18 Şubat 2023 Cumartesi

İslam Devletinde Posta, İstihbarat, Adliye ve Belediye Teşkilatları

 


Berid (Posta ve İstihbarat)


lslam devletlerinde kurulan berid (posta) dairesi günümüzdeki posta idaresi gibi değildi. O dönemde berid idaresinin müdür veya başkanı, günümüzdeki istihbarat dairesi başkanı veya müfettişlerine benzerdi. Berid reisi, halifenin veya emirin özel ajanı, gören gözü ve işiten kulağıydı. Bu durumda berid dairesi bugünkü anlamda bir istihbarat teşkilatı demektir.


Halifeler berid teşkilatı başkanlığına, akıllı, otoriter ve güvenilir kişileri tayin ederlerdi. Halifelerin valiler vs. ile muamelelerini berid başkanının verdiği raporlara göre düzenlenirdi. Kisra, berid teşkilatı başkanlığına kendi çocuklarından başka kimseyi tayin etmezdi.


Berid idaresi oldukça eskidir. İranlılarda ve Rumlarda da vardı. Müslümanlardan berid idaresini ilk kuran kişi Muaviye Ebü Süfyandı. Muaviye bu daireyi Şam'da kendisinden önce bulunmuş olan yöneticileri taklid ederek veya Irak'taki valilerinin görüş ve düşüncelerine uyarak kurmuştu. Berid ilk kurulduğu zaman amaç, Şam'da bulunan halifeyle Mısır, Irak ve Iran'daki valileri arasında yapılan haberleşmenin süratli bir şekilde yapılmasından ibaretti. Daha sonra bu memurluk genişleyerek valiler, saray adamları ve diğer hükumet memurları hakkında tahkikat ve ihbarlarda bulunmak görevi de eklendi. Horasan'da Tahiroğulları devletini kuran Tahir b. Hüseyin, Horasan vilayetinde valiyken bağımsızlık sevdasına düşerek söz konusu kentte yedinci Abbasi halifesi Me'mun'un adına hutbeyi kesince berid memuru kendisini sorguya çekti. Tahir hutbenin okunmamasının bir unutkanlıktan kaynaklandığını söyleyerek bunun halifeye bildirilmemesini rica etti. Ancak bu durum üç kez tekrarlanınca berid memuru kendi yerinden korkarak vali Tahir'e "Burası ile Bağdat arasında tüccarlar arasında sürekli mektuplaşmalar olur. Benden başka birinden halife bu işi haber alırsa benim makamım tehlikeye düşer" uyarısıyla olayı halifeye bildireceğini söylediğinden Tahir "peki yazabilirsin!" demiş memur da durumu halife Me'mun'a bildirmişti.


Berid idaresi valilerle halife arasındaki bağlantıyı oluşturuyordu. Halifeden gelen emirler valilere ve valilerin durumu da halifeye bu idare aracılığıyla ulaştırılırdı. Berid reisleri; asker, devlet malları, hükumetle ilgili diğer işler hakkında karar verme, düzenleme yapma vs.'den dolayı devlet tarafından görevlendirilmiş müfettişler konumundaydılar. Bir vali ile halife arasında ilişkiler bozulup da vali bağımsızlığını ilan veya temerrüdde bulunmak isteyince halifeye postayı yani haberleşmeyi keserdi. Nitekim Me'mun babası Harunürreşid'in hayatında Horasan valisiyken babasının ölümünden sonra halifelik makamına geçen erkek kardeşi Emin'in kendi biatını tanımayıp oğlu Musa'yı veliahd tayin ettiğini işitince Emin'in adını tırazdan çıkarmış ve kendisiyle yapılan haberleşmeyi de kesmiştir.


Abbasiler diğer halifelerden daha çok berid idaresine önem vermişlerdi. Üstelik bunlardan birinin valilerle diğer memurların ve reayanın durumlarını anlamak için kendisi bu idarenin başkanlığını üzerlerine aldıkları da rivayet olunmuştur. Muhtemelen bu berid idaresi aracılığıyla sıradan halkın durumunu araştırmak derecesinde ileri giderlerdi. Halifelerden bazıları bu izleme ve gözetleme için açıkça memurlar bile görevlendirirdi. Vezirin refakatine böyle bir ajan görevlendirilirdi. Vezir bu casus veya ajan hazır olmadan hiçbir kimseye iyilikte bulunamaz, hiçbir kimseyle görüşemezdi. Vezirin her hareketi casus tarafından halifeye haber verilirdi. Kadı naib (vekil) vali gibi memurların yanında da böyle ajanlar bulundurulurdu. Abbasi halifelerinin ikincisi olan Mansur şöyle demişti: "devletin erkanı olmak üzere dört namuslu adama ihtiyacım var. Devlet işleri ancak bunlarla güzel idare olunur. Biri doğruluktan ayrılmayan kadı. Diğeri zayıfın hakkını kuvvetliden almaya gücü yeten otoriter zabıta görevlisi, üçüncüsü halka zulüm yapmadan devlet mallarını en güzel şekilde toplayan haraç reisi." Mansur bu son söze gelince şahadet parmağını üç kez dişleri arasına alarak her seferinde "Aaah ... aaah" diye söylenmiş. "Ey müminlerin halifesi dördüncüsü kim?" diye sorulunca Mansur "Bu üç memurun durumunu doğru olarak haber veren bir istihbarat şefi" demiş.


Bundan anlaşılıyor ki, o zamanki berid nazırları veya şefleri günümüzdeki istihbarat görevlileri gibiydiler. Berid reisleri ile halifeler veya valiler arasında aracı yoktu. Bir berid başkanı veya reisi bir konuyu arz ettirmek için halifenin sarayına gelince doğrudan doğruya huzura çıkar ve arz etmek istediği konuyu kendisi arz ederdi. Bu maruzat halife ile berid reisi arasında sır olarak kalır, açıklanması gerekirse berid reisi tarafından kendi düşüncesi ve görüşüne göre açıklanırdı.

Çoğunlukla sultanlar veya valiler berid reisleriyle kendileri arasında gizlice bir özel işaret (şifre veya parola) edinirlerdi. Sözü edilen sultanlar ve valiler berid reislerinden aldıkları mektuplarda bu işaret bulunmazsa -berid reisinin kendi el yazısıyla yazılmış ve mührü ile mühürlenmiş olsa bile- o mektuplara güvenmezlerdi. Çünkü mektupların baskı altında yazdırılmış olma ihtimali vardı. Nitekim Abbasi Devleti'ni Abbasiler adına kurulmasını sağlayan Ebu müslim Horasani, ikinci Abbasi halifesi Mansur tarafından Horasan'dan Bağdat'a çağrılıp hayatından endişe ettiği zaman öyle yapmıştı. Ebu Müslim, Mansur'un daveti üzerine Horasan'dan ayrılınca emrindeki askerin komutanlığını vekaletle Ebu Nasr Malik b. Heysem'e teslim ederek "sana mektubum gelinceye kadar burada bekle, eğer mektubum sana yarım mühürle gelirse o mektubu benim mühürlediğimi anlarsın. Bütün mühürle ulaşırsa o durumda ben mühürlemiş olmam" tavsiyesinde bulundu. Ebu Müslim Medain'e varıp da öldürülünce Mansur, Ebu Müslim'in dilinden Ebu Nasr'a yanında bıraktığı malı ve serveti alıp beraber gelmesi emrini içeren bir mektup yazarak, Ebu Müslim'in mührüyle mühürledi. Ebu Nasr mührü tamam görünce Ebu Müslim'in o mektubu yazmamış olduğunu hemen anladı.


Berid idaresi büyük ve önemli bir idareydi. Beridin reisliğinde veya nazırlığında bulunan kişi, birçok memura muhtaç olduğu gibi, bunların bağlılıklarını ve sadakatlerini sağlamak için kendilerine bol maaşlar verilmesi gerektiğinden büyük harcamalar yapıyordu. Yolların yol kesicilerden, hırsızlardan ve düşman saldırılarından korunması, gerektiğinde karadan ve denizden ajanlar gönderilmesi, berid nazırının görevleri arasındaydı. Sınırlar ve kumandanlarının ve valilerinin mektupları bu daireye teslim olunurdu. Berid dairesi bu mektupları en kısa yol ve en çabuk vasıtayla yerli yerine ulaştırmak zorundaydı.


Berid Yolları


Beridin hilafet merkezinden ülkenin diğer yerlerine, buralardan da yabancı yakın ülkelere bitişik birçok yolları vardı. Her yol belli duraklara bölünmüştü. Her durakta atlar ve hecin (tek hörgüçlü hızlı bir deve cinsi) develeri bulunuyordu. Posta sürücüleri süratle yol almak için yorgun bineklerini her durakta dinlenmiş bineklerle değiştirirlerdi. Arabalar çoğunlukla posta taşımacılığında hecin develeri kullanırlardı. lranlılar ise at kullanıyorlardı. Abbasiler zamanında posta yolları 930'a ve posta nakliyatı için kullanılan hayvanların fiyatı ile yem masrafları, sürücü vs. görevli personelin maaşları vs. yıllık 159 bin yüz dinara ulaşmıştır. Emeviler zamanında Sevad bölgesinden toplanan haraç konusunda Emeviler devrinde berid idaresine 4 milyon dirhem harcanıyordu. Bu meblağ Abbasiler devrindeki giderlerin iki katıdır. Bu durum Emevilerin saltanatlarını güçlendirmek için oldukça fazla para sarf ettiklerine dair daha önce de birkaç kez tekrarladığımız bilgileri desteklemektedir.


Posta katarı (kafilesi) birden elliye kadar değişen sayıda hayvandan oluşuyordu. Çok kere posta atları halife veya valiler tarafından çağırılan kişilerin çok çabuk gönderilmeleri amacıyla hazır tutulurdu. Bu çabukluk yolun ve hayvanın çeşidine göre farklıydı. Hayvanların boyunlarına çanlar ve küçük çanlı gerdanlıklar konurdu ki, bunlar sallandıkça uzaklara kadar sesleri giderdi. Buna "posta patırtısı" derlerdi. Kimi kez postalar deniz yoluyla da gönderilirdi.

Postayla haberleşme araçlarından hayvanlar üzerinde karadan ve gemilerle denizden mektuplar götürmenin dışında "sai'' ler (hızlı yürüyen) de görevlendirilebiliyordu. Bunlar çabuk yürümeye ve dayanıklılığa alışmış hazır adamlardı. Üç günlük yolu bir günde alırlardı. Taşra halkı bu işi yapmada kentlilerden daha yetenekliydi. Abbasiler devrinde böyle hızlı adamları ilk görevlendiren kişi Büveyh ailesinden Irak valisi Muizü'ddevle idi. Bu zat kardeşi lsfehan emiri Rüknüddevle'ye gelişmeler konusunda çabuk bilgi ulaştırabilmek için Bağdat'ta sailere ait bir idare kurdu. O devirde biri Fazl, diğeri Merüş adında hızlı yürüyen iki postacı çok meşhur olmuştu. Bunlar çabuklukta tüm diğer habercileri geride bırakıyorlardı. Bunlardan her biri günde kırk fersah yani yüz kırk mil yol alabiliyordu.


Bu metodlar dışında, haberleşme içinde posta güvercinleri de kullanılıyordu. Bu tür güvercinlerin büyük önemi vardı. Aslında güvercinle haberleşme yöntemi daha önceki toplumlarca da bilinen ve kullanılan bir yöntemdi. Ancak Müslümanlar bu işi oldukça geliştirmişler ve diğer milletlere göre daha fazla önem vermişlerdir.

Söz konusu devirlerde haber ulaştırılması için kullanılan metotlardan biri de şöyleydi: Haber bir kağıda yazıldıktan sonra bir kamışın ucuna asılırdı. Kamışta bir tutam otun üzerine dikilerek ırmağa bırakılırdı. Ot, suyun akışına göre yüzerek alıcının bulunduğu yere kadar gönderilirdi. Haberi bekleyen kişi ırmak kenarında bekler ve gelen kamışı alırdı. Bir başka metot da okla yapılan haberleşmeydi. Haber ve bilgiler bir ok üzerine yazılarak atılırdı. Bu metot çoğunlukla kuşatma zamanlarında diğer araçların işlemediği zaman kullanılırdı.


Haberleşme işlerinde, sözünü ettiğimiz bu hızlı yürüyen görevlilerden başka "şuüzi" adı verilen bir memur da kullanılırdı. Bu memur valiler tarafından haber için gönderilen özel memur sıfatını taşırdı. Haberleri zamanında öğrenme ve araştırma için özel olarak görevlendirilen kişilere da "kühbanlar" adı verilirdi ki bunlar da berid memurları sınıfına giriyorlardı. Postayla gelen torbaları halkın önünde açma görevini yapan özel memurlar da vardı. Posta torbaları deriden yapılırdı. Bu torbalara mektuplar konduktan sonra ağızları gönderenin mührüyle mühürlenir ve alıcısına gönderilirdi. Alıcı ya kendi eliyle veya görevlendirdiği memuruyla mührü açtırırdı.


Kaza (Yargı ve Yargılama) - Tarihi Gelişim


İslam'dan Önce Yargı


Halk arasında olan anlaşmazlıkların çözülmesi için uğraşan makama "kaza makamı" denilir. Kazanın tarihi oldukça eski dönemlere ulaşır. lnsan yaratılışından beri kendisiyle diğer insanlar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözüp ortadan kaldıracak bir başka kişiye her zaman ihtiyaç duymuştur. Kabilelerin kadıları o kabilelerin en akıllıları ve büyükleriydi. Bunlar aynı zamanda kabilenin hükümdarları ve beyleriydiler. Bir insan akıl ve kuvvet bakımından toplum içinde sivrilince kabilesinin hakimi ve kadısı olur böylece ortaya çıkan davalara da kendisi bakardı. Göçebelik çağını yaşayan tüm toplumların durumu böyleydi. Araplar da Cahiliye döneminde benzer durumdaydılar. Akıl ve gücüyle kendini göstermiş, tecrübeli ve bilgili büyüklerine davalarını arz ederlerdi. lslam'dan önce bu tür hakimler arasında birçok kişi ün kazanmıştır. Bunlardan her biri kendi kabilesinde kadılık yapardı. Temim kabilesinden Hacib b. Zerare, Akra' b. Habis, Sakif kabilesinden Gaylan b. Mesleme, Kureyş kabilesinden Haşim b. Abdimenaf, Abdülmuttalib b. Haşim, Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib, As b. Vail, Beni Esed kabilesinden Rebia b. Cezzar vs. bu şekilde ün yapmış kadılardan bazılarıdır. Bunlardan başka bazı kadılar tüm kabileler arasında ünlenmişlerdi. Araplar kahinlere, müneccim ve falcılara da davalarını arz ederler ve çözüme kavuşturmalarını isterlerdi.


İslam'da Yargı ve Yargılama (Kaza)


lslam'da yargı işlerini ilk uygulayan bizzat Hz. Peygamber idi. Daha sonra peygamberin halifeleri bu görevi sürdürdüler. Kural olarak, yargılama işi halifenin görevleri arasındadır. Bu yüzden lslam'ın ilk yıllarında halifeler bizzat bu görevi yürütürlerdi. Daha sonra lslam devleti genişleyip işler ve görevler çoğalınca halifeler, gerek halifelik merkezinde gerekse diğer merkezlerde insanların davalarını görmeleri için özel memurlar görevlendirmek zorunda kaldılar. lslam'da bu uygulamayı ilk başlatan halife Hz. Ömer'di. Sahabeden Ebudderda'yı kendisiyle beraber Medine'ye; Şurayh'ı Basra'ya; Ebu Musa el-Eşa­ri'yi Kufe'ye kadı olarak gönderdi. Hz. Ömer o günlerde Ebu Musa'ya yargılama kurallarıyla ilgili ünlü mektubunu yazmıştır. Bu mektup aynı zamanda lslam hukukunun (fıkıh) temelini oluşturur. Günümüze kadar lslam yargı sisteminin genel esasları da bu mektupla belirlenmiştir.


Mısır'da kadı görevlendirmek veya atamak valilerin yetkileri arasındaydı. Bu yetkinin valilere geçmesinin nedeni de şu olaydır: Hz. Ömer Medine, Basra ve Kufe'ye kadılar gönderdiği gibi, Mısır'a da göndermek istemiş; Amr b. el-As'a, Ka'b b. Yesar'ı kadı tayin etmesini yazmıştır. Ka'b, Cahiliye Dönemi'nde kadılık yapmış birisiydi. Bir kadının vereceği hükümlerin her açıdan adalet ve doğruluğa tamamen uygun olması çok güç olduğundan kadı olmayı kabul etmedi, "Cahiliye Dönemi'nde kadılık yaptım lslami dönemde tekrar yapmam" dedi. Bunun üzerine Amr b. el-As, Osman b. Kays'ı Mısır'a kadı tayin etti. lslam devleti Abbasilere geçinceye kadar Mısır kadıları Mısır valileri tarafından görevlendirilirdi. Abbasiler halifelik makamına geçince Mısır'daki güçlerini artırmak istediklerinden kadıların tayinini halifeler kendileri yapmaya başladı. Bu şekilde Mısır'da görevlendirilen ilk kadı Abdullah b. Lehla el-Hadrami idi. H. 155 yılında Mansur tarafından görevlendirildi. Bu tarihten günümüze kadar (M. 1901) Mısır'a kadı tayin etme yetkisi halifelerin elindeydi.


Kaza teşkilatının oluşmaya başladığı ilk yıllarda, vilayetlerin her birine bir kadı gönderilirdi. Zamanla ülke genişleyip geliştikçe her yerleşim yerine bir kadı tayin edilmeye, üstelik büyük kentlere birden fazla kadı gönderilmeye başlanmıştır. Bunların hepsi de yine bizzat halifece görevlendirilirdi. Abbasilerden Harünürreşid zamanında Bağdat kenti oldukça büyümüş ve gelişmişti. O tarihte ünlü kadı Ebü Yusuf erdem, kültür, derin bilgi ve güçlü sezileriyle sivrilmişti. Harünürreşid bu yüzden kendisine son derece saygılı davranırdı. Bu saygının bir göstergesi olarak ona kadılkudat (kadıların kadısı veya şeyhülislam) adını verdi. Ebü Yusuf bu isimle lakaplanan ilk kadıdır. Kendisi yüce himmet ve iktidar sahibi bir kişi olduğundan kendisine verilen makama büyük hizmetlerde bulundu. Alimlere özel elbiseler yaptırtarak halktan ayrı, özel bir giysi giymelerini emreden ilk kişi de Ebü Yusuf idi. Ebü Yüsuf'tan sonra gelen kadılkudatlar, Bağdat kadılarını, daha sonra bütün ülke kadılarını tayin etmeye başladılar. Endülüs ve Mısır'da Abbasilerle çağdaş olan veya daha sonra gelen halifeler bu konuda Abbasilerin yolunu izlediler.


lslam'ın ilk yıllarında kadıların görevi; kişiler arasında olan davaları görüp çözmekten ibaretti. Daha sonra halifelerin diğer işlerle meşgul olmalarına bağlı olarak, duruma göre başka birtakım işlerle de uğraşmaya başladılar. Zamanla Müslümanların genel hukukuyla ilgili tüm işleri görüp gözetmek de kadıların görevlerine eklendi. Sonraki dönemlerde, yollar ve binaları kontrol, gibi belediye işleri de kadılara havale edildi. Bazı halifeler kadıların görev alanlarını daha da genişletmişlerdir. Öyle ki savaşa gönderilen askerlerin komutanlığını bile kadıya verenler olmuştur. Yahya b. Ektem, Me'mün zamanında yazın Rum ülkesine gönderilen ordunun kumandanı yapılmıştı. Endülüs halifelerinden 3. Abdurrahmanın kadısı Münzir b. Said de aynı göıevi yapıyordu. Fatımi halifelerinden Azizbillah, kadı Ali b. Nu'man'a Mısır kadılığını verdiği zaman Şam, Haremeyn, Mağrib ve ülkenin diğer kadılıklarını, hatipliklerini, imamlıklarını ek memurluk olarak kendisine teslim ettiği gibi, altın ve gümüşün ayarını, kile ve terazilerin doğruluğunu kontrol etme görevini de ona vermişti.


Fatımilerden Mustansır zamanında kadılık memuriyeti H. 441/M. 1049 yılında Ebu Muhammed el Baruzi'nin eline verilmiş vezirlik memuriyeti de ek bir görev olarak kendisine teslim olunmuştur. Bu iki görevi üzerinde toplayan ilk kişi bu zattır.


Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılıyor ki, kaza mansıbı veya memurluğu son derece geniş görevleri içine alan bir görevdi. Yine anlaşılıyor ki bu memuriyet her yüzyılda aynı kapsamda olmayıp devletlere göre değişiklikler göstermiştir. lslam'ın ilk yıllarında halifeler kendi soylarından olan Araplardan veya kendilerine çeşitli yollarla bağlanan kişilerden aldıkları maaş ile kanaat edeceğine güvendikleri kişilerden başka kimseye kadılık görevini vermezlerdi. Daha sonra halifelik, saltanata dönünce bu noktaya eski özen gösterilmemeye başlandı. Zamanla yönetim Arap olmayan insanlara geçince kadının görevi yavaş yavaş hasımlar arasında ortaya çıkan davaların çözümüne, şahsi hukuk hakkında hüküm vermekle sınırlı kaldı. Sonunda günümüzdeki şer'i mahkemelerde olduğu gibi şahsi hukukla sınırlandırıldı.


lslam'ın ilk yıllarında kadılar halka açık meclis şeklinde davalara bakarlardı. Bunun içinde mescid veya camileri seçerlerdi. Davacılar kadıların yanına gelerek dertlerini ve şikayetlerini bizzat anlatırlardı. Kadı da kararını halkın önünde açık bir biçimde verirdi. Yargılama vazifesi dini açıdan oldukça zor, tehlikeli ve manevi sorumluluğu yüksek bir görev olarak kabil edilirdi. Kadı bir yanlışlık sonucu olarak hak ve adalete aykırı vereceği bir hüküm ile kasıt olmaksızın bir hak sahibinin hakkını yok edip haklıyken zulmedebilirdi. Bu ise dini açıdan büyük bir tehlikedir. Bu yüzden birçok alim ve dindar kişi kadılık görevinden kaçınırdı. Yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Ömer Mısır kadılığını Ka'b b. Yesar'a teklif ettiğinde bu kişi böyle bir azap ve vicdan sorumluluğundan ve Allah'ın huzurunda hesap vermekten kaçınarak kadılık görevini kabul etmemişti. Ünlü imam Ebü Hanife de ikinci Abbasi halifesi Mansur tarafından kadı olarak görevlendirilmek istenildiğinde aynı düşüncelerle bu görevi kabul etmemiş ve şöyle demişti: "Allah'tan korkarak Allah'tan korkanlardan başka kimseye işleri teslim etme. Benden sürekli memnun kalacağınızdan emin değilim. Nerde kaldı ki benden öç almaya kalkışmayacağınıza güveneyim. Bir davada aleyhinize yargıda bulunmam gerekse yapacağım. Ama siz beni Fırat'a atıp boğmakla tehdit ederseniz bu bana kesinlikle etki etmez. Fırat'ta boğulmayı tam bir doğrulukla verdiğim bir hükmü geri almaya tercih ederim. Oysa maiyetinizde ayrıcalıklı muamele görmek isteyen birtakım kişiler var. Bu nedenle bu makam daha çok onların işine yarar ben ona layık ve uygun birisi değilim."


Kadılık görevi bir kişiye verildiği zaman o kişi bir tören alayıyla camiye götürülür ve orada görevlendirildiğine dair halife tarafından verilen "sicil" (berat) okunması töreni yapılırdı.


Mısır kadıları Şafi mezhebinin doğuşu tarihinden itibaren bu mezhep kadılarından seçiliyordu. Bununla birlikte kadı diğer mezhepte bulunan kadılardan istediğini kendine vekil yapabilirdi. H. 525/M. 1130 yılında Fatımi halifelerinden el-Hafız b. Muhammed zamanında vezirlik makamında bulunan Ebü Ahmet b. el Efdal tarafından her biri dört mezhepten birine göre hüküm vermek üzere dört kadı tayin edildi. Daha sonra Memlüklular zamanında bu uygulamaya devam edildi.


Kadıya verilen maaşa gelince: Devletlere ve zamana göre farklı uygulamalar yapılmıştır. Hz. Ömer, Şureyh'i Basra kadılığına tayin ettiği zaman, kendisine her ay 100 dirhem nakit ile idaresine yetecek bir miktar buğday tahsis etmişti. Raşid Halifeler zamanında kadıların aylıkları bu ölçüde devam etti. Emevilerde asker vs. devlet memurlarının maaşlarının artışı gibi kadıların maaşları da artırıldı. Abbasilerde, Mısır kadısının maaşı aylık 30 dinara ulaşmıştı. Bu maaşı ilk alan kişi halife Mansur'un görevlendirdiği lbn Lehia idi. Daha sonra Me'mün devrinde kadıların maaşı daha da yükseltildi. O tarihte Mısır kadısı Isa b. el-Münkedir'e aylık 4 bin dirhem yani 280 dinar maaş verildi. Maaşın bu dereceye yükseltilmesinin özel bir amacı olmalıdır. Çünkü bu paranın üstünde 1000 dinar daha ödül verilmesi uygun görülmüştü. Bu tarihten 20 yıl sonra Mısır kadısının maaşı yılda 1000 dinara çevrildi. Bu kadar maaş alan ilk kadı H. 245 yılında Ahmet b. Tolun zamanında Mısır kadılığına tayin olunan Bekar b. Kuteybe idi. Fatımiler devrinde ise kadının maaşı yılda 1200 dinara yükseltildi. O tarihlerde kadılkudatlık lakabı kullanılıyordu. Kadıya verilen erzak ve hediyeler maaşa dahil değildi. Kadı maaşları daha sonra Eyyübiler devrinde ve onlardan sonraki devirlerde de bu şekilde devam etmiş olmalıdır.


Abbasiler devrinde Bağdat'taki kadılara verilen maaşların miktarına ait hiçbir yerde bir kayıt, işaret ve bilgiye rastlayamadık. Ancak kazanın o tarihlerde iltizam (kesenek) olarak verildiğini gördük. Kadılar, kadılık memuriyetini halifeye veya valilere ödemeye söz verdikleri bir bedel karşılığında alıyorlardı. Bunun ilk uygulaması H. 350 yılında Buveyhilerden Muizüddevle zamanında Abdullah b. Hasan b. Ehi Şurab'dır. Bu kişi yıllık 200 bin dirhem ödemek şartıyla Bağdat'ın başkadısı olmuştu. Daha sonra kadılık memuriyetinin iltizam şeklinde verilmesi bir gelenek olmuştur. Hisbe, (muhtesiblik memuriyeti), şurta (zabıta memurluğu) da iltizam yöntemiyle taliplilere veriliyordu.


Şikayet Divanları (Divanü'l-mezalim)


Mezalim (zulümden şikayet) divanı: Bir dereceye kadar günümüzdeki istinaf mahkemelerine benzer. Bu kurumun amacı, kadılardan vs. görevliler hakkında halkın şikayetlerini dinleme inceleme ve çözüme kavuşturmaydı. Arablar, Cahiliye Döneminde de buna önem verdiklerinden, halka zulüm yapmayacaklarına, zulüm ve haksızlığa uğrayanları koruyacaklarına dair aralarında yemin ederlerdi. Nitekim Kureyş kabilesi lslam'dan önce böyle yapmıştı. Kureyş arasında başkanlar çoğalıp da ihtilaf ve rekabetler artınca, söz konusu kabilenin boyları bir yerde toplanarak zulmün ortadan kaldırılması ve zulme uğrayanların zalimlerden korunması konusunda anlaşma yaptılar. Bu meclis Hz. Peygamber 25 yaşındayken Mekke'de kurulan ünlü "hufü'l-füdul" adındaki meclistir. Raşid Halifeler devrinde Hz. Ali'den başka hiçbir halife insanların şikayetini dinlemek için mezalim meclisi kurdurmadı. Çünkü lslam'ın ilk yıllarında herkes, kendi özünde bulunan iman, insaf ve sorumluluk duygusunun bir gereği olarak, başkalarına zulüm ve haksızlık yapmaktan kaçınırdı. Özellikle Halifeliğin Hz. Ali'ye geçtiği kargaşa döneminde halkın şikayetlerini dinleme ve çözüme kavuşturma konusu önem kazandı. Ancak bu dönemdeki şikayetlere bakma biçimi daha sonraki dönemlerdeki gibi de değildi. Hz. Ali halkın şikayetini dinlemek için özel bir gün ve belli bir saat belirlememişti. Bir şikayetçi yanına gelince onu dinler ve şikayetini araştırarak sorunu çözer veya çözdürürdü. Haklının hakkını haksızdan geciktirmeksizin alırdı.


Daha sonra gelen halifeler de halkın şikayetlerini dinlemek için özel bir gün tayin ettiler. Bunu ilk uygulayan, Emevilerden halife Abdülmelik b. Mervan idi. Ancak Abdülmelik kendisine sunulan şikayetler içinde çözülmesi zor bir konu olduğunda, o işi kadısı lbn ldris'e havale ederdi. Halkın şikayetlerini bizzat dinleyen ilk halifelerden biri de Ömer b. Abdülaziz'di. Daha sonra şikayetleri dinleme konusu Abbasilerin devrine kadar ihmal edilmiştir. Abbasilerden özel bir meclis kurup şikayetleri dinleyen ilk halife Mehdi (H. 158-169/M. 774-785) dir. Daha sonra Hadi, Harünürreşid, Me'mün aynı yolu takip ettiler. Abbasilerden bu yöntemi sürdüren en son halife ise Mühtedibillah (H. 255-256/M. 868-869) dır. Halifeler halkın şikayetlerini bizzat dinlerler ve çözüme kavuştururlardı. Halk, vali ve mutasarrıflardan, vergi memurlarından, devlet dairelerindeki katiblerden, bizzat ve halifelerin çocuklarından, ve kadılardan şikayetçi oluyorlardı. Şikayetleri görüp gözeten mahkeme veya kurum, günümüz istinaf mahkemesinden daha geniş yetkilere sahipti. Ayrıca yargılama gücü ve yaptırımı da daha etkili ve hızlıydı. Halifelerin bu şekilde gördükleri mezalim olaylarına bir iki örnek verelim: Ömer b. Abdülaziz bir gün namaza çıkmıştı. Kendisine Yemenli bir adam rast gelerek "lmdat! zülme uğradım" dedi. Ömer, "sana kim zulmetti?" diye sorduğunda Yemenli; "Velid b. Abdülmelik köyümü elimden aldı" cevabını verdi. Olaya el koyan halife Ömer b. Abdülaziz derhal kayıt defterini getirtti. "Falan köyün falanın elinden Velid b. Abdülmelik'in üzerine geçtiği"ne dair kayıtlı görünce, köyün sahibine geri verilmesini ve o adama verilen maaşın iki kat ödenmesini emretti.


Abbasi halifelerinden Me'mün halkın şikayetini dinlemek için pazar gününü ayırmıştı. Bir gün şikayet meclisinden çıkarken üstü başı perişan bir kadınla karşılaştı. Kadının, Me'mün'un oğlu Abbas'tan bir şikayeti vardı. Me'mün, Abbas'ı kadınla yüzleştirdi. Kadını haklı görünce lehine hüküm verdi. Abbasi halifelerinden on dördüncüsü olan Mühtedi'den (255) sonra Abbasi halifelerinden hiçbiri mezalim meclisinde oturmadı. Bununla birlikte çoğunlukla bu konuların görülmesi işini kendi vezirlerine bırakıyorlardı. Örneğin Me'mun, çok kere bu işleri zamanında başkadı olan Yahya b. Eksem'e ve Mu'tasım da kendi devrinde Ahmet b. Davud'a bırakıyordu. Daha sonra valiler devletin otorite ve gücünü halifelerin elinden alınca mezalim işlerini de kendileri görmeye başladılar.


Mısır'da halkın şikayetine bakan ilk kişi H. 257/M. 870 yılında bağımsızlığını ilan eden Ahmet b. Tolun idi. Bu kişi mezalim için haftada iki gün ayırmıştı. Kendisinden sonra gelen halefleri -Mısır, Fatımiler tarafından ele geçirilip Kahire kuruluncaya kadar- bu divanları dinleme işini adamlarına bırakıyorlardı. Fatımiler Mısır'ı ele geçirince mezalim divanlarına da gerekli özeni gösterdiler. İlk mezalim divanını kuran ve davaları dinleyen kişi kumandanları Mısır fatihi ünlü başkomutan Cevher idi. Cevher gördüğü şikayet mektuplarına verdiği kararı bizzat kendi eliyle yazardı. Cevher'den sonra Fatımi halifeleri mezalim işini başkadılara veya devletin ileri gelen adamlarına bırakırlardı. Daha sonra Fatımilerin egemenliği eski gücünü yitirip devlet işleri vezirlerin eline geçince, mezalim işlerine bakmakta vezirlerin işi haline geldi. Bu vezirlerden birisi, Mustansır zamanında (H. 427-487) "emiru'l-cuyuş" (orduların başkomutanı) lakabını taşıyan Bedir Cemali idi. Bu kişi divanda oturur ve mezalimi bizzat dinler ve çözüme kavuştururdu. Daha sonra gelenler onun izini takip etmişlerdir. Mezalim divanının kapısında bir münadi olurdu. Münadi "Kimin şikayeti varsa gelsin!" diye bağırırdı. Şikayeti olanlar divana gelir, şikayetlerini bildirirler ve davaları görülürdü.


Adliye (Diru'l-adl)


Mısır'ın yönetimi Eyyübilerin eline geçince mezalim davaları için özel bir konak inşa etmişler ve buna "Darü'l-adl" (adalet dairesi) adını vermişlerdir. Nurettin Zengi, Eyyübilerden daha önce Şam'da böyle bir daire kurmuştu. Bu kişi Türk soyundandı. Eyyübiler bizzat adalet dairesinde bulunarak halkın şikayetlerini dinleyip, araştırırlar ve çözüme kavuştururlardı. Daha sonra gelen Kölemen valileri de aynı şekilde hareket ettiler. Eyyübiler bu davaların görülmesine ve halk arasında hak ve adaletin yerleşmesine büyük önem verirler ve meclis-i kaza'ya (mahkeme-i kübra) özel bir saygı gösterirlerdi. Mezalime baktıkları zaman saltanat tahtı üzerinde oturmazlardı. Tahtın yanında ayakları yere değecek bir halde bir kürsü üzerinde otururlardı. Sultan bu kürsüye oturunca sağ tarafında dört mezhebin başkadıları ve önünde hazine vekili ve diğer memurlarıyla muhafızlar, özel hizmetliler yer alırlardı. Bu arada şikayetleri sultana okuyacak zat da hazır bulunurdu. Şikayetler okundukça sultan kadılara veya komutanlarıyla ilgili konuları kendilerinden sorduktan sonra uygun gördüğü hükmü verirdi.


lslam sultanları ve valileri halk tarafından sunulan şikayetleri görüp gözetmek ve haksızlık suçlaması kendileri veya öz çocuklarının hakkında olsa bile o zulmü kaldırıp yok etmeye olağanüstü gayret ederlerdi. lslam tarihinde bununla ilgili olaylar çoktur. Halkta şikayetlerini belli günlerde halife veya sultanlarına arz etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Üstelik bunu farz kabul ederlerdi. Bu yüzden eğer halife veya sultan belli günlerde bir veya birkaç kez davaları dinlemek için çıkmazsa, halk telaşlanır söylenmeye başlardı. Halifelerden bazıları bu şikayetleri bir kısmı askerden şikayet, diğer bir kısmı valilerden şikayet, diğerleri de başka kişilerden şikayet olarak değişik bölümlere ayırırdı.


Hisbe Teşkilatı


Kaza gibi bir dini görevdir. Hisbe memuru (vaya muhtesib) münkeratı (şeriata aykırı işler ve eylemleri) araştırarak, yapanları suçuna göre cezalandırıp düzeni sağladıkları gibi, yollarda gelip geçene sıkıntı verecek şeyleri de kaldırırlar. Hamallar ve gemileri fazla yük almaktan men ederler. Yıkılmaya yüz tutmuş binaların sahiplerini uyarırlar, başkalarına zarar vermesi olası olan tehlikeyi ortadan kaldırırlar, okullar ve diğer eğitim yerlerinde denetlemeler yaparlar, öğrencilere dayak atan öğretmeleri cezalandırırlardı. Tüm bunlar dışında halkın genel menfaati ile ilgili konularla ilgilenirlerdi. Muhtesibler, yiyecek ve içeceklere hile karışmasını, eksik ölçüm aletleri kullanılmasını engellemek gibi, bugün belediyelere ait olan görevlere de bakarlardı. Aslında bunlar kadıların görev alanına giren konulardandır. Ancak kadının makamını bu gibi işlerle meşgul etmemek için hisbe teşkilatını kurmuşlardır. Bununla birlikte gerek Fatımiler, gerekse Endülüs Emevileri, söz konusu görevleri çoğunlukla kadıların görevleri arasına koyarlardı. Daha sonra saltanat makamı halifelikten ayrılınca hisbe görevi de valilerin görevleri arasına girmiştir.


Hisbe dini bir hizmet olduğundan bu göreve Müslümanların ileri gelenlerinden başka kimse tayin olunmazdı. lhtisab nazırı diğer vilayet ve kasabalara ihtisab görevine bakmak üzere kendisi özel memurlar gönderirdi. lhtisab nazırı veya muhtesib her gün camide oturur ve adamlarını esnaf dükkanlarını kontrole gönderirdi. Kahire'deki muhtesib nöbetleşe olarak bir gün Kahire Camii'nde bir gün de Füstat Camii'nde otururdu. Buradan adamlarını, kasab, ahçı dükkanlarının teftişine ve yük hayvanlarına fazla yük yüklenmesinin engellenmesi için gönderirdi. Hayvanlara fazla yük yüklenmesine izin verilmezdi. lhtisab memurları, su kırbasıyla su taşıyan sakalara kırba ve tulumlarını kumaşla örtmelerini emrederlerdi. Su için bir ölçü koymuşlardı. Bu ölçü her kovası kırk rıtıl (bir rıtıl 130 dirhemdir) olmak üzere 20 kovadan ibaretti. Sakaların mavi kısa şalvarlar giymelerine dikkat edilirdi. Yine bu maiyet memurları okulları dolaşarak öğretmenlerin çocuklara şiddet uygulamalarını ve özellikle öldürecek bir yere vurmaktan kaçınmaları için kendilerini uyarırlardı. Böylece ustalara, maiyetlerindeki çırakları baştan çıkarmamalarına dair öğüt ve uyarılarda bulunurlardı. Kötülükleriyle bilinenleri sürekli göz önünde ve kontrolde tutarlardı. Teraziler ve diğer ölçülerin doğru olmasına dikkat ederlerdi. "Darü'l-ayar" a (ölçüevi) bakmak ve kontrol etmek de muhtesibin görevleri arasındaydı.


Endülüs'de ihtisab görevine "hıttatü'l-ihtisab" adı verilirdi. Ve bir kadının (hakim) kontrolüne bırakılırdı. Orada adet olduğu üzere, kadı ata binmiş olarak adamları yanında kendisini çevrelemiş bir biçimde, görevli bir memur ekmeğin ölçümünü yapan bir terazi taşır ve beraberce çarşılarda kontrol ve ölçüm yaparlardı. Kasablar et üzerinde etin fiyatını gösteren bir kağıt (etiket) bulundurmaya mecburdu. Yazılı fiyattan fazlaya satarsa cezalandırılırdı. Erzak ve yiyecek satan esnafın konan fiyattan fazla bir parayla veya eksik ölçüyle satmamaları için gereğinde muhtesib tarafından özel bir şekilde bir çocuk veya bir cariye gönderilerek şüpheli dükkanlardan alışveriş yaptırılırdı. Eksik ölçü veya fazla fiyatla satanlar veya hile yapanlar bu şekilde ele geçirilirdi. Bu işe cesaret edenler herkese aynı işi yapmış kabul edilerek hak ettikleri cezalara çarptırılırdı. lhtisab görevlerine ait birtakım kanun ve nizamlar vardı ki, hukuk hükümleri nasıl öğretilip uygulanıyorsa, ihtisab hükümleri de öylece ders olarak okutulup uygulaması yapılırdı.


Şurta (Zabıta)


Şurta görevi de hisbe gibi kaza ile ilgili konulardandır. Bundan amaç kadıların verdiği hükümleri uygulamak veya suç oluşmasına engel olacak önlemleri alarak, suç işlemekten çekinmeyenleri uyarmaktan ibarettir. Şu durumda şuna (zabıta) yargılama işine hizmet eden bir görevdi. Suçluların suçlarının tesbiti işinde kadılara yardım ettiği gibi kadıların verdiği hükümlerin uygulanması için hükumetin bir yürütme organını oluşturuyordu. Şurta reis veya müdürü, zina yapanlarla alkollü içki kullananlar hakkında şeriatça verilmesi gerekli olan cezaları (hudud) uygularlardı. Bunun gibi şer'i işlerden olup makamlarına saygı olarak, kadılara verilmeyen diğer birçok konu da zabıtaya ait görevler arasına dahil edilmişti.


Daha sonra Bağdat'taki Abbasi Devleti ve Endülüs'teki Emevi Devleti ve Mısır'daki Fatımiler zamanlarında doğrudan doğruya suçlara bakmak ve şer'i cezalarını vermek görevi kadılardan alınarak zabıta reisine teslim edildi. Zabıta görevi de büyük memuriyet kabul edilerek büyük komutanlara ve halifelerin yakın adamlarına veriliyordu. Endülüs'te zabıta yönetimi, biri büyük diğeri küçük zabıta olarak ikiye bölünmüştü. Büyük zabıta; ileri gelen adamlar, başkanlar, makam ve yer sahipleriyle ilgili işlere bakardı. Bu kişilerden veya yakınlarından veya adamlarından biri bir haksızlık ve zorbalıkta bulunursa onun cezasını verirlerdi. Küçük zabıta ise, sıradan halkın işlerine bakardı. Büyük zabıta reisi, hükümdarın kapısında kurulan bir sandalyeye otururdu. Yakın adamları etrafında yerlerini alırlardı. Reisten emir çıkmadıkça yerlerinden kımıldamazlardı. Zabıta reisliği makamı, vezirliğe veya hükümdarın hacibliğine (mabeyncilik) bir geçiş makamı sayılırdı. Şurta reisine "sahibü'l medine" (şehir emini, belediye başkanı veya valisi) veya "sahibül leyi" (gece muhafızı) adı verilirdi. Ümera (tavaifi müluk) devletlerinde zabıta reisine vali, Afrika'da ise hakim derlerdi.

.



Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak