21 Şubat 2023 Salı

İslam Devletinde Bürokrasi ve Memurlar

 


Yazı ve Yazışma Divanı (Divanü'l-inşa')


Kitabet (yazı yazma): Cahiliye devrinde Araplar arasında birkaç kişiden başka okuyup yazan yoktu. Yazdıkları yazı da günümüzde bilinen Arapça harflerle yazılmıyordu. Araplar Musevilerden aldıkları gelenek ve dini işlerle ilgili konulardan biri olarak, yazılarını da lbrani alfabesiyle yazarlardı. Hz. Hatice'nin dayısı oğlu Varaka b. Nevfel, Araplar arasında lbranice yazan birkaç kişiden biriydi. Bir diğer yazı şekli de Nebatça'ydı. Araplar Nebat alfabesini, miladi 1. yüzyılda Romalıların zulüm ve işkencesinden kaçıp Hicaz bölgesine göç eden Nebatlılardan almışlardı. Bizce, günümüzde kullandığımız Arapça yazı bu Nebati yazıdan alınmıştır. Çünkü bu iki yazı arasında büyük bir benzerlik vardır. (Hatt-ı kufi) kufi yazıya gelince, bu hattı önceleri Irak bölgesinde Süryaniler veya Keldanilerce kullanılan "hatt-ı satrancili"den türemiştir. Bu yazı, Araplarca Arapça yazmak için iktibas edilerek, kullanımın etkisiyle değişikliğe uğramış ve sonunda bildiğimiz şekle dönmüştür. Söz konusu yazıya, kufi yazı denilmesi de aslen lrak'tan ve lslamiyet'ten sonraki bir zamanda türediğine dair olan iddiamızı da güçlendirir. Çünkü Küfe şehri lslami dönemde Müslümanlar tarafından kurulan kentlerdendir.

 

İslamiyet doğduğu yıllarda Araplar arasında okuma yazma bilenlerin sayısı 15-20 kişiydi. Bunların hepsi de sahabedendi. Ali b. Ehi Talib, Ömer b. Hattab, Talha, Osman, Ebu Süfyan ve oğulları Muaviye ve Yezit bunlar arasındadır. Ali, Osman, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Erkam, Hz. Peygambere katiblik yapmışlardır. Hz. Peygamber okuyup yazma bilmiyordu. Bu kişiler Hz. Muhammed'e gelen Kur'an ayet ve surelerini ve İslam'a davet için o devrin hükümdarlarına gönderilen mektupları yazmışlardır. Bunlardan bazıları Hz. Peygamber'in özel katibliğini de yapıyordu. Bazıları Mekke'de halk arasında, diğer bazıları da kabileler arasında ve su başlarında, Ensarın evlerinde, kadın ve erkekler arasında kaydı istenilen konuları yazarlardı. Hz. Ebubekir halife olunca Hz. Osman ona katiblik yaptı. Halifelelik makamından valilere, kumandanlara yazılması gereken emirleri yazardı. O zamana kadar katiblik hükumet memurlukları arasında vazgeçilemeyecek bir makam olmuştu. Hz. Ömer halifeliğe geçince kendilerine ilk katiblik yapan Zeyd b. Sabit'tir. Daha sonra lslam fetihleri yayılıp, çeşitli bölgelerde divanlar kurulunca Hz. Ömer her vilayete o vilayetin kitabet işlerine bakmak için bir katib tayin elti. Katib öncelikle askeri defterhane ve hazine işlerini yazardı. Daha sonra Hz. Osman ve Hz. Ali'nin halifelik dönemlerinde ki, bu son halife ile Raşid Halifeler zamanı bitmiştir. Bu devirlerin hepsinde herhangi bir yerde, bir katibden fazla görevlendirme yapılmamıştır. Bu katib askerin maaşı ile isimlerinden ibaret olan hesapları, kayıt ve gerekli yazışmaları yapardı. Bununla birlikte diğeri hazineye ait konuların kayıt ve yazımıyla uğraşmak üzere iki katibin görevlendirilmiş olması da mümkündür.


Hilafet Emevilere geçince; devlet işleri çoğalıp çeşitlenince, çok sayıda katibin görevlendirilmesi de zorunlu hale gelmiştir. Bunun üzerine katibler beş sınıfa ayrıldı: Valilerle emir, hükümdarlar ve diğerleriyle yapılan haberleşmeleri yazmakla görevli "tahrirat katibi". Haracın gelir ve giderlerini kaydetmekle görevli "haraç katibi". Askerin isimleriyle vasıf ve derecelerini ve maaş miktarlarını, silah giderlerini yazmakla görevli "asker katibi". İnsanlar arasındaki ilişkiler ve diyet kararlarını yazmakla görevli "şuna veya zabıta katibi". Kadılar huzurunda yapılan şartlar anlaşmalar ve bununla ilgili hükümleri kaydetmekle görevli "kadı katibi".




Divanü'l-inşa'


Katiblerin en önemlisi tahrirat katibiydi. Bu katibler katiblerin en eski sınıfını oluşturur. Bunlara kimi kez "katib-i esrar" (sırlar katibi) adı verilir. Tahrirat katibi, halifenin eli ve katibi ve sırlarının ortağıydı. Nitekim Hz. Ömer, Hz. Ebubekir ve Hz. Osman da Hz. Ömer için öyle bir konumdaydılar. lslam'ın ilk yıllarında halifeler bu memuriyete öneminden dolayı akrabalarından ve kendilerine çok güvendikleri yakın adamlarından başka kimseyi görevlendirmezlerdi. Halifelerin kitabeti Abbasilere geçince, ilk devirde katibler halifeler adına istedikleri gibi emir verip yasaklarlardı. Daha sonra katiblik görevi vezirlere geçti. Bununla birlikte vezirler yazışmaları kendi elleriyle yazmayarak günümüzdeki başkatibler gibi yazışmalara imza atarlardı. Halifelerin yazışmalarına imza atan ilk vezir, Harunürreşid tarafından geniş yetkilerle donatılan Yahya b. Cafer Bermeki idi. Şikayet veya maaş istemi konusunda kendisine bir dilekçe sunulunca, Yahya o dilekçeye kendi eliyle bir derkenır (çıkma) kordu. Ondan sonra gelen vezirler, sunulan şikayet ve dilekçeler konusunda yapılması gereken işlemlere ait açıklamalar (şerhler) koymaya başladılar. Kimi kez yazışma divanı bağımsız bir vezirin emrinde bulunurdu. Abbasilerin son devirlerinde katiblik görevi, bağımsız bir memurluk yapılarak vezirlerin dışında bir başkasına teslim edildi. Bağdat'ta inşa' divanı katiblerine "inşa' katibleri", büyüklerine "inşa' divanı reisi" veya "inşa' divanı sahibi" veya "sır katibi" adı verilirdi. Bu divan vezirin emrinde olurdu. Ona "aziz divanı" da denmiştir. Yabancı hükümdarlar bu divan aracılığıyla halifelerle haberleştiklerinden dışişleri bakanlığı görevi de bu divanın elinde bulunurdu.


İmza, Derkenar ve Paraflar (Tevki')


Günümüzdeki devlet dairelerinde tevki' kelimesiyle imza kastedilir. Halifeler devrinde tevki'; halifelere sunulan dilekçeler üzerine yapılması gereken işlemleri veya verilmesi gereken cevabı içeren -bugünkü derkenarlar (çıkma) gibi-halife tarafından yazdırılan açıklama demekti. Bu açıklama inşa' divanının başkanı veya onun vekili tarafından yazılırdı. Divan başkanı halifenin huzurunda bulunur, halife tarafından arzu edilen derkenarları -en kısa üslupla - yazardı. Katiblik görevine, kalemiyle güçlü kişiler seçilirdi. Cafer b. Yahya Bermeki, Harünürreşid'in huzurunda dilekçelere derkenarlar yazarak sahiplerine verirdi. Onun yazdığı derkenarlar fesahat (dilde açıklık, pürüzsüzlük ve düzgünlük) ve belagat (retorik/sözbilim, iyi konuşma) uzmanları yanında büyük önemi vardı. Bu derkenarlar bu işin uzmanları arasında dilden dile aktarılırdı. Her bir derkenar 100 dinara alıcı bulacak kadar değerliydi.


lslam'ın ilk yıllarında halifeler bu derkenarları kendileri yazarlar veya kendileri söyler katiblere yazdırırlardı. İlk halifelerin yazdığı derkenarlar çoğunlukla bir ayet, hadis, bir hikmetli söz veya ünlü bir şiirden aktarılan beyitlerden oluşurdu. Sözü edilen derkenarlara bir örnek: Irak valisi Sa'd b. Ebi Vakkas ev inşaası için Hz. Ömer'den izin istemişti. Hz. Ömer yazının altına "sıcaktan ve yağmurun zararından seni koruyacak kadar bir bina yap!" diye yazmıştır. Hz. Ömer; Mısır valisi bulunan Amr b. el­ As'ın bir yazısına şu derkenarı yazmıştı: "Emirin senin hakkında nasıl olmasını arzu ediyorsan sen de halk için öyle ol". Mervan b. Hakem'den şikayet için Hz. Osman'a başvurulduğunda, Hz. Osman şikayet mektubuna "Sana itaat etmezlerse yaptıklarından sorumlu değilim de!" anlamında olan ayeti yazarak Mervan'a göndermiştir. Hz. Ali kendi oğlu Hz. Hasan'dan aldığı bir mektup üzerine şu sözleri yazmıştır: "Bir ihtiyarın göz atışı ve kararı bir gencin ders vermesinden iyidir." Selman Farisi'den gelen ve Cenab-ı Hakk'ın kıyamet günü halktan nasıl hesap soracağı sorusunu içeren mektuba, Hz. Ali, "Ne kadar rızka kavuşmuşlarsa o kadar hesap verecekler" derkenarı ile cevap vermiştir.

Muaviye b. Ebu Süfyan'ın yazdığı derkenarlardan biri olarak, Abdullah b. Amir tarafından gönderilen ve Taif'te bulunan bir malın kendisine verilmesi isteğini bildiren mektuba, Muaviye "Çok yaşayan çok görür" tevkisini yazmıştır. Yine buna benzer Ziyat b. Ebi Muaviye'ye bir mektup yazarak bu mektupta Abdullah b. Abbas'ın Muaviye'nin halifeliğini kötüleyip çirkin gördüğünü haber vermişti. Muaviye mektubun altına "Ebu Süfyan ile Ebu Fazl (yani Muaviye'nin babası ile Abdullah'ın babası) Cahiliye devrinde iyi dosttular. Bu dostluk ayaktadır. Senin tedbirsizliğin onu bozamaz" diye yazmıştır. Böylece Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan, Irak halkının itaatsizliğinden ve bu nedenle çektiği zahmetlerden söz ederek, Irak ileri gelenlerinin öldürtülmesi için izin isteğini içeren ve Irak valisi Haccac'ın gönderdiği bir mektubun altına şu açıklamayı yazmıştır: "Vali uğurlu ve bereketli olursa dağınık olanlar bile birleşir. Uğursuz olursa kardeş ve dost geçinenler bile dağılır". Kendisine karşı başkaldıran Abdurrahman b. Eş'as'tan aldığı mektuba da "Kusurlarını tamir etmeye çalıştığım adam, ahmaklık ve alçaklıktan beni yıkmak isterse buna ne denir" anlamında bir beyt yazmıştı.


Kuteybe b. Müslim, Emevi halifelerinden Süleyman b. Abdülmelik'e bir mektup yazarak kendisini tahttan indirmekle tehdit etmişti. Süleyman mektubun altında şu anlamdaki dizeleri yazmıştır: "Ferazdak Mürabbaı öldüreceğini iddia ediyor. Müjde Murabbaa ki, çok yaşayacaktır." Kuteybe, Süleyman'a bir kez daha bu tehditi yazmıştır. Süleyman bu defa mektubun zeyline "Sabır ve beraber olursanız onların hile ve gadirleri size zarar vermez" anlamında bulunan ayeti yazmıştır. Valilerden biri, Ömer b. Abdülaziz'den bir kentte tamirat yapma izni istemişti. O da derkenarda cevap olarak "Şehri adalet ile bina et, yollarını zulümden temiz tut" diye yazmıştır. Aynı şekilde ırak valisi, Ömer b. Abdülaziz'e çeşitli şikayetleri bildiren bir yazı göndermişti. Ömer bu yazının altına “Kendi nefsine hoş gördüğün şeyleri onlara da hoş gör. Böyle yaptıktan sonra eğer bir kusur görürsen o zaman ceza ver" derkenarını yazıp göndermiştir. Ömer b. Abdülaziz tarafından yazılan derkenarlar da oldukça çoktur. Yezit b. Abdülmelik valinin zulmünden şikayet eden bir adamın dilekçesine "Zulmedenler yakında nasıl bir inkılaba uğrayacaklarını yakında görecekler" (Şuara-227) ayeti kerimesini yazıp vermiştir.


Abbasilerin yazdığı derkenarlardan da birkaç örnek verelim: Ambar halkından bazıları, Halife Saffah'a bir dilekçe sunarak inşasını emrettiği bina için evlerinin alınıp, inşaata dahil edildiği halde kıymetleri kendilerine verilmediğini bildirerek şikayette bulunmuşlardı. Saffah şikayet mektubuna "Bu bina takvanın (günahdan sakınma ve züht) dışında bir şey üzerine kurulmamıştır" derkenarını yazarak ev bedellerinin ödenmesini emretmiştir. Küfe halkı kendi valilerinden şikayeti içeren bir dilekçeyi halife Mansur'a arz ettiklerinde, halife Mansur "Siz nasıl iseniz idareciniz de öyle olur" tevki'ini yazmıştır. İhtiyacından söz ederek arzuhal sunan bir adamın arzuhaline "Allahtan dile, gerçek rızık veren ve cömert olan O'dur" kaydını düşmüştür. Aynı şekilde Mansur, Hınıs valisinden hatalı bir yazı aldığında altına "Katibini değiştirmezsen ben seni değiştiririm!" derkenarını yazarak valiye göndermiştir. Ermeniye valisi halkın itaatsizliğinden şikayeti bildiren bir yazıyı, halife Mehdi'ye takdim etmişti. Mehdi söz konusu mektuba "Af ile muamele et, halkı doğru yola yönlendir, cahillere aldırma" ayetini derkenar olarak yazmıştır. Bazıları Mehdi'ye Horasan valisinin ihmalinden şikayet edince, halife şikayet mektubunun üzerine "Ben uyanığım sen ise uyuyorsun" sözünü yazarak valiye göndermiştir. Harünürreşid tarafından örnek olarak Horasan'daki valisine "Büyümeden yaranı tedavi etmeye bak!" ve Mısır'daki valisine "benim hazinem ve biraderim Yusuf'un hazinesine zarar vermekten sakın, bunun cezasını Hz. Yusuf'tan ve daha büyük cezayı Cenab-ı Hakktan bulursun!" diye yazmıştı. lbn Hişam, Me'mün'a, halkın halinden söz eden bir şikayet dilekçesi sununca halife dilekçenin üzerine "Mert ve namuslu adam üstündekilere zulüm eder, altındakilerin zulmünü çeker. Sen bunlardan hangisisin?" diye yazmıştır. Halifelerin diğer derkenarları ve tevki'leri de bunlarla kıyaslanabilir.

Bununla birlikte bu şekilde derkenarlar yazmak yalnızca halifelere özgü değildi. Valiler ve diğer büyük devlet adamları da dilekçeler üzerine derkenar ve şerhler yazarlardı. Ziyad b. Ebih, Ebu Müslim Horasani, Cafer b. Yahya gibi devlet adamları bu yetkiye sahip kişilerdendi. Bunlardan Cafer'in yukarıda belirtildiği üzere derkenarlar yazmakta büyük bir ünü vardı. Örnek olarak; Cafer hapishanedeki bir mahkumdan aldığı dilekçeye "Her şeyin belli bir vakti vardır." Şeklinde bir not yazmıştı. Valilerden biri hakkında şikayeti içeren bir arzuhal üzerine de valiye hitaben "Şikayetçilerin çoğaldı. Seni övenler azaldı. Ya yolu düzeltmeli ya da çekilmeli" cümlesini yazmıştır. Hacca gitmek için izin isteyen bir adama "Allah'a giden maksadına ulaşır!" derkenarını yazmıştır. Vali tayin olunmasını isteyen bir zatın dilekçesine "Zalimler üzerine zalim tayin etmem" ve birkaç kez hediye ve ihsan alan bir adamın tekrar bağış istemini içeren dilekçeye "memeyi bırak ki sana nasıl süt verdiyse bir başkasına da versin" cümlesini yazmıştır. Bu şekilde yazılan derkenarların sayısı oldukça çoktur. Me'mun'un veziri "Zü'l-riaseteyn Fazl b. Sehl ve Tahir b. el Hüseyin vs. diğerleri de buna benzer tevki' yazan devlet adamları arasındadır.


Dilekçe ve şikayet mektupları üzerine yazılan derkenarları kısaltarak yazmaya çok dikkat edilirdi. Bu nedenle, böyle kısa şekilde oluşturulan klişeler belagat sanatı için de örnek oluştururdu. Medine'de ortaya çıkan kıtlık üzerine Hz. Ömer tarafından buğday ve erzak vs. yetiştirilmesi gereğini içeren Amr el-As'a hitaben yazılan mektup buna bir örnektir. Hz. Ömer kendisine şöyle bir mektup yazıp göndermişti: "Müminlerin emiri Ömer'den Asi oğlu Asi'ye selam! Ey Amr, sen ve arkadaşların karınlarınızı doyurduktan sonra ben ve çevremde bulunanlar helak olsak da bizi düşünmezsin. lmdat! lmdat!" Bunun üzerine Amr b. el-As, Hz. Ömer'e şu cevabı yazdı: " Allah'ın kulu ve Müminlerin Emirine, Allah'ın kulu Amr b. el-As tarafından lebbeyk! lebbeyk! Sana öyle yük kervanı gönderdim ki, bir tarafı bana diğer tarafı sana ulaşır. Selam olsun." Bu şekilde örnekler oldukça çoktur.

Bu kısaltmalar yalnızca halifelerle valiler arasında yapılan haberleşmelerle sınırlı değildi. Tüm yazışmalarda bu usul geçerliydi. İspanya hükümdarı Alfonso tarafından Merakeş sultanı Yusuf b. Taşfin'e gönderilen tehdit mektubuna cevap buna güzel bir örnektir. Yusuf b. Taşfin, İspanya kralının tehdit dolu uzun mektubuna cevap mektubu olarak yalnızca "Ne olacağını göreceksin!" cümlesini göndermişti.


Halifelerin Yazışma Formül ve Yöntemleri (Diplomatik Kuralları)


Halifeler tarafından diğer devlet görevlilerine yazılan mektup veya fermanlarda, Hz. Ömer'le Amr b. el-As arasında yapılan haberleşmelerde görüldüğü üzere, ilk önce halifelerin adını zikretmek diplomatik bir gelenekti. Buna aykırı hareket affedilmez bir hata kabul edilirdi. Abbasi halifelerinden Mansuru, Abbasi Devleti'nin kurulmasına en büyük hizmette bulunan Horasanlı Ebu Müslim'in öldürülmesine sevk eden nedenlerden biri de Ebu Müslim'in, bir kere Mansur'a sunduğu arzda kendi adını daha önce yazmasıydı. O tarihlere ait yazışmalarda buna aykırı bir şey görülürse, onu nasihlerin (yazmayı kopya edenler) hatası kabul etmek gerekir.


Bu durum Buveyhilerin güç ve yönetimi ele alarak halifeleri mağlup ve mahkum ettikleri zamana kadar devam etti. Bu tarihten itibaren halifeler, pasif bir konumda bir köşeye çekildiler. Tevliyetlerden başka kendileri tarafından yazılacak bir şey kalmamıştı. Yazışmaların büyük kısmı vezirlere teslim edildi. Yazışmada halifenin adının yazılmasına gerek görülürse saygı ifadesi olarak birtakım dini sıfat ve lakaplar kullanılırdı. Halifenin anılması yerine "mevakıf-ı mukaddese", "makamat-ı şerife", "südde-i nebeviyye", "dar-ı azize", "mahall-i mümced" gibi makamın kudsiyetini belirten klişe ve deyimler kullanılırdı. Daha sonra valilerin övülmesi, yüceltilmesi ve övülmesine geçilerek valilik makamına da "Meclis-i ali", "Hz. Samiye" ve benzeri terimler kullanmaya başladılar.


İşaret. Alamet veya Remz


Yazışmalarda uzun uzadıya açıklama ve görüş yazmak yerine bir harf veya işaretle maksadı anlatmak kabul edilen yöntemler arasındaydı. Sultan Gazneli Mahmut bağımsızlığını ilan ettikten sonra Bağdat'taki halifeye bir mektup yazarak, isminin hutbeye ve akçaya yazılmasını istemişti. Halife bu öneriyi kabul etmekten kaçınınca, Sultan Mahmut ikinci bir mektup göndererek halifeyi tehdit anlamında "Bağdat'ın tüm taşını ve toprağını fillerim üzerinde Gazne'ye taşımak istesem bunu yapmaya gücüm yeter" diye yazmıştı. Bunun üzerine halife Sultan Mahmut'a kapalı bir mektupla cevap göndermişti. Sultan Mahmut halifenin mektubunu açınca, içinde besmele, besmeleden sonra bir "uzun elif", açıklığın ortasında "lam" ve mektubun sonunda da "mim" harflerini, daha sonra Allah'a hamd ve Peygamber üzerine salavattan başka bir şey görmedi. Bu cevaba bir anlam veremedi ve şaşkınlık içinde çevresindekilere sordu. Onlar da bir anlam çıkaramadı. Sonunda devrin büyük alimlerinden Ebü Bekir Kuhistani'ye soruldu. Kuhistani, bu işaretler üzerinde uzun müddet düşündükten sonra, mektuptaki remizleri çözdü ve halifenin amacını anladı. Sultan ona "Bunun anlamını söyle ne istersen vereyim" deyince, Ebü Bekir "Siz halifeyi fillerle tehdit ettiniz. O da size cevap olarak bu mektubu gönderiyor. Mektupta 'elif, lam, mim' harfleri var. Bu harfler "Rabbin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? anlamını kapsayan fil suresindeki ayet-i kerimeyi anlatıyor" dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmud'u bir ürperti ve korku kapladı. Bu işte bir uğursuzluk gördü ve davranışlarından dolayı bir pişmanlık duydu. Daha sonra halifeyle arayı düzeltip güzel bir şekilde geçinmeye başladı.

5. yüzyıl ortalarında Şizer Kalesi emiri bulunan Sedidü'l­ mülk Ali b. Mukallid'in başına gelen olay da bu konuda bir başka örnektir. Ali b. Mukallid, cesur ve kahraman bir adamdı. Akıl ve keskin zekasıyla ünlüydü. Şizer Kalesi'ne sahip olmadan önce Halep'e gidip gelirdi. O sırada Halep emiri Tacü'l-Mülük Muhammed b. Salih idi. ikisi arasında bir nefret oluştu. Sedidü'l-mülk, Tacü'l-Mülük'ün zulmünden korkarak Trablus Şam emiri bulunan Celalü'-Mülk b. Ammar'a sığındı. Tacü'l-Mülük, Ali b. Mukallid'in sığındığı yeri öğrenince, bir hileyle oradan kendi yanına getirip öldürmek istedi. Katibi olan Ebu Nasr Muhammed b. Hüseyin'e, Ali b. Mukallid'e hitaben oldukça teveccüh dolu bir mektup yazarak Halep'e davet etmesini emretti. Ali'nin dostu olan katib bu mektubun amacının ne olduğunu anladı ancak çaresiz mektubu yazmaya mecburdu. Tacü'l-Mülük'un emri uyarınca mektubu yazdı. Ancak "lnşallahu Teala" sözüne gelince, buradaki "in"in hemzesine üstün ve nunun üzerine de şedde koydu. Mektup bu şekilde Ali b. Mukallid'e ulaştı. Ali b. Mukallid mektubu aldı ve okudu. Trablus Şam emiri lbn Ammara da gösterdi. Gerek ibn Ammar gerek yakın adamları Tacü'l-Mülük'un hüsn-ü teveccühünden ve Ali b. Mukallid'i Halepe davetinden dolayı memnun oldular. Ancak Ali, mektuptaki nükteyi anlamıştı "Mektupta sizin göremediğiniz bir şey görüyorum" dedi. Gelen mektuba makama uygun bir cevap yazarak, cümleler arasına "lütfunuzun minnettarı olan bu hizmetkarınız" anlamına gelen (ene'l-hadim el-mukırr bi'l-enam) Arapça cümlesini yazdı. Ancak bunu yazarken "ene-ben" zamirindeki elifin altına bir hemze ve nünun üzerine de bir şedde koyup gönderdi. Mektup Tacü'l-Mülük'a varınca hemzeden ve nünun şeddesinden bir şey anlayamadı. Ancak katibi anlamıştı. Katib Ebü Nasr gelen cevaptan memnun olarak dostlarına "Ben zaten Ali'nin zekasından emindim. lşareti anlayarak ona göre hareket etti." dedi. Ebu Nasr'ın "in"i şeddelemekten amacı; "Halk seni öldürmek için tuzak kuruyor." anlamındaki "inne'I melee ye'temurüne bike leyaktulün” ayet-i kerimesine işaret etmekti. Ali'nin cevabında "ene"nin şeddelenmesi de "Onlar bulundukça oraya biz elbette girmeyeceğiz" anlamına gelen "ene len nedhuleha ebeden ma damu fiha” ayet-i kerimesine işaretti.


Addüddevle b. Buveyh tarafından Şam mütevellisi Ebü Mansur'a yazılan mektup da haberleşme alanında yukarıdakilere benzer örneklerden biridir. Ebu Mansur Addüddevle'ye "Şam tamamen sakin. Tüm memleket elime geçti. Mısır emirinin hiç hükmü kalmadı. Para ve silahla beni desteklersen düşmanla kendi ülkesinin içinde bile savaşırım" sözlerini içeren bir mektup yazmıştı. Addüddevle, kelimeleri birbirine benzer, şekilleri birleştirilmeden ve noktaları konmadan okunması imkansız, şifreli bir bir cevap gönderdi. Böyle bir önlemin nedeni mektubun düşman eline geçmesi halinde yazının çözülmesini ve anlaşılmasını engellemekti. Ancak mektubun gönderildiği Ebu Mansur haberin içeriğini kolayca anlayabilmişti.


Yazı Araç ve Gereçleri


Yazı yazımında kullanılan kalemler günümüzde de olduğu gibi kamıştan yapılıyordu (M. 1091). İlk lslam devletleri zamanında da benzeri şekil ve biçimde kalemler kullanılıyordu. "Midad" denilen mürekkep ise; eldeki bilgilere göre kömür tozundan, samg veya ağaç sakızı gibi yapışkan bir maddeyle kandil isinin karışımından yapılıyordu.


Arapların kağıt yerinde kullandığı en eski yazı malzemesi "rakk" adını verdikleri ince deri parçalarıydı. Kumaşlar üzerine de yazı yazarlardı. Yazı yazmaya elverişli en iyi kumaş, Mısır'da dokunan bir çeşit kumaştı. Buna "kubati" derlerdi. lslam'dan önce yazılan ünlü "muallekat-ı seb'a" (yedi askı), buğu bu papirüs ve kubati üzerine yazılıydı. Kahire'de Hidiv Kütüphanesi'nde, Mısır bölgesinin bazı yerlerinde bulunmuş Arapça yazılı bazı eserler bunun örnekleridir. Bunlar içinde papirüsten bazı yapraklar ve kubatiden birtakım parçalar vardır ki, çok eskimiş ve çürümüş olmasına rağmen üzerindeki yazıyı okunabiliyordu. Aynı şekilde, söz konusu kütüphanede üzerinde Arapça yazı bulunan bir çömlek parçası da gördük. Bu eserlerin en eskisi H. 1. yüzyılın sonunu geçmez. Tüm bu eserler kütüphane salonunda sergilenmiştir.


Londra'da British Müzesi'nde de kumaş üzerine yazılmış eski tarihli Arapça bir yazı vardır. Tahminen hicri. 2. yüzyıl başlarında yazılmıştır.


Abbasiler devrinde vezir Fazl b. Yahya el-Bermeki zamanında, kendisinin tavsiyesiyle okullarda kağıt kullanılmaya ve kağıt yapılmaya başlandı. Güvenilir kaynaklara göre, Araplar kağıt yapımını ilk kez Çinlilerden öğrenmişlerdir. Çinliler Hz. lsa'nın doğumundan önceki dönemde bile kağıt yapımında oldukça ileri gitmişlerdi. lslam orduları Semerkand'ı fethettikleri yıllarda kağıt yapım sanatını Çinlilerden aldılar. Bununla birlikte Abbasiler devrine kadar kullanımına önem vermemişlerdi. Abbasiler zamanında gerek bilim aleminde gerekse devlet bürokrasisinde faaliyetlerin yoğunlaşmasına paralel olarak deri ve benzeri yazı malzemeleriyle yetinmek mümkün olmadığından, haberleşmelerde, divanlarda, defter ve siciller vs. işlerde kağıt kullanımı zorunlu hale geldi. Vezir Fazl'ın önerisi ve emriyle Bağdat, Şam vs. büyük lslam kentlerinde kağıt fabrikaları kuruldu.


Kağıt yapımı sanatının yeryüzünde yayılmasına aracı olanlar Müslümanlardı. Ortaçağ'da Avrupalılar, Şam kağıdını ilk kez Araplarda görmüşler ve alıp kullanmışlardır. Bu tür kağıt Avrupa'da "Charta Damascena" adıyla biliniyordu. Kağıt yapımı sanatı Endülüs yoluyla Avrupa'ya geçmiştir. Endülüs'ün Şatıbe, Belensiye ve Tulaytıla kentlerinde kağıt fabrikaları kurulmuştu. Endülüs bölgesi lspanyolların yönetimi altına girince kağıt fabrikaları da doğal olarak onların eline geçti. Kağıtçılık sanatı lspanyollar aracılığıyla diğer Avrupa milletlerine geçmiştir. Kağıt üzerine yazılan en eski Arapça yazılardan biri "Garibü'l Hadis" adındaki kitaptan yapılan bir kopyadır. Bu yazma kopya Hollanda'da Leiden Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Bu yazma nüshanın üçüncü hicri yüzyıl başlarında yazıldığı sanılmaktadır. Yine bu tür kağıt üzerinde yer alan en eski yazılardan birisi de Hicri 4. yüzyıl başlarında yazılmış "Diva­nü'l-Edeb" kitabının bir kopyası British Museum Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.


Haciblik (Mibeyincilik-Teşrifatçılık)


lslam devletlerinde haciblik görevi bugünkü saray teşrifatçısının yahut mabeyincisinin görevine benzer. Hacib padişahın veya emirin huzuruna çıkacak kişiler için izin alır ve onlara rehberlikte bulunurdu. Padişahlığın vakar ve heybetini korumak için öyle bir memurun bulunması zorunludur. Devlet uygarlık yolunda ilerleyerek görkem ve debdebesi arttıkça padişah ile halkı arasında aracılığı oluşturan bu çeşit memurların sayısı da o oranda çoğalır. Raşid Halifeler devrindeki halifeler kapılarını herkese açık tutardı. Her kim istese girebilirdi. Halifeler; fakir zengin, büyük küçük, aracıya veya herhangi bir zahmete gerek bırakmaksızın herkesi huzurlarına kabul eder ve konuşurlardı. Ancak Emeviler devrinden başlayarak halifelik makamı, "padişahlık" şekline dönünce haciblerin görevlendirilmesine ve halifelerin huzuruna çıkacakların, kendi sınıf ve soyuna göre düzenlenmesi zorunlu hale geldi. Bunu ilk uygulayan Muaviye b. Ebü Süfyan'dır. Muaviye'nin bu konuda dikkatini çeken ve böyle bir görevliye ihtiyaç olduğunu söyleyen de Ziyad b. Ebih idi. Halifenin huzuruna girmek için teşrifat merasiminde (protokol işleri) ilk sırayı soylular ve aristokratlar alırdı. Soyda eşitlik olursa önce yaşlı olanlar, yaş olarak eşit olurlarsa, ilim ve edeb sahipleri öne geçerdi. Bununla birlikte dört kişi her ne vakit olursa olsun izin istemeksizin huzura alınırdı. Bunlar:


Namaza kaldıran müezzin, gece haber getiren haberci, sınırdan gelen memur, yemek getiren görevli. Ziyad, kendi teşrifatçısına şu şekilde öğütte bulunmuştu: "Seni teşrifatçılığıma tayin ettim. Dört kişiye hükmün yoktur: Namaz ve kurtuluşta Cenab-ı Hakk'a davet eden bu müezzin ki, ona ilişemezsin. Geceleyin gelen acele haber getiren haberci. Bunun da huzuruma çıkmasını engelleme çünkü o kara bir haber getirmiştir. İyi bir haber getirmiş olsa gece gelmez. Bir de sınırlardan gelen görevli. Onu da derhal yanıma getir. Çünkü bir saat gecikse bundan dolayı ortaya çıkacak zarar bir senede giderilemez. Yatakta olsam bile onu yanıma hemen getir. Bir de yemek getiren adamı bırak, girsin. Yemek tekrar ısıtılırsa tadı bozulur."


Daha sonra halifelik makamı ve devlet idaresi Abbasilerin eline geçip de zamanla, ünlü güç ve görkemin ulaşınca, çok önemli konu ve işlerin dışında, halkın halifenin huzuruna çıkmasını engelleme önlemleri de bir kat daha arttı. lbn Haldun buna "ikinci teşrifat devri" adını veriyor. Bu devirde halifenin huzuruna çıkmak isteyenler için "ileri gelenlerin kabulüne mahsus daire" ve "sıradan halkın kabulüne ait daire" adlarıyla iki kabul dairesi kuruldu. Halife bu dairelerde teşrifatçıların düzenine göre "havas" ve "avamı" ayrı ayrı kabul ederdi. Abbasilerin gerileme döneminde daha sıkı olarak "üçüncü bir teşrifat duvarı" daha konuldu. Hükümdarın huzuruna çıkmak için bu gibi, katı engellerin konulması, hükümdarların bağımsız hareket edemediği, çevresindeki adamları tarafından ağır bir baskı ve kontrol altına alındığı dönemlerde olmuştur.


Söz konusu devirlerde devlet adamları, özellikle genç şehzadeleri tahta oturtunca, hükumet işlerinde istedikleri gibi rahat hareket edebilmek için, şehzadelerin maiyet memurları vs. diğer devlet adamları ile sık sık karşılaşmalarını engellemeye çalışırlardı. Devlet adamları vs. halk ile sık görüşmenin halifelik veya hükümdarlığın heybetine ve adabına aykırı olduğu inancını onların zihinlerine yerleştirirlerdi. Nitekim Abbasilerin son dönemlerinde durum bu şekildeydi. Aslında bu gibi yanlış düşünceler, devletlerin zayıfladığı, kargaşalıkların başladığı son devirlerinde ortaya çıkmıştır.


Nakibü'l-Eşraf'lık Kurumu


Bu makama "Nekabet-i Eşrar· (Hz. Muhammed'in soyundan gelenlerin vekilliği görevi) denilmesi, peygamber soyunu oluşturan şeriflerin işleriyle ilgilenmesinden dolayıdır. Peygamberin Ehl-i Beytinden' (ailesinden) olan kişilere lslamiyet'in başlarında büyük saygı ve hürmet gösterilirdi. Bu kutsal aile için bir başkan tayin olunurdu. Nakibü'l-Eşraf (ileri gelen büyüklerin vekili ve müfettişi) adını alan bu başkan, peygamber sülalesinden gelen bireylerin işlerine bakar, soylarını belli bir deftere kaydeder, doğumlarını, ölümlerini bu deftere yazar, onları adi ve basit iş ve mesleklere girmekten ve kötü durumda bulunmaktan korurdu. Onların haklarını savunur ve kendilerini doğru eylemlere yönlendirir, fey' ve ganimetten peygamber soyuna ait olan payı alır ve peygamber soyunun fertleri arasında dağıtırdı. Ayrıca bu kutsal soya bağlı dul kadınların, denk (küfüv) olmayanlarla evlenmelerini engellerdi. Kısaca belirtmek gerekirse; Nakibü'l Eşraf, Peygamber soyundan gelen bireylerin genel bir vasisi ve vekili konumundaydı.


lslam devletlerinde Nakibü'l-Eşraf'lık görevi, en kutsal mansıblardan sayılırdı. Halifeden sonra en yüksek yer ve makam, Nakibü'l-Eşraf'a aitti. Bu yüzden Abbasi halifesi Kadirbillah zamanında Nakibü'l-Eşraf bulunan Şerif Rıza, halifeye hitaben yazdığı dizelerde "Aramızda bir fark varsa o da sen halifesin, ben değilim. Diğer yönlerden birbirimizden farkımız yok!" demişti. Halifeler tarafından yazılan ferman ve beratlarda bu görevde bulunan kişilerin büyüklüklerine, yücelik ve şereflerine, görev yerlerine uygun, saygı cümleleri (elkablar) kullanılırdı. Nakibü'l-Eşraf'lara çoğunlukla, hacda sikayet (hacılara su dağıtma) vazifesi, mezalim divanı reisliği gibi yüksek memurluklar teslim edilirdi. lslam devletlerinde her devir ve asırda Nakibü'l-Eşraf'lara saygı ve hürmette bulunulmuştur. Osmanlı devletinde de bu saygı ilk devirlerden beri muhafaza edilmiştir. Osmanlı devletinde de Nakibü'l-Eşraf, bütün devlet adamlarının, hatta sadrazam ve şeyhülislamların da önünde yer alırdı.


Tarikat Şeyhliği Makamı (Tarik-i Sufiyye Meşihati)


Tarikatlar meşihatı (mürşidlik, şeyhlik) tasavvuf yollarının (tarikat) ortaya çıkmasından sonra doğmuş dini memurluklardan biridir. Tarikatlar şeyhi, tüm sufiler (mutasavvıflar) ve tarikatların işlerini ve faaliyetlerini görüp gözetleme yetkisine sahiptir. Bununla birlikte bu tarikatlardan her birinin ayrı bir şeyhi, her şeyhin köylerde ve kasabalarda halifeleri, her halifenin de müridleri vardır. Şeyh halifeleri, halife de müridleri irşad eylemek, kendilerini denetlemek, iyiliğe yöneltmek, fenalıktan uzaklaştırmak, terbiyelerine bakmak görevleriyle mükelleftirler. Şeyhü'l-meşayih (şeyhlerin şeyhi) ise bunların hepsini bakar ve denetler. İlk dönemlerde, sufi tarikatların genel bir şeyhliği yoktu. Her tarikat veya her zaviye bağımsız bir şekilde hareket ederdi. Bu yüzden fitne ve fesat eksik olmazdı. Selahattin Eyyübi, Saidü's-Sueda'nın dergahını inşa ederek buraya "deviretü's-sufiyye" adını verince, buraya tayin olunan şeyhe de diğer sufi şeyhler arasında bir çeşit öncelik hakkı verdi. Sultan Salahaddin, bu meşihata vezirlik, emirlik ve komutanlığı elde etmiş olan şeyhlerin şeyhi lbn Hamavi'nin oğulları gibi devlet adamlarının büyüklerinden ve ileri gelenlerden başka kimse tayin etmezdi. Zürriyaseteyn vezir sahih Nakiyüddin Abdurrahman vs. bu meşihatta bulunanlar arasındaydılar. Bu uygulama böylece devam ederek sonunda 9. Hicri yüzyılda sufi tarikatlar Mısır'da birleştirilmiş ve şeyhliğine Seyyid Muhammed Şemseddin Bekri tayin olunmuştur. Seyyid Muhammed Şemseddin, çağının ilimde ve dinde en büyüklerinden biriydi. Şarani, onun hakkında "Zamanın en büyük alimi olduğunu iddia etsem doğrudan ayrılmış olmam" demiştir. Kendisinden sonra bu göreve oğlu Şeyhülislam Ebu Sürür el­ Bekri geçti. Bu şeyhlik makamı günümüzde de sözü edilen soyun elindedir.




Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak