27 Şubat 2023 Pazartesi

RUMİ: BİR ALLAH AŞIĞI

 


Rumi, "Rum" ülkesine ait olan demektir. Doğu Roma İmparatorluğu'na ait topraklarda yaşayanlara, Romalılara bu isim verilirdi. İslam'ın en büyük mistiğine "Romalı" denebilir mi? Tarihin ve coğrafyanın sınırlarını aşan bu kişilerin kaderleri gerçekten çok garip. Rumi, Romalıların ülkesinde oturan kişilere denmekteydi. Ancak 13. yüzyılda bu tanım Bizanslılar için kullanılıyordu. Rum ülkesi, Bizans imparatorluğu idi. Batı Roma'nın çöküşünden sonra Doğu'da kalan, tek mevcut Roma ülkesiydi burası. O halde Mevlana bir Bizanslımıydı? Hayır; ancak Bizanslıların da yaşadıkları bir bölgede yaşıyordu. Bu garip "Bizanslı"nın o zamanki adı Mevlana Celaleddin Muhammed el Belhi el Rumi idi. Batı'da Rumi adıyla tanınırken, Iran ve Afganistan'da "Mavlana", Türkiye’de ise "Mevlana" ismiyle bilinir.


Mevlana, kelime olarak "efendimiz" anlamına gelir. Bu mistik güftecinin öğrencileri kendisine bu şekilde hitap ederlerdi. Kendisine sonradan verilen bir unvan olan Celaleddin (Celalüd-din) ise "dinin aydınlığı" anlamına gelir. Bu tanım, Rumi'nin ruhsal şiirlerindeki aydınlık fark edildiğinde kolayca anlaşılır. Rumi'nin gerçek ismi, oldukça klasik bir isimdir: Muhammed. Babası, kendisine bu adı verirken hayatına bir nevi damga vurmak istemiş olmalı. Belhli Muhammed'in kökeni, bugünki lran sınırlarında bulunan Herat, Merv Nishapur ve Horasan isimli, ruhanilerin ve mistiklerin beşiği olan dört şehrin birinden, Horasan'dan gelmektedir. Eğer Celaleddin'in kökeni Horasan olarak biliniyorsa, bu yöre Bizans imparatorluğu toprakları sayıldığından kendisine Batı'da Rumi denmesinin sebebini anlamak gerek.

Maveraünnehir'de bulunan Belh'te, muhtemelen 30 Eylül 1207'de dünyaya gelen Rumi, ilk eğitimini evinde, Babası lbni Hüseyin el Hatibi'den almıştır. Babası, halkı içinde daha çok Bahaeddin Yeleci adıyla ve diğer bir deyişle "Alimlerin-Bilginlerin Sultanı" (Sultan ül­'ulama') adıyla bilinirdi. Bahaeddin Veled, İslami etütler uzmanı, bilgin ve mistik bir kişiydi. Bilgece ve derin ruhsallıkla verdiği vaazlar, onu gerçek ve kendine has bir vaiz yapmıştır. Tarihi kaynaklar, Rumi'nin babasından hiç bahsetmese de, Rumi'nin aile biyografisini yazanlar Bahaeddin Veled'in olağanüstü kişiliği üzerinde çok durur. Mevlana üzerine yazılmış bagiyografik yazılar, Bahaeddin Veled ile Horasan Prensi Alaaddin Muhammed lbn Takeş'in beğenisini kazanmış olan, en tanınmış ilahiyatçı ve ünlü Kur'an müfessiri Fahreddin el-Razi (m. 1209) ile aralarında uzlaşmazlık çıktığından bahsederler. Doktrinsel ve belki de politik uzlaşmazlıkların, Rumi'nin babasını doğduğu topraklardan,. Horasan'dan ayrılmaya mecbur kıldığı yönünde varsayımlar mevcuttur. Diğer tarihsel yorumlara göre ise, Moğolların istilasından korkmaları nedeni ile Belh'ten ayrılmışlardır. Bu sebep daha çok kişi tarafından kabul görse de, Moğolların Horasan'ı uzun yıllar sonra istila ettiklerini göz önüne alırsak, bunun tarihi kaynaklara dayandığı pek de söylenemez.

Rumi'nin babasının on yıllarca sonra gerçekleşebilecek böylesi bir istila konusunda ilahi bir ilham aldığını ya da bölgede sosyopolitik olarak radikal bir değişiklik olacağından korkarak topraklarını terk ettiğini düşünmek oldukça güçtür. Rumi için yazılmış biyografide, Bahaeddin Veled'in doğduğu toprakları terk etmesinin sebebi, halkın kendisinin kıymetini bilmemesi olarak gösterilmiştir. Ortaya sürülen değişik varsayımlardan en makulü, sosyal ve entelektüel farklılaşmaya politik olarak güç sahibi olanların kayıtsız kalmadığı ve Rumi'nin babasına da bu politik güç sahipleri tarafından müdahale edildiğidir. Bu güvenlik yoksunu ortam karşısında, Bahaeddin Veled belki de başka kişiler tanımak ve kendini İslam dünyasının daha uzak bölgelerine tanıtmak arzusu ile karısı, Rumi ve ikinci oğlu Alaaddin Muammed ile birlikte yola çıkmıştır. Rumi'nin kız kardeşi Fatima Hatun ise Horasan'da evlenmiş ve hayatının son anına dek orada yaşamıştır.


Muhtemelen 1210 yılından başlayan birkaç yıllık bir süre zarfında Semerkant'ta, Karahan Moğollarının idaresi altında yaşadıktan sonra, 1216 yılında Belh'e doğru yolculuğa başladılar. Bu hacılık yolculuğu uzun; ancak Rumi'nin hayatı boyunca bağlı olacağı bir kültür mirasına sahip olmasını sağlayacak zengin tecrübelerle doluydu.




Dışsal Yolculuktan İçsel Yolculuğa


İslam'ın müminlerine Hac ritüeli olarak ziyaret edilmesini emrettiği yer Mekke'dir. İşte, bundan dolayı Rumi de ailesi ile birlikte 1216 yılında Bağdat üzerinden Mekke'ye gitmek için Semerkant'tan ayrıldı. 1217 yılında Rumi ve ailesinin bugün Türkiye'nin doğusunda bulunan Erzincan'da olduklarını görürüz. Erzincan Prensleri tarafından kabul edilen Bahaeddin Veled'in buradaki bir camide ders verdiğini ve burada koruyucularının 1221 yılındaki ölümüne kadar kaldığını biliyoruz. Bunun akabinde, Bahaeddin Veled ve ailesi, Konya'nın güneydoğusunda bulunan, bugünkü Karaman sınırlarındaki Larende'de yedi yıl yaşadılar. Burada Selçuklu Valisi Amir Musa'nın koruması altında 1228 yılına kadar kaldılar. Larende'de Rumi'nin annesi Mümine Hatun vefat eder. 1224 yılında Rumi, Gevher Hatun ile evlenir ve Alaaddin Muhammed ve Sultan Velet isimli iki oğlu dünyaya gelir. 1242 yılı civarında Rumi'nin karısı ölür ve Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yapar. Kerra Hatun ile olan evliliğinden iki oğlu daha olur: Muzaffer el­ Din Amir ve Melike Hatun. Anlayacağınız gibi, Larende'deki yıllarında Rumi'nin hayatı çok yoğun ve çalkantılı olmuştur. Bu süreç 1229 yılı civarında tüm ailenin Konya'ya yerleşmesi ile son bulur. Selçuklu Prensi Alaaddin Keykubat, bütün aileyi Selçuklu Prensliği'nin başkenti olan Konya'ya yerleşmeye davet eder. Bahaeddin Veled, burada iki yıl boyunca, yani 1231 yılına kadar medresede öğretmenlik yapar ve bütün halkın takdirini kazanır. Rumi'nin babası, öğrencilerine kendi öğretisini içeren notlar bırakır. Bu notlar, Maarif isimli bir kitapta toplanmıştır ve bu kitap, oğlunun mistik kökenini, ruhsallığının geliştiği ortamı ve yeni bir İslami mistik tarikatın doğumunu sağlayan etkenleri anlamaya yarayacak, büyük titizlikle derlenmiş bir kitaptır. Bahaeddin Veled'in ölümünden sonra, öğrencilerin eğitimini ele alan kişioğlu değil, öğrencilerden biri olan Burhaneddin Muhakkık Tırmızi olmuştur. Burhaneddin, öğrenciler grubunu yönetmenin dışında Rumi'nin de eğitimi ile ilgilenmiştir. Rumi, dokuz yıl boyunca bu hocanın derslerini izler. Bunun akabinde Rumi, İslam dini üzerine eğitimini tamamlamak maksadı ile Halep'e ve Şam'a gönderilir. Bu şekilde, daha sonra da Konya'daki okulun idaresini ele alması planlanmıştır. Rumi, 1232 ila 1237 yılları arasında Suriye'de eğitim almış ve özellikle şeriat uzmanı Kemaleddin lbn el-Adem'in (ölm. 1262) derslerine katılmış ve İbni Arabi'ye yakın olmuştur. Rumi, Konya'ya geri döndüğünde hocası Burhaneddin'in derslerine 1241 yılındaki vefatına kadar devam eder.


Ancak 29 Kasım 1244 tarihinde her şey değişir. Rumi, ruhsal olarak yanlış yola girmiş gibi görünen garip bir dervişle karşılaşır. Şemseddin Tebrizi olarak tanınan bu zatın kökeni, adından da anlaşılacağı gibi bugünkü lran'ın kuzeybatısından gelmektedir ve dilencilik dahi yaparak gezmiş, büyük hocaların öğrencisi olmuştur. Hagiyografi geleneği, bu zatı alışılmışın dışında bir şahsiyet olarak betimler. İslami hayat tarzının dışında tasvir edildiği bile söylenebilir. Kendisinden Makalat denen bazı notlar kalmıştır. Bu notlar "yoldan çıkmış dervişin dinleyici ve öğrencileri ile yaptığı ruhsal konuşmalar" olarak da betimlenmiştir.


(William C. Chittich tarafından tercüme edilen Magalat-i Şems-i Tebriz! 2004) Şems hakkında bilinenler azdır. İnsani bir aracıya ihtiyaç duymadan Allah'tan vahiy aldığına inanan bir Üveysi olduğu biliniyor. Onun öğretisinin derinlemesine etüdü; ancak geçtiğimiz çağda Farsça yayımlanmıştır. Bugün de -İngiliz dilinde bazı kitaplarla- Rumi ile Şems arasındaki oldukça karmaşık olan ilişki ve temeller hakkında bilgi sahibi olunabilir. Uzun yıllar boyunca oryantalistler Şems'i, tutucu İslam'ın ve dini uygulamaların sınırındaki biri gibi tasvir ettilerse de, dindışı bir zat olduğu hiçbir zaman söylenmemiştir. Yazdıklarına bakarak, iyi bir İslamiyet eğitimi aldığı ve İslam geleneği konusundaki bilgisinin çok ileri olduğu sonucu çıkarılabilir. Konuşmalarında bulunan Kur'an ve Sünnet alıntıları, Şems'in ruhsallığında bulunan İslam hakikati konusundaki açık delillerdir. Rumi'nin üzerinde bıraktığı etki de, Şems'in hayatının İslami şeriat kanunlarının dışında olduğu görüşlerine cevap olarak verilebilir.


Rumi'nin öğrencilerinin gözünde iki mistik kişi arasındaki bu çok karışık olan ilişki, teolojik bir bağdır ve beşer ile ilahi olanın arasındaki ilişkinin bir sembolüdür. Hagiyografiye göre, bu iki zat buluştukları zaman uzun süren ruhsal inzivalara çekilirlerdi (muhtemelen kırk gün) ve bu inzivalar sırasındaki tek izinli ziyaretçi Rumi'nin oğlu Sultan Veled olurdu. Bu durum birçok farklı yoruma sebebiyet vermiştir ve yorumlardan bazıları da iki kişinin ahlakını bile karalamıştır. Bu olaydan sonra, Rumi'nin hayatının daha şairane ve mistik bir hal aldığı çok açıktır. Şems, bir şekilde Rumi'yi mistik derinlik yollarına sevk eden kişi olmuştur: anık ruhun aynası odur, Allah'ın kullarına olan sevgisinin yansıması odur. Bu eşsiz ve özel ilişkinin Rumi'nin bütün öğrencilerini ve araştırmacıları etkilemesinin sebebi muhtemelen budur. Şems ve Rumi'nin ruhsal dostluğunun yoğunluğunun arka planında, Sufilik içerisinde tanınan ve yaşanan, beşer ve ilah arasındaki ilişki mevcuttur.

Rumi ve Şems'in arasındaki dostluğu, beşer ile ilahın buluşmasının yansıması olarak tanımlarken, bu ilişkinin anlamının rasyonel bir bakış açısı ile ele alınması anlaşılabilir görünür. Benzer bir durumun Isa ile çok sevdiği öğrencisi Yuhanna arasında olduğu söylenebilir. Burada da sade ve beşeri dostluğun ötesindeki bir durumla karşı karşıya bulunulur. Bu dostluk içsel yolculuğun prototipine dönüşür. O halde, Rumi ile Şems'in ilişkisinin ya da yakınlığının Doğu dünyasında neden mürekkep nehirleri akıtıldığını anlamak güç değil. Bu iki mistiğin dostluğu, Fransız Dili'nde bir roman olarak bile yayımlanmıştır. (Nahal Tajadod, Roumi le brüle-Yamk Rumi. 2004) Bu roman, ilişkilerinin ilahsallığını göstermekle beraber, ahlaki olarak şüphecidir. Bunun sadece bir roman olduğunu düşünerek, ahlaki bakımdan negatif olan yargıyı bir kenara bırakıp, iki zatın karşılaşmasındaki mistik ve edebi anlatımın altı çizilmeye değerdir. Beşer olan Rumi ruh ikizine, beşeri aşktan ilahi aşka, hatta ilahi aşığına dönüşmektedir. Sufilik hangi uzman tarafından ifade edilirse edilsin, kimliğinin en derinliğinde bulunan "sevilen, seven ve aşkla ve bu ögelerin insanda ve dahası Tanrı'da "beden alabileceği" şeklinde ifade edilir.


Bu buluşmanın akabinde -dini yeni bir şekilde yaşamaya başlayan­ Rumi, artık aynı kişi değildir: varlığı ruhsal yolculuğa adanmış, dostu ve ruhsal rehberi olan Şems ile yaptığı özel konuşmaları vasıtasıyla da Allah ile bir olmaya hedeflenmiştir. İşte tam olarak bu değişim yüzünden Rumi'nin öğrencileri, yoldan çıkmış derviş Şems'i uzaklaştırmak için her şeyi yaparlar. Şems, belli bir süre bu kıskançlıklara ve çevre tarafından kabul edilmemesine önem vermez. Ancak sonunda pes eder ve 11 Mart 1246 tarihinde Konya'dan ayrılarak Şam'a gider. Bu, bir hocadan ziyade, bir insanla kişisel ve sıkı ilişkisi üzerine cemaatini kurmuş olan Rumi'nin bakış açısıyla kabul edilemez bir durumdur. Şems'in yokluğu, Rumi'de ruhsal bir özlem yaratır ve ondan başka bir şey düşünemez olur. Sems'in Suriye'de olduğunu öğrendiğinde, oğlu Sultan Veled'i oraya gönderir ve ruhsal rehberini aramasını ister. Sultan Veled, geri dönmesi için ona çok dil döker ama Şems için hiçbir sebep yeterli değildir; kıskançlıkla dolu o ortama bir daha girmek istememektedir.

Resmi hagiyografiler, Şems'i ikamet etmekte olduğu Selçuklu başkentinden ayrılma sebebinin kıskançlık olduğunun üzerinde dururlar. Makalat'larda ise, bu olay pedagojik nedenlere dayandırılır. Bir insana bağlı olması, Rumi'nin tekamül yolundaki bir engele dönüşebilirdi. DDostlukları da yılların geçmesi ile Rumi'nin gelişmesinin önüne geçebilirdi.


Sonunda Şems, kendisine yapılan tüm ısrarlar neticesinde 1247 yılının Nisan ayında Konya'ya döndü. Şems, Konya'daki bu ikinci ikametinde Kimya Hatun'u kendisine eş olarak almaya karar verdi; ancak Kimya Hatun düğünden kısa bir süre sonra öldü. Kimya Hatun'un ölümü, Şems'in imajı için hiç de iyi olmadı. Zaten Rumi'yi yanlış yola sokması konusunda sapkınlıkla suçlanıyordu. Şems, Rumi'nin oğlu ile uzun mülakatlar yapması neticesinde Konya'yı kesin olarak terk etti. Bu tarih, 1247 yılının sonuna ya da 1248 yılının başına tekabül ermektedir. Hagiyografilere göre Şems, bu günlerde öldürülmüştür ve öldüren kişi muhtemelen Rumi'nin ailesinden, etrafından biridir. Bazı kayıtlar, bu cinayetin Rumi'nin ikinci oğlu Alaaddin tarafından işlendiğini yazar. Resmi bir hagiyograf olan Eflaki, başyapıt değeri taşıyan biyografik yazısında Şems'in kapısı cellatlar tarafından çalındığında, "Beni öldürmeye geliyorlar!" diye bağırdığını yazar. Bu yorumların hiçbiri, tarihsel olarak kesin ve güvenilir kaynaklara dayanmaz. Ancak yine de tarihçiler ve öğrenciler için, yeni doğmakta olan bu tarikat hakkında bilgi sağlaması açısından bu hagiyografiler dikkate alınmaya değerdir. Şems'in ölümünün Rumi'nin bir aile üyesinin elinden olması aralarındaki yakın ilişkinin Rumi'nin oğlunun öfkesini alevlendirecek kadar ilerlemiş olduğunun bir kaydıdır. Bunun sonucu çok açıktır: bazı kaynaklara göre Şems, çevredeki karışıklıktan istifade ederek kaçmış ve Tebriz yolunda öldürülmüştür. Bunun üzerinde sevgili müridi eşi benzeri olmayan bir kedere gömülmüş ve hiç yorulmaksızın hocasını aramaya başlamıştır. Rumi, yoldaşını ve hocasını bulmak için tam iki kere Şam'a gider ancak eli boş döner. Müridi artık Allah'ı bir rehberin ışığı altında aramanın yeni bir yolunu kabul etmek zorunda kalır. Şems'in öğretilerini daha da içselleştirir ve bunlar Rumi'nin yolunu aydınlatır.


Rumi'nin yoldaşsız, dostsuz ve rehbersiz geçireceği zaman çok uzun sürmeyecektir. Konya'nın bir köyünden olan Selahaddin Feridun Zarkub Şems'in yerini alacaktır. Burhaneddin Muhakkık'ın müridi olan Zarkub, Rumi'yi bir Cuma vaazı sırasında dinledikten sonra onun yoluna girdi. Zarkub, 1241 ila 1244 yılları arasında -ancak ve ancak Şems öldükten sonra- Rumi'nin yoldaşı ve rehberi oldu. Rumi'nin oğlu Sultan Veled, Zarkub'un kızı ile evlendi. Bu hanım, Fatma Hatun devamlı kıskançlık duyardı. Zarkub'un öldüğü 1258 yılına kadar Rumi, cemaatin ruhsal rehberliğini ve kendi vekilliği -naipliği- görevini ona vermişti. Zarkub'un ölümünden sonra grubun ve Rumi'nin rehberliğini Hüsameddin Çelebi yürütür. Ruhani kökleri fetvalardan aldığı ilhamla büyüyen tarikatın yönetimine Hüsameddin Çelebi gelir ve büyük mistik Rumi'nin ve ekolünün rehberliğini ele alır. Rumi'ye artık o cesaret veriyor ve tecrübeleri ile yönlendiriyordur. Rumi, 1262 yılında şiirsel başyapıtı olan Mesnevi'yi yazmaya başlar. Mısraları yoldaşı Hüsam'a söylemekle ve o da yazmaktadır. İki yıl ara verseler de Rumi, Mesnevi'nin altıncı kitabını yazmayı 1269 yılında bitirir. Rumi, Fars mistik şiirinin başyapıtını yazmayı bitirdikten sadece birkaç yıl sonra, 17 Aralık 1273 tarihinde vefat eder. Cenaze merasimi, Konyalı Hoca'nın tüm varoluşu ile ilgili mesajlar içermektedir. Bu merasime sadece Müslümanlar ve Rumi'nin müritleri katılmaz, başka inançtan olan din adamları ve cemaat de katılır: özellikle de Hıristiyan ve Yahudiler. Eflaki tarafından aktarılan anı gerçekten pek hoş ve öğreticidir. Müslüman olan Rumi'nin öğrencileri cenaze kortejindeki diğer inanç ve dinlerden kişileri gördüklerinde onları uzaklaştırmak istemişler. Hıristiyanlar ise Rumi'nin o çağın İsa'sı olduğunu, Yahudiler de Rumi'de Musalarını bulduklarını söylemişler:



Şikayetler öylesine önü alınamaz olmuş ki haber sultana ve vezirine kadar ulaşmış. Keşişlerin başına ve papazlara bu törene katılmalarının sebebi sorulmuş. Öyle ki bu dini zat, Müslümanların hocası ve imamı imiş. Onlar da: "Onda İsa'nın, Musa'nın ve bütün peygamberlerin gerçek doğasını tanıdık. Onda kutsal yazılarımızda yazan peygamberlerin davranışlarını bulduk. Eğer siz Müslümanlar. Rumi'nin çağımızın Muhammed'i olduğunu söylüyorsanız biz de onu çağımızın Musa'sı ve İsa'sı olarak tanıyoruz. Siz nasıl onun gerçek dostlarıysanız biz sizden bin kat daha fazla öyleyiz. Onun kulları ve müritleriyiz. Şöyle yazılmıştır: "Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinler, biz bir perde ile yüzlerce ses çıkaran 'ney' gibiyiz. (Huarı, 1918-22, Cilt l, s. 96)


Eğer Müslümanlarca kaleme alınmış bu hagiyografiler Rumi'nin öğretilerinin başka dinin müminleri tarafından da izlendiğini gösteriyorsa, bundan onun mesajının evrensel olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Rumi, sadece kendi müritlerine öğretişte bulunmamıştır, öyle ki onun dili, din farklılığının ötesinde bütün inananlar için ruhsal bir yükselme aracıdır. Belki de bu yüzden Rumi, tüm dinler nazarındaki toleransın şövalyelik görevini üstlenmiştir.


Rumi'nin ölümü mistikliğini ruhsallığını ve en önemlisi, kendisinin de ifade ettiği gibi aşk dinine adanmış olan varlığını doğru çıkarmıştır. Onun bu dünyadan göç etmesinden sonra müritleri açısından onaya çıkan en büyük sorun, öğretisinin ve ruhsal mirasının aktarılış şekli olmuştur.


O zaman tarikat tarihinde bir örgütleşmenin gerekliliği ilk kez anlaşıldı. Tarikata karizmasını veren kişi, yerini "kanuni"lere bıraktı. Mevlevi Tarikatı'nın kurucusunun Rumi olduğu kabul edilir. Oysa Rumi, kurucudan çok ilham veren kişidir. Sufilik tarihinde, genellikle "karizmayı onaya çıkaran" kişiden sonra bir "kurucu" ortaya çıkar ve tarikatın yapısını o oluşturur. Bu bakış açısıyla, Rumi'nin "ilham veren kurucu", Sultan Veled'in ise grubu kuran kişi" olduğu söylenebilir. Mevlevi Tarikatı'nın tarihinin, ilham veren kurucusunun düşüncesinden ve eserinden ayrı bir şekilde incelenebileceği söylenebilir. Mevlevi tarihi çalışmalarında iki ana nokta üzerinde durulur: birincisi Rumi'nin edebi ve mistik eserlerini incelemek, ikincisi ise müritlerinin düşüncelerini ve tarihi etüt etmek.

İranlı araştırmacılar her ne kadar yazılı eserleri etüt etmeye önem verdiyseler, Türk araştırmacılar da tarihsel etütlerle öne çıkmışlardır.



Beyitler, Bir Mistiğin İfadeleri


Rumi'nin Müslüman olan ya da olmayan birçok inananın hocası olmasının birinci sebebi beyitleridir. Yazdığı iki eser başyapıt olarak nitelendirilir ve ikisi de beyitlerden oluşur. Mesnevi, Arap ve lran edebiyatlarının ortak eseridir ve çiftli düz uyak (aa, bb, cc) şeklindedir. 25.600 ila 28.000 arası çift dizeden, yani ikişer yarım dizeden oluşan Mesnevi, Rumi'nin öğretisini ve tecrübelerini içerir. Sufilik tarihi dahilinde Mesnevi dendiğinde kesin olarak Rumi'nin yazdığı eserden (Ruhsal Mesnevi, Mesneviyi Manevi) bahsedilir. Rumi, kendi Mesnevisinin Sanai'nin (ölm. 1131) yazdığı Mesnevi'nin tarzında olmasını planlamış; yoldaşı ve hocası olan Hüsameddin'in cesaretlendirmesi ile öğretilerini beyitlere dökmeye başlamıştır. Şiirsel olan bu eser, bir giriş bölümünün ardından "defter" denen bölümlerle devam eder ve her bölümün de kendi giriş kısmı vardır. İlk kitabın ana giriş kısmında, Mesnevi'nin ilk on sekiz beyti bulunmaktadır. Bu beyitler, tüm eser boyunca gelişerek işlenen ahlaki ve ruhsal düşüncenin giriş kısmı niteliğindedir. Bu şiirdeki temel düşünce, insanın bedeninde tutsak olan ruhun Tek Olan'a, kaynağa dönme arzusudur. Ruh'un yeryüzünde mevcudiyetinin amacı, Tek Mutlak Olan'a dönmeye hazırlanmaktır. Latin dünyasının ortaçağında ortaya çıkan Neo Platonculuğun "exitus" ve "reditus" düşünceleri de aynı içeriğe sahiptir. Dünya, daha doğrusu tüm yaratılmışlar bu evrendeki mevcudiyetleri başladığından beri ilahi kaynaklarına dönmek için artan bir arzu duyuyor.


Mesnevi'nin birinci kitabının ana giriş bölümü işte şu şiirle başlar:


Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek kadın ... herkes ağlayıp inledi.

Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki, iştiyak derdini açayım.

Aslında uzak düşen kişi yine vuslat zamanını arar.

Ben her cemiyene ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.

Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

Benim esrarım feryadımdan uzak değildir; ancak her gözde, kulakta o nur yok.

Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok.

Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.


Vücuda üflenen nefes aşk ateşidir, sadece rüzgar değildir. O nefes, Dost Olan'ın, Sevgili'nin sevgi dolu tutkusudur. Kamıştan yapılmış bir üflemeli enstrüman olan "ney”, beşerin tarihini sembolize eder. Bedenine aldığı hayat veren üfleme ile kaynağından ayrı düştüğü için şarkı söyler ama aynı zamanda o kaynağa geri dönmek için büyük bir arzu duyar. Rumi, ruhun bu nefesini dinlemeye bir çağrıda bulunur. Kamış, geldiği yere yönelik bir özlem içindedir. İlahi karakterdeki böylesine bir aşk tutkusunu yaşayan ruh, varoluşun bir gizemidir. Ruh, kendini göremez kendi evreninde, bedende varlığını algılar. Kendi içinde bir gizem olarak kalır. Kaynağa dönmek, sırrın açıklanmasının tek yoludur.


Rumi'nin eserindeki düşünce, felsefi ve mistik olarak çok yükseklerdedir; ancak bu eser Kur'an yorumu da dahil olmak üzere, mistisizm hisleri ahlakının anlayışında birçok farklı türden yazıyı da içerir. Eserde yapılan Kur'an yorumu, Kur'an'da bulunan vahiyden farklı bir yorumdur. Dahası, Rumi'nin Mesnevisi, Fars Dili'ndeki Kur'an olarak anılmıştır. Rumi'nin başyapıtı nesiller boyunca doktrine! ve ahlaksal olarak bir düşünce temeli olmuş, daha fazla ruhsal yorumların çıkmasını esinlemiş ve dervişlerin semasına eşlik etmiştir.


Mesnevi, taşlarını peygamberlerin ve Allah adamları olan Sufilerin hikayelerinin oluşturduğu büyük bir mozaik gibidir. Vahiy ya da geleneksel anlatıdan yola çıkarak Rumi'nin ruhsallığı ve bilgisi tanınabilir, böylece okuyucu daha ahlaki ve mistik bir yorumlama yapma kabiliyetine erişebilir. Kitaptaki hikayeler şaşırtıcı bir biçimde birbiri ile iç içedir. Okuyucu bu durumdan rahatsız olabilir, çünkü anlatı yarıda kesilir, başka bir hikayeye yer verilir ve sonra tekrar yarım kalan anlatıya devam edilir. lranlı bir araştırmacı Sayed G. Safavi, yakın zaman önce -Semitik ve Kutsal Kitap tarzında- bir analiz yayımladı. Bu yayında, Mesnevi'nin yapısına ve içerdiği hikayelere yer verdi. Safavi, bu iç içe geçmiş olan anlatının sebebini de açıklığa kavuşturmayı başarmıştır.


Sufilik tarihi boyunca birçok kez yorumlanan Mesnevi, Konyalı mistiğin tek şiirsel eseri değildir. Arkadaşı, yoldaşı ve rehberi olan Tebrizli Şemseddin'e adadığı Gazeller kitabı, 3200 gazel ve 2000 rubai olmak üzere toplam 4300 mısradan oluşur.


Eserin bilinen diğer isimleri Divan-ı Şems, Divan-ı Şems-i Tebrizi. (Tebrizli Şems Gazelleri). Kulliyat-ı Şems, Gazeliyyat-ı Şems (Şems Şiirleri) ve Divan-ı Kebir'dir (Büyük Gazeller Kitabı). Bu eser şiirsel olup, birçok açıdan ruhsal ve mistik öğreti içerir. Lirik gazeller, 12. yüzyıl lran edebiyatındaki temel edebi türlerden biri olmuştur. Bu tür ile estetik, erotik ve dini mesajlar verilmiş, aşk üzerine ağıtlar yazılmıştır. Gazel, beş beyitten on beş beyte kadar değişebilecek bir yazı stilidir. Her beyitte işlenen tümce bitmiş gibi görünür ve metin içinde konu ile alakası olmayan basit beyitler de bulunur. Ancak bunlar büyük bir tablo çizerler ve güçlü bir duyguyu yansıtırlar.


Gazel bir aşk ağıtıdır. İnsan biçiminde ifşa olan Allah aşkının ağıtıdır. Aşağıda okuyacağınız, Bausani'nin alıntı yaptığı beyitler, Allah insanı olan Şems'in bir tarifi olabilir. Ancak tutkulu bir aşığın nasıl olması gerektiğinin de bir ifadesidir:


Allah adamı şarapsız sarhoştur.

Allah adamı yemeksiz zaten toktur.

Allah adamı delidir şaşkındır,

Allah adamı yemez ve uyumaz.


Allah adamı ipekler içinde kraldır,

Allah adamı harabeler içinde hazinedir.

Allah adamı havadan değil topraktan değil.

Allah adamı sudan değil, ateşten değil.


Allah adamı kıyısız bir denizdir,

Allah adamı bulutsuz düşen inci yağmurudur.

Allah adamının yüz ayı ve gökyüzü vardır,

Allah adamının yüz güneşi vardır.


Allah adamı bilgeliğin aslıdır,

Allah adamı kitap öğretisinden arıdır.

Allah adamı imandan ve imansızlıktan ötedir,

Allah adamı iyiden ve kötüden de ötedir.


Allah adamı hiçlikten gelen atlıdır.

Allah adamı şanlı eyerle gelendir.

Allah adamı saklı Şemseddin'dir,

Allah adamı senin arayıp bulacağındır.


Gazeller içerisinde bulunan şiirler, Mesnevi ile paradoks içindeymiş gibi görünürler. Ancak Rumi'nin ve onu izleyenlerin esinlendikleri "kaynağa dönme" yolunda yaşadıkları içsel tecrübeyi yansıtma konusunda daha etkilidirler.



Allah'a tutku ile bağlı olan kişinin içindeki aşk ateşi her durumda yanar ve şu ilahiyi söylemekten kendini alamaz: "Senin aşkın, her anda, sessizlikte, konuşmada, gözlerimin gördüğü her şeyde günlük ekmeğim ve kaderimdir." (Divan, 1 83717)


Gazeller, aşka ve aşığa yakılan ağıtlarla doludur. Eserin bütünü, bir kendinden geçme ve mistisizm nehri olarak tanımlanabilir. Eserin yazılmasındaki ilhamın kaynağı, ilahi düşünce olan Sems'in hatırasıdır. Birçok gazel onun ismi ile biter. Rumi, birçok şiirini sessiz ve sönük anlamına gelen "hamuş" ismi ile de bitirir. Bu isim, Rumi'nin sanatçı ismi olarak görülebilir. Mistiğin, kutsal olanı tecrübesini ifade ederken en son aşama olarak suskunluktan bahsetmesi çok manalıdır. Rumi'nin kaydettiği varış noktası, işte bu en son susuştur. Görüldüğü gibi, Mevlevi ruhaniyetinde dinlemek ve sessizlik birinci sıradadır ve önemli bir rol taşır.



Rumi, dizelerden oluşan iki büyük eserinin yanı sıra, öğrencilerine düzyazı şeklinde yazılmış eserler de bırakmıştır. Bu eserlerin ilki, Fihi ma Fih isimli eserdir. Kelime anlamı olarak Ne varsa onun içinde var" demektir. Kitap, Mevlana'nın konuşmaları olan 71 bölümden oluşur. Yazım şekli ve kullanılan terimler, bu konuşmaların basit ve eğitimsiz kişilere yapıldığını gösterir. Ancak gerçek teolojik problemlere felsefi açıdan yaklaşılan, konuşma seviyesinin yükseldiği konular da işlenmiştir. Rumi'nin kendisini ruhun efendisi yerine koyduğu birçok bölüm buna örnektir:


Birisi, Tanrı'ya namazdan daha yakın yol var mıdır, diye sordu.


Hoça şöyle buyurdu:


Gene namazdır fakat namaz, yalnız şu görünen şekil değildir. Bu namazın kalıbıdır; çünkü bu namazın önü vardır sonu vardır. Önü-sonu olan her şey kalıptır. ( ...) Harfe, sese gelen her şeyin önü-sonu olur, o da görünüştür kalıptır. Canıysa neliksiz-niteliksizdir sonu yoktur; ne başlangıcı vardır ne bitimi. ( ...) O halde bildik-anladık ki namazın canı, yalnız şu görünen şekil değildir; dalıştır, vecit olmadır; şu halde bütün şekiller dışarıda kalır, oraya sığamaz. (Rumi, Fihi ma Fih, 3. Bölüm)


Bu metin, Rumi'nin başkalarının dini tecrübelerini kabul etmek için mistik olarak açık olduğunu bize göstermektedir. Aynı eserde Rumi, şunu söylemektedir: "Kıyamet gününde de herkesin görüşü bir olur; burada bu mümkün değildir. Çünkü herkesin bir işi, bir niyeti vardır. Burada tek bir dinin olması mümkün değildir. Ancak kıyamet gününde herkes bir olur, herkes bir sözü söyler. bir sözü duyar, bir şeyi düşünür. Herkesin dili aynı, duyduğu aynı olduğunda bu olur." (Rumi, Fihi ma Fih, 3. Bölüm) 


 


Fihi ma Fih'in yanı sıra, Rumi'nin konuşmalarının bir arada toplandığı bir başka kitap da Mecalis-i Seb'a isimli eserdir. Bu kitapta, Rumi'nin muhtemelen kürsüde iken verdiği, ahlak ve iman ile ilgili yedi vaazı toplanmıştır. Hoca Rumi, insanlar için geleneksel sayılabilecek vaazlar vermeye çabalamıştır. Belki de bu yazılar, Rumi'nin en "geleneğe uygun" en uygun eserini ortaya çıkarmışlardır. Bu eserde yazar, Arapçayı ustalıkla ve hiç zorlanmadan kullandığını da ispatlamıştır.


Rumi'nin mektuplarının derlemesi de (Mektubat), zamanın en önemli kişileri ve prensleri ile bir ruhsal hocalık ilişkisine girdiğinin kanıtıdır. Bu eserde yazarın ruhsal olarak pek derin bir yaklaşım ile yaşamı ve politikayı değiştirme çabasını görebileceğiniz en harika yazılarını bulabiliriz.


Rumi'nin eserlerini kısaca tanıttığımız bu yazıda, yazarın birçok açıdan kalifiye bir fenomene dönüştüğünü anlayabiliriz; özellikle lirik yazıda, ahlaki anlatıda, mistik şairlikte, pratik olarak verdiği öğütlerde ve basit insanları eğitimde çok başarılıdır. Rumi, dilini ve şiirlerini hayati mesajlar vermek için bir iletişim aracı olarak kullanmıştır.



Dizelerdeki Mistik Düşünce


Rumi'nin düşüncelerini analiz etmek, birçok açıdan oldukça zordur. Zordur, çünkü eserleri Fars şiir ve hitabet sanatı tarihine aittir. Ancak Rumi, Fars edebiyat geleneğinin ve popüler kültürünün kendisine kattığı imajları, metaforları, sembolleri kategorilere ayırır, kullanır ve yeniden okur. Bu bakımından Mesnevi ve Divan eserlerini yazan bu yazar için tamamen Fars mistisizminin ve şiirinin zirvesidir denebilir. Yine de eserleri dikkatlice okunursa, binlerce dize ve düz yazılarındaki yol gösterici bağ fark edilebilir. Paradoks sanatı aracılığı ile açıkladığı mesajının büyük kısmını anlamak biraz kafa yormayı gerektirir. Rumi, düşündürmekten çok duygulara hitap edecek imajlar içeren tecrübeler kullanmak konusunda itina göstermektedir.


Tanrı, İlahi varlığı ile Muğlak olandır. İnsanların düşünceleri ile ulaşılamayan Tanrı kendisini isimleri ve lakapları ile ifşa eder. Ulaşılamaz olan varlık, kendini ifşa eder; özellikle de ilahi olaylarda sıfatları açığa çıkar. Tanrı, özelliklerini bir eser meydana getirirken açıklasa da ulaşılmazdır. Mükemmel varlık olan Tanrı ile "hiçlik” arasında bir zıtlık kesin olarak vardır ve bu iki zıtlığın arasında kademe yoktur. İki terim arasında hiçbir benzerlik yoktur. Bu zıtlık, Rumi'yi Tanrı'nın ahlaki değerlerinin hakimi olduğuna ve iyinin de kötünün de ötesindeki bir Tanrı olduğuna inanmaya sevk etmiştir. Tanrı, bir şekilde zıt kutuplarda gizlenmektedir; Tanrı, "hiçliğin" temsil ettiği zıtlıkta (adam) mevcuttur. Tanrı'nın gücünü açıkladığı kaynak "hiçliktir" insan da Tanrıda hiçliğe bakarak bulabilir. İnanan insanların, varoluş boyunca yarattıklarını hayatta tutan Yaratıcı'ya (Halik) yaklaşabilmeleri için, Tanrı ve hiçlik diyalektiği bir temeldir. İbni Arabi (ölm. 1240) tarafından desteklenen, sonsuza kadar süren Yaradılış teorisi şeklinde açıklanan "Aş'arit teolojisi"ni Rumi ortaya çıkarmıştır. Dünya, sürekli olarak yaradılış halindedir ve Tanrı, hareketsiz bir motor gibi yaratmakta ve yarattıklarını evrene fırlatmakta değildir. Tam tersine, Üstün Varlık, kendisi tarafından yaratılmış olan dünyanın varlığını sürdürmek için devamlı olarak işlemektedir. Bu öğreti, düşünce tarihinde yeni değildir. Nissalı (Kayserili) Gregorius gibi Kilise Babalarının öğretilerinde de bu düşünce bulunmaktadır. Bahsedilen bu yaradılış dört elementten oluşmaktadır: toprak, su, ateş ve hava. Her yaratılan maddenin yapısında tek bir element değil, dört elementin karışımı vardır. Sadece Tanrı bu karışımdan ve zıtlıktan muaftır. Tanrı, yarattıkları gibi "mertebeler" halinde değildir. Ahlaki olarak Tanrı, sadece "iyi" olandır. Ancak kötülük de O'na atfedilen sıfatlar düşünülerek tanınabilir. Dünya, Allah'ın bir kendini ifşası olarak görülebilir; ancak aynı zamanda o bir gerçek örtüsüdür. Bu örtü bazen bir yanılsama ve zindan karakterindedir. Rumi'nin düşüncesindeki içsel ve dışsal olarak görülen zıtlık sistemi, aslında "suret ve mana" arasındaki bir zıtlıktır ve Allah'ın bakış açısı alınarak düşünülmelidirler. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, insanlar için yaratılmış olan bu dünyada farklılıklar vardır; ancak Tanrı için bu farklılıklar sadece görünürdeki bir çokluktur. Bundan dolayı farklılıklar, ne şekilde olurlarsa olsun, -dinsel de olsa- ilahi bir tekliği oluştururlar.


Bu mistik felsefenin amacı, zıtlığın düalizminden uzaklaşmak ve düalizmden arı olan Tanrı'nın tekliği içerisinde huzurla varlığı sürdürmektir:


"Biz yokuz. Varlıklarımız fani suretle gösteren Vücud-ı Mutlak olan sensin. Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri hamzehri rüzgarındandır" (Mesnevi, l. Cilt, 602-604)


Allah'ın mükemmel ifşası insanın yaradılışında da vuku buluyor. Adem Paygamber'in yaradılışında Allah'ın bütün sıfatları işliyor. Muhammed Peygamber ise insanın mükemmelliğinin modelini temsil ediyor. Rumi, Sufizmin mükemmel insan anlayışından (İnsan-ı kamil) bu şekilde bahsetmese de, düşündüğü kavram aynıdır. Muhammed Peygamber, bütün peygamberlerin ve kutsallıkların vücut buluşu ve nur kaynağıdır. Muhammed Peygamber'e atfedilen bu nurun, peygamberlerin ve azizlerin ruhsal hakikatinin aynı nuru olduğu evrensel bir düşüncedir. İlk vahyin gerçekleşmesinden ve Yaratan Tanrı'nın vekili olan insandan başka bir dünya var olamaz. İnsan ruhu, Tanrı'nın "Yoksa ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (A'raf suresi, 172. ayet) sorusuna verdiği cevap ile beden alır. Ruh, Tanrı ile yaptığı bu ilk karşılaşmanın özlemini duyar ve ilahi kaynağına dönmek için çok büyük bir arzu hisseder. Bedende ikamet eden ruh, ilahi olarak ilerlemek ister, ama aynı zamanda beden de tekrar ruh olmak için mücadele eder. Bu ruh hali dört şekildedir: hayvani, insani, meleksi ve Muhammedi. Hepsinin üzerinde Tanrı vardır. Birincisi hariç, diğer üç ruh türünün ortak noktası birlik, düşünebilme armağanı (akıl) ve nefistir. Ancak varoluşta son sözü söyleyen insanın aklı değildir. Çünkü insan tekamül ettikçe, mükemmellikte büyüdükçe kalp ve aşk ona daha da hakim olur. Kalp ve aşk, aklın önüne geçer ve onu hiç eder. Kap ve aşk, insanın en gerçek ve derin duygusu, hakikati olur. Peygamber'in hadislerinde dediği gibi Tanrı, sadık kulun kalbindedir; Rumi'nin Tanrı'nın ağzından yazdığı gibi:


''Tanrı demiştir ki: Konuk gibi vardım. müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum."

(Mesnevi, VI. Cilt, 3071)


Rumi'nin insan kavramının merkezi olan kalp et olarak da ruh olarak da bu çağrıya dahil olmak ister:

"Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de." (Mesnevi, VI. Cilt, 3069) Kutsal kişinin bedeni, Allah'ın nuru ile şekillenmiştir. (Mesnevi, IV. Cilt, 8)


O halde, ilahi ilmin mekanı ruhsal kalp ise, o da etten kalp içinde, yani bütün bedende bulunur. Ruh ya da ruhsal kalp, Allah'ın kendini ifşa ettiği mekandır ve O'nun nuru, kutsal kişinin bütün bedenine yayılır. Vücut içindeki kalp, bu nurla dolup taştığında, insan İnsan-ı Kamil olur ve "Onu övmek, onu tespih etmek, Tanrı'yı övmek, Tanrı'yı tespih etmektir." (Mesnevi, Vl. Cilt, 3204)


Annemarie Schimmel'in de dediği gibi, Rumi'nin bu antropolojik konulara ilişkin düşünceleri sistematik olmaktan uzaktır:


"Sistematik bir düşünür olmadığında dolayı Mevlana'nın insan ile vücudunun değişik kısımları, can, ruh ve kalp arasındaki ilişki hakkında ne düşündüğünü anlamak zordur. Ancak bir şey çok açıktır; selefleri gibi Mevlana da insanın değişik katmanlardan oluştuğunu bilmektedir. İnsan vücudu, dört katmandan dört elementten oluşmaktadır ve bu elementler dört geleneksel duyguyu simgelemektedir. Beden, ruhu sarmakta olan bir muhafazadan öte değildir; aynen yeni misafirlerin gidip geldiği bir hana benzer " (Schimmel, 1998. s. 130-9)


Rasyonel Teoloji, Sufilerin ahlaki ve mistik kökenlerinin geldiği felsefe antropolojisinin temelidir. Sufilik öğretisine göre, münzevi bir hayatı tecrübe eden insanın kalbinde Allah'ın kendini ifşası vuku bulur. Sufilerin, özellikle de Mevlevilerin bütün dini uygulamalarının amacı böylesine bir arınmadır. Bunu gerçekleştirmek için de bir rehbere (şeyh ya da pir) gerek duyulmaktadır. Sufi geleneğinde "rehberi olmayanın hocası şeytandır" sözü çok tekrar edilir. Rumi de bir ruhsal rehberin mutlaka gerektiğine inanır. Bu rehberler Mevlevi adaylarına izleyecekleri yolu, gösterecekleri çabayı ve özellikle de hedefledikleri amaca ulaşmak için gerekenleri gösterecektir. Bu amaçlara ulaşmadaki birincil yol, Allah'ın adını durmaksızın tekrarlamaktır (zikir). Mevlevi geleneğinde devamlı olarak hatırlanacak ve tekrarlanacak olan isim Allah'tır. Allah kaynaktır, benlikten arınmanın kökenidir ve insanı var olan Tek Mutlak Olan'ı tanımaya sevk eder:


"Bari şunu gör: Akıllı olan herkes gece gündüz yoku aramadadır. Yoksulluğa düşüp de cömertliği kim aramaz. dükkanlarda bir kar elde etmeyi kim istemez? Tarlalarda kim mahsul istemez, fidanlıklardan kim bir fidan ummaz?


Medreselerde bilgi elde etmeyi istemeyen, ibadet şartlarında Allah lütfunu dilemeyen var mı? Bütün bunlar varları anlarına atmışlar yokları istemekte, yoklara kul olmaktadırlar. Çünkü Allah sanatının madeni mahzeni, yokluktan başka bir yerde tecelli etmez." (Mesnevi, Vl. Cilt,1.360-1.367)


Varoluşun tek olduğunu düşünmekten insanı alıkoyan, boş tutkuların verdiği zarar, Rumi ve öğrencilerinin izlediği münzevi hayatı anlamaya yardımcı olur. Muhammed Peygamber'in "ölmeden önce ölünüz" sözü, Sufilerin izledikleri yolun tarifidir. Rumi de kendi şiirinde peygamberin bu sözünü yorumlamakta ve daha da detaylandırmaktadır:


"Ölünüz ölünüz; bu aşk uğrunda ölünüz! Aşk uğrunda ölürseniz, bedenle yaşamaktan kurtulur, baştan başa ruh olursunuz! Ölünüz, ölünüz; bu ölümden korkmayınız! Çünkü, ölümle şu kirli topraktan kurtulur, göklere, ötelere yükselirsiniz! Ölünüz, ölünüz; bu "nefs-i emmare"den sıyırınız! Çünkü bu nefis, bağ gibidir, zincir gibidir; siz de, o zincir ile bağlanmış birer esir gibisiniz! Zindanı delmek için elinize bir kazma alınız! Zindanı delebilirseniz, padişah da siz olursunuz, Emir de siz olursunuz! Ölünüz, ölünüz de sizi aşkın nurundan mahrum bırakan günah bulutlarından dışarı çıkınız! Buluttan dışarı çıkınca, ayın on dördü gibi parlak bir mana "ay"ı olursunuz! Susunuz, susunuz; susmak ölümün nefesidir! Aslında, bu susuşumuzda, yani ölüşünüzde bir dirilik vardır!"

Bu dizelerde yok oluş (fena) ve Allah'ta varoluş (beka) arasındaki ilişki (Divan-ı Kebir, 636)  işlenmektedir. Sufiler için bunlar çok kıymetlidir. Dervişin ruhsal yolculuğunun birincil amacı Allah'ta yok olmaktır. Kişinin kendine olan sevgisi, başkası için yaşamasında ve başkasını sevmesinde saklıdır. Rumi bir anlatısında şunu kaleme alır: bir aşık, aşığına sorar; kendini mi yoksa aşığını mı daha çok sevmektedir? Rumi, cevabı beyitlerinde şöyle verir:


"Ben sende öyle bir fani olmuşum ki tependen tırnağa kadar seninle doluyum. Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı. Ey güzelim, vücudumda senden başka bir varlık yok. Bu sebeple sirke bal denizinde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok oldum.

Hani taş halis yakut haline gelir, güneşin sıfatları ile dolar ya, Artık onda taşlık kalmaz. Onun önü de güneşin sıfatıyla dolar, ardı da. Ondan sonra kendini severse o güneşi sevmektir civanım. O, canla başla güneşi sever yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur." (Mesnevi, V. Cilt, 2022-2028)


Rumi'nin aşk, seven ve sevilen arasındaki ilişkiler konusunda yaptığı konuşmalara bakarak, onun "dininin" aşk olduğunu görürüz. Sevgi Allah'a aittir, korku ise kullara. (Mesnevi, V. Cilt, 2184-2185) Sevgi birliktir (visal) ve ayrılıktır. Rumi, sevgiyi bu iki durumda da tarif etmekten çekinmiyor. İki durum da "mükemmel birliğe" götürüyor:


Aşk geldi, derimin damarlarımın içinde akan kan gibi oldu.

Beni, benden boşaltarak dost ile doldurdu.

Vücudumun bütün zerrelerini dost kapladı.

Benden ancak bir ad kaldı ve' geri kalan sadece O oldu. 

(Rubailer, 32.5)



Bu dizeler okuyucu üzerinde büyük etki bırakır ve kayıtsız kalınamaz. Rumi kullandığı imajlar ve metaforlarla ilahi olarak derin bir tecrübe yaşatmak ve kendi mistik hayatını açıklamak istemektedir. Rumi mistik hayatını anlattıkça okuyucu bu tecrübeleri sanki kendi tecrübeleriymiş gibi üstlenir. İşte, bu şair ve mistiğin büyüklüğü buradadır. Günümüz yazarlarına oranla daha başarılı olmasının sırrı da budur. İnancın özü insanın Tanrı tutkusu ve Tanrı'nın tutkusu hakkındaki kullandığı dil hala tazedir. Onun dili, paradokslar konusunda da oyunlar oynar. Özellikle mistik tecrübenin genişliğinden bahsettiği dizelerde, taban tabana zıt fikirleri ve kendisinin ilahi doğasından uzaklaştığı zıtlıkları vardır denebilir.



Tanrı da paradoksaldır. Daha açık ifade etmek istersek, Tanrı'nın insanla olan ilişkisi "şu andan" kaçmak üzere kurulmuştur ve en uç paradoksları içinde barındırmaktadır. Rumi, sadece anlatılarının içeriğinde ve şiirlerinde paradokslara yer vermez. Beyitlerinde kullandığı dil de paradoksaldır. Farsça yazdığı binlerde beyit içerisinde, çok olmamakla birlikte Grekçe, Arapça ve Türkçe sözler de bulunur. Bu bir edebi teknik ve türdür. Bu tür insanları çok şaşırtmış ve hakkında birçok araştırma yapılmıştır. Bu hitabet tekniği birçok dilin karışımı olarak görünse de, içerik olarak oldukça hafiftir. Rumi'nin yazılarında ana dili olmadığı halde yazdığı Türkçe beyitlerden oluşan birkaç kısım vardır. 13. yüzyılda Anadolu'nun tümünde konuşulmadığından emin olduğumuz bu dilde yazılmış olan metinlerden bir örnek verebiliriz:

Ey sevgilim, senin cemalin can tütsüsü gibi açıklar bilgeliğini.

Sen de beni suçlu bulursan, nerede kalır senin iyiliğin?

(Şiraceddin, 1934, s. 160)


Onun dillere olan ilgisine örnek olarak, Grekçe ve Farsça bir metni birlikte -iç içe derlediği- bir metni gösterebiliriz. Rumi, "sevgi" (agape) kelimesini "Hıristiyan" (agape) kelimesinin yerinde kullanmaktadır. Bu, Rumi'nin Hıristiyanlığı ne kadar tanıdığı konusunda bir işarettir:


O bizim Rabbimiz ve biz onu severiz. O'nun sayesinde hayatlarımız güzeldir.

Neden çektin gittin? Neden bıraktın kendini?

Söyle bana sana ne oldu? Başına ne geldi? Söyle bana, ne kaybettin? Ah! Yüreğim! Ah canım benim! Ah! Ben'im! Ah, şu Ben'im!

Ah! Yuvam! Ah! Çatım! Ah! Hazinem! Ah! Zenginliğim! Gel, canım, gel, kralım! Neşeyi veren sen değil misin? Bize soluk ver.

Susamış olan içsin, acı çeken konuşsun.

Sen hiçbir şey anlamadın, dostum.


Rumi'nin mistik şiirleri, müzik ve imajlar ile okuyucuyu ruhsal bir evrene ve mistisizme dahil eder. Rumi, sistematik bir düşünür olmasa ve bir Sufilik el kitabı yazmasa dahi, Sufiliğin en önemli eserlerini o yazmıştır ve bu yazılar Mevlevi Tarikatı'nı ve dervişlerin ibadetlerini esinlemiştir. Hepsi bu kadar da değil. Onun hayatı, şiirsel ve mistik eserleri Doğu'da olduğu kadar, 20. yüzyıldan itibaren Avrupa'da ve Kuzey Amerika'da da sanatı ve edebiyatı etkilemiştir.

Rumi'ye sorarsanız, kendisinin edebi ve sanat başarısının sebebi olarak üçüncü tekil kişiyi, O'nu (Ha), bütün zamanların tüm Sufilerinin hatırladıkları Allah'ı gösterecektir:


Gönlümün içi de, dışı da o'dur. Bedenim de, can da, damar da, kan da bütün o'dur.

Artık böyle bir yere, imansızlık ve iman nasıl sığar?

Bu halde, nasıl olur da benim varlığım kalır.

Ben anık yokum, bütün varlığım O oldu.

(Rubailer, 321 )




ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak