24 Şubat 2023 Cuma

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -13 ”Çin”

 




Güneşi Arayış: Sunuş


"Güneşi Arayış", Şangay'ın güneyindeki Zhejiang Eyaleti'nin başkenti Hangzu'nun batısında bulunan Batı Gölü yöresinden toplanmış yaklaşık dört yüz söylence ve halk masalından biridir. Malzeme, esas olarak Zu Fei, Çen Veijung ve Şen Tuki tarafından 1959'da derlenmiştir. Ancak The Folk Tales of West Lake (Batı Gölü Halk Hikâyeleri) adı verilen koleksiyon, ilk kez 1978 yılında Zhejiang Halk Yayınevi (Zhejiang People's Publishing House) tarafından yayımlanmıştır.


Batı Gölü, çok eski tarihi ve bulunduğu yerin güzelliği nedeniyle Çin'in en ünlü gölüdür. Çok eskiden beri Çinliler burada çok güzel yapılar inşa etmişlerdir. Bu halk masalı böyle bir yapının, Bao Çu Pagodası'nın kökenini anlatmaktadır.

Kahraman Bao Çu, bütün dünyadaki söylence kahramanlarına benzer özellikler taşır. Doğumu ve büyümesi olağandışıdır. Görevi, güneşi yeniden ele geçirerek dünyanın düzenini kurmak ve yeryüzüne bereketi getirmektir. Toplumun iyiliği için yaşamını feda etmeye hazırdır.

Diğer kahramanlar gibi Bao Çu da, bu büyük görevi tamamlayana kadar pek çok sınavdan geçer. Bu sınavlar onun olağanüstü gücünü ve yaratıcı zekâsını ortaya çıkarır ve ona büyük bir ün kazandırır, ölümlü olduğu için sonunda ölür; ama dünyayı kurtardıktan sonra...


Bao Çu'nun annesi Hui Niang da bir kadın kahramandır, ideal bir eş ve anne olarak sunulmaktadır. Yaratıcı, akıllı ve fedakârdır. Kocasını, daha sonra da oğlunu bu kahramanca görev için cesaretlendirirken, bilinçli olarak yalnızlığı ve acıyı seçer.


Başlıca Karakterler

Liu Çun: Hui Niang'ın kocası; genç çiftçi, güneşi arayan ilk kişi.

Hui Niang: Liu Çun'un karısı, Bao Çu'nun annesi, dokumacı.

Bao Çu: Hui Niang'm oğlu, güneşi bulan kahraman.

Kötülük Kralı: Güneşi ele geçiren cin kral.

Yaşlı: Köyün bilge adamı, danışman.


Güneşi Arayış


Çok uzun zaman önce, Batı Gölü sahilindeki Değerli Taş Dağı' nın eteğinde küçük bir köy vardı. Bu köyde genç bir çiftçi olan Liu Çun'la dokumacı karısı Hui Niang yaşardı. Çok çalışkan ve sağduyulu bir çift oldukları için diğer köylüler onları çok takdir ederlerdi.


Bir sabah, güneş dağın ufkunda kıpkırmızı parladıktan kısa bir süre sonra siyah bulutlar Batı Gölü'ne doğru gelmeye başladı ve beraberinde şiddetli bir yağmur fırtınası getirdi. Güneş aniden gözden kayboldu ve fırtına dindikten sonra bile ortaya çıkmadı.


Dünya karanlık ve soğuk olmuştu. Ağaçlar kurudu, yeşilden kahverengine döndü. Çiçekler soldu, kırmızıdan kahverengine döndü. Ekinler tarlalarda kurudular ve altın renginden kahverengine dönüştü. Şeytanlar, hayaletler ve diğer kötü gece yaratıkları büyük bir sevinçle ortaya çıktı. Çünkü sonsuz bir gece dünyayı siyaha boğmuştu. Onların şeytani hareketleri insanlara acı veriyordu.


İnsanlar birbirlerine, "Ne yapacağız?" diye soruyorlardı. "Güneş nereye gitti? Ürün yetiştiremezsek nasıl yaşarız?"


Liu Çun, mahalledeki en yaşlı kişiyi görmeye gitti. Adam yüz seksen yaşındaydı. "Bana güneşe ne olduğunu söyleyebilir misin?" diye sordu.


"Sanırım söyleyebilirim" diye yanıtladı yaşlı adam. "Doğu Denizi'nin altında kötü bir kral yaşıyor. Bütün kötü ruhlara, şeytanlara ve diğer kötü yaratıklara hükmeden odur. Bu yaratıklar için güneş büyük bir düşmandır. Ondan korkar ve nefret eder, çünkü güneş onların korkunç kötülüklerini ortaya çıkarır. Sanıyorum bu nedenle, şeytan kral güneşi çaldı."


Liu Çun yaşlı adama teşekkür edip eve döndü. Karısına şöyle dedi: "Hui Niang, yola çıkıp güneşi bulmaya çalışmalıyım, insanlar donuyorlar ve açlıktan ölüyorlar. Yüreğimde büyük bir acı hissediyorum."


"Çok iyi bir iş yaparsın" diye yanıt verdi karısı; "huzur içinde git. Seni özel bir giysiyle uğurlayacağım."


Hui Niang kocasına, pamukla sıkıca doldurulmuş bir ceket dikti. Sonra uzun saçından bir demeti, kendir saplarıyla birleştirerek bir çift sandalet yaptı.

Liu Çun ayrılırken, gökyüzünden kendilerine doğru gelen parlak altın rengi bir ışık gördüler. Bu ışık Liu Çun'un omuzuna konduğunda, bunun altın anka kuşu olduğunu fark ettiler. Liu Çun, kuşun yolculukta ona eşlik etmesini istedi, o da başını salladı.


Liu Çun ayrılırken karısına şöyle söyledi: "Hui Niang, güneşi bulana kadar dönmeyeceğim. Eğer daha önce ölürsem parlak bir yıldız olacağım. Bu şekilde, güneşi bulacak kişiye rehberlik edeceğim."

Sonra kuşla beraber yola çıktılar.


Hui Niang günler boyunca Değerli Taş Dağı'nın tepesine tırmandı ve güneşi görebilmek için gökyüzünü taradı. Her gün hayal kırıklığına uğruyordu. Dünya sonsuz bir geceyle örtülmüştü.

Bir gün yine gökyüzüne bakarken, parlak bir yıldız yeryüzünden göklere doğru yükseldi. Sonra altın anka kuşu gelip ayaklarının dibine kondu. Başı eğikti. Hui Niang kocasının öldüğünü anlamıştı. Kalbi öyle büyük bir acıyla doldu ki kendini kaybetti.


Hui Niang kendine geldiğinde bir oğlan doğurduğunu gördü. Ona Bao Çu adını verdi. Rüzgârın ilk dokunuşunda bebek konuşmaya, ikinci dokunuşunda yürümeye başladı ve üçüncü dokunuşta altı metre boyuna ulaştı. Hui Niang böyle muhteşem bir oğulun annesi olmaktan gururluydu, ama oğlu babasını hiç tanıyamayacak diye de kederleniyordu.


Annesini yaslar içinde gören Bao Çu bunun nedenini sorduğunda, o da babasının ölümcül arayışının öyküsünü anlattı. "Anne, eğer izin verirsen gidip güneşi bulacağım" diye haykırdı çocuk. "Babamın görevini tamamlamak benim için büyük bir mutluluk olacak."


Hui Niang'ın kalbi sanki ikiye bölündü. Bir yanı kocasının onurunu düşünürken, bir yanı genç oğlunu bekleyen tehlike nedeniyle kaygılanıyordu. Ancak dünyadaki insanları kurtarmak için üzerine düşeni yapmak zorunda hissetti kendini ve oğluna izin verdi. Bir kez daha pamuk dolgulu bir ceket dikti ve saçının bir tutamından ve kendir saplarından bir çift sandalet yaptı. Bir kez daha altın anka kuşu kapılarına geldi. Ayrılmaya hazır olduğunda Bao Çu'nun omuzuna tünedi.


Hui Niang oğluna şöle dedi: "Doğu'daki en parlak yıldıza dikkat et. Baban öldüğünde kendini bir yıldıza dönüştürdü. Onu takip et, seni güneşe götürecektir. Altın anka kuşu arkadaşındır. Babana yolculuğunda eşlik ettiği gibi, senin yolculuğunda da sana eşlik etmek için geldi."


"Aynen senin dilediğin gibi yapacağım" diye yanıt verdi Bao Çu. "Ne kadar uzun zaman ayrı kalırsak kalalım, sakın yüreğini benim için üzme. Senin gözyaşların beni üzer; görevimi tamamlamak için güç bulamam." Bu sözleri söyledikten sonra Bao Çu ve ankakuşu yola çıktılar.


Doğuya, en parlak yıldıza doğru hiç durmadan yol aldılar. Bao Çu on sekiz uçurumu ve on dokuz doruğu aştı. Dağlardaki çalılar ceketini lime lime etti, vücudu kanlı yaralarla kaplandı. Bir dağ köyüne topallayarak girdiğinde bitkin, yabani ve donmuş görünüyordu. Köylüler onun arayışını duyunca, her biri kendi ceketinden bir parça kumaş kopardı ve bunlardan Bao Çu için yeni bir ceket dikildi ve bu cekete yüz aile ceketi dediler.

Bedeni ısınıp ruhu yenilenince Bao Çu ve altın ankakuşu yeniden yola çıktılar. Durmadan yürüdüler, dağlar aştılar, pek çok nehri yüzerek geçtiler.

Bir gün öyle geniş bir ırmakla karşılaştılar ki, bir kartal bile uçarak karşıya geçemezdi. Güçlü akıntı ev büyüklüğünde kaya parçalarını sürükleyip götürüyordu. Bao Çu, yüreğinde hiç korku duymadan, çalkantılı suya kendini bıraktı ve görünmeyen sahile doğru yüzmeye başladı. Dev dalgalar üzerinden aşıyor, hızla dönen girdaplar onu tutsak alıyordu, ama o cesaretle yüzmeye devam etti. Uzakta sahil göründüğünde kalbi sevinçle doldu.


Birdenbire nehrin üzerinde soğuk bir rüzgâr esmeye başladı ve güçlü akıntıyı bir buz nehrine çevirdi. Bao Çu hareketsiz kalırken ankakuşu da dondu. Mucizevi olarak, yüz aile ceketi buzun Bao Çu'yu dondurmasına engel oldu. Ayrıca bu sihirli ceket onu öyle sıcak tuttu ki, vücudunun ısısı onu kuşatan buzu eritti. Bir koluyla ankakuşunu vücuduna bastırıp ısıtmaya çalışırken, diğer yumruğuyla buzları parçalara ayırıyor, suyu dans ettiriyordu. Kabaran dalgalar onu yüzen buz kütlelerinden birinin üzerine doğru itti, böylece bir kütleden diğerine atlayarak sahile vardı.


Bao Çu, ankakuşuyla yürümeye devam etti ve bir başka köye vardı. Köylüler onun arayışını ve karşılaştığı tehlikeleri duyunca köyün yaşlısı şöyle seslendi: "Güneş olmadan, biz yoksul insanlarız. Sana vereceğimiz en iyi şey toprağımızdır. Çünkü atalarımızın zamanından beri bizim alın terimizle sulandı. Yolculuğuna devam ederken belki de bu bağışımızın bir yararı olur. Köylüler büyük bir torbanın içine birer avuç toprak koydular.


Torba dolunca, Bao Çu onu bir omuzuna koydu. Öbür omuzunda oturan ankakuşuyla birlikte Doğu göğünde parlayan yıldıza doğru yürümeye devam ettiler. Bao Çu doksan dokuz dağ aştı, doksan dokuz nehirden yüzerek geçti. Sonunda iki yolun birleştiği bir yere vardı.

Hangi yola sapması gerektiğini düşünürken yanına yaşlı bir kadın yaklaştı ve şöyle sordu: "Genç adam nereye gidiyorsun?" Ona yolculuğunun amacını anlatınca yaşlı kadın şöyle dedi: "Yol aşılamayacak kadar uzun. Çok geç olmadan evine dönsen iyi olur."


"Güneşi bulana kadar eve dönmeyeceğim" diye yanıtladı Bao Çu, "yol ne kadar uzun, yolculuk ne kadar zorlu olursa olsun başladığım işi bitireceğim."

"Eğer bu kadar kararlıysan, sağdaki yolu takip et, güneşi bulacaksın. Vardığın ilk köyde dinlenirsen akıllılık etmiş olursun" diye Öneride bulundu kadın.


Kadın konuşurken altın kuş ona durmadan saldırıyordu. Gagasıyla gözlerini gagalıyor, pençeleriyle yüzünü tırmalıyor ve gövdesine kanatlarıyla vuruyordu. Bao Çu utanarak kuşu kovaladı.


Kadının önerdiği yolu izledi, ama ankakuşu durmadan önünden uçuyor ve yolu kapamaya çalışıyordu. O zamana kadar yolculuğun ne kadar güç olduğunu bilen Bao Çu, yolun bu kadar düzgün ve kolay olmasına şaşırıyordu. Çok geçmeden yaşlı kadının sözünü ettiği köye vardı. Şaşkınlıkla köyün refah içinde olduğunu gördü. Erkekler zengin ve şişman, kadınlar iyi giyimli ve güzeldiler. Köylüler onu sevgiyle karşıladılar. Onun kahramanlığını övdüler ve onuruna bir ziyafet verdiler.


Köylüler onun onuruna içerlerken, o da şarap kasesini kaldırdı. Öbür köydeki insanlar donup açlıktan ölürken buradaki insanlar niye bu kadar zengin acaba diye düşündü. Birdenbire altın ankakuşu başının üzerinde kanat çırpmaya başladı ve şarap kasesine bir şey düşürdü. Bao Çu şaşkınlık içinde bakarken şarap alev aldı ve içindeki nesne yanmaya başladı. Bao Çu bunun aynen kendisininkine benzeyen, saç ve kendirden yapılmış bir sandalet olduğunu fark etti.


"Bu babamın sandaleti olmalı" diye şaşkınlıkla söylendi. "Demek babam burada ölmüş." Şarap kasesini yere atıp köylülere bağırmaya başladı. Sesinin yüksekliği karşısında bütün köy ve orada yaşayanlar bir duman üflemesiyle yok oldular. Onların yerine yüzlerce korkmuş hayalet, şeytan ve kötü yaratık ortaya çıktı. 


Anka kuşunu bir kez daha omuzuna alarak yolun çatallandığı yere döndü ve soldaki yola girdi. Bu arada kötü yaratıklar Bao Çu'ya başka bir biçimde zarar vermeye karar verdiler. Onu nehirde dondurmayı, Kayıp Ruhlar Köyü'nde öldürmeyi başaramamışlardı. Şimdi de kendilerini yüksek dağlara dönüştürerek yolunu kapadılar, ama Bao Çu bunları da birer birer geçti. Kendilerini koca ırmaklara çevirdiler, ama Bao Çu bunları birer birer yüzüp geçti.


Sonunda şeytanlar rüzgâra dönüşüp Değerli Taş Dağı'nın eteğindeki Bao Çu'nun köyüne estiler. Hiu Niang'ı bularak ona Bao Çu'nun bir uçurumdan yukarı tırmanırken kaydığını ve aşağıdaki nehre düşüp öldüğünü söylediler. Bu sözlerin onun yüreğini acıyla dolduracağını ve yaşlarının Bao Çu'yu zayıflatacağını umuyorlardı.


Ancak Hiu Niang, Bao Çu'nun ayrılırken söylediği sözleri anımsadı. Onların anlattıklarına inanmamaya çalıştı. Dişlerini sıkarak gözyaşlarını tutmaya çalıştı.


Bao Çu ayrıldığından beri Hiu Niang ve diğer köylüler her gündüz bir kaya alıp Değerli Taş Dağı'nın tepesine tırmanıyorlardı. Dağın doruğuna ulaştıklarında taşıdıkları kayanın üstüne çıkıyor ve doğuya doğru bir tutam güneş ışığı görürüz umuduyla ısrarla bakıyorlardı. Her gün bir önceki günden daha yukarıda duruyorlar, güneş daha kolay görebiliriz umudunu taşıyorlardı. Ancak günler, aylar, yıllar geçiyor, gökyüzü hâlâ siyah kalmaya devam ediyordu. Taşıdıkları taşlardan yüksek taş seti oluşmuştu, ama güneş hâlâ geri dönmemişti.


Bu arada Bao Çu, dağları ve nehirleri geçmeye devam etti; yolculuk sonsuzmuş gibi görünüyordu. Sonunda bir dağın tepesinde çok uzaklardan gelen denizin sesini duydu. Doğu denizinin sahiline varana kadar doğuya doğru yürümeye devam etti. Şimdi ne yapacağım, diye sordu kendi kendine. Buradan güneşi nasıl bulacağım? Bu denizi nasıl geçebilirim?


Bao Çu sırtındaki torbayı açtı ve içindeki toprağı denize döktü. Toprak suyun yüzeyine çarptıkça büyük bir rüzgâr çıkıyor ve toprağı denizin ortasına konan bir dizi adaya dönüştürüyordu. Bao Çu bir adadan öbürüne yüzdü. Son adaya ulaştığında, ada birdenbire çöktü. Bao Çu'yu da yanında denizin dibine sürükledi.

Okyanus tabanında Bao Çu çok büyük bir mağara buldu; dev bir kaya parçası girişi engelliyordu. "İşte!" diye bağırdı, "burası şeytan kralın güneşi hapsettiği yer olmalı."

Kötülük Kralı mağaranın girişinde korkunç şeytanlardan oluşan büyük bir ordu toplamıştı ve hepsi de silahlanmış savaşa hazır bekliyorlardı. "Eğer şeytan kralı öldürebilirsem hayatta kalırım" diye düşündü Bao Çu. "Eğer kral ölürse, ordu panik halinde dağılacaktır."


Böylece Bao Çu ve Kötülük Kralı birbirleriyle Ölümüne savaştılar. Savaşları denizin dibinden yüzeye, yüzeyden yine denizin dibine doğru şiddetle sürüyordu. Bu kavga sırasında otuz metre yüksekliğinde şiddetli dalgalar oluşuyordu.


Sonunda şeytan kral okyanus tabanına kaçtı. Bao Çu onun burnuna bir yumruk vurunca kral sendeledi ve geri düştü. Sonra altın anka kuşu gagasıyla onun gözlerini çıkardı. Kötü yaratık acıyla bağırarak köreltilmiş gözleriyle ileriye geriye saldırdı. Sonra büyük bir kaya parçasına çarptı ve öldü. Şeytanlar ordusu hemen ortadan yok oldu.


Bao Çu mağarayı kapatan kayayı yana doğru itti ve güneşi içeride buldu. Son gücünü toplayıp güneşi ellerine aldı ve denizin yüzeyine yavaşça çıktı. Güneşi suyun üstüne itmeyi başardı, ancak gücü bitip öldü.


Altın anka kuşu güneşin altına doğru daldı, kanatlarını açtı ve güneşi sırtına alarak yükseldi. Güneş bir kez sudan kurtulunca, artık kendi gücüyle gökyüzüne yükseldi.


Güneş en sonunda gökyüzünde yükselmeye başladığında, Hui Niang ve diğer köylüler Değerli Taş Dağı'nın üzerindeki taş setlerinin üstünde gökyüzüne bakıyorlardı, önce ufukta mor bulutlar belirdi, bunu gül ve altın rengi olanlar izledi. Sonra on bin altın ışın, ardından da altın yuvarlağın kendisi belirdi. Onun ışığı bütün şeytanları taşa çevirdi.


Köylüler coşku içinde bağırırken altın anka kuşu, boynu bükük Hui Niang'ın ayaklarının dibine kondu. Hui Niang oğlunun öldüğünü anladı. Yüreği acıyla doldu, ama aynı zamanda sevinç duyuyordu, çünkü Bao Çu babasının görevini tamamlamış ve büyük bir kahraman olmuştu.


O günden beri Liu Çu'nun yıldızı, Doğu göklerinde şafak sökene kadar parlar. İnsanlar bu yıldıza sabah yıldızı derler. Anka kuşu sırtında güneşlere yükselirken, kanatları bulutların üzerinde parlar ve onları mor, kırmızı ve altın rengine boyar. Altın anka kuşunun konduğu yerde şimdi bir pagoda (tapınak) bulunmaktadır. İnsanlar buna, güneşi kurtarıp yeryüzünde bitkilerin yeniden büyümesini sağlayan genç adamın anısına Bao Çu Pagodası derler. 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak