına ve yağmurun tanrısı o olduğu gibi, aynı zamanda bir çeşit ulusal Tanrı, savaşçı tanrıdır ki kavmi için zafer dolu savaşlar yapar.
Kaba, haşin gücün tanrısı olan İndra'nın karşısında, akıl tanrısı olan Varuna bulunmaktadır. Varuna ilkin Gök, fakat daha çok gece Gökünün, yıldızlı Gökün tanrısıydı. (Bu Vanma sözcüğünü, Grekçede Gök anlamına gelen Uranus sözü ile, eski İran'ın büyük tanrısı Ahura'yı gösteren terime yakın bulanlar olmuştur). Varuna yavaş yavaş doğanın düzgün işlemesini sağlayan Evrensel Düzen tanrısı ve dünyaya gözkulak olup insanlığa yol gösteren ahlak tanrısı haline gelmiştir.
Varuna'nın yanısıra bir de Mithra vardır ki gündüz Gök'ünün ışığın ve aynı zamanda hakkın tanrısıdır (Her şeyi gören tanrı, insanlar arasında adaletin iyice egemen olmasını sağlamaya da yetkilidir.)
Söylentiye göre Varuna ile Mithra'nın anaları, Aditi'dir; Aditi tanrılarla tüm varlıkların ortak özüdür ve belki de ilkel mana'yı simgeleştirmektedir. Kadın tanrıların erkek tanrılara göre önceliklerini bu nedenle bir kez daha gözlemek yerinde olacaktır. Nitekim insan toplumlarında ataerkillikten önce anaerkillik vardı.
Veda övgülerinde ayrıca -Grek';rin Zeus poter'lerinin karşılığı, öteki tanrıların babası olan- Diyaus pitar'ın da adının geçtiğini görürüz. Onun yanısıra Prithivi Matar yani Toprak-Ana; onun oğullarından biri olup Güneş tanrısı olan Surya; (adına Cermen tanrısı gibi Votan da denen) rüzgar tanrısı Vata; yasaları koyan Manu vd. de vardır ki bu sonuncu tanrının adı, Almancada erkek anlamına gelen man terimini de anımsatmaktadır.
Yavaş yavaş tüm bu tanrılar önemlerini yitirmektedirler; ön plana geçenler ise kurban tanrıları ve bu arada özellikle ocak (yurt) tanrısı olan ateş tanrısı Agni ile kutsal sıvı tanrısı Soma'dır.
Zira Veda'ların ana teması, Vedizmin ana düşüncesi, kurbanın değeridir. Ölülerin, sonradan yaşamak için, kendilerine sunulacak cenaze armağanlarıyla beslenmeleri gerektiğinden, tanrıların da kendi onurlarına, ateşin yardımıyla ve törenle kurbanlar kesilmesine ve ölmezlik şerbeti olan somanın sunulmasına gereksinimleri vardır.
Kurban, tanrıların nafakasıdır; kurbanlar ise tanrıları yaratırlar. Böylece de varlığı yaratan, eylemdir. Hindu düşünceleri arasında bir Batılı için anlaşılması en güç olanı, hiç kuşkusuz, bu düşüncedir. Çünkü bir Batılı için harekete geçmek gerçeği yaratmak değil, onu değiştirmek demektir. Hatta buradaki, insandışı, insandan üstün olan bir gerçeği yaratan, insani bir eylemdir.
Tanrıları yarattıktan sonra onları besleyen kurban, onların aracılığı ile insan arzularının giderilmesine olanak verir. Bu arzular öldükten sonra yaşamak, uzun ömürlü, zengin ve erkek evlat sahibi olmak gibi şeylerdir.
Bu dönemde insan için kurtuluş kurban yoluyla elde edilen kurtuluştıır.
Kurban töreni büyücü rahiplerce yapılır. Brahman sözü ile anlatılan kurban formüllerini bilenler, yalnız onlardır: Nitekim kendi kendilerine de Brahman adını vermişlerdir.
Bu durumda onlar, bizim adına kamu hizmetlisi dediğimiz şey değildirler: Zira Devlet dini diye bir şey yoktur. Rahipler başkalarının büyücülük yapmasını yasak ederler ve bunun dine aykırı olduğunu ileri sürerler; fakat büyücülüğü kendi hesaplarına olduğu gibi, hizmetlerine girdikleri özel kişiler hesabına da yaparlar. Bu hizmetleri için onlardan uygun bir ücret, örneğin öncelikle bir veya birkaç inek isterler ki o zaman inek çok değerli bir hayvandı. Rig Veda'nın X. kitabının onuncu övgüsü şöyle sona ermektedir: "İnsan bir Brahmana bir inek verirse dünyalara kavuşur." Bu arada toplumun da dört irsi kasta bölünmeye başladığını görmekteyiz ki bunların en üstünü, Brahmanlar kastıdır. Bunun altında iki Arya kastı vardır ki birisi prenslerle savaşçılarınki olan Kşatriya, öteki hayvan yetiştiricilerle tarımcılarınki olan Vaikya kastıdır; dördüncü olarak renkli insanların, zanaatkarların, işçilerin, kölelerinki olan Çudra kastı gelir. Kast'ların dışında ve altında olanlar ise Parya'lar ya da Çandala'lardır ki bunlar insanlığın en aşağı sınıfı sayılır.
Bununla birlikte Veda döneminin en civcivli zamanında bile bazı kimseler kendi kendilerine şunu sormuşlardır: Acaba bu çok sayıdaki tanrılar, asıl yüce tanrı olan bilinmez bir tanrının çeşitli yönleri değiller midir? Rig Veda'nın X. kitabının 121. övgüsünde bu kaygı, çok görkemli bir biçimde ifadelendirilmiştir:
"O ki can vermektedir, güç vermektedir, gölgesi hem ölümdür hem yaşamdır; kimdir bu tanrı? Kurbanlar keselim onuruna.
O ki karlı dağlarla denizi ve uzaklardaki nehri yaratmıştır, o ki kollarını göklerin içine salmıştır; kimdir bu tanrı? Kurbanlar keselim onuruna.
ki güç verendir ve kurban töreninin ateşini doğuran gözlerini sular üstünde gezdirmektedir; o ki tüm tanrılar üstünde tek tanrıdır; kimdir bu tanrı? Kurbanlar keselim onuruna.
Rig Veda'nın bir başka övgüsü de aynı ruh haline uygun düşmektedir:
"Bilgeler tek Varlığı başka başka adlandırırlar: Agni derler, Mithra derler, Veda derler ona.
Bu metinlerde mana düşüncesinin yüceltilişini ve aynı zamanda · kamutanrıcı (pantheistique tektanrıcılığa doğru bir yönelişi görmek olasıdır.
Kesin olan, bu bölümlerin ateşli bir düşünce yaşamının varlığını görmedikleridir ki Vedizm'den Brahmanizm'e giden dinsel evrim bununla açıklanabilir.
Hristiyanlık çağından önceki IX. ya da VIII. yüzyıla doğru Brahmanlar Vedizm'den, kendilerinin toplumun ilk planında kuşattıkları yeri haklı gösterecek olan bir din çıkardılar. Sözcüğün dar anlamıyla Brahmanizm diye adlandırılan işte budur.
Brahmanizm'in kutsal metinleri Brahmana'larla Upanişad'lardır.
Brahmana'ların Hristiyanlık çağından önceki 800 ile 600'üncü yıllar arasında düzenlenmiş olmaları gerekir. Bunlarda kurbanlarla ilgili ve bunların karmaşık ayrıntılarını ya etimolojilerle, ya da tanrılar üzerine efsanelerle haklı gösteren bölümler vardır.
Upanişad'lar (yani gizli bildiriler) de Hristiyanlık çağından önceki 600 ile 300 yılları arasında düzenlenmiş olsalar gerek. Bunlara Vedanda (yani Veda'lamı vargısı) adı verilmektedir.
Upanişad'larla Hindu metinlerinin en güzellerinden birçoğu vardır.
Sırası gelmişken, Upanişad'ların ne gibi bir raslantı yüzünden XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'ya tanıtılmış olduğunu da anlatalım:
Anquetil Duperron (1731-1805) adında meraklı bir Fransız genci Zerdüşt dinine hayran olmuştu. Gidip bu dini yerinde, Bombay bölgesindeki Parsi'lerden öğrenmek istedi; Hindistan'a gitmek için de yirmi yaşındayken gemici oldu. Dönüşte, İran'ın bu eski dini hakkında Hindistan'dan birçok elyazmaları getirdi. Bunlar arasında, Farsçaya çevrilmiş elli Upanişad da vardı. Anquetil Duperron bunları Latinceye çevirdi. Kitabı birçok Avrupalı ve bu arada büyük Alman filozofu Schopenhauer (1788-1860) için de esin kaynağı oldu.
Söderblom diyor ki: "Upanişad'larda Hind'in şimdiye dek söylemiş olduğu en büyük sözler bulunmaktadır. Upanişad'lardan çıkmakta olan taze ve temiz soluk, ruhları besleyip onarmış, onlara daha özgürce soluk alma olanağını vermiştir. Bugün bile Hindistan'da binlerce insan günlerine Upanişad'ların, yani Veda'ların bir bölümü üzerine düşünceye vararak başlarlar. Bu kutsal metinlerin birlik ve özgürlük, ruhun rahat ve huzuru hakkındaki sözleri Batıda da yankılar yaratmıştır. Schopenhauer şöyle diyor: "Bunları okumak, dünyada en kazançlı, en öğretici işi yapmak demektir. Yaşamımın avuntu kaynağını onları okuyarak buldum ve öleceğim ana kadar bana destek olacak olan, onlardır."
Upanişad'lar çok derin bir felsefeyi açıklamaktadırlar. Bu öğretinin ne çeşit insanların eseri olabileceğini herkes merak etmiştir. Bir cizvit papazının fikrince böyle bir vahyi getirebilecek olanlar, ancak rahiplerdir. Başkalarına göre ise tersine olarak, kurtuluş için beslenen özleyişler, asil Kşatriya'lar olan laikler tarafından gelmiş olmalıdır: Çünkü bunlar pek yüzeysel olan kurban töreniyle kendilerini tatmin edilmiş saymıyorlardı. Kesin olan şudur ki Brahmanlar bu çeşit düşünceleri benimsemişlerdir. Kurban yoluyla kurtuluşa erişme konusunda eskisi kadar ayak diremeyerek, bilgi yoluyla kurtuluşa erişilebileceğini açıklamışlardır. Bilgiye onlar sahip olduklarından, bunları da müritlerine onlar vermişlerdir.
Çeşitli Brahman okullarını çok teknik biçimde incelemeyi bir yana .bırakırsak, Brahmanizmin ana tezlerini şöylece sıralayabiliriz: Brahman'ın özdeşliği (evrenin temel özü); atman (yani derin ben), daha önceki varlıklamı eylemleri (kamran) ile belirlenen ruhgöçü (samsfıra).
Brahman terimi (ki o döneme ilişkin bu terimi, daha sonraki dönemlerin Brahma adlı tanrısı ile karıştırmamak gerekir) ilkin kurban formülünü anlatmak için kullanılmıştır.
"Başlangıçta yalnız Brahman vardı: Tanrıları o yarattı." "Gerçekte, ölümsüz olan Brahman her yerde, önde, arkada, sağda solda, yerde gökte vardır, hazırdır. Yerin gökün, havakürenin, sonra ruhun ve tüm duyuların benliğinde dokunmuş olduğu kimse, odur." "Köpüklerle dalgalar, denizin tüm görünüşleriyle tüm manzaraları nasıl denizden ayrı değilse, evrenle Brahman arasında da hiçbir fark yoktur." "Gerçekte, her şey Brahmandır."
Brahman, duygun imgelerden oluşan dış alemin, "adların ve biçimlerin alemi"nin derin özüdür.
Brahman hem büyülü kudretin ana aracı ve hem de her gerçeğin en yükseği anlamına alınınca, Melanezya mana'sının tam tamına bir "takdim-tehir" i gibi görünmektedir.
Dış alemin özünü böylece keşfettikten sonra, Hindu düşünürleri kendi benliklerine dönmüşler ve ben'lerinin derinliğinde de atman'ı görmüşlerdir. İnsan bedenine bir takım yaşamsal soluklar işlemiş bulunmaktadır; tüm bunlar ise bir tek merkezi soluğa, atman'a bağlıdır.
"Atman ortada, yaşamsal soluklar çevrededir." "Atman, gönlümün derinliğindeki ruhumdur, bir arpa tanesinden daha ufak, bir hardal tohumundan daha küçük, bir pirinç tanesinden daha miniktir. Ve atman, gönlümün derinliğindeki ruhumdur, dünyadan daha geniştir, havaküreden daha geniştir; göklerden ve bu sonsuz alemden daha geniştir."
Atman'da biz, hem yaratılmamış, hem yokolmayacak olan bir gerçeği buluyoruz. Başlangıç, olu (devenir) ve son, ancak dış görünüşlerdir.
Brahman'da nesnel mutlak'ı, atman'da ise öznel mutlak'ı görünce, Hindu düşünürleri bir ana gerçeği daha keşfedeceklerdir ki o da brahman'la atman arasındaki derin özdeşliktir. Şu halde gerçek mutlak, atman brahman'dır: "Gerçekten temaşası, dinlenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi gereken, atman'dır; çünkü atman'ı gerçekten dinlemiş, anlamış, temaşa etmiş, onun üzerinde düşünmüş olan kimse, bu evrenin tümünü de tanıyor demektir." "insanın derinliğiyle güneşin içinde bulunan, tek ve aynı nesnedir."
Varlığımızın derinliğini kazıdığımız zaman, Varlık'ı buluyoruz. Bütün insan · bilinçlerinin, bütün hayvan ve bitki varlıklarının, bütün gerçekleri derinliğinde bulunan, bu aynı Varlık'tır.
Varolan her şeyin karşısında duymak, hissetmek zorundayız:
Sen busun (Sanskritçesi: Tattvam asi.)
Bununla birlikte "ben" gerçekte özdeşlik halinde olduğu bu evrenden, görünürde ayrılmaktadır.
Varlıkların ve nesnelerin çokluğu, bir kötülüktür. O olmasaydı, acı da olmayacaktı. "Evrenin gözü olan güneş nasıl insan gözüne musallat her hastalıktan uzak ve bağışık kalırsa, tüm varlıklarda bulunan o Tek nesne, yani atman da dünya acısından öylece uzak ve bağışık kalır."
Oldenberg bu metni şöyle yorumluyor:
"Tek ve yargılayıcı Atman'ın çokluk ve oluş aleminde de görünmek istemiş olması çok mutsuz bir şeydir; bu çokluk olmasaydı daha iyi olurdu."
Çokluk dediğimiz bu kötülüğü, benle evren arasındaki bu ayrılığı nasıl yorumlamalı?
Brahman öğretisi, bu olayı açıklamak için Totemizmden uzaktan uzağa esinlenen halk inançlarından samsara (yani ruhgöçü, transmigration) düşüncesini benimsemişe benzemektedir.
Vedizm, Animizmden ölülerin sonradan yaşadıkları düşüncesini alıp korumakla birlikte, aynı varlık tarafından birbirini sonsuz biçimde izleyen yaşamlar sürülebileceğini kesinlikle kabul etmiyordu.
Şimdi ise tersine olarak, bu yaratıkların birden çok oluşlarının yeryüzünde ya da öte dünyalardaki insan ya da hayvan yaşamları içinden birbirini izleyip geçişlerine bağlı olduğu hatıra gelmektedir.
Bu yaşamların her biri, daha önceki yaşamlar içinde yapılmış eylemlerle belirlenmektedir: İşte bu zorunluluk kamımı diye adlandırılıyor. Bu tıpkı, "alacak ve borç haneleri olan manevi bir sermaye" gibidir.
Az ya da çok iyi bir yaşam sürmüş olduğumuza göre, ölümden sonra da az ya da çok yüksek bir yaşama kavuşuyoruz. Yani yeni bir bedene giriş biçimimiz daha önceki hal ve gidişimize bağlı olan bir şeydir.
Böylece din düşüncesi, ahlakın da özü haline gelmektedir: İnsanın yaptıklarının iyi ya da kötü oluşunun ödülü ya da cezası, sonradan daha iyi ya da daha kötü bir bedene giriş biçiminde kendini göstermektedir.
Fakat yeniden doğmak, "dünyanın acılarına" yeniden ortak olmak demektir. Yaşamın böyle sonsuza dek yeniden başlayışı, acıların da sonsuza dek yeniden başlayışı demektir. Kurtuluş nereden gelebilecektir? Bir Brahman metni şöyle diyor: "Kurtar beni, kendimi susuz bir kuyunun dibindeki kurbağa gibi hissediyorum."
İnsan atman'dan başka hiçbir şey istemese, bu mümkün olabilecektir, çünkü sonsuz atman, çokluğun ve acının ötesindedir: "Ölmez olan o, iyilikle kötülüğün ötesindedir; O, yapılmış ya da yapılmamış olanı umursamaz: Bulunduğu yerde ona, hiçbir eylem erişemez."
Oldenberg'in "Yüz çeşit yolun Brahmana'sı"ndan aldığı güzel bir metin, aşağıdaki vahyi açıklamaktadır:
"Nasıl ki işleme yapan bir kadın rengarenk bir kumaştan bir parça alıp bundan bir başka, yeni ve daha güzel örnek çıkarırsa ruh da (ölüm sırasında) tıpkı böylece, bu bedeni kaldırıp bilmezliğin gayyasına atar ve bir başka, bir yeni biçime girer ... ki bu ya tanrısal, ya insani, ya da başka herhangi bir varlığın biçimidir ... Nasıl hareket etmiş, ne türlü davranmışsa o zaman da öyle olur. İyilik yapan iyi, kötülük yapan kötü bir varlık olur; temiz işler yapmışsa temiz, haince işler yapmışsa hain olur ... Kendini arzuya kaptırmış olan için de durum aynıdır. Fakat ya artık arzu duymayan? Arzusuz olan, arzudan sıyrılmış olan, atman'dan başka şey arzulamayan, arzusuna erişmiş olan böyle bir kimsenin bedeninden yaşamsal soluklar çıkıp (başka bir bedene) gitmezler; onun bedeninde toplanıp birleşirler; böyle bir kimse artık Brahma' dır ve Brahma'ya döner. İşte aşağıdaki dizeler de bunu anlatmaktadır:
Bir fani gönlündeki tüm arzulardan kendini sıyırdı mı, Daha bu dünyada ölmezliğe erişip Brahma'ya girer."
İnsan atman'la Brahma'nın tıpkılığına inandığı anda, arzu da sönecektir. İşte bu bilgi yoluyla erişilen kurtuluştur.
Upanişad'lar ben'le evrensel Varlık arasındaki birlikten doğan sevinci kutlamaktadırlar ki bu, aşağıda açıklanmaktadır.
"Gören kişi parlak varlığı, kudret dolu yaratanı, Brahman'ın kendisine özdeş olan Ruhu seyretti mi, o zaman iyilikle kötülüğün üstüne yükselerek, her tutkudan temizlenerek, yüce özdeşliği kavrayabilir ... O zaman gören kişiler atman'ı, hem uzak hem yakın olduğu halde, gönüllerine sinmiş olarak bulurlar. Böylece yetkinliğe erişen, derin bir huzura kavuşan bilge insan, Bütün'le birleşir ve her nesnenin içine işlemiş olan atmana erişir ... Nasıl ki ırmaklar Okyanus'un içinde eriyip giderler, adlarıyla biçimlerini yitirip Okyanus'un kendisi olurlarsa; tıpkı onun gibi, addan ve biçimden sıyrılan bilge insan, öbür dünyanın da ötesinde, ruh'un ışıldayan özü içinde yitip gider ... Brahman ki yüce Varlık'tır, onu tanıyanın kendisi de Brahman olur."
Önemli bir Hindu okulu olan Yoga üstteki, dıştaki ben'i yokedip derindeki, içteki ben'i kalıcı kılmak amacını güden bir takım yöntemler göstermektedir. Bu okulun müridi olan yogin, olduğu gibi olmak çarelerini araştırır. Kimi zaman kımıltısız durarak, kimi zaman soluğunu disiplin altına alarak, kimi zaman da duyularını iptal, düşüncesini teksif ya da her türlü düşünceyi yokederek, çok inceden inceye ayarlanmış bir takım işleri gittikçe ilerleterek yapar. Kimi zaman da "ani ve zorlama bir kendine telkin" yöntemi kişiliğin çerçevesini kırar, fenomenal ya da yüzeysel ben'i öldürür.
Rene Giousset'nin "Doğu Felsefesi Tarihi" adlı yapıtında yazdığına göre: "Gaipten haber verme hassası, her yerde bulunabilme, maddedışı olma yetisi, yogin'in en olağan üstünlüklerindendi. Çilekeşin benliğinde yarattığı kendine telkin, kendinden geçme, hipnoz ve katalepsi halleri ona, çevresi üzerinde adeta bir mıknatıs gücü vermekteydi.
Brahman, ya da onun çömezi, aile ödevlerini yerine getirdikten sonra, oğluna topluluğun yönetimiyle malını mülkünü teslim eder, dünyadan elini eteğini çekerek ormanın derinliklerine çekilip orada sessizlik içinde, dinsel düşüncelere dalar. Ya da dilenci keşiş olur. Oldenberg'in dediği gibi: "Brahman'lar atman'ın kendisini tanıdıkların, döl sahibi, varlık sahibi, malmülk sahibi olma arzusundan vazgeçerek dilenci olup yollara düşerler." Hindu keşişliği de işte böyle başlar; fakir'ler ortaya çıkar. "Bu uzun saçlı, giysi olarak esmer bir kir tabakasıyla kaplı, çırpınarak titreyen kimseler, tanrı bedenlerine girince, rüzgarın peşine takılıp öylece giderler.
Kurtuluş için yeter derecede değilse bile gerekli bilgiye artık sahip olduklarından, Brahmanlar tüm toplum üzerinde ağır bir egemenlik kurdular. Hristiyanlıktan önceki VI. yüzyılda bunların güçlerine karşı gelen iki önemli şia, yani Jainizm ile Budizm çıktı. Bunun üzerine rahipler, yönetimleri altındaki dini halk inançlarına yaklaştırmanın gerekli olduğunu düşündüler. Çoğu kez Hinduizm terimiyle anılan ve gelenekçi yüksek öğretilerle az-çok eski köklere dayanan bir takım boş inançlardan meydana gelme karışım da böyle doğdu.
Düşüncelerin böyle derece derece değişişini doğru bir tarih sırası ile göstermek mümkün olmamakla birlikte Hinduizm'in M.S. ilk yıllarda ortaya çıktığını söyleyebiliriz ki Budizm'in çökmeye başlayışı da o döneme rastlar.
Hinduizm'in kutsal metinleri -daha önceki metinler olan Veda'lar, Brahmana'lar ve Upanişad'lardan ayrı olarak- şunlardır:
Purana'lar ki eski efsaneleri anlatırlar;
Mahabharata ki bu belki M.Ö. 111. ya da II. yüzyılda yazılmış olup sonraki çağlarda baştan başa değiştirilmiştir: Bunun en güzel parçası, tanrı Krişna'yı öven Bhagavat Gita (yani Cennetliğin Şarkısı )dır.
Ramayana, tarihi pek belli olmayan bir destandır ve belki Mahabharata kadar eskidir; XVI-XVII. yüzyıllarda ozan Tulsi tarafından yeniden yazılmış olup tanrı Rama'nın yaşamını anlatmaktadır.
Aydın Hindu'lar eski Brahmanizm'in derin felsefesinin, bazen kötümser yanından ayıklanmış olarak, hala korumaya devam ederler. Bhagavat Gita gibi yapıtlarda bu felsefenin güzel ifadelerini bulurlar.
Örneğin, Tanrı Krişna, kendisinin eski zamanın kişilikdışı Brahma'sının devamı, yani eski çağların hem kurbanı, hem de evrensel Varlığı olan tanrı Brahman ile eş olduğunu anlatır:
"Ben kendim kurbanım, duayım, adakım ve adakın yarattığı iyilikim. Ben kurbanın işlemiyim, kutsal içkiyim ve hem de mihrabın üstünde çıtırdayan ateşim.
Ben tüm nesnelerin anası, babasıyım; doğuran ve koruyan kimseyim, tüm bilgeliğin sonu, temizliğin ve -tüm tanrısal nesneleri içinde toplamış olan- kutsal OM hecesinin, Kelam'ın, Veda'ların ta kendisiyim.
Ben Ses'im, efendi ve besleyiciyim, konut ve evim, sığınak ve dostum, tüm yaşamın kaynağı ve yaşam okyanusuyum. Ben başlangıçla sonum, hazineyim; değişiklikleri ben yaparım, yemişleri durmadan yetişiren tohum da benim.
Güneş ışıkla sıcaklığı benden alır; yağmuru veren ve isterse vermeyen benim. Yaşam ve ölmezlik ben olduğum gibi, ölüm de benim. Ben Varolan'la Varolmayan'ım ...
Bilgelik olarak herkesin gönlünde yeretmiş bulunmaktayım. Ben iyilik yapmanın iyiliğiyim...
Ben her şeyin tanrısıyım; güçlünün gücü, güzel nesnelerin güzelliği, zeki insanların zekasıyım; bilen kişilerin zihinlerindeki bilgi, tanrısal gizemin egemen olduğu sessizlik de yine benim." Evrensel Varlığın keşfi tüm bencil arzulardan uzaklaşmak ve bilgeliğin, yürek huzurunun verdiği rahatlığa kavuşma olanağını yaratır:
"Doğanın işleyişini aldırmaz ve çıkar gütmez bir seyirci gibi hoşlanarak seyreden kimse, onun bir yasaya uyduğunu kabul eder; Bir kimse ki onun için sevinçle acı, bir taşla bir külçe altın, dostla düşman eşittir; bir kimse ki övme ile sövme karşısında her zaman sakindir;
Böyle bir kimse için artık hiçbir şey çekici olamaz; evrende artık hiçbir şey korkutamaz, çünkü hangi yasaya boyun eğdiğini bilir o; biz böylesine, doğayı dizginlemiş kimse deriz...
Keder böyle bir insanı yormadığı gibi, hiçbir zevk de onu neşelendirmez; böyle bir insan ne tamah, ne kıskançlık, ne korku, ne öfke işler; eriştiği bilgelik içinde böyle bir insan, halinden memnun yaşar. O bir keşiştir, bir azizdir, dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimsedir, bütün dış nesnelerden sıyrılıp kendi öz varlığına egemen olarak, kendi iç hayatını yaşar.
Hiçbir kimseye, hiçbir şeye bağlı değildir; her türlü arzudan kurtulmuş olduğundan, mutsuzluk artık onu sarsamaz, mutluluk artık onu heyecanlandıramaz. Gerçek bir bilgenin nitelikleri işte bunlardır."
Bu yüksek felsefe kurgularıyla halk tapınışları arasındaki ortalama, Hinduizm'in kendine özgü bhakti, yani sofuluk düşüncesidir. Bu da bir tanrıya inanmak, bu tanrısal Kurtarıcıyı sevmektir.
Kurtuluş artık kurbanda ya da bilgide değil, böyle bir sevgidedir.
Bu tanrı, kendisine inananların en aydınlarına, gelenekçi, felsefi görüşlere uygun, görkemli vahiylerde bulunur:
"Tüm inancı ve itikadının tüm ateşliliği ile kendini bana adayan kimseyi ben, doğanın tüm güçlerinden bağışık tutarım; benimle içiçe olur o, ben ki Brahma'nın özü Krişna'yım...
Kendini olanca benliği ile bana bırakan, benden başkasını sevmeyen kimse, beni keşfeder ...
Beni tüm varlıkların içindeki tek varlık olarak tanıyan kimsenin benliğinde ben yaşadığım gibi, bu dünyada yazgının kendisini götüreceği yol ne olursa olsun, o kimse de bende yaşar."
Bu tanrı aynı zamanda kadınlarla aşağı kastlara bağlı kimseler gibi en güçsüz, aciz kimselerce de sevilebilir; oysa eski Brahmanizm, bunlara kendi içinde hiç yer vermiyordu: "Rama'nın adını kim söyleyemez, Krişna'nın tasvirini kim süsleyemez, rakseden Siva'nın ayağını kim öpemez?"
Felsefelerin en etkini, evrensel Varlığın birliği içinde insanlar tarafından yaratılmış olan farkların boşluğunu göstermektedir. Böylece bu felsefe, Söderblom'un da dediği gibi: Tasvirlere olan tapınışın en kaba-sabasına bile simgesel bir anlam vermektedir."
Hinduizm'in halk arasında en yaygın olan tanrıları Siva (ya da Şiva) ile, birçok tanrılar arasında Rama ile Krişna'nın da cismine girmiş olan, Vişnu'dur.
Siva yaratıcı yoketmenin tanrısıdır; varlıklarla nesneleri yokedip yetiştiren odur; bir Varlığı hem yokeden, hem vareden bir eylem gösterir. Kendisine hem eğlence alemleri, hem de perhiz ve nefis isteklerini kırma ile tapınılır.
Bu tanrı, Hindu "fallüs"ü olan linga ile simgeleştirilmiştir; onunla içiçedir. Nitekim kendisinden "siva linga" diye de sözedilir.
Ayrıca Durga ve kara renki Kali gibi kanlı tanrılarla da eş tutulur.
Siva çoğu zaman başında bir hilal taşıdığı halde, üç gözlü olarak betimlenir; boynunda ölü kafalarından meydana gelme bir gerdanlık asılıdır. Birçok kolları, baltalarla mızrakları tutup havaya kaldıran elleri vardır, bedenine yılanlar dolanmıştır. Kimi zaman yarı-erkek, yarı-kadındır; çünkü o hem erkek hem kadın sevgili, tüm insanların babası ile anası, şehvet tadıldığı zaman kendisine tapınılan tanrıdır. Kimi zaman rakseder ve çok sayıdaki kolları bedeninin çevresinde bir hale biçimini alır. Kimi zaman da çıplak ya da ağaç kabukları giymiş olduğu halde, perhiz yapan bir keşiş kılığında betimlenir. Bu ise doğayı anlatmak için bulunmuş çok güzel bir simgedir, çünkü Doğanın sinesinde birleşmiştir.
Lotüs çiçeği biçiminde gözlü, Mutlu Vişnu tanrı ise dünyayı korur, sakınır. Yanıbaşında Lakhsmi vardır ki bu, güzellik, aşk, döl ve bolluk tanrısıdır ve inek, ona özgü kutsal bir hayvandır. Vişnu' nun yanında çoğu kez bir güneş kuşu olan Gamda da vardır.
Vişnu dört kollu bir tanrı olarak betimlenir, ellerinde de bir yuvarlak, bir sedef kabuk, bir balyoz, bir de lotüs çiçeği tutar.
Dünyayı kurtarmak için birkaç kez başka başka kalıplara girmiş; sıra ile balık, kaplumbağa, domuz, arslan, cüce; ayrıca Rama ile Krişna olmuştur.
Bir Hindu kralının büyük oğlu olan Rama'yı, bir üvey kardeşin entrikaları yüzünden babası kovmuştur. Bir ormana çekilerek yoksul bir yaşam sürecektir. Karısı olan güzel Sita da onunla gelmek ister. Fakat ifritlerin kralı olan Ravana, güzel kadını kaçırıp Seylan adasına götürür. Bunun üzerine Rama maymunlar kralı ile anlaşır; Hanuman adlı maymun-generalin kumandasındaki maymun ordusuyla Seylan'a girer, Ravana'ya saldırıp onu öldürür, güzel karısı Sita'yı yine elde eder. (Nitekim Ramayana adlı kutsal kitabın birçok sahneleri Kamboçya'daki Angkor Vat tapınağının duvarlarını kabartmalar halinde süslemektedir.)
Vişnu'nun kalıbına girmiş olduğu bir başka tanrı da Krişna'dır ve Hindu tanrıları arasında en çok sevilenlerden biridir. Hindistan' da bugün bile dinsel eşya satan dükkanlarda onun küçük heykellerine ya da resimlerine adım başında rastlanır. Krişna kara, ya da koyu mavi bir tanrıdır, uzun rengarenk gözleri vardır, çoban kızları arasında flüt çalar.
Krişna'nın efsanesi özellikle Hristiyanlara pek alışık oldukları birtakım öyküleri anımsatır. Kızoğlan kız bir anadan, mucizeli bir biçimde bir ahırda dünyaya gelmiştir, kötü bir kralın hışmına uğramış, bu kral onu yoketmek için çok sayıda çocukları öldürtmüştür; mutlu bir raslantı sonucu kurtulunca ilkin kendi halinde bir çoban olmuştur, fakat günün birinde onu alıp tapınağa götürmüşler, o da bilgeliğinin derinliği ile brahman rahiplerini şaşırtmıştır. Erkeklik çağına gelince en şehvet dolu zevklerle en yüce vaızlardan, öğütlerden oluşan garip bir yaşam sürmüştür: Bu bakımdan kendisini Don Juan bir Hz. İsa'ya benzetebiliriz. Tam on altı bin tane sevgilisi vardır, bunlara her şeye boyun eğmelerini ve iyicil olmalarını, çıkar gütmemelerini salık verir.
Bir XII. yüzyıl şiiri olan Gita Govinda bize, Krişna'nın aşklarını anlatmaktadır. Bu şiire Hinduizmdeki "Şarkıların Şarkısı" denilmiştir. Bu şiir Krişna'nın çevresinde hem şehvet, hem sevgi dolu bir tapınış yaratmıştır.
Nihayet Vişnu'ya inananlar onun son olarak Buda'nın bedenine girdiğine itikat ederler; Buda ise Budistler için bir tanrı değil, bir kurtarıcıdır.
Çoğu zaman Siva ile Vişnu'yu Brahma ile eş tutup bir "üçlü" yapanlar olmuştur. Buna göre, kişilikdışı Brahma yaratıcı olarak Brahma'da, yokedici olarak Siva'da, tanrısal inayet olarak Vişnu'da ortaya çıkmaktadır. Fakat bu, halk sofuluğunun bir verisi olmaktan çok, tanrıbilimciler tarafından yaratılmış bir kuramdır.
Hinduizm'de ayrıca daha birçok tanrılar -örneğin bilgelik tanrısı olan fil başlı Ganeş- vardır. Birçok kutsal hayvan vardır ki bunların başında inek, sonra maymun, sonra yılan gelir. Kutsal ağaçlar, kutsal nehirler de vardır ve bu nehirlerin en ünlüsü, Ganj'dır.
Hindu'lar ruhgöçüne inanmayı sürdürmektedirler. Cenaze töreninin usule, adaba uygun, doğru bir biçimde yapılması, sonradan daha iyi bir bedene girmeleri konusunda ölülere yardım edebilir.
Ölüler yakılıp külleri Ganj nehrinin suları içine serpilirse, kendilerine hizmet edilmiş olur.
Kast'lar (yani toplumun sınıflara bölünüşü) rejimi, toplumun temeli olmaya devam etmektedir. Kast'lar rejimi bir Brahman anlayışı olan kannan ile sıkı ilişki halindedir. Sylvain Levi'nin dediği gibi: "Eğer şimdiki doğum, önceki eylemlerin toplamının bir sonucuysa toplumun değiştiremediği bir şeyi gözetip korumaktan başka yapacağı şey yoktur. Kan aristokrasisi yüksek hakkın, doğal hakkın verdiği bir aristokrasidir." İlke olarak kast, beslenme ve evlenme bakımından bazı zorunluluklarla bağlı, kalıtsal ve mesleksel bir gruptur. Bu zorunluluklar kadının çok aşağı bir durumda tutulmasına yol açar.
İşbölümü yayıldıkça kast'ların sayısı da sonsuz biçimde çoğalmıştır. Fakat Brahman'lar yönetici kast olmayı sürdürmektedir.
Mahatma Gandhi gibi kimi aydın Hindular kast'ları birbirlerine yakınlaştırmak ve özellikle -toplumun en aşağı derecesinde yer almış- kastdışı kişiler olan ilişkileri daha insani hale sokmak için büyük çaba göstermişler ve göstermektedirler.
Hinduizm' de tapınış tanrı'ları yüceltmekten, onların onurlarına ya da kutsal hayvanlarına özen gösterip gözetmekten, kutsal nehirlerde yıkanmaktan, en uğurlu tapınaklara, özellikle Benares'e ziyaretler yapmaktan ibarettir.
Hindistan'da dinsel yaşamın merkezi, her zaman -"dünyanın göbeği" olan - Benares kentidir. Hacıları, fakirleri, kutsal inek ve maymunları, iki bin tapınağı, sayısız daha küçük tapınakları, beş yüz bin tane tanrı heykeli, kutsal hamamları, cenazelerin yakıldığı odun yığınları ile bu kent, dünyada gorülmemiş çok olağanüstü bir manzara yaratmaktadır.
Büyük Hindu şia'larını incelemeden önce Hinduizm'le Müslümanlığın bir birleşimi olan ve XV-XVI. yüzyıllarda başlamış bulunan Şia İslamı dini ile, Vişnuizm, Budizm ve Hristiyanlığın bireşimi olan ve XIX. yüzyıldan kalmış bulunan Brahma Samaj'ı da anmak yerinde olur.
XIX. yüzyılın sonunda yaşamış dikkate değer iki Hindu kişisi olan Ramakrişna ile Vivekananda'da da bunlara benzeyen bir düşünceler karışımına raslanmaktadır.
Brahman'ların dini olan "ortodoks" hindu dininin karşısına, M.Ö. VI. yüzyılda iki şia çıkmıştır. Bunlar, yalnız Hindistan'da etkinlik göstermiş olup bugün bile varolan Jainizm ile, Hindistan'dan kovulup Asya'nın içerilerine yayılan ve orada hala çok sayıda inananları bulunan Budizm'dir.
İki din arasında birçok benzerlikler vardır.
Bu dinler, kast'larından ayrılmış olan insanları birleştirirler; bu insanlar da güçlü bir kişi tarafından ileri sürülen bir ülküyü tüm bir özgürlükle benimserler ve bu yeni yaşam anlayışını yaymak için birleşirler.
Her iki grup da daha önceki dinin tapınma yöntemlerini reddederler, Veda geleneklerine ve o zamana dek tapınılan tanrılara aldırmazlar ve kast'lar rejimine de hiç önem vermezler.
Yeni dinin kurucusu ortaya bir tanrı olarak çıkmamaktadır; bu bir insan, bir haberci, bir kurtarıcıdır. Jainizm de Budizm de kurtuluş dinleridir.
Jainizm, Budizm' den biraz önce ortaya çıkmıştır.
Onun kurucusu da, Buda gibi bir tşatriya'lar (yani savaşçılar ve prensler) ailesindendi. Kendisine Mahavfra (Büyük Kahraman) ve ına (Muzaffer) adı verildi. Perhizle geçen bir yaşam sürdü, hiçbir giysi giymedi. Öğretisini, kendisinin de bağlı olduğu soylular çevresinde yaymaya başladı. Birçok müritler edindi. Söylendiğine göre de yetmiş yaşındayken öldü.
Jainizm de Budizm gibi, Tanrıtanımaz bir dindir: Yaratış diye bir şey olmamıştır: Dünya sonsuzdur. Bir nesneyi yoktan vareden bir yaratış düşüncesi, aklın almayacağı şeydir. Yaratan da yoktur. Nesnelerin köklerinde zaten mükemmel Varlık da yoktur. Mükemmellik ancak insan çabalarının ülküsel amacıdır.
Jainizm de Budizm gibi ruhgöçünü kabul eder. O da Budizm gibi çok yüksek ahlak kuralları öne sürer: İlk kural, hiçbir canlı varlığa kötülük yapmamaktır.
İki şia arasındaki başlıca fark, Jainizm'e bağlı olanlara çok sıkı bir perhiz önerisinde bulunmasıdır. Orucun değerli olduğunu ileri sürer. Başlangıçta üyelerinin çıplak gezmesini de emretmişti. Sonra, zayıf kimselerin hafif bir urba giymelerine izin verdi. Hatta bu bakımdan giyinikler ile çıplaklar, beyaz giymişler ile hava giymişler arasında bir mezhep ayrılığı bile oldu.
Perhizi, nefis isteklerini kırmayı son haddine dek götüren Jainizm, sonunda intiharı da övmüştür: İnsanın aç durarak kendisini öldürmesi çok iyi bir şeydir, demiştir. İnananların bir bölümü keşişler ve özellikle dilenci keşişleri; öbür bölümü de bir çeşit dinsel tarikat üyeleri gibi yaşayan laiklerdir.
Jainizm'in Hindistan'da bugün bile üyeleri vardir. Sayıları bir buçuk milyon kadar olan Jain'ler özellikle Ahmedabad bölgesinde yaşarlar.
Jainizm gibi M.Ö. VI. yüzyılda ortaya çıkmış olan Budizm de dünyada çok önemli bir rol oynamış ve oynamaktadır.
Bu dinin kutsal metnine Sanskritçede Tripitaka; Orta Hindistan'da konuşulmakta olan ve kimilerince Buda'nın dili olduğu sanılan pati dilinde de Tipitaka (Üç Sepet) denir. Sepetlerin birincisinde keşişlik kuralları, ikincisinde kurtuluş çareleri, üçüncüsünde felsefi ve özellikle psikolojik görüşler vardır.
Söylentiye göre Buda'nın ölümünden hemen sonra müritleri bir takım yazıları toplamışlar sonradan bu yazılara yavaş yavaş başkaları da eklenmiş. Bu metinlerin gerçekliğini doğrulayan "Knon" yani kudl, okullara ve eğilimlere göre değişmiştir. Pali kanon'u ancak Hristiyanlık çağının başlangıcında bitirilebilmiştir.
Hint uzmanı Alman Max Müller'e göre Brahman dini kutsal kitap'ların en eskisine sahip bulunmaktadır; Budizm ise Kutsal Kitap'ların en kalınına sahip olmakla övünebilir.
Budizmi çok sayıda başka dinlerle karşılaştırdığımız zaman onun özgün yanı şudur: Kimi noktalarda toplumsal çevrenin geleneklerine karşıt olan bu öğreti kurucusu tarafından kendi yaşam deneyiminin içinden çekilip çıkarılmıştır.
Onun için ilkin bu yaşamı tanımanın önemi vardır. Pek açık biçimde efsanevi olan kimi ayrıntılar bir yana bırakılarak, bu· yaşam şöylece özetlenebilir:
Henüz Buda olmayan, fakat sonradan bu adı alacak olan Gotama, M.Ö. VI. yüzyılın ortalarına doğru Kuzey Hindistan'da, Himalaya yakınlarında dünyaya gelmiştir. Küçük prensler olan Sakya ailesindendi: Şiir dilinde kendisine verilen Sakya ailesinin Bilge insanı (Sakya Afuni) adı da buradan gelmektedir.
Doğumundan birkaç gün sonra, annesi Maya öldü.
Gotama ilkin soylu ve zengin delikanlıların lüks yaşamını sürdü. Bir oğlu oldu. Bu elverişli dış koşullara karşın derin bir melankoliye tutuldu.
Bir budist efsanesi onun ne gibi konuları düşündüğünü bize öğretmektedir ki bunun adı, Dört Rastlayış'tır. Gotama sarayından çıkar; yaşlı bir kişiye rastlar, eninde sonunda yaşlanmayla bitecek olan gençliğin boş şey olduğunu anlar. Bir başka kez yine sarayından çıkar, bir hastaya rastlar, günün birinde sağlığın yerini hastalığa bırakacağını keşfeder. Bir üçüncü kez sarayından çıkınca bir cesede rastlar, kendi kendine: Ölüm kaçınılmaz olarak geleceğine göre, yaşamak niye? der. Bir dördüncü kez, sarayından çıkışında, mutlu ve sakin yüzlü bir keşişle karşılaşır. Bunun üzerine keşişin örneğine uymaya, lüksten vazgeçmeye, dinsel gerçeği ve gönül rahatını arayanların özgür yaşamını sürmeye karar verir.
Yirmi dokuz yaşındayken mehtaplı bir gecede sarayından ve ailesinden ayrılır. Yedi yıl boyunca çok sıkı perhizler yapar, oruçlar tutar, hemen hemen hiçbir şey yemez, kendisiyle birlikte yaşamakta olan ve perhiz yapıp oruç tutan beş kişi daha vardır, onlar da onun bu yiğitçe çabasına hayran kalırlar.
Fakat Gotama bu perhizlerin, oruçların insanı ne mutluluğa, ne de kurtuluşa götürmediklerini anlar; bu boş yöntemlerden vazgeçer, yıkanır, yitirdiği gücünü yeniden edinmek için yemeğe başlar. Keşişler onun bu düşüşü karşısında umutsuzluğa kapılırlar, arkadaşlarından ayrılırlar.
O sıralarda otuz altı yaşında olan Gotama, kendi iç alemine kapanıp düşüncelere dalar. Bir incir ağacının altında oturmaktadır ki buna sonradan bilgi ağacı adı verilecektir, 8 Aralık gecesi, gerçek karşısına çıkar. Bundan böyle o artık Buda, yani Nura kavuşan, Bilen, Kurtaran kişi olacaktır. 8 Aralık, Budizm'in kutsal gecesidir. Bütün insanlık için yeni bir çağ başlamaktadır.
Buda dört kere yedi gün bilgi ağacının altında kalarak "kurtuluştan ileri gelen mutluluğun zevkine varır". Daha sonraki bir efsane Buda'yı, Budizm'in şeytan'ı olan Mara tarafından baştan çıkarılmak istenirken, ve Buda'yı da bu düşmanı yenerken betimler.
Derken bir fırtına patlak verir, yedi gün sürer. Buda, kendisine yedi kez dolanmış bir yılan tarafından korunduğu halde, gönül rahatlığını korur. Yılan bir delikanlı kılığına girince, Buda ona ilk sözlerini söyler (bunları Incil'in yazdığı "öbür dünyadaki Yedi Mutluluk"a benzetebiliriz):
"Gerçeği bilen ve gören mutlu kimsenin yalnızlığı ne hoştur: tuttuğu yoldan ayrılmayan, hiçbir varlığa kötülük yapmayan kimsenin hali ne hoştur, hiçbir tutku, hiçbir arzu duymayan kimsenin hali ne hoştur; ben'in inatçılığını yenmek, gerçekten, mutlulukların en yücesidir."
Buda keşfettiği gerçeği, ya da gerçekleri yaymayı düşünmektedir. Bunları ilkin eskiden yapmış olduğu dindarca çabalarda kendisine arkadaşlık eden beş keşişe açıklamak ister. Gidip Benares'te bunları bulur. Perhizci keşişler, Buda'yı tasarılarından vazgeçip yine lüks dolu bir yaşamın içine düştüğü için kınarlar. Buda onlara şunu anlatır. "Her iki aşırı uçtan,yani iğrenç ve boş olan bir zevk ve safa yaşamından da, iç karartıcı ve boş olan bir perhiz ve oruç yaşamından da sakınmak gerekir; bilgiye, gönül rahatlığına, mutluluk dolu bir hiçliğe erişmek için ikisinin ortasından geçen yoldan gitmek gerekir."
Bunun üzerine Buda beş keşişin karşısında ünlü Benares Vaazı'nı verir ki bu, onun bütün öğretilerini dört kutsal gerçek'te özetlemektedir.
Beş keşiş inanırlar; Üstadı yüceltirler; Budist Topluluk'un da ilk beş üyesi olurlar.
Ondan sonra Buda'nın ömrü gerçeği yaymak, vaazetmek, kendi dinine adam toplamakla geçer. Kast ayrılıklarına hiç aldırış etmeksizin, en sıradan işçilerden krallara dek herkesi kendi dinine kabul eder. Hepsine de dinsel yaşamın kapılarını açar: Bu, çok derin bir ahlak devrimi olur.
Budizm yalnız alt düzeydeki insanları değil, toplumun içine almadığı, düşmüş insanları da kalkındıracaktır. Buda'nın en sadık çömezi olan kendi kuzeni Ananda, bir kuyunun başında günahkar bir kadınla karşılaşır, kendisiyle çok yumuşak bir eda ile konuşup onuda Buda dinine geçirir.
Buda yaşlanınca gücünün, kuvvetinin azaldığını duyar. Seksen yaşında da Nirvana'ya girmeye karar verir.
Kusinara'da, bir çift ikiz ağacın altındadır. Ağaçlar, mucizeli biçimde çiçeklenivermiştir. Buda muritlerine veda eder. Kendi yakınlarından en sevdiği olan Ananda'nın ağlamak için saklandığını öğrenir. Sevgi dolu bir sesle onu yanına çağırır, kendisine şöyle der:
"Ey Ananda, böyle ağlayıp sızlama, umutsuzluğa kaptırma kendini. Sana daha önce de demedim mi:? İnsanın sevdiği her şeyden, hayran olduğu her şeyden, bunların hepsinden ayrılması, yoksun kalması, sıyrılması gerekir. Doğan, yaratılan, elle yapılan, dolayısıyla geçici olan her şeyin yokolmaması mümkün müdür, ey Ananda? Olur şey değildir bu. Fakat sen, ey Ananda, sen uzun zaman Mükemmel'e karşı sevecenlikle, iyicillikle dolu bir saygı gösterdin; bunu yapmacığa sapmadan sevinçle, sınırsız biçimde, düşüncenle olduğu kadar sözlerin ve eylemlerinle de yaptın. Sen iyilik yaptın, ey Ananda; tuttuğun yolda direnirsen, çok geçmeden tüm günahlarından arınacaksın.
Müritlerine son olarak: "Yılmadan savaşınız," dedikten sonra da Buda ölür.
Güneş doğarken kentin kapılarında toplanan müritlerle Kusinara soyluları, onun cesedini yakarlar.
Yukarıda anlattıklarımızın tarihsel bir değeri olduğu kabul edilebilir mi? Buda gerçekten varolmuş mudur? Bu soruya çeşitli yanıtlar verilmiştir:
Hollandalı bilgin Kern, özellikle Kuzey (Nepal, Tibet, Çin) deki Budistler arasında yaygın olan efsanevi bir özgeçmişe, Lalita Vıstara'ya dayanarak, Buda'nın Krişna kadar az tarihsel bir esatir kişisi olduğunu ileri sürmektedir.
Bir Hint uzmanı olan Fransız Senart ise Buda'yı bir güneş efsanesinin kahramanı yapmıştır. Güneş nasıl karanlıklardan çıkmışsa, Buda da (Hayal, serap anlamına) Maya'dan çıkmıştır; güneş doğar doğmaz karanlıklar nasıl kaybolurlarsa, Buda'nın anası da onun doğumundan sonra ölmüştür. Buda Şeytan'ı altetmiş, zafer dolu bir yaşam sürmüş, güneşin bulutları yendikten sonra yükselip ışıldayan yuvarlağını gökyüzünde döndürüşü gibi, o da "yasanın çarkını döndürmüş"tür. Sonra, güneşin ufka inişi gibi, o da yere inmiştir. Varlığının sona erdiği odun yığınının alevleri, batan güneşin son ışıklarıdır.
Bu ustalıkla varsayıma Lalita Vısta'nın çokca karıştırıldığı ileri sürülmüştür. Nitekim Sahte İncil denen bir kitap vardır ki bu, İsa'nın tarihselliğini inkar eder. Bu Sahte İncil'e dayanarak İsa'nın tarihsel olmadığını ileri sürmek nasıl yanlışsa, Buda için Lalita Vistara'yı ileri sürmek de o denli yanlıştır. Nitekim Solomon Reinach biraz da alaylı bir biçimde, Napoleon'un da bir güneş efsanesinin kahramanı sayılabileceğini ileri sürmüştür: Çünkü o da bir adada doğup bir adada ölmüştür, yılın nasıl on iki ayı varsa onun da on iki mareşali vardır vb.
Senart, yapıtının ikinci baskısında, geleneğe dayanan öykülerde "sahte saymak için hiçbir kesin nedene sahip olmadığımız belirli sayıda ögeler" bulunduğunu; birçok ayrıntının öykünün geri kalan bölümü üzerinde belirgin halde bulunan tarihsel bir renge, gerçekçi bir niteliğe sahip bulunduklarının kuşkusuz olduğunu kabul etmiştir.
Oldenmberg ise Budanın tarihselliğine inanmaktadır. Buda'nın ölümü ile ilk ruhani meclisin toplantısı arasında yalnız yüz yıllık bir zaman geçmiştir: Bu meclis ise, toplantısından çok önce Buda'nın yaşamına ve öğretisine dayanılarak yazılan metinleri benimsemiştir. Öte yandan Jainist metinlerde de Buda'nın adı geçmektedir.
Bundan başka, Buda'nın doğduğu yerin neresi olduğu da buraya M.Ö. 111. yüzyılda büyük budist kral Asoka tarafından diktirilen (ve 1896 da keşfedilen) bir anı taşı sayesinde bulunmuştur. Üstadın geçtiği ve tüm müritlerinin, örneğin budist Çin hacılarının da mola verdikleri konakların hepsi saptanmıştır. 1898'de yadigarlara özgü bir tepede bir de vazo bulunmuştur ki, üzerindeki yazıya göre bunun içinde Buda'nın külleri vardı.
Söderblom bu olaylardan, "Budanın tarihselliğinden kuşku duyulamayacağı sonucuna varmaktadır.
Buda ölüm döşeğinde Ananda'ya şöyle demişti: "Ben ölünce öğrettiğim ve vaazlarımda belirttiğim öğretiler size hocalık edecektir."
Bu öğreti her şeyden önce kişinin her konuyu özgürce incelemesi, özgürce denemesi esasına dayanmaktadır; ve sırf bu noktadandır ki, tüm diğer dinsel öğretilerden ayrılmaktadır. Buda şöyle diyor:
"Bir şeye sırf kulaktan duydunuz diye inanmayınız; birkaç kuşaktanberi değer veriliyorlar diye, geleneklerinde doğru olduğuna inanmayın ... Sırf hocalarınızın ya da rahiplerin otoritesine dayanıyor diye hiçbir şeye inanmayın. Ancak kendi hissettiğiniz, denediğiniz ve doğru olarak kabul ettiğiniz, kendinizin ve başkalarının iyiliğine olan şeylere inanın ve tutumunuzu onlara uydurun."
Kişisel akla olan bu inanç öylesine kesin olarak belirtilmiştir ki Budizm ilk ağızda bir din değil, bir felsefe sanılabilir. Bununla birlikte o, yine de bir dindir. Çünkü amacı kesinlikle soğuk bir gerçeği bulmak değil, fakat ruhları kurtarmaktır. Buda diyor ki:
"İnsan nasıl ki engin denizi bir tek tatla tuzun lezzetiyle anlarsa, bu öğreti ve bu kural da bir tek tatla, kurtuluşun tadıyla anlaşılıverir."
Durkheim Budizm'i gerçek bir din olarak görmektedir. Çünkü bunda bir insan topluluğu, kutsal olanla olmayan arasında az çok ayrılık bulunduğunu kabul etmektedir. Benares Vaazı'nda anlatılan dört gerçek, kutsaldır.
Tüm öğretiyi içinde özetleyen bu dört gerçek nelerdir? Bunların birincisi, acı hakkındaki gerçek'tir: Yaşam acılarla doludur.
"İşte, ey keşişler, acı hakkındaki kutsal gerçek. Doğum acıdır, yaşlılık acıdır, hastalık acıdır, ölüm acıdır, sevilmeyenle birleşmek acıdır, sevilenden ayrılmak acıdır, arzunun gerçekleşmemesi acıdır, bizi kendilerine bağlayan tüm nesneler acıdır."
Budist şia'sı, "ortodoks" öğretiden ruhgöçü düşüncesini almış olup korumaktadır da. Buna göre, acı dolu bir halin gerisinde ve ilerisinde sonsuz bir acı geçmişiyle engin bir acı geleceği uzayıp gitmektedir. Buda bu kötümser buluşu anlatmak için çok yüce bir ifade tarzı kullanmıştır:
"Ne dersiniz ey müritlerim, dört büyük okyanustaki su mu daha çoktur, yoksa dökülen ve sizin de döktüğünüz gözyaşları mı? O gözyaşlarınızı sizler rasgele, boş boş dolaştığınız o uzun yolculuğu yaparken döktünüz: Nefret ettiğiniz nesneden pay alıp sevdiğiniz nesneden alamadınız diye ağlayıp inlerken döktünüz bu yaşları ... Bir ananın ölümü, bir babanın ölümü, bir kardeşle kızkardeşin ölümü, bir oğulun ölümü, bir kızın ölümü, hısımların ölümü, malın mülkün yitirilmesi... Uzun çağlar boyunca tüm bu acılara uğradınız siz. Siz çağlar boyunca bu sınavlardan geçerken dört büyük okyanusta olduğundan daha fazla gözyaşı döküldü."
Evrensel acı varlıkların, nesnelerin, duyguların devamlı olmayışından ileri gelmektedir. Her şey geçer; insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur. "Ey keşişler, size acıdan başka şey duymadığımı söylüyorsam bilin ki bu, tüm nesnelerin sürekli olmayışından ileri gelmektedir."
Budizm'in Brahmanik öğretilerin çoğundan ve özellikle Upanişad'lardaki Brahmanizm'den ayrıldığı nokta işte budur: Ne madde dünyasında, ne de ruh dünyasında sürekli hiçbir şey yoktur. Evren yoktur, öz yoktur, öz-ruh yoktur. Ancak hal'ler vardır -ki bunların koşulları kendilerinden öncekiler tarafından meydana getirilir- bu haller geçici olarak biraraya gelip yalan ve boş bir evren, yalan ve boş bir "ben" yaratırlar.
Oldenberg diyor ki: "Brahmanların kurgusu her oluda varlığı kavrar; Budistlerinki ise her görünen varlıkta oluyu kavrar." Nedenselliklerle sonuçlar olu aleminde belirdiklerinden, Oldenberg şunları ekliyor. "Birinci nedenselliksiz öz, öbüründe özsüz nedensellik vardır."
Temel yasa, nedenselliksizleri sonuçlara izleten kannan'dır. Bu simge kendi çevresinde dönen bir çarkla simgeleştirilmiştir ki bu olu çarkı'dır. Karman, yani kendi çevresinde dönen tüm, bu dıştözel alemi yaratan kumaştır.
Bu gözlemler ise ikinci kutsal gerçeğin, yani acının kökü üzerindeki gerçeğin anlaşılmasına yardım edecek niteliktedir:
"Ey keşişler, işte acının kökü hakkındaki kutsal gerçek: Hayata susamışlıktır ki insanı yeniden doğuşun birinden ötekine götürür. Bunun yanısıra da zevkle zevkini şurada burada bulan aşırı tutku vardı: Zevke susamışlık, yaşamaya susamışlık, sürekli olmayana susamışlık gibi."
İşte burada, Budist öğretinin anlaşılması en güç düşüncelerinden biriyle karşılaşıyoruz. (Nitekim daha önce incelediğimiz Veda öğretisinde kurbanın tanrıları, eylemlerin ise varlığı yarattığı düşüncesinin anlaşılması da öylece güçtü.) Burada varlığı yaratan anudur. Varolma arzumuz bizi varlığa bağlar; yaşama olan susamışlığımız bizi ölümden sonra bile yaşatır, bir başka bedene sokar ve yeniden acı çekmemize yol açar.
Ya da -çünkü bu ifade tarzı bir öz-ruh bulunduğunu sandıracak biçimdedir- arzu yüzünden, insanın görünürdeki bireyselliğini oluşturan birçok haller birbirlerini kendi içlerine çekerler ve ölümden sonra bile birbirlerini çekmeyi sürdürürler.
Buda'nın acıyı anlatmak için ileri sürdüğü ve insanlığın kurtuluşu için gerekli bulduğu derin metafizik işte böyledir. Ancak, örneğin dünyanın zaman ve mekan içinde bitimsiz mi, bitimli mi olduğunu bilmek türünden öbür metafizik sorunlara gelince, Buda bunları çözmeye uğraşmamakta ve hatta ortaya bile atmamaktadır. Tıpkı sonradan İsa'nın da yaptığı gibi o, kendini bir hekime benzetmektedir: Zehirli okla yaralanmış insanı iyileştirmeye başlamadan önce, oku atan kimsenin hangi kast'tan, hangi aileden olduğunu, boyunun bosunun nasıl olduğunu mu incelemek gerek? "Ben bir şeyi açıklamamışsam, onu açıklanmamış olarak bırak; açıklamışsam da onu açıklanmış olarak bırak." Oldenberg diyor ki: "Budjzm, kökünü ahlaksal bir yarardan almayan her türlü metafizik yarara karşı yabancı durumdadır."
Kutsal gerçeklerden ikincisi, yani acının yokedilmesi üzerine olan gerçek, üçüncüyü hazırlamak amacını gütmektedir. Bunun ahlaksal sonuçları da önemli olacaktır:
"İşte ey keşişler, acının yokedilmesi üzerine olan gerçek: Arzunun tümüyle yokedilmesi (yaşamaya olan) susamışlığın söndürülmesi ancak bu arzuyu uzaklaştırarak, bundan vazgeçip sıyrılarak, buna yer bırakmayarak mümkün olur."
Böylece, insanın yönelmesi gereken amaç, arzunun yokolmasıdır; o arzu ki bizi dış nesnelere bağlar ve benliğimizi o an için meydana getiren çeşitli öğreleri birleştirir. Yüreklerimizden yaşamaya olan susamışlığı yokederek, varolmaktan, dolayısıyla acıdan da kurtulmuş oluruz. Hiçbir çıkar gütmeyen insan kendini doğum ve ölüm dünyasından da sıyırır; bencilliği ile birlikte bireyselliği de kaybolur: Artık Nirvana'ya girmiştir o.
Nirvana, "arzunun yokolması, hıncın yokolması, doğru yoldan çıkışın yokolması"dır. Bu dört kutsal gerçeğin cahili olmanın artık sona ermesidir; o cahillik ki, yaşamaya olan bağlılığın kökünü oluşturur:
"Dört kutsal gerçeği olduğu gibi görmediğimden, bir doğumdan öbürüne giden uzun yolu aştım. Şimdi onları gördüm artık: Varolmanın seli durdu. Acının kökü kurudu. Bundan sonra yeniden doğuş yok artık."
Buna göre Nirvana bireysel varlığın yokoluşu ve bunun ayrılmaz parçası olan acının sönmesidir. Fakat bireysel varlığın yokolması acaba tüm varlığın yokolması, salt yokluk mu demektir? Yoksa, tersine olarak, bizim bireysel varlığımızdan çok farklı olduğu için kendisinden ancak olumsuz terimlerle sözedebileceğimiz bir varlık; her bireyselliğin sınırlarının Mutlak'ın içinde silindikleri üstün bir varlık mı demektir? Bu önemli soru çeşitli Budist okullar ve Budizm'in çeşitli kuramcıları tarafından çeşitli tarzlarda çözülmüştür.
Nirvana'ya, bu ülküsel amaca varlıklar ancak bir yaşam boyunca ilerleyerek ulaşırlar. Buna karşın, böyle bir ilerleyişin bir yaşamdan ötekine geçen aynı ruhun sürekliliği anlamına geleceği ve böylece de Brahman'ların öz-ruhuna dönülmüş olacağı gibi bir karşı çıkış ileri sürülebilir. Budist düşünürleri buna da şöyle yanıt veriyorlar. Yaşamlar dizisinde nöbetleşe yer alan varlıklar ne tıpatıp aynı, ne de birbirlerinden tümüyle başka varlıklardır: Tıpkı gece boyu yanan bir alevin hiçbir zaman tümüyle aynı, ya da tümüyle başka olmayışı gibi! Herhalde şurasını bilmekte ahlaksal yarar vardır: Yaşamlar dizisinde kötü eylemler "akılsız kimsenin ayağına dolaşırlar", ve "iyilik yapan kimse bu dünyadan ötekine geçtiğinde yaptığı iyilikler onu, tıpkı bir yolcuyu dönüşünde karşılayan hısımları ve dostları gibi karşılarlar." Öznenin aynı olmayışının böyle bir inancı önlediği yolundaki metafizik karşı çıkış ise arzudan doğan kötü bir düşüncedir ki Buda bunu kınamaktadır.
Buna göre, ahlaka götüren yol artık açılmış demektir. Böylece de kutsal gerçeklerin dördüncüsüne ve sonuncusuna, acının yokedilmesine götüren yolla ilgili gerçeğe ulaşılmış olur:
"İşte, ey keşişler, acının yokedilmesine götüren yolla ilgili gerçek. Bu, sekiz kola ayrılan bir yoldur ki adına katıksız inanç, katıksız irade, katıksız söz, katıksız eylem, katıksız geçim araçları, katıksız çalışma, katıksız bellek, katıksız düşünce denir."
Bu skolastik bölüşleri bir yana bırakarak, Budist ahlakın kurallarıni Buda'nın son dünyevi yaşamındaki mükemmelliğe erişmeden önce sürmüş olduğu yüzlerce yaşamla ilgili daha birçok metinlerden, dörtlüklerden, simgelerden, efsanelerden de çıkarabiliriz.
Budizm'de neyi yapmamak gerektiğini emreden olumsuz bir ahlakla, neyi yapmak gerektiğini emreden olumlu bir ahlak bulmak mümkündür.
Olumsuz olanı, doğruluğu emreden ahlaktır ki, beş kuralı vardır:
1- Öldürmemek; (Bir Budistin bir hayvanı bile öldürmekten kaçınması gerekir. Budist keşişler yanlışlıkla bir böcek yutup bir varlığı yoketmemek için, içecekleri suyu bile süzgeçten geçirirler.)
2- Başkasının malını almamak;
3- Başkasının karısını almamak;
4- Yalan söylememek;
5- Sarhoş edici içki içmemek.
Budizmin olumlu ahlakı ise bireysel acıya boyun eğerek katlanmayı, yaşayanların acılarını düşünmeyi, zihnen de olsa onların sevinçleriyle kederlerine ortak olmaya çabalamayı, iyicil olmayı, merhametli olmayı, hakaretleri bağışlamayı, başkası için özveride bulunmayı emreder.
"Kalbin kurtuluşu" olan iyicillik, herhangi bir dinsel eylemden çok daha fazla değerlidir.
"Nasıl ki, ey keşişler, yıldızların hepsinin ışığı ay ışığının on altıda birine eşit değilse ve ay ışığı yıldızlarınkini yutarak yine parıldayıp nur saçıyorsa; işte tıpkı öylece, ey keşişler, bu yaşamda dinsel bir sevap elde etmek için kullanılan tüm araçlar da -kalbin kurtuluşu demek olan- iyicilliğin on altıda birine eşit değildir."
Gerçek iyicillik, herhangi maddi bir bağıştan çok daha önemli bir ruh halidir.
"Sabah, öğle ve akşam kalbinde bir an için iyicilliğe yer veren kimse, ey keşişler, sabah, öğle ve akşam, her seferinde yüz çanak yiyecek bağışlayan kimseden çok daha fazla sevap kazanır."
İyicillik başkasını bağışlamak ödevi ile sonuçlanmaktadır ve Buda bu ödevi çok heyecan verici bir formülle ifade etmiştir. "Hınca hınçla yanıt verilirse, hıncın sonu ne olacaktır?" Kunala efsanesi genç bir prensin serüvenini anlatmaktadır: Bu prens, üvey anasının günahkar aşkını geri çevirdiği için kadın da onun gözlerini kör ettirmiştir. Prens, mutsuz kadını bağışlaması için babasına şöyle yalvarır: "Gözlerimi kör ettiren anama karşı kalbimde ancak iyilik duyguları var..."
Yalnız başkalarına acı çektirmemek yetmez, onlara iyilik yapmak, varını yoğunu onlara vermek, kendini de onlara vermek gerekir. Küçük tavşan simgesinde bu düşünce çok güzel bir biçimde ifade edilmiştir. Buda, daha önceki yaşamlarından birinde küçük bir tavşandı. Sadaka olarak verecek hiçbir şeyi olmadığından, kendini bir dilenci-keşişe vermek için kebap ettirmişti: "Soylu bir bağıştır, şimdiyedek eşi benzeri hiç yapılmamış bir bağıştır bu, sana bugünlük vermek istediğim bundan ibaret. .."
İnsan başkalarına yalnız varını yoğunu değil, zamanını, canını, benliğini de vermelidir.
Böyle davranan kimse, aslı ne olursa olsun, gerçek bir Brahmandır:
"Yoksul olan, her şeyden sıyrılmış olan, korku nedir bilmeyen kimseye Brahman derim ben ... Ne acizlere ne güçlülere karşı zor kullanmayan, adam öldürmeyen ve öldürtemeyen kimseye Brahman derim ben. Hoşgörü sahibi olmayanlara hoşgörü gösteren, sertlere yumuşak davranan, tamahkarlar arasında tamahsız davranan kimseye Brahman derim ben. Tıpkı bir iğnenin ucuna yerleştirilen hardal taneciklerinin silkelenip dökülüşü gibi benliğinden imrenmeyi, hıncı, gururu, ikiyüzlülüğü silkeleyip atan kimseye Brahman derim ben. Doğru sözü sertliğe sapmadan dinleten, başkasını incitmeyen kimseye Brahman derim ben."
Sosyal düzeyi ne olursa olsun, her insan kurtuluşa kavuşabilir. Bununla birlikte daha kanaatkar bir yaşayışı yeğleyen erkekler keşiş, kadınlar da rahibe olabilirler. Keşişler bekar kalmak ve yoksul olmak zorundadırlar ama, sevince erişmek arzusundan vazgeçmiş oldukları için, yine de sevinç içinde yaşarlar.
Budizm kast ve sınıf ayrılıklarına olduğu kadar, ırk ve milliyet ayrılıklarına da aldırmamaktadır. Bu bakımdan evrenselci dir: O, tüm insanları kendi sinesinde toplamak, evrensel bir din haline gelmek amacındadır ...
Bir insan çıkar gütmediği için yüceleştikçe, insanlığın çeşitli aşamalarında da daha çok yükselir ve Buda'nın haline daha çok yaklaşır. Yaşamaya olan susamışlığı iyice altettiği zaman da kurtuluşa erer, Nirvana'ya ulaşır.
Nitekim günün birinde tüm dünyalardaki tüm varlıklar ve en ufacık toz zerreleri bile Nirvana'ya ulaşacaklardır.
Budist tanrıtanımazlığı, "ortodoks" biçimi altında, anılara tapınıştan başka tapınışa sahip değildir.
Bir tanrı olmayan ve Nirvana'ya girdiğinden artık inanan için elinden hiçbir şey gelemeyecek olan Buda'ya dua etmek gerekli değildir.
Kimi törelerde, Üstad'ın heykelinin önüne çiçekler atılır. (Budist düşünce tarzı Türkistan'da Yunan tekniği ile karşılaşarak Greko-Budist sanat ortaya çıkalıberi, Buda'nın kimi heykelleri görkemli yapıtlar olmuşlardır. Bu sanat akımından sonraki ilk heykellerinde Buda, Apollon biçiminde betimlenmiştir.)
Budist tapınaklarında öğretiyi yaymak için ayda dört kez vaazlar verilir.
Stılpa'ların, yani dinsel emanetleri, yadigarları saklamaya ondan sonraki ilk heykellerinde Buda, Apollon biçiminde tasvirler yapıldığı da olur.
Üstadın ölümünden sonra Budizm, Hindistan' a yayıldı. M.Ö. III. yüzyılın ortasında, dünyanın o zamana dek tanıdığı en iyi hükümdar olan Asoka tarafından da desteklendi.
Budizmin etkisi yayıldıkça savaşın, ölüm cezasının, baskı ve işkencenin, ölümlü büyük av partilerinin kayboldukları; insanlar, hayvanlar için bile hastanelerin yapıldığı görüldü.
Fakat Brahman'lar kendi ayrıcalıklarını yokeden bu şi'a ile zorlu biçimde savaşıyorlardı.
Budizm M.S. VII. yüzyıla doğru çökmeye başladı. XII. yüzyılda da Hindistan'dan kovuldu.
Fakat, Asya'nın daha önce yayılmış olduğu bölgelerinde, yani Seylan, Birmanya, Siyam, Kamboçya, Türkistan, Tibet, Çin, Kore ve Japonya'da bu din hala yaşamaktadır.
Hristiyanlığın başlangıç dönemine doğru Budizm'de iki büyük eğilim görülmektedir: Bunlardan biri Küçük Araba (Hinayana), öteki de Büyük Araba (Mahayana) eğilimidir. Öğreti, insanı kurtuluşa götüren bir araba sayılmaktadır. Küçük araba hafiftir ve bir tek insanı kurtuluşa eriştirebilir; büyük arabaysa daha geniştir ve inanan buna kendisiyle birlikte başka insanları da bindirebilir.
İlkel Budist kilisesinin tezlerini koruma savında olan ve özellikle Seylan'la Birmanya'da müritleri bulunan Hinayana (KüçükAraba) ya göre Nirvana, nesneyle öznenin, ben'le evrenin yokolması, yani katıksız yokluk demektir. Bu öğretiye "metafizik bir nihilizm" adı verilmiştir.
Bugün Budist dünyanın en büyük bölümüne yayılmış olan Mahayana (Büyük Araba) ise insanlığın ortalaması için daha memnunluk verici ve daha az aykırı yeni düşünceler getirmiştir ki böylelikle, Buda dinine daha iyi uyabilmektedir.
Hinayana'daki arhat ülküsüne, yani olabildiğince çabuk Nirvana'ya girip kendi kişisel kurtuluşunu sağlayan azize karşılık, Mahayana Bodhisatva, yani gelecekteki Buda ülküsünü ileri sürmekteydi. Bu da, öteki insanları kurtuluşa ulaştırmak için yeryüzünde kalmakta ve Nirvana'ya girişini geri bırakmaktadır.
Dini vicdanların çeşitliliğine uydurmak için, Mahayana Buda'nın türlü yönlerini, yani geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki Buda'ları, ortaya koymaktadır; örneğin bunlardan Amitabha ya da Amida (yani sonsuz Işık) bir güneş tanrısını anımsatmaktadır; merhamet dolu bir tanrı olan Avalokitesvara, lanetlerin acılarını dindirmek için cehenneme -Budizmin kimi varlıkları kısıtlı bir zaman için gönderdiği geçici cehenneme- inmiştir. Bu bakımdan Budizm çoktanrıcılığa yaklaşmakta, görünürde de ona benzemektedir.
Nirvana göreceliğin yokluğu, yani mutlak bir gerçek haline gelmektedir. Halka verilen vaazlarda bu, altın göklü bir cennettir ki içinde devimsi lotüs çiçekleri vardır; burada insan her türlü acıdan sıyrılır, hoş bir müzik kulakları okşar, tatlı bir ışık içinde güzel dansözler olan Apsara'ları seyreden kimse, gözleriyle de zevk duyar. İnanan, bu cennete inayetle, Amida'nın inayetiyle gelir. Şu halde, artık bu inayeti bahşetmesi için Amida'ya dua edilebilir.
Mahayana Hinayana'ya göre daha az entelektüalist, daha az nefse karşı koyan, daha az kötümserdir.
Budizmi Çin'de ve Japonya'da yine bulacağız.
Fransız Çinhindi'nde son zamanlarda çıkmış bir din olan Kaodaizm ya da yenileştirilmiş Budizm, öteki büyük dinlerin tümünün kutsal varlıklarına saygı göstermek için bunları Buda'nın çevresinde toplamaktadır.
Tibet'te bozulmuş bir Budizm, garip bir takım Totemik ve Animist anlayışlarla karışmış bulunmaktadır ve adına Lamaizm denmektedir (Lama, üstün anlamındadır.) Buda, bir çeşit papa olan Dalai-Lama'nın kalıbına girmiş sayılmaktadır ve kendisi aynı zamanda geri bir teokrasinin de önderidir.
Bu gibi kuraldışı haller dışında Budizm içlerine yayıldığı kavimlerin ahlaksal, toplumsal, estetik yaşayışı üzerinde, en elverişli etkiyi yapmıştır.
Budizmin ilkel Hristiyanlık üzerinde de biraz etkisi olup olmadığını soranlar bulunmuştur. Salomon Reinach'a göre "Kral Asoka M.Ö. 250 yılına doğru komşusu olan Yunan krallarına, Suriye'ye ve Mısır'a misyonerler göndermekle övünüyordu: Esenyen'ler, hatta İskenderiye Hellenizmi üzerinde Budizmin etki yapmış olması pek de uzak bir olasılık değildir." Nitekim, ilkel Hristiyanlık de Essenyen'lerin etkisi altında kalmıştır.
Şu da var ki, bir takım Avrupalılar da bireysel olarak Budizmin sevimliliği karşısında duygusuz kalmamışlardır.
Yunan- İrlanda aslından olup İngiliz diliyle yazan ve Japon yurttaşlığına geçmiş olan Lafcadio Hearn (1850-1904) Budizmin modern bilim ve felsefenin kavrayışlarına en uygun din olduğu düşüncesini ileri sürmüştür. Evrende birbirine bağlı ve değişken bir olaylar topluluğu, ben'de birçok geçici haller katışımı gören Budizm, bu görüşünde haklıdır. Budizm'deki daha önce varolma ise modern soyaçekim'den başka bir şey değildir.
Bu sonuncu savlar üzerinde ne düşünülürse düşünülsün, kesin olan şudur ki Hindistan, evrensel din yaşamının doruklarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hinduizm'in gariplikleri, Hindu dininin ya da dinlerinin ana düşüncesini unutturmamalıdır ve bu tüm tanrıların, tüm insanların, tüm varlıkların, tüm gerçeklerin hısımlığı, derin özdeşliğidir.
Brahmanların ''Sen busun" ilkesi, bu hısımlığın en şaşırtıcı açıklanışı, kardeşlik duygusuna yapılmış en heyecan verici çağrıdır; o kardeşlik ki insan bunu tüm öteki insanlar, tüm öteki varlıklar ve gerçeğin tüm yönleri için duymak zorundadır.
Budist metafiziğin incelikleri arasından derin bir psikolojik ve ahlaksal gerçeği görmek mümkündür: Bu da insanda acının, yaşama olan bağlılığından, bencilliğinden ileri geldiğidir.
Ve dünyada hiçbir öğreti her canlıya saygıyı, tatlı davranmayı, acımayı, hakaretlerin bağışlanmasını ve özveriyi Budizm kadar dokunaklı sözlerle öğütlemiş değildir.
Felicien Challaye dinler tarihi
Çeviren: Samih Tiryakioğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder