Müslüman veya Müslim kavramı, Arapça sulh yapmak, teslim, selamette olmak, itaat etmek anlamındaki 'silm' kökünden gelir. Terim anlamı, "İslam dinini kabul eden kimse"dir. Müslüman veya Musulman kelimesinin kaynağı da kendisine Farsça 'an' sıfat eki ilave edilmiş olan 'Müslim'dir. Hıristiyan kavramı ise, öncelikle sözlükte Isevilik veya Hıristiyanlık akidesini kabul eden kimseye 'Hıristiyan denmektedir. Arapça karşılığı olan 'Nasrf' (çoğulu 'Nasara'), Süryanice 'Nasraya'dan gelmekte ve Yunan-Garp Hıristiyanlarına delalet eden 'Rum' ve 'İfrenc' kelimelerinden farklı olarak, "Müslüman hakimiyeti altında bulunan Şark kiliselerinin mensupları Hıristiyanlar" anlamında kullanılır bir tabirdir.
Ortaçağ tarihi içerisinde, Müslüman veya Müslümanlar denince, sadece bir İslam dini mensubu kimse anlaşılmamakta, terimin ayrıca bir uluslararası boyutu da bulunmaktaydı ki, o da hangi ırktan olursa olsun bir Müslüman vatandaş olarak Müslüman bir devlet çatısı altında yaşayan insanlar topluluğunu veya aynı dava etrafında birleşen Müslüman toplulukları ifade etmesidir. Özellikle Endülüs gibi pek çok toplumsal unsurdan müteşekkil bir devlette bu anlam daha da kuvvetlenmektedir. Aynı şekilde, Hıristiyan veya Hıristiyanlar deyince de, ırkı ne olursa olsun Hıristiyan bir devlet çatısı altında veya aynı Hıristiyan amaçlar uğrunda birleşen toplumlar anlaşılmaktadır. Müslümanlardan maksat Endülüslüler ya da Müslüman Endülüs Devleti ve Hıristiyanlara karşı onlara yardım için İberya Yarımadası'nda bulunan Murabıtlar ile Muvahhidler; Hıristiyanlardan maksat da İspanyollar Portekizliler ya da Hıristiyan İspanya Devleti ve bazen de Müslümanlara karşı onlara yardım için İberya Yarımadası'na gelen Fransızlar ve İtalyanlar yani, diğer Hıristiyanlardır. Bunlar birbirleriyle karşılıklı siyasi ve dini bir mücadele içinde olan iki millet veya devlet olarak algılanmalıdır. Nitekim, bu zihniyet hemen aynen Hıristiyan kaynaklarının müelliflerince de benimsenmiş görünmektedir.
İslam bir inanç ve ahlak sistemi olması yanında dünya hayatına ilişkin düzenlemeler de getiren bir din olmuş ve bu sebeple toplum için bir siyasi organizasyonun varlığını öngörmüştür. Teoride bu organizasyon devlettir ve üç temel unsura sahiptir. Bunlar belli bir toprak parçası (vatan, dar), bir idare düzeneği ve insanların boyun eğecekleri bir otoritedir. İslam hükümleri ilke olarak evrenseldir ve nerede olursa olsun Müslümanı bağlayıcıdır. Bu açıdan İslam'a göre dünyada iki temel ülke mevcuttur: 1. İslam ülkesi (Darülislam) ve 2. Harp ülkesi (Darülharp). Eğer bir beldede Müslümanlar kayıtsız şartsız emniyet içinde bulunuyorlarsa orası Darülislam' dır. Çünkü, hükümler İslam veya küfre değil, emniyet ve korkuya göredir.
Genişçe tarifiyle Darülislam, İslam kültür, medeniyet ve kimliğini devam ettiren, herhangi bir şekilde devlet fonksiyonları Müslümanların elinde bulunan yerdir. Müslümanlara karşı açık düşmanlık ve tecavüz sebebiyle İslam ülkesiyle aralarındaki barış hali sona eren ülkeye de Darülharp denmektedir. İlaveten, Darülislam ve Müslümanlar ile ilişkileri tarafsızlık ilkesine dayanan Gayri Müslim devletlere darü'l hiyad, hiç ilişkisi olmayanlara darü'l-küfr, ilişkileri dostane olanlara ise darü's-sulh denmektedir. İslam hukukçularının ana kaynaklar ve asr-ı saadet ile Raşid Halffeler devri uygulamalarını temel alarak geliştirdikleri "siyer" veya "siyaset-i şer'iyye" kavramı, İslam'ın uluslararası ilişkileri düzenleme prensiplerini konu almakta ve iki esas üzerinde şekillenmektedir. Bunlar İslam'ın Müslümanların izzeti ve dünya barışıdır. Dolayısıyla İslami devletin uluslararası politikaları İslam'ın izzetinden taviz vermemek şartıyla dünyada sükunı barış ve huzurun teminine maruf olmalıdır. Bu sebeple, İslam hukuku devletlerarası anlaşma imzalama, diplomatik ve kültürel her çeşit yararlı ilişkiler kurma gibi ilişkilere kendi anlayış ve hukuk düzeni içerisinde yer vermektedir.
Bu hukuk düzeninde, İslam'ın ve Müslümanların lehine bir politikanın belirlenmesi hususu, idarecilerin inisiyatifine bırakılmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber ve idari uygulamalarına hukuki değer atfedilen Raşit Halifeler dönemlerindeki uluslararası ilişkiler prensipleri, genel itibarıyla konunun değişmez ve ideal hükmü olarak değil, şer'i siyasetin bir gereği olarak düşünülmektedir. Böylelikle, uluslararası politikaları belirlemede yöneticilere bir genişlik ve hareket alanı sağlanmış olmaktadır. Diğer taraftan, İslam hukukunda gelişmiş olan eman müessesesi sayesinde ticari, sınai, kültürel ve diplomatik ilişkiler belli bir hukuki düzen içerisinde mümkün olmaktadır. Devletlerarası anlaşmalarda asıl belirleyici olan nokta, uygulamanın yapılacağı zamanın konjonktürel durumu ile kuvvetler arasındaki güç dengesi iyi hesaplanarak devlet ve halkın lehine en uygun seçeneğin iltizam olunmasıdır. Bu konudaki prensipleri vazeden Kuran ayeti şöyledir:
"Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan insanlara iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever. Allah sizi, ancak sizinle dini sebepten savaşan, sizi yurdunuzdan çıkaran ve bunu yapanlara destek olanlara yardım etmekten men eder. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler onlardır" (Mümtehine, 60/8-9).
İspanya'nın Fethine Kadar İslam Tarihinde Müslüman Hıristiyan İlişkileri Konu uluslararası ilişkiler çerçevesinde daha çok İslam'ın Hıristiyanlara bakışı ve Müslümanların tutumları ile Hıristiyanlığın Müslümanlara bakışı ve tutumları açısından ele alınacaktır. Müslümanların fetih harekatı neticesinde İslam hakimiyeti altına giren Gayri Müslim milletler içerisinde Hıristiyanlar büyük bir kitleyi teşkil etmiştir. Bu yeni durum karşısında her iki tarafın birbirlerine karşı konumları, bakış açıları ve tutumları önemli olmaktadır. İspanya'nın fethine kadar süregelen ilişkilerin hakim niteliği, savaşlara dayanmasıdır. Miladi 622 yılında Hz. Muhammed'in Medine'ye hicret etmesiyle birlikte İslamiyet'in bir devlet düzenine erişmesinden 92/711 yılına kadar olan 89 yıl içinde Müslümanlar dünyanın o zamana kadar eşine pek ender rastlanabilecek bir fetih harekatını gerçekleştirmişlerdir. Kısaca, o zamanın iki büyük ve güçlü devletleri olan Sasaniler ile Bizanslıların aleyhine olarak ve onlardan çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmışlardı. Buna bağlı olarak, çağdaş Hıristiyanların kendilerinden daha güçlü durumdaki Müslümanlar ile münasebetleri, bir zayıf-güçlü ilişkisi şeklinde cereyan etmiş ve bu ilişkide hakim taraf daima Müslümanlar olmuştur. Dolayısıyla, bu dönemde insani açıdan asıl önem arzeden konu Hıristiyanların Müslümanlara karşı tavırlarından çok, Müslümanların Hıristiyanlara karşı muameleleri 'olmaktadır.
İslam'a göre Hıristiyanlık, başlangıçta bir hak din iken sonradan Kutsal Kitap İncil' de yapılmış olan bir takım tahrifat sebebiyle aslından uzaklaştırılmış ve Hz. Muhammed'in nübüvveti ile de içindeki hak nüvelerini İslam dinine aktararak Allah katındaki geçerliliğini kaybetmiştir. Hıristiyanlar, Allah tarafından Hz. İsa vasıtasıyla kendilerine gönderilen İncil'i tahrifata uğratarak orijinalitesini kaybetmesine sebep oldukları halde Kuran' da "Kutsal Kitap sahibi" (Ehl-i Kitab) sayılmışlardır. Bu kabulden başka, yine Kuran' da Hıristiyanlar kutsal kitap sahibi Gayri Müslimler içerisinde Müslümanlara sevgice en yakın olanlar diye nitelendirilerek imtiyazlı kılınmışlardır. Ancak, tarih içinde Hıristiyanların Müslümanlara karşı takındıkları tavırları ele alan Kuran, esas itibarıyla onları memnun etmenin mümkün olmayacağını, onlarla gerçek bir dostluk kurulamayacağını, dolayısıyla Müslümanların onları dost kabul etmemeleri gereğini vurgulamaktadır.
Hz. Muhammed'in peygamberlikle vazifelendirildiği VII. yüzyılın başında Arap Yarımadasında Hıristiyan toplulukların bulunduğu bilinmektedir. Bunlar Tağlib, Gassan-Kudaa, Eyle, Dumetü'l-Cendel, Tayy kabilesinin yaşadığı bölgeler ve güneyde Necran gibi merkezlerde yaşıyorlardı. İslamiyet'in doğduğu şehir olan Mekke'de ise az da olsa Hıristiyan mevcuttu. Hz. Muhammed'in kendi zamanında pek sorun teşkil etmeyen, ilişkilerin antlaşmalarla tanzim edildiği Hıristiyanlar ile münasebetleri dostane olmuştur. Mecusi İran'a karşı Hıristiyan Bizans'ın -Kuran kaynaklı- desteklenmesi, Hıristiyan Habeşistan ile iyi ilişkiler kurulması ve Medine döneminde özellikle Necranlı Hıristiyanlarla kurulmuş olan ilişkiler göstermektedir ki, Hz. Muhammed devrinde Müslüman-Hıristiyan ilişkilerine hakim olan, müsamaha ve sevgi ruhudur.
Sonraki dönemlerde yani Dört Halife ve Emeviler dönemlerinde Hıristiyanlarla ilişkiler genel olarak aynı müsamaha havası içerisinde yürütülmüştür. Ancak, farklı devletlerin ve buralarda yaşayan farklı toplulukların karşılıklı ilişkilerinde doğal olarak muhtelif anlaşmazlıklar da görülmüştür. O zaman da karşılıklı savaşlar ve çatışmalar söz konusu olmuştur. Müslüman Türklerin Hıristiyanlar ile ilişkileri ise, daha çok Selçuklu devletleri zamanlarında Bizanslılar ile süregiden çatışmalar ve Haçlı seferleriyle doğuya gelerek Kudüs merkezli küçük devletler kuran Avrupalı Hıristiyanları da Ortadoğu' dan ve Anadolu' dan çıkarma çabaları şeklinde olmuştur. Son asırda ve günümüzde Müslümanların Hıristiyan dünyaya dönük bakış açısı ise, ayrı çalışmanın konusudur.
Hıristiyanların Müslümanlara karşı bakış ve tutumlarına gelince, İslamiyet'in yayılmasıyla 633-650 yılları arasında Hıristiyanlığın doğduğu topraklar olan Filistin, Suriye ve Mezopotamya bölgesi İslam hakimiyeti altına girmiştir. Hıristiyan topraklarında İslamiyet, bir yandan Sasani-Bizans mücadelesi ve diğer yandan Yakubilik ve Nesturilik mezheplerinin Bizans resmi mezhebiyle çatışmaları gibi etkenlerle hızlı bir şekilde yayılmıştır. 634 yılında Müslümanların Bizanslılar ile yaptıkları Ecnadeyn savaşında Hıristiyan Arap kabilesi olan Gassaniler, 636 yılında Müslümanların bu sefer Sasaniler ile yaptıkları Kadisiye savaşında da Hıristiyan Lahmiler, tabi oldukları krallıklarla değil Müslümanlarla işbirliği yapmışlardır. Bizans topraklarında İslamiyet' in zaferini kolaylaştıran bir unsur da o topraklarda yaşamakta olan Hıristiyan halkın İslami idareyi kendiliklerinden arzulamış olmalarıdır. Çünkü İslam dini onların haklarının korunmasında her türlü düzenlemeyi getirmiş ve özellikle Hz. Ömer devri ve sonrasındaki tatbikatta görüldüğü gibi, onların rahat ve güven içerisinde yaşamaları temin edilmiştir. Bu nedenle onlar İslam idaresi altına girdikten sonra kendi dinlerini rahatça yaşamışlar ve onlara Müslüman olmaları için bir baskı uygulanmamıştır. Zaman içinde bir kısmı kendi iradesiyle İslam'ı seçmiş, fakat çoğunluğu kendi dininde kalmıştır.
Doğu Hıristiyanlarının dışında Batı Hıristiyanlarının Müslümanlara bakış açısı ise, daha sonraki yüzyıllarda gerçekleşen Batı' daki İslam fetihleriyle şekillenmiştir. Uzun Orta-Yeniçağlar boyunca Avrupa'yı adeta bir hilal kıskacına almıştı Müslümanlar. Paris-Viyana-Roma-Moskova arasında kalan orta ve kuzey Avrupa dışında Avrupa kıtası İslam fetihlerine hedef olmuştu. "Arap saldırganlığıyla ilgili bu tarihi tecrübe, Ortaçağ Batılı dimağının İslam'ı algılama tarzında temel belirleyici faktör olarak rol oynadı ki, bu esas olarak düşmanlıktan ibaretti. Fakat yüksek Ortaçağlar boyunca Batı, kendi dar ufkuna hapsolmuştu. Dengeli ve makul bilgilere dayanan bir İslam görüşü ortaya çıkaramadı ." Avrupa Hıristiyanlarının İslam'a ya da Müslümanlara bakış açılarını, konunun uzmanı bir yazar olan Hişam Cuayyıt'tan verelim:
"Şarlman Rönesansı İslam ile ilgilenmedi. Fakat Ortaçağ kültürü kalıplaştığında ve Hıristiyan Avrupa Haçlı Seferleriyle kendini dış dünyaya attığında, artık bu ayrı bir hikayeydi.
Burada, popüler İslam kavramıyla skolastik olanı birbirinden ayırmak zorundayız. İlki, Haçlı Seferlerinin bir sonucudur. İkincisi, İspanya'daki İslam-Hıristiyan çatışmasının. Biri muhayyileye, ikincisi akla seslenir. Popüler kültürde Müslümanlar pagan'dı. Muhammed ise bir büyücü, tefessüh etmiş bir toplumun tefessüh etmiş bir lideriydi. Destanı konular ve aşırı fantaziler üreten Chanson de Roland, İslam akıncılarını putperest ve Tervagaunt'a tapan insanlar olarak sunar. Buna karşılık, bilginlerin İslam görüşü bir kısım sahih bilgiyi de içerir. Corpus Cluniense (1143) ve Ketton'un Kuran tercümesi sayesinde skolastik tartışmacılar bu kaynaktan içtiler. Büyük Peret, Toledo'lu Mark Ricoldo, Raymond Martin, Jacques de Virtry ve daha sonra Raymond Lully ve Cusa'lı Nikolas, İslam'ın doktrinlerini çok iyi biliyorlardı. Kuşkusuz burada İslam karşıtı tartışmaları İslam felsefesinin büyük skolastik yazarlar üzerindeki etkisinden ayrı tutmak zorundayız. Fakat bir ölçüde tartışma bir savunma şeklidir ve polemiklere katılan entelektüeller bir bakıma, kendi mahalliliklerinden bıkan açık-görüşlü kimselerdi. Saint Bernard, Büyük Peter'e göre dış dünyaya son derece kapalıydı. Gurur ve kendini kandırmanın zararlı olması şart değil; o, düşmanı büyüleyerek de etkili olabilir.
Felsefi ve bilimsel gelişmeleri nedeniyle İslam, bütünüyle düşünce tarihine anahtar bir katkı olarak kabul edilmiştir. Fakat, bir yanda böyle kabul edilirken diğer yanda -bütün unsurları dikkate alınmakla beraber- bir din ve ahlak sistemi olarak inkar edilmiştir. Bu yüzden Batı, Arap düşünürlerin başarılarını, İslam'ın değeri üzerine olan yargısından ayrı tutar. Bu durum, onikinci yüzyılda oluşturuldu, onüçüncü ve ondördüncü yüzyılda genişletildi ve spesifik hale getirildi ve onsekizinci yüzyıla kadar pratikte bir değişikliğe uğramadan öylece kaldı. Bazı öğeleri koloni çağına kadar sürdü. Bu yaklaşımın hareket noktası, "yalancı peygamberliği"yle, insanlığı Hıristiyanlığa doğru götüren evrensel evrim sürecini engelleyen İslam peygamberine duyulan derin öfkedir. Birbirinden oldukça farklı olan Raymond Martin, Ricoldo, Toledo'lu Mark ya da Roger Bacon gibi insanların hiçbiri, Hz. Muhammed'in bir "yalancı peygamber", bir "sahtekar" ve "iki yüzlü" olduğundan kuşku duyacak bir kapasiteye sahip değildi. Bu peygamberin mesajı kişisel, dünyevi duyguların karanlık çerçevesinden kaynaklanan, sadece beşeri bir mesajdır ve Kuran, İncil'den alınarak "yazarı" tarafından bozulan hikayeler mecmuasıdır. Peygamberin suçu sadece kitlelerin saflığını sömürmek değildir, o hayatı boyunca tam bir duygusallık, saldırganlık ve ahlak dışılık örneği vermiştir. Kendisini izleyen halklara da aynı damgayı vurmuştur.
Aşırı olmalarının yanında bu yargılar, başlangıçta reddedilmeyen İslam'ın, Hıristiyani hakikatin bünyesine alınması ihtimalinden kaynaklanmıştır. Hıristiyan ilahiyatçılar, İslam'ın kilise kanunlarına göre yanlış olduğunu göstermek, Peygamberin gerçek peygamberlik iddiasını yalanlamak ve Tanrının kelamının İncil olduğunu kanıtlamak istediler. Bu nedenle, onlara göre Allah Tanrıydı -ve modem sosyal bilimlerin kabul ettiği gibi barbar ve özellikle de Arap Tanrısı değildi- fakat, Muhammed'e vahiy göndermemişti. Başka bir deyişle bu, İslam ile ilgili tüm modern değerlendirmelerin kaynağı olan bir öncel (a priori), sınır ötesi red değildi. Fakat gerçek ama henüz gerçekleşmemiş bir ihtimalin sonradan (aposteriori) reddiydi. Aslında bu, tek bir sistemin duvarları içinde dönen bir kavgaydı.
Yüzyıllar boyu Hıristiyan gelenek İslam'a, Hıristiyanlıkla aynı sahalarda hak iddia ettiği için böylesine acı bir tutku uyandıran, rahatsız edici ve türedi bir hareket gözüyle baktı. Başarıları ne olursa olsun, bu kötü silahlanmış, ilkel bir misafirden başka bir şey değildi. Bütünüyle basit ve gelişmemiş doktrinlere sahipti. Dünyadaki başarısı hakikatinin delili değil, fakat hakikate rakip oluşunun deliliydi. Nüfuz edilemeyen hikmetleriyle Tanrıyı da içine alan ebedi bir skandaldı. Silahlandırarak, eğiterek şeytanın ve yalanın zaferini hazırlamıştı.
Avrupalılar İslam'ı seks, şehvet düşkünlüğü ve hayvani içgüdülerin taşkın vahşilikleriyle dolu bir din olarak tasavvur ediyorlardı. Kuran'ın mesajı ve Peygamberin hayatıyla birlikte İslam öğretileri ve kurumları, Ortaçağ Hıristiyanlarının gözünde Müslümanların şeheviliği düşüncesini teyid ediyordu.
Cinselliğin yanında, Ortaçağ bahsında çok üzerinde durulan bir diğer konu saldırganlık, kuvvet ve yıkıcılıktır. Daniel bize şöyle söyler: 'Kuvvet kullanma, neredeyse evrensel bir şekilde İslam dininin temel özelliklerinden birisi sayılıyordu ve açık bir yanlış işaretiydi.' Böylesine derinden şikayet edilen bu Müslüman saldırganlığı aslında Batı'nın kendi saldırganlığının İslam'a yüklenmesinden ibaretti; kadim terörlerin kolektif bilinç altına akın etmesi ve olası bir gerçek saldırganlığın (abartılmış da olsa) afaki korkusuydu. Düşüncelerini mantıklı bir düzlemde ifade eden Hıristiyan yazarlar, havarilerin dine girişleri ve örnek ıstıraplarıyla propagandası yapılan Hıristiyanlık ile, dünyayı daru'l İslam ve daru'l-harb olarak ikiye bölen ve bu bölünmenin gerektirdiği şekilde saldırgan hakimiyetin bütün o ideolojisini ve mistiğini ortaya atan İslam arasında büyük bir tezat çizerler. Nihayet, bu yazarlar bir halkın ya da dinin ruhu gibi genel bir konudan, iddia edilenlere delil olabilecek pratik davranışlara dönerek, Peygamber tarafından kendisini takip edenlere dünyaya egemen olmak için uyguladığı baskı rejiminden söz ederler. Bu rejim, kiliseye baskı yapılması, Tanrının kiliselerinin kirletilmesi ya da camiye ı veya 'şeytanın sinagogları'na dönüştürülmesi ve Hıristiyanlığın Arap işgaliyle parçalanması üzerinedir. Hepsinden sonra İslam'ın akli bir müzakereye (disputatio) giremeyeceğini, ya da açıkça söylemek gerekirse, Hıristiyan davetçiler tarafından yürütülen din değiştirme çabalarına direndiğini öne sürdüler.
İslam topraklarında yaşayan Hıristiyan müellifler Müslüman meslektaşlarıyla yapmış oldukları yazışmalar ve yazdıkları eserlerde kendi dinlerini savunarak İslamiyet'i tenkit etmişlerdir. Ancak, tartışmayı bilimsel çerçeve ve seviyenin dışına taşımamışlardır. Bu müelliflerden bazıları şunlardır: ' S.J. Damascene (675-750), Theodore Ebu Kurra (750-825), TimotheeI (728-823), Ebu Raita (IX. yüzyıl), Yahya b. Adiy (893-974), İbn Zür'a (943-1008) ve Paul d'Antioche (XII. yüzyıl). Buna karşın, Nicetas de Byzance (842-912), Evode (IX. yüzyıl), G. Hamartolos (IX. yüzyıl), E. Zigabene (IX. yüzyıl), T. le Confesseur (IX. yüzyıl) ve B. d'edesse gibi Bizanslı Hıristiyan müellifler, Müslümanlarla devamlı savaş halinde olmalarının etkisiyle İslam'a ve Müslümanlara karşı daha küstah ve saldırgan bir tavır sergilemişlerdir. Ortaçağ Batı Avrupa'sında İslam'a ve Müslümanlara karşı olan tavır ise, Bizans'ta olduğundan farklı değildi. Avrupalı Hıristiyan din bilginleri İslamiyet'i ancak VI/XII. yüzyıldan itibaren incelemeye başlamışlardır.
Bundan sonra Hıristiyan dünyada İslam ile ilgili olarak gelişen ve yerleşen fikirlerin ya da İslamiyet'e karşı Hıristiyan polemiğinin genel karakteristikleri kısaca şöyle belirlenebilir: Arabistan'ın kuraklığı sebebiyle kabilelerin Hz. Muhammed'e tabi oldukları motifi, Hz. Muhammed'in halkçı bir reformcu olduğu iddiası, Hz. Muhammed'in hasta olduğu düşüncesi gibi din dışı izahlar, Hz. Muhammed ve İslam'ı şeytani bir menşee bağlama, İslam'ın Hıristiyanlığın rafizi bir mezhebi olduğu safsatası, İslam'ın Hz. İsmail vasıtasıyla Hz. İbrahim'in varisi olduğu tespiti, Hz. Muhammed'in peygamberi karizmaya sahip olduğu fikri ve son olarak da İslam'ın monoteist büyük dinlerden birisi olduğu görüşü gibi gerçeğe uygun düşen düşünceler Hıristiyan dünyanın İslam'a ve dolayısıyla Müslümanlara bakış açılarını yansıtmaktadır.
Reconquista
Endülüs'te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri
Dr. LÜTFİ ŞEYBAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder