9 Şubat 2023 Perşembe

MESİHLİK VE MEHDÎLÎK

 


Genel olarak, mehdi ve mesîh kavramları, birbirinin eşanlamlısı olarak kullanılmakta, hemen bütün dinlerde «beklenen bir kurtarıcı»yı ifâde etmekte ve ortak bir «fenomen» şeklinde yer almaktadır. Ancak; «Mesîh inanışı», diğer dinlerden daha farklı bir şekilde, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta önemli bir yer tutmakta ve bir “kurtuluş ülküsü” halinde iman esasları arasına girmektedir. İslâm'da ise mesîh ve mehdî inancı, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi, iman esasları arasında bulunmamakta; fakat Müslümanlar arasında ve İslâm kültüründe bir “anlayış” olarak yaşamaktadır. İslâm kültüründe mehdî ve mesîh ayrı ayrı roller taşımaktadır.


Biz, dinlerde «kurtarıcı bekleme ülküsü» halinde ortak bir fenomen olan Mesîh ve Mehdî’nin kelime ve terim anlamları üzerinde durduktan sonra, İlahî menşeli üç dindeki anlayışı ayrı ayrı ele alacağız.


Kelime ve Terim Olarak Mesih ve Mehdi


Kelime ve terim olarak Mesîh:


Mesîh kelimesinin, Arapça'ya, Aramîce “Meshîhai” veya, İbranîce «ha-Mashiah» dan geçtiğini savunanlar bulunduğu gibi, Habesce, «Mesîh» olabileceğini de İleri sürenler bulunmaktadır.


Kök itibariyle «beklenilen kurtarıcı» ya verilen bir sıfat olarak Mesih kelimesi Arapça’da, meshedilmiş, günahlardan temizlenmiş, yağ' ile yağlanmış, güzel yüzlü, sıddîk, kezzâb (yalancı), yürüyen, seyahat eden, “ölçmek”, silmek anlamlarına gelmektedir. Bu kelime aynı zamanda Hz. İsa’nın sıfatı olarak da kullanılmaktadır.


Türkçe’de Mesîh, sıfat olarak, üzerine yağ sürülmüş; özel isim ve lâkab olarak, Hz, İsa karşılığında kullanılmakta ve «Deccal”a da lâkab olarak verilmektedir.


Fransızca Larousse’da Mesih; kutsal, yağ sürülmüş, yağlanmış, meshedilmiş anlamını ve Tanrı tarafından gönderilen, saygı duyulan Jesus-Christ’i (İsa) ifade etmektedir. Bunun yanında peygamberler tarafından kendisinin haber verildiğini ileri süren yalancı ve sahte mesîhler de bu kelime ile karşılanmaktadır. Kitabı Mu-kaddes’te (Bible) Mesîh, genel anlamda, «kutsal» manasına gelmekte ve kutsal bir yetkiye haiz bütün insanlar, krallar ve peygamberler için kullanılmakta; özel anlamda, İsrailoğullarını kurtarması gereken ilâhî bir elçiyi işaret etmektedir.


Terim olarak Mesih; günü geldiğinde yeryüzüne inerek Yahudileri kurtaracak, bozulan düzeni yeniden kuracak, dünyayı adaletle dolduracak İlâhî bir temsilcidir. Bunun dışında Hıristiyanlık’ta ve İslâm’da Mesîh, Hz. İsa’dır.


Hıristiyanlara göre Mesîh olarak İsa ikinci defa gelecek ve bozulan düzeni yeniden kuracaktır. İslâm kültüründe de Kıyamet’ten önce Hz. İsa inecek ve Deccal’ın öldürülmesine yardım edecektir.


İlâhî menşeli üç dinde de, istılahî olarak, ortak bir “fenomen” şeklinde, Kıyamet’ten önce, bozulan düzeni Islâh etmek, adaleti sağlamak üzere bir «kimse» nin gelmesidir. Yahudilere göre bu, Hz. Davut soyundan birisi olacak ve yalnız Yahudileri kurtaracaktır, Hıristiyanlara göre ise bu, Hz. İsa olacaktır ve ikinci gelişiyle gerçekleşecektir. İslâm’da ise bu, «Mehdi» şeklindedir; belirli bir kimse değildir ve Hz. İsa sadece ona yardımcı durumundadır.


Kelime ve Terim Olarak Mehdi:


Türkçe lügatlarda «hidayete eren, doğru yola giren, doğru yolda bulunan» anlamlarında kullanılan Mehdi kelimesi, Arapça’da, «kendisine rehberlik edilen, Allah tarafından yol gösterilen» mânasındadır. Bu mânası ile «Mehdi», Allah’ın hidâyetine nâil olan kimse demektir. Çünkü Allah’ın güzel isimlerinden (Es-mâü’l-hüsna) birisi de; Hidâyet eden. Yol gösteren, Rehber anlamına gelen «el Hâdî»dir, Kur’ân’ın birçok âyetinde İlâhî istekamet, yol fikri yer almaktadır. Bundan dolayı «Mehdî» hidâyete nail olan, kendisine Allah tarafından yol gösterilen anlamını içermektedir. Mehdî'ye mutlak surette yol gösterildiği için, bu kelime, geçmişte bazı kimseler ve gelecekte de Kıyamet ile alâkalı bir «kimse» için kullanılmaktadır.


İslâm kültüründe, Mehdî kelimesi, Kıyâmet’ten önce gelmesi beklenen “birisi” için kullanılmaya başlamadan önce, «hidâyete eren» halîfelerden Ebu Bekr, Ömer, Osman ve Ali için kullanılmıştır. Müşriklere doğru yolu gösterdiği ve onları Allah'a kulluk etmeye yönelttiği için Hz. Muhammed’e de «Mehdî» denilmiştir. Hz. Ali’yi diğer üç halîfeden ayırmak gayesiyle ona «hâdıyen, mehdîyyen» (doğru yolu gösteren, kendisine rehberlik edilen) sıfatı verilmiştir. Yine bu kelime, Hz. Hüseyin’e, şehid edilmesinden sonra, «el Mehdî ibnu’l Mehdî» (Mehdî oğlu Mehdî) şeklinde ve müceddid’liğine işaret olmak üzere, Emevî halifelerinden Ömer İbn Abdilazîz hakkında, bir şeref ünvanı olarak, kullanılmıştır.


Mehdî tâbiri, Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b, el-Hanefiyye için de kullanılmıştır. Hz. Hüseyin’in Kerbelâda şehid edilmesi Müslümanları çok sarsmış ve «bir kurtarıcı»ya ihtiyaç olduğu inancını ortaya çıkarmıştır. Halkın bu manevî buhranından istifade etmek isteyenler, Muhammed b. el-Hanefiyye’yi halifelik iddiasında bulunmaya teşvik etmiş ve ona «Vasi’nin oğlu Mehdî» adını vermişlerdir. O da istemeyerek bu ünvanı kullanmış ve Kaysânîler fırkasının kurucusu olmuştur. Muhammed b. el-Hanefiyye ölmüş; fakat ölümü kabul edilmemiştir. Öldükten sonra onun tekrar geleceği fikri yerleştirilmiş ve döneceği zaman beklenir olmuştur. Böylece o, daha sonra îsnâ Aşeriyye Şiîlerinin dönmesini bekledikleri ve Mehdî adını verdikleri Onikinci imamları gibi, «Mehdî Muntazar» (Beklenen Mehdî) haline gelmiştir. Bununla Mehdî fikrine «ricat» fikri de eklenmiş ve Şiîlerin dönmesini bekledikleri «gizli imamları» için benimsenmiştir.


Müslümanlar arasında, Mehdî terimi, Kıyâmet’ten önce gelecek, bozulan düzeni yeniden kuracak ve adaleti hâkim kılacak «bir şahıs» için kullanılır hale gelmiştir.


Yahudilikte Mesîh ve Kabbala: 

Mesih:


Babil sürgününden sonraki hemen her yüz yılda, Yahudileri Arzı Mey’ûda götürecekleri iddiasiyle, çok sayıda «Mesih» ortaya çıkmıştır. Bu iddiada bulunanlar, Yahudilerin nasıl bir Mesîh beklediklerini inceleyerek, kendilerini o vasıflara göre hazırlayarak veya o vasıflara haiz olduklarını savunarak mesîhlik dâvası gütmüşlerdir. Tarih içerisinde bu durum öyle bir hal almış ki; «Mesih» ve Yahudi bir ve aynı şey sayılır olmuştur.


Mesîh inancının menşeî ile ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu görüşler arasında, Yahudilikteki Mesîh inancının kaynağını, Mezopotamya ve eski Mısır inanışlarında; İran’ın eski dinî inanışlarından Zerdüştilikte ve Yahudi Kutsal Kitabı’nda, dinin kendi iç bünyesinde görenler vardır.


Mezopotamya’da, «zamanın günden güne kötüleşeceği, günahların dünyayı saracağı, halkın beklediği kurtuluşu ise Tanrı’nın kendisi veya göndereceği bir hükümdarın gerçekleştireceği, dünyayı tekrar düzelteceği» inancı bulunmaktadır. Bu inancın M.Ö. 2000 yıllarında Mısır’ı etkilediği, oradan îsrailoğullarına, Babil’den İran’a, İran’dan Hindistan’a ve Budizm yoluyla Çin’e kadar gittiği ileri sürülmektedir.


Yahudilikteki Mesîh inancının Zertdüştîlikten geldiğini iddia edenler, M.Ö. 586 yılında başlayan Babil esaretinin 538 yılında İranlılar vasıtasiyle sona ermesi ve Yahudiler’in yaklaşık iki yüz yıl İran hâkimiyetinden hareket etmektedir. Zerdüştîlikte, “Düalizm” (İki-ikilik) ilkesi gereği, İyiliğin temsilcisi Ahura Mazda ile kötülüğün temsilcisi Angra Mainyu’nun mücadelesinde, Ahura Mazda’ya yardım için «Saoşyant» adında bir «kurtarıcı»nın geleceği, “iyilik” tarafının galip geleceği ve insanların bu Saoşyant sayesinde kurtulacakları inancı bulunmaktadır. Bu inancın, Babil esareti yıllarında, İran mitolojisindeki Yahudilere, Davud soyundan bir «Mesîh» geleceği, onun sayesinde «Tanrı Krallığı»nın kurulacağı ve seçkin kavim olan Yahudilerin delâletiyle yeryüzündeki bütün insanların kurtulacağı fikrinin aşılandığı ileri sürülen görüşler arasındadır. Wıscaerk, bu inancın Yahudiliğe Zerdüştîlikten geçtiğini kabul etmekle beraber, aynen değil; fakat ilk elementlerini alarak kendi içlerinde geliştirdiklerini savunmaktadır.


Mesih kavramının ne zaman ve nasıl doğduğunun kesin olarak cevaplandırılmasının zor olduğunun ileri sürülmesine rağmen, Yahudi fikriyatının son zamanlarında, Yahudi Kutsal Kitabı’nın (Tanah) Daniel bölümünde «insanoğluna benzer» birinin gökten bulutlarla beraber gelip «ebedî bir saltanat» kuracağı gibi fikirlerin yer alması bazı araştırıcıları, Mesih fikrinin Zerdüştîlikten alındığı kanaatine sevketmiştir.


Bu fikrin menşei ile ilgili diğer bir görüş, her dinin psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğması, gelişmesi şeklindedir. Yahudilikte de bu fikir vardı; fakat daha belirgin bir şekil almasında İranî düşünceden etkilenmiş diyenler de bulunmaktadır. Guignebert, İran düşüncesindeki “Hayi” denilen şeyin Yahudilikteki «Mesîh» ile aynı olduğunu: ancak Yahudilikteki Mesîhle beraber «beklenen» kelimesinin kullanılmasının onun daha önce var olduğunun delili bulunduğunu ileri sürmektedir. Mesih’in Musa döneminde de beklendiğini ve Davud’un «Beklenen Mesîh» olarak vasıflandırıldığını belirten bazı araştırıcıların görüşünden destek alan Guignebert, Mesîh fikrinin Babil sürgününden önce Yahudiler arasında yaşadığı kanatine ulaşmaktadır.


Bu konudan bahseden kaynakların büyük çoğunluğu, Yahudilikteki “Mesih inancı”nın, Babil esaretinden İran’ın yardımiyle kurtulup ikiyüz yıl kadar İran kontrolünde kaldıkları sırada, İran’ın dinî inancı olan Zerdüştîlikteki fikirlerden etkilendiğine yer vermektedir. Aslında bu fikir, hemen hemen her dinde değişik şekil ve adlar altında, fakat aynı mahiyette olmak üzere bulunmaktadır. Bu da, ya bir peygamberden veya bir din kurucusundan sonra, bozulan düzeni İslah etmek, insanları doğru yola sevketmek ve «dini tamamlamak» üzere «birisi» nin gelmesi şeklindedir. Hemen her dinde var olan bu anlayış, çeşitli yorumlara sebep olmuştur. Neticede bu kapı, yalnız İslâm’la kapanmıştır. Çünkü dinin tekâmülü İslâmla olmuş; hiç bir dinde olmayan özellik, yani Kur’ân’ın korunmasını Allah’ın üzerine alması, İslâm’da bulunmaktadır. Diğer dinlerde olan gelecek bir din tamamlayıcısı da İslâm’da yoktur ve Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Böylece bu kapı İslam’la kapanmıştır. Bununla beraber yeryüzünde mevcut hemen her dinin mensupları, kendi kutsal kitaplarınca veya geleneklerinde bulunan bu kabil bilgi ve işaretleri öne çıkararak, yorumlayarak bazı inanç ve anlayışlara ulaşmışlardır. Bunlardan birisi de «Mesîh inancı» dır. Yahudi Kutsal Kitabı’nda da, kültürlerinde de dağınık olarak bu inanca rastlanmaktadır. Ancak bu inancın «Mesîh» şeklini alması Babil sürgününden sonradır. Bunun için Yahudilerdeki «Mesîh» fikrinin doğuşu yabancı tesirlere ve özellikle İrani tesirlere bağlanmaktadır. Bize göre, îran düşüncesi, Yahudilikte dağınık olarak bulunan bir fikrin sistemleşmesine sadece yardım etmiş, dinlerde ortak bir fenomen olan «Mesîh» anlayışına Yahudi karakterinin kazandırılmasını sağlamıştır.


Yahudilikteki bu Mesih. Davud soyundan gelecek, adı «îmmanuel» (Tanrı bizimle) olacak. Beytlehem’de bakire bir kızdan doğacaktır. Bu Mesîh, ilâhî nitelikte, Tanrı gücünü taşıyan bir kişiliğe sahip olacak ve Tanrı Yahve’nin temsilciliğini yapacaktır. Yahudi peygamberleri tarafından geleceği ileri sürülen bu «Mesîh» in ilâhî ve cismanî iki yönü bulunacaktır. İlâhi Mesîh, Yahve’nin hizmetkârı olup, Tanrı’nın ruhunu benliğinde taşıyacaktır. Cismanî Mesîh ise, Davud soyundan yüce bir kral olacaktır. Yahudilerde Mesîh, İnsanî tabiata sahiptir, fakat meshedilmesinden dolayı kutsal bir güce kavuşmuştur. Tanrı’nın himayesinden dolayı da masumdur, suç işlemez. O, Tanrı’nın özel lütfuna sahiptir ve O’nun yeryüzündeki vekilidir.


İsrail kralları da, Tanrı tarafından seçildikleri için, İlâhî güce sahiptir ve Tanrı Yahve’nin takdisine mazhar olmaktadırlar. Bu takdis kutsal yağ ile gerçekleştirilmektedir. Kralın yağlanması Tanrı’nın ruhu ile olmakta ve onlar da «Mesîh» olarak görülmektedir. O, sadece Tanrı’nın seçilmişi değil, fakat aynı zamanda O'nun oğludur. Krallıkta Hz, Davud’un Önemli bir yeri olduğu gibi, Mesîhlikte de önemli bir yeri vardır. Yahudilikte beklenen Mesih, Davud soyundan olacaktır. Mesîhlik tarihinde peygamber Nathan’m mucizesi önemli bir rol oynamaktadır. Bu mucizeye göre Davud-Tanrısı ve kendisi için ev yapacak; Tanrı ona baba, o da ona oğul olacak; soyundan gelenler kendisinden sonra duracağı gibi krallığı ve tahtı ebedî kalacaktır. Millî bir kriz anında İşaya, Nathan’ın mucizesine dayanarak, Yahudileri kurtaracak olan İmmanuel’in doğacağını haber vermekte ve onun Davud’un tahtı üzerine oturacağını, zamanında olacak işleri, mucizeleri teferruatı ile anlatmaktadır. O, kral gibi krallık edecek, akıllı davranacak, memlekette doğruluk ve adaletle hükmedecektir. Onun günlerinde Yahudiler kurtulacaktır. Hezekiel, yeni bir «Davud» ilan etmektedir. O, ona sadece prens ünvanı vermektedir. Zekerya ise “mesholunmuş”ları ikiye çıkarmaktadır.


Yunan zulmü altında, M.Ö. II. yüzyılda, Yahudi ruhbaniyetinin otoritesi tamamen gücünü kaybetmişti. O zaman, «sonun» yaklaştığını haber verecek ve peygamberliği mühürleyecek, Yahudileri bulundukları sıkıntıdan kurtaracak mesîhî. bir dalga başlıyor. Son mesîhî mucize olarak, «tanrınınoğlu» bulutlar arasından görünüyor. Bütün göklerin altındaki krallıkların büyüklüğü, «Yüce Olanın Mukaddeslerinin halkına» verilecek ve onun krallığı ebedî krallık olacak, bütün saltanatlar ona baş eğecek, kulluk edecektir, îşte Daniel ile Yahudilere verilen bu müjde ve ümit, yıllarca, onları çeşitli yorum ve olaylarla, ayakta tutmaya yaramıştır. Bugüne kadar da Yahudiler, bu mucizenin gerçekleşmesini beklemişlerdir.


Yâhudilere göre, Hz. Musa, tahminen M.Ö. 1250 yıllarında, îşrailoğullarını Mısır’dan, Firavun’un zulmünden kurtararak «millet» olma şuuruna kavuşturmuş; «Arzı Mev’ûd»a götürmek üzere yola çıkarmış; fakat «va’dedilen diyara ulaşamadan vefat etmiştir. Yerine geçen Yeşu zamanında «Ken’an Ülkesi»ne varılmış; dinî merasimler ve takdimelerin yerine getirilmesi için bir «mezbah» inşa edilmiştir. Hz. Davud’un saltanat döneminde Kudüs merkez edinilmiş ve «Mâbed»in (Beyt ha-Miktaş) inşa çalışmalarına başlanmıştır. Mabet'in bitirilmesi Hz. Süleyman döneminde olmuş ve bu dönemde Yahudi krallığı en muhteşem devrini yaşamıştır. Hz. Süleyman’ın ölümü ile Yahudi krallığı güneyde Yahuda, kuzeyde İsrail olmak üzere ikiye bölünmüştür. İsrail krallığı M.Ö. 722 yılında Asur; Yahuda krallığı M.Ö. 586 yılında Babil tarafından işgal edilmiş, Mabet yakılıp yıkılmış ve Yahudi bağımsızlığı son bulmuştur. Yahudilerin Babil esareti, M.Ö. 538 yılındaki İran hâkimiyetine kadar sürmüştür. Yahudiler, M.Ö. 332 yılında Büyük İskender’in istilasına kadar, İran kontrolünde kalmış ve İran İmparatorunun yardımiyle Mâbed’i yeniden yapmışlardır. Ancak Mâbed, daha sonra Yunan tanrılariyle dolmuştur. M.Ö. 163’de Yahudiler Mabedi ele geçirip Yunan tanrılarından temizlemişlerdir. M.Ö. 157’li yıllarda siyasî ve dinî yönden bağımsız bir Yahudi devleti kurulmuştur. Bu devlet de M.S. 70 yılında Romalıların hâkimiyetleri ve Mâbed’in tahribiyle son bulmuştur. Böylece Yahudiler, 1948 yılına kadar devam edecek olan yabancı hâkimiyetine ve sürgüne mahkûm edilmişlerdir.


M.S. 70 yılında Mâbed’in Romalılar tarafından yıkılması, Yahudilerin dinî ve siyasî bağımsızlığına son vermiştir. Yahudiler için bağımsızlık simgesi olan Mâbed’in tahribi, günlük ve mevsimlik bir takım ibadetleri, kurban takdimlerini icra edilemez duruma düşürmüştür. Bu durumdan kurtulmak için Bar Kohba’nın idaresinde giriştikleri isyan da kanlı şekilde bastırılmıştır. Bundan sonra Yahudiler. Kutsal Kitap yorumlarına, tefsirlerine, geleneklere ve «apocaliptik» vizyonlara sarılmış, onlardan bazı ipuçları çıkarmaya çalışmışlardır. Bu ipuçları arasında, Yahudileri esaret ve sürgünden kurtarıp “Arz-ı Mev’ûd”a götürecek; Mâbed’i yeniden bina edecek «bir kurtarıcı»nın geleceği bulunmaktadır. Bir ümit haline gelen bu «kurtarıcı», Yahudilerin tek tesellisi, kurtuluş gününün müjdecisi «Mesih» dir. Bu Mesîh, Ahdi Atîk’te (Tânah) ve onun yorumu durumunda olan şifahî gelenekte etraflıca işlenmiş; bir doktrin halinde kalmış ve müesseseleşmiştir. Daha sonra Yahudi iman esasları arasına girmiştir. Buna bağlı olarak İsrailoğulları, peygamberlerinin verdikleri sözlere uygun olarak, sürgünden kendilerini kurtaracak, Mâbed yeniden inşa edecek ve diğer din mensuplarına galebe çalacak bir «Mesih»in geleceğine kesin olarak inanmışlardır. Onlar, esaret ve sürgünü günahlarının bir cefası görmekte ve Allah’ın adaleti gereği bu cezanın sona ereceğini düşünmektedirler. Bu da, Davud oğlu “Mesih” ile olacaktır. O, Kudüs’ü düşmanlardan temizleyecek ve kavmiyle oraya yerleşecektir. Yahudiler, bulundukları yerlerden Filistin’e toplandıklarında yeniden dirilme zamanı da gelmiş olacaktır. Süleyman Mabedi yeniden yapılacak, Allah’ın nuru yine onun üzerine yerleşecek ve genç - İhtiyar, efendi- köle bütün İsraillilere nübüvvet nuru ihsan edilecektir. Bu mukaddes devir, zamanın sonuna, yani bu dünya yerini diğerine terk edene kadar devam edecektir.


Yahudilikte, Tanah’ın ilk beş kitabını teşkil eden “Tora”nın (Tevrat) Hz. Musa'ya indirilmesiyle «din» tamamlanmamaktadır. O, yerini Yeşu’ya bırakmakta ve nebiler birbirini takibetmektedir. Tora’nın İndirilmesini takibeden yüzyıllar içinde gelen nebiler silsilesi, Ahd-ı Âtîkı’te (Tanah) Malakı ile sona ermekte; fakat ileride gelecek ve «Mesih«in haberciliğini yapacak olan îlya’yı bekleme ümidi sebebiyle «Nübüvvet» müessesesi açılmaya hazır bir kapı gibi durmaktadır. Bu kapı, bugüne kadar da kapanmış değildir. Çürikü Yahudiler, ner sıkıntıya düştüklerinde va’dedilen kurtarıcıyı beklemişlerdir. îlya'nın haberciliğini yapacağı «Mesîh«, çoğu zaman, Yahudilerin siyasî ve maddî zaferini sağlayacak büyük bir kral, kudretli bir şef olarak tasavvur edilmektedir.


Yahudiliğin ilk baba dini olduğunu, onlara mükâfat olarak seçilme, sonuç olarak da dünya hâkimiyeti va’dedildiğini ileri süren Freud; Musa’nın, Yahudilere, Tanrı’nın seçkin kavmi bulundukları şuurunu aşılayarak, sıkıntı anlarında bile bu mirası iyi değerlendirmeye sevkettiğini; Mâbed’in Romalılar tarafından sonra, haham Yahanan ben Sakai’nin özel müsaade ile Tevrat’ın (Tora) tetkik ve tefsiri için bir okul açtırdığını ve Kutsal Kitab'ın bu şekilde incelenmesi sayesinde dağılmış olan kavmin biraraya toplanabildiğini belirtiyor. Gerçekten Yahudilik, biri Allah’ın birliği, diğeri ise İsrail’in seçilmiş milleti olması gibi iki temel üzerine kurulmuştur. Bu seçilmişlik, Talmud ve Siyon önderlerinin protokollarında mübalağalı bir şekilde yorumlanmaktadır. Daniel Kitabı’nda da ebedî hayat işlenmekte ve bu hayatın da sadece Yahudilerin hakkı olduğu vurgulanmaktadır. Ancak sahip oldukları bu üstünlük onlara mesuliyet yüklemekte; bu mesuliyeti taşıyamamaları, Allah’a verdikleri söze riayet etmemeleri intikam ve cezalandırılmalarına yol açmaktadır.


Beklenen Mesih inancının doğmasında, seçilmiş ve üstün millet olma fikrinin de rolü bulunmaktadır. Çünkü onlar, kendilerini, zannettikleri gibi, beşerin en hayırlısı ve temizi göremediler; belâ ve musibetlerden kurtulamadılar. Onların düşünürleri, bu musibetlerden ve uçurumlardan Yahudileri çıkaracak ve istedikleri mevkilere ulaştıracak bir kurtarıcının fikrine yöneldiler. Bu kurtarıcıya da «Mesîh - Muntazır» adını verdiler ve sema’nın elçisi olarak vasıflandırdılar. Onu, kendilerini irşâd ve hidâyetiyle hak ettikleri şan ve şöhrete ulaştıracak bir kumandan olarak da gördüler, Guignebert’e göre Mesîh, normal bir insan değil, semavî bir insandır; gönderilme vaktine kadar semada kalacak, Tanrı onu gönderdiğinde kendi kuvvetini verecek ve o “insanoğlu” lakabını taşıyacak. Tanrı ile insan arasında bir tabiata sahip olacaktır.


Yahudi Kutsal Kîtabı’nın (Ahd-i Atık), çeşitli dönemlerde, incelenmesi neticesinde elde edilen ipuçları, Talmud’da yeralan «meshedilmiş» kralla ilgili kısımlar «Mesîh»in geleceğine delil kabul edilmiştir. Bu, Ortaçağın en büyük Yahudi düşünürü Musa ibn Meymun’un tesbit ettiği «Onüç Prensip» içerisinde de yeralmıştır. îbn Meymun’un tesbit ettiği bu Onüç Prensip; Yahudilerin iman esasları olarak bugüne kadar kabul edilegelmiştir. Böylece Mesih inancı Yahudi iman esasları arasına girmiştir.


Freud, Musa’nın kavmi tarafından katledildiğinin Hoşea’nın kitabında hata kabul etmez bir şekilde belirlendiğini; fakat bu kavimde, Bâbil esaretinin sonunda, katlettikleri bu adamın dirilerek onları ebedî huzur diyarına götüreceği umudunun canlandığını; sürgünde bulundukları sırada çektikleri sıkıntıların onlara hürriyet fikrini ve birbirlerine bağlılığı geliştirdiğini kaydediyor. O, Musa’ya atfedilen suçluluk durumunun Mesih’e dönüşünü, kavmine kurtuluş ve dünya hakimiyeti vermesi için bir tahrik unsuru olduğunu; Musa Mesih ise, İsa Mesîh onun halefi ve devamı olduğunu işaret ediyor ve seçilmiş bir kavim olmanın onlara yüklediği sorumluluğu ve bunun yeterli olmayacağını da şöyle dile getiriyor : «Bir halka devamlı ruhî tesirler meydana getirebilmek üzere kendilerinin Tanrı tarafından seçilmiş olduklarını telkin etmek yeterli değildir. Bu teminat yeterince isbatlanmış olarak inançların pekiştirilmesi bakımından sunulmalıdır. Musa dininde hicret böyle bir delil teşkil eder. Tanrı ve O’nun temsilcisi olan Musa bunun böyle olduğunu bıkmadan, usanmadan tekrarlamıştır». Freud, Yahudiler arasındaki dayanışmanın başkaları tarafından nefretle karşılanmasmın normal, fakat onların ev sahiplerinden, farklı davranmalarının affedilmez hata olduğunu da ifade ediyor.


Daha başlangıçta Yahudiler, Mesih’in Davud neslinden, muzaffer, fethedici bir kral olduğunu zannetmekte ve onu «Allah’ın oğlu» olarak isimlendirmektedirler. Onun, İsrail'i kurtaracak, Yahudileri Filistin’de toplayacak ve Tevrat’ın hükümlerini tatbik edici olarak geleceğine itikad ediyorlar. Onlar, zaman zaman, Davud neslinden olmasa da düşmanlarıyle savaşanlara «Mesîh» adını verirler. Bu bekleyişleri arasında Mesîh gelmeyince, Mesih’in güvenilir, âdil, dinî ve içtimaiyatı düzene koyan bir İslahatçı olarak ileride geleceği inancıyla beklemeye koyulurlar.


Bütün bunlara rağmen Yahudilerin iman esasları arasında yer alan Mesîh onların umudu haline gelmiştir. Aslında bu umut Yahudi dininin bir vasfıdır. Herkes, Yehova’nın kavmine büyüklük ve mutluluk vereceği çağı güvenle bekler. Bu çağda, îsrailoğulları sürgünden kurtulacak, Süleyman Mabedi yeniden inşa edilecek; Tanrı'nın nuru onlar üzerine yerleşecek, seçkin kavim olup İsrail’e toplanacak ve Tanr’nın Devletini kuracaklardır. Bu görüşün bazan millî çerçeveden taşıp, bütün milletlere de şâmil olduğu görülmektedir, O gün, onlar için, sevinç ve bayram günüdür. Ondan sonra, onların çalıştığını başkaları yemeyecek, bina edip de başkaları oturmayacaktır. Bütün bunlar, çileli bir milletin kurtarıcı beklediği ve umut âleminde yaşattıkları şeyin hakikat olmasını istemenin bir gayreti şeklinde yorumlanmaktadır. Daniel, IX/24 - 27’de Yahudilerin bekledikleri Mesih’in vasıfları ve geleceği zaman belirtilmiştir.


Örs de, her çileli milletin bir kurtarıcı beklediğini, bu kurtarıcı beklemenin umutsuzluğa düşüldüğü zamanlarda daha fazla görüldüğünü ve «... Osmanlı İmparatorluğunun güçlü zamanlarında Allah’tan gayri tabiatüstü varlıklardan yardım, beklenildiğine pek az rastlanıldığı halde, çöküş zamanlarında ‘Mehdî’ ve benzeri inançlara çok rastlandığını, Yahudilerin de, devletlerini kaybedince ümitlerini ‘David’ soyundan bir kralın gelmesine bağladıklarını»  kaydediyor.


Aslında yahudiler, kendi nefislerinin (ve ihtiraslarının esiri olmuşlardır. Buna rağmen onları hiçbir şey hür kılamaz. Onların hürriyet anlayışı, dünya hâkimiyeti fikri olsa gerek. Zaman da bunu gösteriyor. Çünkü Yahudilik Hz. Musa’ya Sîna dağında Tevrat’ın verilmesiyle başlar. Hz. Musa'dan önce Firavun’un onlara kötü davrandığını ve Tanrı’ya feryad ettiklerini; Rabbın da seslerini işitip onlan Mısır’dan çıkardığını -ki bu Hz. Musa’nın çıkarışı- Tevrat’ta görüyoruz. Tevrat’ın çeşitli bölümlerinde, ideal bir kralın geleceği ve her şeyi düzelteceğini vaadeden yerlere rastlıyoruz, fakat bu kral için Mesih dendiğine rastlamıyoruz. Meselâ; «İşte, Davud’a salih bir kök sürgünü çıkaracağım günler geliyor. Rab diyor, bir kral gibi krallık edecek ve akıllı davranacak ve memlekette, doğruluk ve adalet edecek! Onun günlerinde Yahuda kurtulacak ve İsrail emniyette oturacak; ve onu çağıracakları isim şudur: Yehova salâhımız » Bir başka yerde de şöyledir: «... İsrail üzerine hükümdar olacak adam o ana senden çıkacak ve onun çıkışı eski vakitten, ezelî günlerdendir.» Ve «Ey Sion kızı, büyük sevinçle coş; ey Yeruşalim kızı, bağır; işte kralın âdildir ve kurtarıcıdır; alçak gönüllüdür, ve bir eşek üzerihe, evet, eşek yavrusu üzerine binmiş, sana geliyor». Mevcut' metinlerdeki en kesin ibare Malaki’dedir : «İşte, Rabbın büyük ve korkunç günü gelmeden önce, ben size peygamber İliya’yı (Eliyahu) göndereceğim». Bu İlya (Eliyah’j), Yahudilere göre, Mesih’in habercisi olan peygamberdir. Malaki de Mesih’ten önceki son peygamberdir. Tevrat’ın çeşitli bölüm ve baplarında görülen ifadelerde bir Mesih lâfzı geçmiyor, kral lâfzı geçiyor ve bu kral lâfzı da Yahudilerin bekledikleri kurtarıcının vasıflarını havidir. Bu cümleler, daha sonra, çeşitli tefsirlerle başka şekle bürünecek ve Mesîh intizarı devralacaktır. Bu Mesîh, tahminen M.S. 70 yılında kutsal Mabedin yıkılmasından sonraki yıllarda yazılan Talmüd’da yer alıyor. Talmud’un (") Sanhedrin '97 a -97 b’de şöyle denildiğini Örs kaydediyor ; «Elia’nın sinagogunda şöyle öğrettiler; Dünya altı bin yıl duracak; iki bin yıl şaşkınlık, iki bin yıl yol gösterme, iki bin yıl da Mesih’in zamanı. Ama bizim pek çok olan suçlarımız yüzünden bunlar geciktikleri gibi geçtiler (Yani Mesih’in gelmesi gecikti)».


Yedi asır önce Yahudi muharrirlerinden Moşe ben Majemin şunu söylüyor ; «Tevrat, bize yeni bir cümle sermekte ve çeşitli renklerde Mesih’in geleceğini ve Yahudiliğin bütün dünyaya hakim olmasının ergeç hakikat olacağını bildirmektedir».


Yahudiler, Tevrat’ta geçen kral lâfızlarını «Mesih»e hamledip onu daha da genişleterek eserler vücuda getirmişlerdir. Onlar, siyasî hayatlarının son bulması ve Hz. İsa'nın gelmesi olayından sonra, tehlikeli günler yaşamışlardır. Onlar için tek kurtuluş, Mesih’in gelmesidir. O yüzyıllarda, Hz, İsa’nın gelmesi onları hayâl kınklığına uğratmıştır, çünkü onların beklediği Mesih, Davud soyundan olacak, kendilerini Romalıların elinden kurtaracak, dağılmış olan Yahudilerin Arz-ı Mevû'dda toplayacak bir kişidir. Halbuki Hz. İsa’da bu vasıflar bulunmuyor. O, insanları doğru yola getirecek Allah’ın bir Peygamberidir. Yahudiler, Hz. İsa’yı, o günlerde «Mesîhim» diye ortaya çıkan Theudas gibi kabul edip, sahte Mesîh muamelesine tabi tuttular. Çünkü Kitab-i Mukaddes’te sık sık işlenen tema şöyledir: Günahı bitirecek, suçları sona erdirecek, fesat için Kefaret edecek, ebedî salahı içeri getirecek; Yeruşalim’i eski haline koyacak; mesholunmuş (Mesîh) gelecektir. Halbuki İsa, Sebt (Cumartesi) gününü ihlâl ediyor, Yahudilerin beklediği dünya hakimiyeti fikrini gerçekleştirmiyor. Bu vasıflarla Yahudilerin anladığı ve bekledikleri Mesîh olamıyor. Böyle olunca, onların Mesîh’i, şartlar tamamen elverişli olunca gelecektir.


Gerşom Şalom (Gersöm Scholem), Mesîhî hareketin doğmasına birçok faktörlerin etki ettiğini, bu noktada tarihçilerin yanıldıklarını ve Sabatay’ın çıkışına, o dönemdeki bazı hareketlerin sebep olduğunu ileri sürüyor. O, Polonya Yahudi Felâketinin; harpler, kıtlık, Tanrı yolundan sapmaların Mesîhlik çağını hazırladığını; bunun da, yabancı idarenin zulüm ve baskısını tatmış bir neslin acı tecrübesinin bir neticesi olduğunu kaydediyor. Yine Şalom, Mâbed’in yıkılmasının Yahudilerde varolan kurtuluş ümidini ve Kudüs’e dönüş fikrini söndüremediğini, Apocaliptik literatürün sürekliliği, Ortaçağ boyunca bir çok Mesîhî hareketin, geçmiş tarihin yeniden arzu ile yazılmasına sebep olduğunu ve bu Mesîhliğin, «ceza görenlerin ceza verenlerden öç almasının» detaylarının etraflıca işlendiği Talmuttan kaynaklandığını belirtiyor.


Mesih’in Gelmesini Hazırlayan Şartlar,  Mesih Devrinde Yapılacak İşler  ve  Siyon İdeali:


Yahudilikte Mesîh gelmeden Önce olacak şeyler şöyle özetlenebilir:


Dünyada ahlâksızlık, dinsizlik hâkim olacak; insanlarda utanma duygusu azalacak, pahalılık artacaktır. Tanrı’nın düşmanları Kudüs’e saldıracaktır. Âlimler meclisi fahişeler yuvası olacak; Tevrat âlimlerinde bilgi kalmayacaktır. Günahtan çekinenler küçük görülecek, büyük küçük farkı kalkacak, küçükler büyükleri saymayacak; oğul babasına, kız anasına, gelin kaynanasına karşı gelecektir. Felâketler birbirini takip edecek, savaş, hastalık ve benzeri şeyler insanları saracaktır. Dünyada verim azalacak: bağ, bahçe ve tarlalar bakımsız kalacak, ülke çöle dönecektir, Kudüs harap alacak; yabanî eşeklerin ve sürülerin gezinti yeri haline gelecektir. Babilliler İsrail ülkesine ayak basacak; Fars (İran) atları İsrailoğullarının mezarlarını çiğneyecektir.


Yukarıda belirtilen şartlar vuku bulduğunda Mesih'in gelmesi yaklaşmıştır. Bu durumda Yahudiler, Kabbala’ya başvurarak, «Mesîh»in geleceği yılı ve ayı tesbit etmeye çalışmışlardır. Tesbit edilen tarih tutmayınca veya Mesîh’im diye ortaya çıkanların sahte oldukları anlaşılınca: tevil yoluna sapılmış ve ileriye bırakılan tarihler verilmiştir. Mesih’in gelmesi gecikince bunu, Sebt gününü ihlâl etmelerine ve günahkârlıklarına atfetmişlerdir.


Tanrı’nın yeryüzündeki vekili kabul edilen Mesîh, Yahudilere olduğu kadar Yahudilerin dışındaki milletlere de hükmedecektir. O, inananlara Tanrı’nın rahmetini, inanmayanlara, küfredenlere de lanetini getirecektir. Mesih’in hâkimiyetini kabul etmeyenler, ilâhî cezaya uğrayacaktır. Âdil bir hükümdar olarak o, Davud’un tahtından dünyayı idare edecektir. Bu taht, Siyon tepesinde yükselecektir.


Yahudi literatüründe ve Mesih anlayışında «Siyon» önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü Yahudi tarihinin en parlak dönemi, Hz. Davud ve Hz. Süleyman dönemleridir. Hz. Davud, Kudüs’ü alarak Yahudiler’in en parlak devresini başlatır. Onun oğlu Hz. Süleyman da, babası tarafından hazırlatılan yere, Mâbed’i yaptırır ve «Ahid Sandığını Mâbed’in bir odasına koydurur. Mâbed’in yapılmasından sonra orası Yahudiler için merkez olur ve sürgün döneminde de hep oraya dönme hayaliyle yaşarlar. Bunun için Mesih anlayışında “Siyon tepesi” önemlidir. Mesîh, «Tanrı’nın evi»ni Siyon tepesinde inşa edecektir. Bütün milletler ona akacak ve şöyle diyeceklerdir: «Gelin, Rabbın dağına, Yakub'un Allah’ın evine çıkalım; kendi yollarını bize öğretecek ve onun yolunda yürüyeceğiz. Çünkü Şeriat Siondan, Rabbin sözü Yeruşalimden (Kudüs) çıkacak. Ve milletler arasında hükmedecek, çok kavimler hakkında karar verecek; kılıçlarını sapan demirleri ve mızraklarını bağcı bıçaklar yapacaklar; millet millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi Öğrenmeyecekler».


Mesîh devrinde, «Rabb evinin dağı» Siyondan yükselecek ve diğer dağlardan daha fazla ihtişama sahip olacak, cennet bahçelerine benzeyecektir. Mesih'in getirdiği dinî ve ahlâkî hayatın bir mükâfatı olarak mahsûl artacak; çöller verimli hale gelecek; orda akasyalar, zeytin ve selviler yetişecek, ağaçlar da devamlı meyve verecektir. O gün, sular fışkıracak, steplerden dereler akacak ve derelerde göller oluşacak; dağlar, tatlı şarap, tepeler süt akıtacaktır. Rabb’ın evinden bir kaynak çıkacak ve Şittim vâdisini sulayacak; çöller de Aden bahçesine dönecektir. Tabiat eski halini alacaktır. Ayın ışığı güneşinki gibi parlak; güneşin ışıkları da bugünkünden yedi kat fazla olacaktır.


Bu devirde, hayvanlar vahşiliklerini kaybedecek; kurt kuzu ile beraber oturacak; kaplan oğlakla beraber yatacak; buzağı, genç aslan ve besili sığır bir arada olacak ve bunları küçük bir çocuk güdecektir. İnekle ayı otlanacak ve aslan da sığır gibi saman yiyecektir. Emzikteki çocuklar, yılan deliği üzerinde oynayacak ve ellerini yılan deliğine soktukları halde zarar görmeyeceklerdir.


Mesih, halkını ve ülkesini düşmanlara karşı koruyacak; hâkimiyetini denizden denize ve Irmaktan yerin uçlarına kadar yayacak; dağılmış olan İsrailoğullarını biraraya toplayacaktır. Mesîh, ülkesini ilâhı kanunlara göre yönetecek; hâkimiyeti altındaki bütün milletleri sulh ve refah içinde yaşatacak; harbi kaldıracak, kılıç ve mızrak gibi harp âletlerini ziraat âletlerine dönüştürecek; millet millete karşı kılıç kaldırmayacaktır. Ceng öğrenilmeyecek; harp arabaları, ok ve yay kırılacak; kanlı çizme ve elbiseler yakılacaktır.


Mesîh devrinde, Kudüs ve halkı zulüm, sefalet ve yokluktan kurtulacak, sulh ve sükûna kavuşacaktır. Yahve’nin milleti (Yahudiler), kendi evine, bağına, bahçesine ve tarlasına kavuşacak; artık ondan sonra, onların bina ettiğinde başkası oturmayacak, onların diktiğini başkası yemeyecektir. Çünkü bu dönem, Tanrı’nın «İsrail evi» ile, «Yahudi evi» ile “ahd”ini yenilediği bir dönemdir. Dünya Rabb’ın bilgisiyle dolacak; herkes Yahve’yi bilecek ve O’nun emirlerini yüreklerinde duyacaklardır. Tanrı da onların fesatlarını bağışlayacak ve suçlarını aramayacaktır. Rab Sion’dan ve Yeruşalimden (Kudüs) seslenecek; gökle yer sarsılacak, fakat Yahve kendi kavmi için sığınacak yer ve İsrailoğulları için hisar olacaktır. Kudüs mukaddes olacak ve artık onun içinden yabancılar geçmeyecektir.


İşte bu vasıfları taşıyan Mesih gelmeden önce, onun bir habercisi olan İlya gelecektir. Malaki’de o şöyle müjdelenmektedir : «Kulum Musa’nın şeriatını, kanunları ve hükümleri anın, o şeriat ki, Horeb’de bütün İsrail için ben ona emrettim. İşte, Rabbın büyük ve korkunç günü gelmeden Önce, ben size peygamber îlya’yı göndereceğim. O da babaların yüreğini oğullara ve oğulların yüreğini babalarına döndürecektir; ta ki, gelip dünyayı lanetle vurmıyayım».


llya’nın bu gelişi herhangi bir bayram gününe tesadüf etmeyecektir. O, Mesih’in gelmesinden üç gün önce, Filistin dağlarında görünecek ve Mesih’i müjdeleyecektir. Mesîh geldiğinde ona hizmet edecek; Yahudilerin aile hayatlarını düzenleyecek, dinî meseleleri halledecek; kudret helvasını, kutsal suyu ve kutsal mesh yağını, Harun’un değneğini geri getirecektir.


Bu Mesîh devrinin ne kadar süreceği ihtilaflıdır. Ancak Mesih’in ölümünden sonra bütün insanlar ölecek, hiçbir canlı varlık kalmayacak ve dünya yedi gün sessizlik içinde kalacaktır. Belirli bir zaman sonra da “haşr ve hesap günü” gelecektir.


Yahudilikte yer alan, etraflıca işlenen, iman esasları arasına giren ve Yahudilerin ideal hir dönemini başlatacak bu Mesih kimdir ve ne zaman gelecektir? Yahudilerin bu zaafından istifade ederek tarihte çok sayıda «Mesîh« ortaya çıkmıştır. Böylece sahte Mesîhler devri başlamıştır. Ortaya çıkan bu Mesîhler, beklenen «ideal düzeni» kurmaya muktedir olamadıkları için «sahte Mesîhler» olarak adlandırılmışlardır. Onlardan da kısaca bahsedeceğiz.


Yahudi Tarihinde Mesîhî Hareketler:



Esâret altında sıkıntıları artan Yahudiler, Tanah’ta haber verilen ve Talmut’ta etraflıca işlenmiş olan Kralı (Mesîh) beklemeye başlamışlardır. Hattâ daha Mâbed Romalılar tarafından tahrip edilip dinî ve siyasi bağımsızlığa kesin olarak son verilmeden önce, Yahudi Kutsal Kitabı'nda yeralan bilgilere göre, Mesihliğini ilan edip Yahudileri siyasî bağımsızlıkları için etrafında toplamaya çalışanlar olmuştur. Ahd-i Atîk’teki bu tür fikir ve düşüncelerden İstifade ederek Mesîhliklerini ilân edenleri şu şekilde özetleyebiliriz:


Miladî 44 yılında Theudas, Mesîh olarak ortaya çıkmış ve kendisini «Mesîh» kabul ettirmeye çalışmıştır. O, Roma Valisi üzerine kuvvet göndermiştir. Gönderdiği kuvvetin bir kısmı öldürülmüş; bir kısmı da Theudas ile beraber esir düşmüş ve Theudas’ın boynu vurulmuştur. Ona inananların 400 kadar olduğu ve bu yüzyılda ortaya çıkan Mesîhlerin de 50-60 civarında bulunduğu ileri sürülmüştür.


M.S. 66-70’deki isyanın başında bulunan Menahem de «Mesîh» olduğunu iddia etmiştir.


Tarihte asıl Mesîhî hareket, Roma İmparatorluğunun Yahudi bağımsızlığına son vermesiyle başlamıştır. Bu tarihten sonra ortaya çıkan Mesîhler, halk arasındaki bazı düşünce ve inançlardan faydalanarak, Yahudileri Roma tahakkümünden kurtaracakları vadiyle işe başlamışlardır. Bu hareketler, XVII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiş ve Ortaçağ’da «Mesîh» lerin sayısı oldukça artmıştır. Bımlardan, Sabaatay Sevi hariç, tarihte fazla bir iz kalmamıştır. Ortaya çıkan bütün bu Mesîhlerin ortak gayesi; İsrailoğullarını bağımsızlığa kavuşturarak Filistin’i istilâ, orada «Süleyman Mabedi»ni inşa etme ve «dünya hâkimiyeti»ni yeniden canlandırmadır.


Mesîhî hareketler, Mâbed’in tahribinden 60 yıl kadar sonra, Simon Bar Kohba (Koziba) ile yeniden canlanmıştır. Bar Kohba, miladî 132-135 yıllarında, Roma’ya karşı bir isyan vücuda getirmiştir. O, başarılı olmuş ve adına paralar bastırmıştır. Ancak ömrü üç yıl kadar sürmüştür. Romalılar, bu isyanı korkunç şekilde bastırmış ve Siyon tepesine «Jüpiter Tapınağı»nı yaptırarak Yahudilerin oraya girmelerini yasaklamışlardır. Romalılar, Yahudilere sadece yılın belirli günlerinde Mâbed’in geri kalan Batı Duvarını (Ağlama Duvarı) ziyaret etme ve ağlayabilme müsaadesi vermişlerdir. Bu müsaade ile Yahudiler, tarihte eşine pek rastlanmaz bir millî bağlılık örneği göstererek, iki bin yıl bu duvarın dibinde ağlamış ve yok olmuş devletlerini anmışlardır. Onlar, iki bin yıllık bir bekleyişten sonra, 1948 yılında, İsrail’e dönebilmeyi başarmışlardır.


Bar Kohba, Mesîhliğini ilân ettiği zaman, Rabbi Akiba (Öl. 135) tarafından «Kral Mesîh» olarak karşılanmıştır. Akiba, onun Mesîhliğini, Ahd-i Atîk’teki «Yakup’tan bir yıldız çıkacak» (Sayılar, XXIV/27) cümlesini «Yakup’tan Koziba (Kohba) çıkacak» şeklinde yorumlayarak, kabul etmiştir. Kohba Mesîhim diye ortaya çıktığında Akiba, «İşte Kral Mesîh» diyerek onu tanımıştır. Yine aynı dönemde bir başka Rabbi, Jokhanan' b. Torta, Akiba'ya «Davud’un oğlu (Mesîh) geldiği zaman senin mezarında ot bitmiş olacak» şeklinde hitap ederek Kohba'nın Mesîh olmadığını ileri sürmüştür. Zaten îsrailoğullarının kurtuluşunu gerçekleştirmek isteyen Bar Kohba da gayesine ulaşamadan ölmüş ve Mesîh olmadığı ortaya çıkmıştır.


Bar Kohba’dan tahminen 300 yıl sonra Mesîh olarak Giritli Moşe çıkıyor. Talmud’daki bir hesaba göre Mesîh, 440 veya 441 yılında zuhur edecektir. Moşe 441’de Girit Yahudileri arasından İsrailoğullarını Mısır’dan çıkaran Moşe (Musa) ile aynı şahıs olduğunu, Musa’nın kavmini Kızıldeniz’den geçirdiği gibi, Yahudileri Akdeniz’den geçirip «Kutsal Arz»a götüreceğini iddia ediyor. Yahudiler, ellerindeki servetlerini tasfiye ediyor ve varlıklarını dağıtıyorlar. Mesîh çağında paraya ihtiyaç olmayacağı için Moşe, belirli gün gelince, onları, bir buruna getirip tepe üstü denize atlatıyor. Denizciler yardımı ile bir kısmı kurtuluyor diğer bir kısmı telef oluyor. Yahudiler aldatıldıklarını anlıyorlar; fakat Moşe’yi bulamıyorlar.


Moşe’den takriben 300 yıl sonra Serene zuhur eder. O dâ, Yahudileri götürüp müstakil bir devlet kuracağını vaadeder ve dinde bazı reformlar yapmaya çalışır. Şikâyet üzerine Halife Yezidin huzuruna çıkarılır; ne yaptığı sorulunca «Sırf Yahudilerle eğlenmek için böyle hareket ettim» cevabını verir.


1146 -1160 yıllarında İran Yahudileri arasında, Menahem Ben Solomon (Arapçası: İbn er-Ruhi) adı ile bilinen David Alroy Mesîhlik davası güder. Bu da, II. Haçlı Seferi sırasında Filistin’in Hıristiyanların eline geçmesi, Abbasî hilafetinin zayıflaması ve Yahudilerden alınmakta olan vergilerin ağırlığı sebebiyle artık kendilerinin de kurtulma zamanının geldiğine inanarak ortaya çıkar. Amediye kalesini ele geçirip devlet kurmayı tasarlar; fakat kaleyi ele geçirme safhasında iken yenilir ve öldürülür. Taraftarları da onun ölümüne inanmayıp, tekrar “rücu”unu beklemeye devam ederler. Bu bekleyişten istifade eden iki açıkgöz, bu «Mesîh» adına işe girişir ve şehir Yahudilerini «Kutsal Yer»e götürecekleri va’diyle etraflarına toplarlar. Onlar Yahudilerin malını, mülkünü paraya te’vil edip kendilerine teslim etmelerini isterler. Yahudileri, karanlık bir gecede, yeşil elbiselere bürünmüş olarak surlardan aşağıya atlatır ve kendileri de paraları alarak kaybolur. O sene “Âmut – Tayârân” diye anılır.


XIII. yüzyıldan itibaren “Kabbalist Mesîhlerin ortaya çıktığı görülür. XIII - XVII. yüzyıllarda Abraham Abulofya, XIV. yüzyılda Aser Lemmlein, Niseim Ben Abraham, David Reubeni, İzak Luria ve XVI. yüzyılda Samuel Molto v.s. Mesîhlik iddiasında bulunmuşlardır. Bunların sonuncusu İzmirli Yahudi Mesîh Sabatay Sevi’dir.


Bar Kohba ve sonraki Mesîhlerin gayesi, Yahudileri Filistin’e götürüp orada , devlet kurmak; Giritli Moşe’den sonrakilerin gayesi de, Müslüman hâkimiyetindeki Yahudileri kurtarmak ve Filistin’e götürmektir.


XIII. yüzyıla kadar ortaya çıkan «Mesîh»lerin Mesîhlikleri, XIII. yüzyıldan sonra çıkanlarınki kadar, sağlam bir kaynak, hesap ve tarihe dayanmamaktadır.


XIII. yüzyıldan sonraki «Mesîh»ler, «Kabbala» öğretilerinden ve oradaki hesaplardan istifade ederek ortaya çıkmışlardır. Bundan dolayı bu Mesîhler, «Kabbalist Mesîhler» olarak adlandırılmıştır. Mesîhliğin yayılıp benimsenmesinde ve bu Mesîhlerin ortaya çıkmasında, Kabbala ve Kabbalizm'in çok önemli bir yeri bulunmaktadır. 


Kabbala ve Kabbalizm:


Kelime olarak «gelenek» (an’ano) anlamına gelen îbrarnice «Kabbalah», «almak, anlamak, kavramak» manalarına geldiği gibi, «ilham edilmiş, ihata edilmiş bilgi veya geleneksel bilgi» manalarına da gelmektedir. Kabbalah, «hokmah nistarah» (gizli bilgi, hikmet) olarak da adlandırılmaktadır.


Terim olarak Kabbala, harf ve sayı esasına dayanan Yahudi mistisizmine ait geleneği ifade etmektedir. Yahudi mistisizmi ve gnostisizmi (sezgi bilmi) olan Kabbala; Tanrı, insan ve Kainat hakkındaki bâtını mistik doktrinleri ihtiva etmektedir. Yahudi kabbalistler, Kabbala’nın eski bir «ilim» olup nakil yoluyla geldiğini ileri sürmüş ye onu gizli şeyleri açığa çıkaran bir bilim haline getirmişlerdir.


Kabbala’nın menşei hakkında çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bir kısmı, Kabbala’yı vahiy mahsulü kabul edip Hz. Âdem’e kadar geri götürmektedir. Diğer bir kısmı ise, onu, Pers, Babil, Neo-Platohizm, Hellenik tesirlere ve Apokaliptik etkilere bağlamaktadır. Başlangıcı çok eskilere götürülmesine rağmen gerçek Kabbala’nın tarihinin XII. veya XIII. yüzyıldan daha geriye gitmeyeceği belirtilmektedir.


Talmut ve Mişna'nın başlangıcı gibi bakılan Kabbala, ilk kaynağını Tanah’ın (Ahd-i Atik) Daniel Kitabı’nın V ve XII. baplarında bulur; İşaya VI ile Hezekiel I ve XI. baplardaki bilgilerden de istifade eder. Kabbala’nın yazılı olarak en eski ifadesi Rabbi Akiba’ya atfolunur. kabbala’da Talmudî ve hahamlığa ait dünyadan ayrı bir dünya bulunduğu ileri sürülür. Ondaki bütün düşünce ve mülahazalar, bozuk dünya düzenini yeniden kuracak “Mesîh”in bir gün geleceğine dair bekleyişin etrafında dönüp dolaşıyor. Kabbalistlere göre Kabbala, aklın ve mantığın kabul etmeyeceği yüce bir nizamı ihtiva etmekte, gayb ilimleriyle uğraşmakta; Kâinat ve Allah’ın tabiatı üzerine kutsal bir doktrinden bahsetmektedir.


Kabbala’dan kaynaklanan Kabbalizm, ancak İspanya hareketinden sonraki Mesîhi akımla daha iyi anlaşılır. Bu hareketten önce Kabbala, Mesîhlikle daha az ilgilenmiştir. İlk kabbalistler, eski gnostik ve felsefî fikirlerden yararlanarak, Tanrı’ya ruhî yönden ulaşmak için, mistik ve sembolik görüşlere kendilerini terkeder; Kutsal Kitab’ın harflerine, zahirî anlamları dışında bâtınî anlamlar vererek istedikleri sonuca ulaşmaya çalışırlar.


H. Ziya Ülken, Kabbalizm hareketini ve İslâm Dünyasındaki etkilerini şöyle belirtmektedir : «... Yahudilikte Tevrat ve Zebur’un dış anlamı ile kalmayarak kitabın harflerinden gizli anlamlar çıkaran ve böylece istedikleri anlamları yükleyen cereyan idi. İslâm Âleminde ilk defa bu eğilim Sufîler’den Hakîm Tirmizi’de görülüyor. Hallacı Mansur, bazı Kur'ân Sûrelerinin başında anlamları bilinmeyen harflerde böyle gizli anlamlar olduğu şeklindeki bu görüşten faydalanmak suretiyle ‘T ve S'ler kitabı (Kitabat Tavasin) yazmıştı. İbn al-Arabî de bu görüşe katıldı. Kur’ân’ın başındaki ‘ELM’ üzerinde türlü yorumlar yaptı. Bâtınîler de bu yorumlardan faydalandılar ve onun sınırlarını sonsuza, genişleterek İslâm doktrinine istedikleri bütün fikirleri sokmaya çalıştılar. Onların sonraki yüzyıllarda aldığı yeni bir şekil Fazlullah Esterabadî’nin «Cavidan-ı Kebîr» adlı kitabı ile Hurufîlik şeklini aldı. İbn Firişte’nin Aşkriâme’sinde noktavîlik derecesine kadar ilerledi. Bu aşırı yorumlamalar Yıldırım Bayezid zamamnda Bektaşî tarikatı içerisine sokuldu. Yavuz’un temizleme gayretlerine rağmen, Bektaşi edebiyatı yakın zamanlara kadar Hurufîlik tesiri altında gelişti».


Kutluay, Kabbala’yı Rabbinizm Talmutçuluğuna karşı bir hareket olarak görmekte ve İslâm Dünyası’nın tesirinde kalmaktan kurtulamayıp «İhvanu’s-Safa’nın taklitçisi olduğunu ileri sürmektedir. O, bu şekliyle Kabbalizm’in Ortaçağ boyunca Yahudiler arasında varlığını hissettirdiğini; Sabatay Sevi'nin de bu hareketin mensubu bulunduğunu ve bunun, XIX. yüzyılda, Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında «Hasidût» adı altında yeniden hayat bulduğunu belirtmektedir.


Kabbalizm'i, ihvan as-Safa’nın tam mukallidi olarak göremeyiz. Ancak, ondan, son şeklini almasında, faydalanmış olabilir. Çünkü «Kabbala» hareketi doktrinlerinin bir bölümü, milâdî IX, veya X. yüzyılda doğmuş; fakat gelişmesi XIII. yüzyılda tamamlanmıştır, İhvan as-Safa milâdî XI. yüzyılda vücut bulmuştur, Kabbala’nın son şeklini almasında, ondan yararlanmış olabilir. Bununla beraber Kabbalanın, sûfîler, Vahdet-i Vücut’cular ve Bâtınîler üzerine tesir ederek türlü cereyanların doğmasına sebep olduğu ileri sürülen görüşler arasındadır.


Abdülkadir İnan, İslâm dininde yasak olan, hattâ şirk sayılan tılsım ve afsunların menşeinin, Yahudilerin «Kabbala» mistisizmi olduğunu, XIII. yüzyılda kitap halinde bir araya getirildiğini, İspanya Yahudileri vasıtasıyla Müslümanlara geçtiğini ileri sürmektedir.


Kabbala, 'materyalizme karşı olan, ruh ve madde diye iki ilke kabul eden, İslâm âleminde Yahudi filozofları diye bilinen filozofların hareketlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu ikicilikte, iki ilke birbirini sınırlamaktadır: Ruh veya Tanrı hareketlerinde hür değildir ve iradesine göre meydana çıkmaz. Bu sistemin meziyeti, ahlâkî kötülüğün varlığını açıklamasıdır. Bu ikicilik, Zerdüşt ve Mesîhlikte de çözülmüş değildir. Kötülük de iyiliğe karşı bir Tanrı gibi ileri sürülmektedir. Bu güçlüğü çözebilmek için «Sudur» teorisi ortaya çıkmıştır. Yaradılış, varlıkların Tanrı ışığında derece, derece çıkmasıdır. Tanrı'dan çıkan bu varlıklar, ilk kaynaktan uzaklaştıkça karanlığa dalmaktadır. Madde de onların en uzağı ve kötülüğün kaynağı olarak kabul edilmiştir. Bu doktrin İskenderiye’de doğarak Doğu ve Batıda yayılmış ve Kabbala da bunun dallarından biri olarak kabul edilmiştir. .Kabbala’ya göre : «Hiç bir cevher mutlak yokluktan çıkmamıştır. Var olan her şey bir ışıktan, Allah’tan gelir, Allah, ancak kendinden çıkanlarla, görünenlerle anlaşılabilir. Meydana çıkmamış, görünmemiş Allah bilinemez ve soyuttur. Bu anlamda Allah 'Gaybların Gaybıdır. O’na bu bakımdan Mutlak Körlük de denilebilir (Âmâ-i Mutlak). Böylece âlem sonsuz ışıktan yaratılmış ve sonsuz birliktir. Hiç bir şey onu sınırlayamaz. Çünkü o herşeydir ve hiç bir şey onun dışında değildir. O, hür olarak ve kendi bilgeliği İle meydana (gelir) çıkar ve böylece ilk sebep, sebeplerin sebebi olur. Gerektirilmemiş ve karanlık varlıktan doğan ilk gerektirme 'zuhur’un başlangıcı ‘Büyük Âlem’ ve İlk Adam’ (Adam Kadmon) ’dur. Oradan, aşağı âlemler ve ‘Küçük alem’ olan insan meydana gelmiştir».


Kabbala’ya göre Tanrı kendisini dışlaştırmış ve evrendeki herşey bu dışlaşma ile olmuştur. Bu oluşma, Sefirot (daireler) adı verilen ve Hikmet’in otuz iki yolunu gösteren, otuz iki daire aşamasiyle gerçekleşmiştir. Bundan maksat; varlığın kendi kendine tekâmül edişini tavsif, hudutsuz olan bilkuvve (tasavvurî) varlığın hakikî mahdut varlık haline nasıl geldiğini göstermektir. Ayrıca bu dairelerden herbiri, Tevrat’ın Tanrı’ya verdiği adlardan biri ve sonuncusu Adonai adını alır. Hepsi birden Adam Kadmon’dur (Örnek İnsan). Bu Sefirotlar, Allah’ın kabbalistik kavramlarıdır. İlk on daire yaratıcı sözdür (Kelâm) ve Allah’ın iç dünyasını meydana getirir. Bundan sonra gelen yirmi iki daire, bu yaratıcı sözü meydana getiren İbranî alfabesinin yirmi iki harfini karşılar. Her harf, aynı zamanda bir sayıdır. İlâhi sır, bu harf ve sayılarda gizlenmiştir, okumasını bilene açılır. Bunların, anlama ve tahayyülle kavramlamayacağı, yaratıkların yapısiyle anlaşılabileceği ve kâinatın mistik tahayyülünün onun sembolik karakterini vereceği ileri sürülmektedir. Her şey “Bir” den çıkar ve O’na döner. Herşey yaratandan çıkar ve yine O’na döner. Kabbalist, kestirme yoldan Sefirot’un dünyasına erişir. Burada yükselme; cismen değil de, ruhî yönden Tanrı’ya yükseliş olarak izah edilmektedir.


XIII. yüzyılda çeşitli fikirlerin tesiri ile yeniden kaleme alınan ve tamamlanan panteist bir görüşteki Kabbala, İbn Çebirol’un panteizme meyleden «Yenbuu’l-Hayat» (Hayat Kaynağı) eserindeki fikirlerden; yine Yahudi filozoflarından İbn Meymun’un (Maimonide diye tanınan Moise Ben Meymun) nass haline getirdiği ve on üç esasta topladığı Yahudilerin iman esaslarının on İkincisindeki Mesih’in geleceğine inanmadan yararlanmıştır.


İbn Meymun, her ne olursa olsun Mesih’in geleceğini, dünyanın düzenini değiştireceğini ve İsrail’in kendi devletini kuracağını belirtmiştir. O, bu fikirleriyle, Yahudi, ilahiyatına ve düşüncesine tesir etmiş; Mesih’in geleceği zaman ve şartların tesbiti çalışmalarını hızlandırmıştır.


Gizli Doktrin olan Kabbala, teorik ve pratik olmak üzere iki kısma ayrılır. Pratik Kabbala, yazı ile tesbit edilmemiştir. O, «maji» (magie)Rin genel teorisine göredir ve sembollerden yararlanır. Teorik Kabbala, yazı ile tesbit edilmiştir. Eskatoloji ile ilgili çeşitli çalışmalar yapılmış olmasına rağmen bunların en eskisi, Teorik Kabbala’ya ait olanlardır. Bunlar Sefer Yesirah ve Sefer ha-Zohar olmak üzere iki tanedir. Bunların yazılması pek eski değildir. Ortaçağ sonuna doğru tamamlanmıştır. Yesira ve Zohar doktrinleri XIII. yüzyılda gelişmeye başlamıştır. Yesira X, yüzyılda doğmuş; Zohar XI. yüzyılda başlamış ve yeni felsefî fikirlerin tesiriyle baştanbaşa kaleme alınarak XIII. yüzyılda toplanmıştır. Yesira’da, sayılar ve harfler, Tanrı sözünün unsurları ve âlemde var olan sembolleri gibi görülmüş; harfler halindeki bu tecelli doktrini daha sonra Zohar kitabında genişletilmiştir (İbranîce’de, Yesira = Jezirah yaratma; Zohar, ışık, parlaklık mânâlarına gelir). Zohar ismi, Danierdeki bir cümleden (XII/3) alınmıştır. Zohar"da, Hind ve Kaldenîlerinkine oldukça yakın vehimler (kurgu) yeralmaktadır. Kebbalist dünyanın en meşhur eseri sayılan Zohar’ın içinde gaipten haber verme vardır. Zohar’ın, Tevrat’ın ilk beş kitabı (Tora)’nın kabbalistik şerhi olduğu da ileri sürülmektedir.

Zohar’da, Mesih’in ne zaman geleceği, İbranî alfabesinin harflerinin matematiksel değerleriyle, hesap ediliyor. Bu, Themuria, Ghemataria ve Notaria diye adlandırılan üç hesap sistemi üzerine, dayanır: 

La Themuria : Bir kelimenin hakikî mânâsından başka bir mânâda kullanılmasıdır.

La Ghematarla : Bir kelimeyi teşkil eden harflerin matematiksel değerlerinin mecmu’udur.

La Notaria : Bir kelimenin aynı mânâda başka harflerinin yardımı ile yapılmış yeni kelimelerin teşkilidir.


Zohar, gelecekte, 408 yıl sonra insanların yeni bir hayata kavuşacaklarını bildirmektedir. Burada, kastedilen zaman, Yahudi hesabına göre, yaratılıştan başlamak üzere, 5408 yılıdır. Bu yıl, milâdî takvime göre 1648’dir. Bu tarih, Zohar'a göre, Mesih’in geliş tarihidir. Kabbalistler de, onu, Tora’nın (Eski Ahit) Levililer, 25/13. cümlesine istinad ettiriyorlar. Orada «Jübile (Yubil) yılında sizden herbiri kendi mülküne dönecek» deniliyor. Burada, bütün hesap, (ZAT) kelimesi üzerine bina ediliyor. Bu kelimenin İbranî harflerine göre matematiksel değeri 408 ediyor.


Kabbalistler, bu 408’e 5000 yılını ekleyerek miladî 1648 yılını karşılayan, İbranî takvimine göre, 5408 yılını elde ederler. Bu, Jübile (Yubil) ayının icra edildiği tarihtir. Jübile ayının icrası, sonuncu Mesîhin gelişine tekabül ediyor. O tarih de 1648’dir ve «Mesîh» de bu tarihte gelecektir. Kabbalistler, Yahudi Kutsal Kitabı’ndaki «Harun Şu’nunla mukaddes yere girecektir» (Levililer, X/3) cümlesinde geçen «Şu»yu da «ZAT» kelimesi ile izah ediyorlar. Harun’un girişi, «Mesih» in gelişini işaret etmektedir. Bu da 1648 yılı olacaktır. Tefsire göre bu tarihte bizzat «Mesîh»in kendisi gözükecektir.


Bazı. Kabbalistler de «Le Sanctuaire» (Beyt ha-Mikdaş) daki «Sakrus» kelimesinin matematiksel değerine sarılarak, Mesih’in gelişini bir sene sonraya götürüyorlar. Bu kelimenin harflerinden 409 sayısı elde ediliyor. Yine Mesih’in doğum sancıları olarak, Polonya Yahudilerinin Chmielnicki askerleri tarafından zulüm görmeleri kabul ediliyor. «Hebli (?) - Mesih» kelimeleri, Mesih’in sancıları olarak kabul ediliyor. Bu iki kelimenin matematiksel değeri de 408 etmektedir. Bu 408, 5000’e eklenince; 5408 = 1648 elde edilir ki «Mesîh» olarak kabul edilen Sabatay 22 yaşındadır.


Örs, Polonya’daki Yahudi katliamının, onların inançlarını sarsacak yerde, ümitlendirdiğini; bu ümit, Mesih’in mutlak geleceği yolunda olduğunu kaydediyor ve şöyle devam ediyor : «Hattâ Kazak sergerdesinin adının İbranî harfleriyle yazılmış şekli olan H.M.Y.L.’den mânâlar çıkarıldı ve bunlara ‘Hevle Maşiah Yabo Le’ Olam’ yani ‘Mesih’in doğum sancıları dünyaya geliyor’ kelimelerinin baş harfleri olarak anlam verildi.


Kabbala ile Mısır mistiğine kapılmış olan Yahudiler için bu bir müjde idi. îşte tam bu bekleyişin en yüksek dereceye eriştiği sırada İzmir’de çıkan yeni Mesîh de birdenbire Avrupa ve Yakın Doğu Yahudilerinin beklediği kahraman oluverdi.


Polonya katliamı 1648 -1649’dur. Esaret ve katliam da Mesîh işareti olarak kabul edildiğine göre, Örs ve Galante’nin verdiği bilgiler birbirini destekler mahiyettedir.


Bu hesap, Zohar’ın XIII. yüzyılda yazılıp tamamlandığı nazarı itibara alınırsa, aydınlanmış olur. Zohar, Mesih’in gelişini, gelecek 408 yıl sonra olarak belirtmektedir. Bu 408 yılını geriye götürürsek, Zohar’ın kesin yazılış tarihi olan 1240 yılı ortaya çıkar. Bu 1240’ı, milâdî yıl itibariyle 3760’a ilâve edersek; 5000 yılı elde edilir. Bu 5000’i geçmiş yıl kabul edilip, 408’i de Zohar’m kehâneti olarak ele alırsak; ikisinin toplamı olan yıl Kutsal Kitab’ın haber verdiği ve Talmud’un da şartlarını etraflıca işlediği «Halaskarın» (kurtarıcı) gelip, İsraillileri Filistin'e geri döndüreceği yıl oluyor.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak