17 Şubat 2023 Cuma

MISIR'IN DİNİ

 


Daha önce "Üç hal kanunu"nu andığımız Auguste Comte'a göre insanlığın bugün adına Fetişizm denen ve doğanın içindeki ruhlara seçkin bir yer veren Animizmden, birkaç tanrıya tapan Çoktanrıcılığa geçmiş olması gerekir. Tanrılar da insanlara benzerler, fakat bunlar daha az sayıda ve daha güçlüdürler.


Bu geçişi özellikle Mısır'da daha iyi incelemek olasıdır. Bir dinin kırk yüzyılı aşkın bir zaman, Afrika halklarıyla semitik halkların rastlaşma noktasında bulunan bir ülkedeki gelişimini burada özellikle iyi izlemek olasıdır. Bu halkların birbirleriyle kaynaşması, Mısır kavmini oluşturmuştur.

Mısır'ın dini üzerinde Yunan ve Latin yazarlar bize birçok bilgiler vermişlerdir. Bunların başında da M.O. V.yüzyılda Mısır'ı ziyaret etmiş olan Herodot vardır: "Mısırlılar, çok dindar bir kavimdir," diye yazmaktadır.


Bu dini tanıma olanağını veren başka belgeler de arkeolojik ve yazıtsal türdendirler, yani eski anıtlardan, yazıtlardan, papirüslerden gelmedirler. Mısır metinleri ya hiyeroglifik (yani küçük resimlerden oluşan), ya hiyeratik (yani rahipler tarafından kullanılan, ruhani olan), ya da demotik (yani halk tarafından kullanılan) harflerle yazılmış bulunmaktaydı ve bu metinler uzun zaman okunamamıştı. Fakat XIX. yüzyılın başında İngiliz Young hiyeroglif yazısının alfabetik olmadığını, iki çeşit işlek ( cursif) yazının da bu hiyeroglif yazısının basitleştirilmiş biçimleri olduğunu keşfetti. Sonra da Fransız Champollion (17901832), hiyeroglifleri çözmenin çaresini buldu.


XIX. ve XX. yüzyıllarda Fransız, Alman, İngiliz, Mısır, Amerikan, Belçika, İtalyan vd. heyetlerce esaslı araştırmalar yapıldı.

 

Mısır anıtlarında bir takım metinler bulundu ki bunlar vahyedilmiş bir kutsal kitap vasfında olmamakla birlikte, Mısır'ın dini üzerine çok değerli bilgiler vermektedirler.


Ehramlar Kitabı, biri V. diğeri VI. hanedandan kalma olan, Sakara'daki beş küçük ehramın dehlizleriyle mihraplarının duvarlarına kazılmış metinlerin derlenmiş biçimidir, içinde dinsel ayinlerle ilgili metinler ve kralın öbür dünyadaki yazgısı hakkında bir takım formüller vardır; bunların kimileri çok eskidir. Sandukalar Kitabı Orta İmparatorluk döneminden kalmadır; tahta sandukaların içlerine işlek hiyeroglif harfleriyle yazılı metinlerden meydana gelmiştir; ölüyü öbür dünyada tehdit eden tehlikelerden korumak amacını güden ve ona orada hoş bir yaşam sürme olanağını veren formüllerle doludur.

Ölüler Kitabı Yeni İmparatorluktan kalmadır: Bunun bölümleri papirüs tomarlarında toplanmıştı; tomarlar mumyaların sargıları içine yerleştiriliyordu; kitapların çok özenle yazılmış kimi nüshaları resimlerle süslüydü. Bu metin özellikle büyü formüllerinden ve ölülerin yazgılarıyla ilgili dualardan oluşmaktaydı.


Mısır dininde Totemizm'in birçok kalıntılarına, izlerine rastlamaktayız. Bunlar, ölülerin ilerki yaşamlarına verilen önemle beliren bir Animizm ve kimilerinin Tektanrıcılığa doğru yöneltmek istedikleri bir Çoktanrıcılıktır.


Mısır'da kutsal hayvanlar vardır ki bunlar ülkenin her yerinde saygı görürler; örneğin, kedi de bunlar arasındadır: İran hükümdarı Kavus M.Ö. VI. yüzyılda Mısır'ı ele geçirmek istediği zaman askerlerinin önüne kedilerle leylekler yerleştirmek gibi bir kurnazlık yaptı ve Mısırlılar da bunlara karşı silah kullanmaya cesaret edemediler. Yine kutsal hayvanlar vardır ki bunların türü kimi yerlerde saygı görmektedir; Timsah bunlardan biridir: Herodot kulakları ve ön ayakları mücevherlerle süslü timsahlar görmüştür. Belirli kimi niteliklere ve işaretlere göre tek tek seçilen kutsal hayvanlar da vardır; örneğin Apis boğası beyazdır ve alnında üçgen biçimi bir beyaz leke vardır. Fransız Mariette (1821-1881) tarafından bulunmuş olan Serapeum tapınağında, içlerine bu boğaların yerleştirilmiş olduğu sandukalar vardı.


Bazı kutsal hayvanların tanrı haline gelmiş olmaları, ya da bunlarda yerli bir takım tanrılar görülmüş olması düşünülebilir. Tanrıların yanlarında, çoğu zaman kendilerine ayrılmış olan hayvanlar da vardır; bu tanrılar çoğu zaman hayvan başlarıyla ya da hayvanlar aleminden alınan kimi ayrıntılarla betimlenirler. Örneğin, Horus şahin başlıdır; Anubis'in çakal başı, İbis'in leylek başı, Bastis'te bir dişi kedi başı vardır; İzis ise çokluk inek boynuzları taşır. Yukarı Mısır'ın yerli tanrısı olan Khnum bir koç-tanrı, ya da koç kafalı bir tanrı idi. Efsaneye göre her insanın bedenine nasıl biçim veriyorsa, dünyaya da öylece bir çömlekçi çarkında biçim veren Yaratan, oydu. Bu yaratıcı hayvan-insan bize Totemizm'in efsanelerini özellikle anımsatmaktadır.


Yukarıdaki gözlemler dolayısıyla İsveçli tarihçi Söderblom şunları yazmaktadır:

"Dinler tarihi Ksenofon'la Feuerbach'ın, tanrıların insanlar örnek tutularak yaratıldığı yolundaki belitini (axiome) doğrulamamaktadır. Kural olarak tanrısal nesne insan biçimine girmezden önce hayvan şekline bürünmektedir. İlkel insan için hayvan, insana göre çok daha gizemlidir. Fakat hayvana tapınma yöntemi hiçbir yerde, Mısır dininde olduğu kadar direnişle korunmamıştır."


Animizm de eski Mısır'ın inançlarından biri olmuştur. Doğada, yıldızlarda ve özellikle güneşte, ağaçlarda, nehirlerde ve bu arada en çok Nil' de ruhlar vardır.


Eski Mısır'da da büyücülük biliniyor ve uygulanıyordu. Muskalar, hastalıkları iyileştirici heykeller vardı: Bu heykellerin Üzerleri yılanlara, akreplere karşı afsunlarla kaplıydı; bu hayvanların soktuğu bir kimsenin, heykelin başından aşağıya su dökmesi gerekti; heykele kazınmış metinlerin üzerinden geçen su, iyileştirici bir özellik ediniyordu; iyileşmek için de bu suyu içmek yetiyordu.


Ölülerin sonradan yaşamaları sorunu da Mısırlıları özellikle ilgilendirmiştir. Bu konuda onların bilinçlerinde çoğu zaman belirsiz ve bize birbirini tutmaz gibi görünebilecek olan düşünceler birbirine karışmış haldedir. Bunlar ise, Mısırlılar için canlı bir insanın içi demek olduğu anlaşılmak yoluyla aydınlatılabilir. İnsan aynı zamanda bir beden, bir gölge, bir tasvir, bir ad, Lir ruh (ba), ve eş diye adlandırılan bir (ka) idi. Bu çeşitli ögeler ise gelecekteki yaşamda bir rol oynamakta ya da oynayabilecek yetenekteydiler.


İnsan bedeninin, ölünün düşmanlarınca sakatlanmaması, parçalanmaması gerekir. Neolitik çağdan başlayarak ölüler (torunlarını seyredebilsinler diye) yüzleri konutlara dönük olarak mezarlara yerleştirilmişlerdir, çoğu kez elleri ağızlarının yakınındadır, avuçlarında ve başlarının çevresinde buğday taneleri vardır. Ceset hemen tahnit edilir, ya da içi boşaltılarak kurutulur ve mumya haline sokulur.

Bunun üzerine ceset, yani mumya bir ölüm anıtına yerleştirilir ki bu bir sonsuzluk evi'dir. Eski İmparatorluk çağında firavunlar ehramların içine gömülürdü: Sfenks'in koruduğu görkemli Cizze ehramlarını herkes bilir; hiçbir görüntü insanda aynı zamanda bu denli büyüklük ve bu denli gizem duygusu uyandıramaz. Cizze ehramları IV. hanedan, yani Hristiyanlık çağından önceki üçüncü bin yıldan; Sakkara ehramları ise V. ve VI. hanedanlar döneminden kalmadır. Krallık ehramının çevresinde kraliçe ile kral ailesi üyelerinin küçük ehramları ve kimi özel kişilerin, adına mastaba denen mezarları bulunur (arapçada sedir anlamına gelen bu söz, bu çeşit mezarlar için Mariette'in kazılarda çalışan işçilerince kullanılmıştır). Zaman geçtikçe ehramlar giderek daha ufalırlar, mastabalar ise giderek büyürler. Eski İmparatorluğun sonuna doğru ve Orta ve Yeni Imparatorluklar boyunca cesetler (adlarına Fransızcada Jıypogee denen) yeraltı mezarlarına yerleştirilerek onların daha iyi korunacakları sanılmaktaydı.



Tasvir gerçeğe eşdeğer olduğundan, ölünün sonradan yaşamasını sağlamak için mezarının, fakat öncelikle mumyasını içerenden başka bir mezarın içine heykeli dikiliyordu. Evrensel heykelciliğin başyapıtları olan, firavunların ve yüksek kişilerin olağanüstü heykellerinin tüm gözlerden saklı· ve Mısır mezarlarında gömülü olarak bulunuşunun nedeni işte budur.


Fakat ölünün sonradan yaşaması yetmez; öte dünyada onun mutlu olması da gerekir. Tarihöncesi zamanlardan beri mezara yiyecekler, inci gerdanlık gibi ziynetler, fildişinden oyulma tuvalet eşyası da konur. Heykelcikler kabartma olarak yerleştirilir: Bunlar, odalık görevi yapacak olan giyimli veya çıplak kadınlar; köleler, eğer sert bir Tanrı ölüden ağır, güç işler isterse onun yerini tutacak olan uşebti'lerdir. Bu türün başyapıtı, Louvre müzesinde bulunan zarif armağan taşıyan kadın'dır. Sonra, yine tasvirle gerçek arasındaki eşdeğerliğe dayanılarak, sandukanın içine boya ile yapılmış frizlerde ölünün sağlığında kullandığı bütün eşya gösterilir. Oyma ve boyalı kabartmalar ölüyü malikanesinin çalışmalarına gözkulak olurken, ya da şölenlerde veya gezilerde eğlenirken, ya da bol bol armağanlar alırken gösterir. Maspero ve ondan sonraki Mısır uzmanlarının hepsi, bu sonuncu tasvirin, betimleyen sahnenin gerçekliğini ölen için büyülü bir şekilde yaratması gerektiğini kabul etmektedirler.


Adın tasvirden daha da büyük gücü vardır. Adını dayanıklı harflerle hakkederek ve rahiplerle yoldan gelip geçenlerden bu adı söylemeleri istenerek, ölünün sonradan da yaşaması sağlanır.

Ruh da yokolmaz bir nesnedir. Ruh düşüncesi, insan başlı bir kuş hiyeroglifi ile anlatılır. Onun gökte, güneşin yanında uçtuğu, ya  da yeryüzünde mutlu vahalarda oturduğu, ya da bir yeraltı dünyasında yaşadığı tasarımlanır.

Ölüler Kitabı ölenlerin öte dünyada karşılaştıkları engelleri ve bunları güçlükten kurtarma çarelerini anlatır. Kimi zaman cenaze töreni sırasında, ölenin kendisine hasım iblisçe kuvvetlere karşı kazandığı zaferi simgeleyen dramlar oynanır.


İlk hanedanlar zamanında görünüşe göre ölümünden sonra da bir güneş aleminde yaşama hakkı olan kimsenin yalnız kral olduğu anlaşılmaktadır; fakat kralın tanrılar aşamasına erişebilmesi için bir yargılamadan geçmesi ve yeryüzünde adaleti egemen kıldığını kanıtlaması gerekiyordu. Ölümden sonra yaşama ayrıcalığı sonradan en önemli memurları da kapsadı. Sonunda ölmezlik hakkı herkese bahşedildi. Fakat hepsi ölülerin büyük tanrısı olan Oziris'in mahkemesinden geçmek; hepsi hal ve gidişlerini haklı göstermek zorunda oldular. O zamandanberi de dini görüşlere eşitsiz değerde, fakat kimileri çok güzel olan, bazı ahlaki düşünceler de karıştı.


Ölüler Kitabı'nın ünlü CXXV. bölümü bize ölünün, Oziris'in mahkemesi önünde yapması gereken olumsuz itirafı anlatmaktadır:

"Hiç kimseye haince kötülük etmedim. Yakınlarımı mutsuz etmedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kötülüğe yakınlık göstermedim. Kötülük yapmadım. İnsanların efendisi olarak kimseyi asla gücünün dışında çalıştırmadım... Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, mutsuz olmadı. Tanrıların nefret ettikleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım. Köleye efendisi tarafından kötü muamele ettirmedim. Kimseyi hiç aç bırakmadım. Kimseye gözyaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini emretmedim. Hiçbir insana yalan söylemedim. Tapınakların yiyeceklerini hiç yağma etmedim. Tanrılara ayrılan cevherleri azaltmadım. Mumyaların ne ekmeklerini, ne sargılarını kaldırmadım. Hiç zina yapmadım. Dinsel bölgemin rahibiyle hiçbir utandırıcı eylem yapmadım. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım. Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım. Terazide tartarken hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının ağızlarından sütü hiç uzaklaştırmadım. Otlaklarında hayvanları hiç çalmadım. Tanrının kuşlarını ağ kurup avlamadım. Ölmüş balığı avlamadım. Taşkın zamanında suyu hiç geriye sürmedim. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Tapınakların alevini hiçbir zaman saatinde söndürmedim. Tanrılara sunulacak armağanlarda hile yapmadım. Tanrılık kişiliği olan hayvanları hiçbir zaman kovmadım. Göçtüğü sırada hiçbir tanrıya engel olmadım. Ben temizim, temizim, temizim."


Kimi nüshalarda bu metni süsleyen resim Oziris'i tahtında otururken, karşısında da ölüyü, bir kefesinde dirhem yerine gerçek bulunan terazinin gözüne yüreğini koyarken göstermektedir. Tanrı Toth da bu tartma işinin sonucunu tutanağa geçirir. Yalan söyleyen ruh idam, sonra da yokedilir. Gerçeği söyleyen ruh temize çıkar ve cennetlikler arasına girer.


Ruhun kendisi nasıl ölmez ise onun eşi diye adlandırılan nesne de ölmez sayılır. Görünüşe göre ka, kişinin şahsiyetinde en derin   olan ne varsa onu betimlemektedir ve ailevi bir ka'dan çıkmadır ki bu, grubun tüm üyeleri için ortak bir çeşit peridir. Bu tanım da ka' yı totem'e yaklaştırmaktadır. Durkheim'ın kuramlarından esinlenen büyük Mısır uzmanı Fransız Moret ka'da mana'nın, tanrısal Öz'ün kişileşmesini görmektedir.


"Gelecek yaşam üzerindeki inançlara karşıt olarak, kimi Mısırlılar mutluluğun ancak bu dünyada aranması gerektiği düşüncesindedirler. -Böylesine keskin bir düşünce karşıtlığı bu kavmin düşünsel canlılığını kanıtlamaya yeter-. Söderblom "Yaşam, rahatlık ve sağlık" biçimindeki Mısır özdeyişini bu nedenle anımsatmaktadır. Kreglinger de yine bu konuda, kimi ilgi çeken metinlerden sözetmektedir. Ölen bir kadın, kocasına şu mesajı gönderir:


"Ey benim arkadaşım, benim kocam! Hiçbir zaman yemekten, içmekten, sarhoş olmaktan, kadınlarla sevişmenin zevkini tatmaktan ve şenlikler yapmaktan geri kalma! Gündüzün de, geceleyin de kendini her türlü zevke terket! Yüreğinde kaygıların yeretmesine sakın fırsat verme! Çünkü Batı ülkesinde uyku ile karanlık hüküm sürmektedir; burası öyle bir konuttur ki, içinde bulunanlar hiçbir zaman dışarıya çıkamayacaklardır. Bunlar mumya biçimi altında uyumaktadırlar ve artık hiç uyanmayacaklardır ... Burada hüküm süren tanrının adı tam bir sönmedir".


Orta İmparatorluğun başlangıcından itibaren, yani M.Ö. üçüncü bin yılda halk arasında yayılan ve mezarların üzerinde dinletilen harp çalıcının türküsü de aynı sonuca ulaşmaktadır:


"Yaşadığın sürece gönlüne uy; ölçüsüzce eğlen; gönlünün üzüntüye kapılmasına fırsat verme; arzularını doyuma ulaştır, dünyada olduğun sürece mutluluğu araştır. Çünkü hiç kimse malını mülkünü yanında götürmez. Buraya gelen hiç kimse de geri dönmez."

Bununla birlikte birçok başka Mısırlılar da derin bir ölmezlik umudunu koruyagelmişlerdir; bu umut eski Mısır'ın diniyle, ilişki kurmuş bulunan öteki dinlere de geçmiştir. Nitekim bu, Yahudilik yoluyla yeni yeni başlamakta olan Hristiyanlığa da geçmiş, bu ölmezlik umudu sayesindedir ki Oziris ile Izis'in dini Roma İmparatorluğunun ilk dönemlerinde Roma dünyasının her yanına yayılmıştır.

Mısır dininin belirli niteliklerinden biri de hükümdara, yani firavun'a verilen önemdir.


Firavun, tanrıların ve özellikle şahin-tanrı Horus'un koruması altındadır. Güneşin parlaklığına o da katılır; XIV. Louis'den çok daha önce, Güneş-Kral olmuştur. Tanrı'nın oğludur. Tanrı'dır.


İnsanüstü gücünü nereden almaktadır? Bunu kalıtım yoluyla almaktadır herhalde; kralın kanının temiz olarak kalabilmesi için de hükümdar kızkardeşi ya da baba bir ana ayrı, ya da ana bir baba ayrı kızkardeşiyle evlenmektedir. Bununla birlikte tahtı zorla ele geçirenler bulunduğu gibi, ana- babasından hiç olmazsa biri kral kanından olmayan hükümdarlar da görülmüştür. Böyle hallerde, öğreti, bir yapıntı (fiction) sayesinde kurtulmaktaydı: Tanrı güya gökten yere inmiş ve kralı kendisi yeryüzündeki annesine doğurtturmuştu; yani bir Tanrı evlenmesi olup bitmişti. Ayrıca tahta çıkış sırasındaki kutsama da hükümdara doğaüstü bir güç vermekteydi: Biri Aşağı, öteki Yukarı Mısır'ın olan ve yeni firavunun başına yerleştirilen iki tac, iki "büyük sihirbaz"dı ki ona tanrısal seyyaleyi de teslim ediyordu.



Daha önce de gördüğümüz gibi, hükümdarın başlıca ödevi, adaleti egemen kılmaktı. Şaşırtıcı bir yönteme göre, bu bakımdan ''Adaleti, onu yaratan kimseye doğru yeniden yükseltmek" söz konusu idi.


Fakat firavunun görevi bu sosyal rol ile sona ermiyordu. Bütün doğa olayları ve özellikle, Nil'in verimli taşması ile güneşin düzenli biçimde yürümesi de ona bağlı olan şeylerdi. İnsanlar bir cezayı hakettikleri zaman, kuraklık da firavundan gelebiliyordu. Çünkü o, dünyada yaratılmış olan ülküsel hükümdarın cisimlenmiş haliydi.


Yaşadığı sürece, tanrı Horus'la eş tutularak, kendisine tanrı niteliğiyle tapınılması gerekirdi. Nitekim ölümünden sonra da tanrı Oziris'le bir tutularak yine kendisine tapınılması gerekiyordu.

Eski Mısır'ın Totemizm ve Animizm'den esinlenen dini, bu ilkel evreleri geride bırakmıştır. Bu, çoktanrıcı bir din olmuştur.


Tanrıların her biri ilkin yerli bir tanrı olmuştur ki bu belki de, galip gelen grubun totemi olan kutsal hayvanın başkalaşmış biçimiydi. Bulunduğu yerde her türlü yetkiye sahipti. Sonradan ülkede birlik kuruldu: Saltanat sürmekte olan hanedan her yerde kendi koruyucu tanrısının dinini kabul ettirdi, öteki yerli tanrıları da ikinci derecede Tanrılar olarak benimsedi.


Rahipler bu tanrıları üçlü, sekizli, dokuzlu topluluklar halinde grupladılar. Bu tanrıların ilişkilerini açıklamak amacını güden bir takım efsaneler anlattılar.


Asırlar boyunca Mısır dininin birliğini yapan şey ne kutsal bir metne, ne de bir dogmalar sistemine olan bağlılık değildir, bu dinin, başka başka tanrılara hitabetmesine karşın; birbirlerini izleyen firavunlar tarafından korunan sürekliliğidir. Bir yazarın dediği gibi, "Mısır dini her şeyden önce Mısır toprağının meşru sahipleri olan tanrılara fiilen tapınmaktan ibaretti. Onun özünü ve birliğini sağlayan bağ da buydu."

Mısır çoktanrıcılığının pek büyük sayıdaki tanrıları arasından kimileri, çeşitli nedenlerle, özellikle dikkati çeker.


Bunların ön planda, karısı İzis ve oğlu Horus'la birlikte Oziris yer almaktadır.


Delta' da tanrı Buziris olan Oziris, Memfis'le Abydosta iki ölüler tanrısı ile eş tutulmuş; bu da onu dünya tanrısı haline sokmuştur. Geleneğe göre, Yukarı-Mısır tanrısı olan kendi kardeşi Seth'in karşıtıdır: Çünkü söz konusu olan, Kuzey'le Güney'in savaşlarını ve delta'nın zafer kazanışını simgeleştirmektir.


Oziris efsanesinin, çeşitli anlatılış biçimlerine göre, birbirinden farklı ayrıntıları bulunmakla birlikte özeti şöyledir:


"Oziris de tıpkı Adonis, Dionysos, Zagreus, gibi Orphe'nin mirasçısıdır, bunu da iyicil bir hükümdar olarak yönetir: Burada "savaşları durdurur", adaleti hüküm sürdürür. Halka sanatlarla zanaatları öğretir. İnsanlığı barbarlıktan uygarlığa geçirir. Fakat ne yazık ki kardeşi Seth -ya da, efsanenin hellenleştirilmiş biçiminde Typhoeus onu kıskanmaktadır. Seth Oziris'i öldürür, cesedini on dört parçaya böler. Oziris'in kızkardeşi ve karısı olan İzis, onun dağınık organlarını birleştirerek kendisine yeniden can verir. Dirilen cesedin üzerine yatarak, Horus'a gebe kalır. Delta'nın bataklıklarında gizlenerek çocuğunu bin güçlükle büyütür. Fakat Horus büyür, Seth'le savaşır, onu yener, babasının öcünü alır. Oziris de ölüler ülkesinde hüküm sürer.

Bu iyicil, acı çeken, ölen ve dirilen Tanrı Mısır'ın halkça en tutulan, en büyük şefkatle sevilen tanrısı olmuştur. Bir erkek biçiminde betimlenir, sırtında eski Mısır'da ölülere giydirilen mayoyu andırır bir urba, başında iki tüyle süslü sivri, yüksek bir tac vardır. Teni ise yeniden canlanmanın rengi olan yeşile boyanmıştır. İzis'e gelince, kucağında küçük Horus olduğu halde o, ana sevgisini hep dokunaklı bir biçimde simgeleştirir. Nitekim, Söderblom'un dediği gibi, onun bu tasviri Mısır dininde çok yayılmış, oradan Akdeniz ülkelerine de geçmiş ve sonunda, İsa'yı kucağında tutan Madonna'nın örneği haline gelmiştir.


Oziris efsanesinde bitkilerin ölüp sonra dirilişlerinin bir çeşit ifadesini görenler olmuştur. Bu efsaneyi başka dinsel öykü ve söylentilere benzetenler de bulunmuştur. Bu konuda S. Reinach "Orpheus" adlı yapıtında şöyle diyor:

"Oziris de tıpkı Adonis, Dionysos Zagreus, Orpheus ve İsa gibi acı çeken bir kahraman, arkasından gözyaşı dökülüp sonra dirilen bir kahramandır; efsanesine uyularak yapılan çok eski kurban törenleri gereğince, onuruna kutsal bir boğa kurban edilip on dört parçaya bölündükten sonra bir araya toplanan inananlar tarafından yenilmekte, sonra da Oziris'in dirilişini simgeleştirmek için, yenilen boğanın yerine başka bir kutsal boğa konulmaktaydı. Eski Yunanlıların Oziris efsanesinde Dionysos Zagreus, Titanlarca parçalanıp yenilmiş yavru bir boğaydı ki, sonradan Tanrı Zeus onu diriltip şan ve şeref dolu bir yaşama kavuşturmuştu. İkisi de kurban törenlerinden çıkma olan bu efsaneler, birbirlerine etki yapmamış olmakla birlikte çok benzeşmektedirler."


Heliopolis tanrısı olan başka bir tanrı daha vardı ki adına Ra (ya da Re) denmekteydi. Ra doğan güneş tanrısı ve güneş tanrılarının en büyüğüdür. Göklerde iki sandalla, kimi zaman gündüz sandalıyla, kimi zaman gece sandalıyla yolculuk yapar.

Küçük Thebae kasabasının tanrısı olan Amon, küçük bir tanrıdır, onuruna da üstünkörü bir tapınak yapılmıştır. Fakat Thebae başkent olunca, Amon da tanrıların birincisi oldu. Bunun üzerine Heliopolis rahipleri onu Ra ile bir tutmak gibi bir kurnazlık gösterdiler: Ondan sonra da "türedi" tanrıya AmonRa adı verildi.


Mısır dininin son zamanlarında da Serapis (Oziris-Apis) adlı bir tanrı yükseldi: Batlamyus'lar bu hellenleşmiş Mısır tanrısının dinini, Mısırlı ve Yunanlı uyruklarının inançlarını birleştirmek için bir araç olarak kullandılar.

Bu tanrılara tapınmak için yapılan ayinler, bunların "evleri" sayılan tapınaklarda oluyordu. Sonsuz yaratıkları barındırmakla görevli olan bu yapılar taştan, "sonsuza dek dayanıklı malzemeden" inşa edilmekteydiler.


Ramses'in saltanat döneminde Thebae'deki Amon tapınağı 2500 km2'lik bir alana yayılmış bulunmaktaydı. Antonius sülalesinin saltanat döneminde ise kırk iki tane Serapis tapınağı vardı.


Tapınakların hizmeti için çok sayıda rahipler kullanılmaktaydı. Bu rahip sınıfının elinde kimi zaman sonsuz zenginlikler bulunuyordu; sömürgeleştirilmiş kavimlerin alışılmış yağmasından büyük paylar alan, üstelik çok geniş topraklara sahip bulunan Amon rahipleri, özellikle zengindi. Driton ve Vandier'nin "Mısır" adlı yapıtta da yazdıkları gibi: "Büyük bir sömürge İmparatorluğunun sağladığı ekonomik yararlar firavunların gözünden kaçmamıştı ... Her yıl Mısır'a her çeşit cizyeler oluk gibi akıyordu; bunlardan en başta yararlananlar da hiç kuşkusuz kralla rahipler (özellikle Amon rahipleri) idi."


III. Ramses döneminde Amon'un serveti 235.000 hektar toprak, 81.000 köle, dirilerle eşit muamele gören 5.000 heykel ve 421.000 baş hayvandan ibaretti.

Günlük dinsel tören tanrıyı yedirmek, tuvaletini yapmak, giydirmekten ibaretti. Tepsilerle getirilen yemekler sonunda, kralın kendilerine tapınak üzerinden bir yiyecek geliri bağladığı ayrıcalıklılara veriliyordu.


Arasıra geçitler, tapınma törenleri yapılmaktaydı. Herodot geceleyin kutsal Sais gölü üzerinde Oziris'le ilgili bir dinsel piyesin oynandığını görmüştü. Birtakım din bayramlarında Oziris'i simgeleyen çörekler yeniyordu.

XVIII. hanedan döneminde ve M.Ö. XIV. yüzyılda soylu bir ülkücülüğe ve şaşırtıcı bir enerjiye sahip IV. Amenhotep (ya da IV. Amenophis) adlı bir hükümdar, Mısır'da Tektanrıcılık'ı kurmak istedi.


Başlıca değil de tek tanrı olarak, o zamana dek önemsiz olan bir Tema'yı, Aton'u benimsedi: Aton, güneş yuvarlağını kişileştirmekteydi.


Hükümdar Thebae'de oturursa bu devrimi yapamayacağını seziyordu; çünkü bu kentte Amon rahiplerinin güçlü etkisi vardı; onun için Amenhotep, saltanatının dördüncü yılında başkentten ayrıldı, Orta Mısır'da (Güneş yuvarlağının ufku anlamına gelen ve bugünkü adı Tel-el -Amarna olan) Akhet-Aton adlı yeni bir kent kurdu. İlkel toplumlarda adların sanki büyülü bir önemi vardır. Nitekim Mısır'da da Amon adı böyle bir öneme sahip bulunmaktaydı. Amenhotep her yandan Amon'un adını kazıtıp sildirmeye uğraştı. Öteki tanrıların adlarını kazıtıp sildirmemekle birlikte, onlara tapınılmasını yasak etti. Kendisi de ''Amon memnundur" anlamına gelen eski adını bırakıp ''Aton'un görkemi" anlamına gelen Akinaton adını aldı. Yeni başkente yerleşen memurlar da onu örnek alarak atonist birer ad aldılar. Böylelikle olağanüstü bir din devrimi başarıldı; çoktanrıcı geçmişle bütün bağlar parlak bir biçimde kesildi.


Hükümdarın bu davranışının nedenine gelince: Onun, Amon rahiplerinin politik nüfuzunu kırmak istediğini, ayrıca Thebae dinini İmparatorluğun Mısırlı olmayan uyrukları için de kabul edilir hale sokmak için bu dinin özelliklerini kaldırmak istediğini söyleyenler oldu: Evrensel Güneş'te tapınma, evrensel bir din kurmaya olanak veriyordu. Ya da Akinaton sadece içten gelen bir dinsel duyguya boyun eğmiş bulunmaktaydı.


Hükümdar daha önceki tapınışları kaldırmakla yetinmedi; yeni bir din, Evrensel Yaşam'ın dinini kurmaya kalkıştı. Bunda güneş aynı zamanda hem bir gerçek, hem bir simgedir. Güneş yuvarlağı her yöne, ellerle son bulan ışıklar saçmaktadır.


Kreglinger'in dediği gibi: "Kralın tanrılaştırdığı güçlü bir yaratık değildir ama, yine de insana benzemektedir ve· onun gibi "sınırlı"dır; bu, fizik anlamda güneş değildir; onun dünyaya yaptığı bütün iyiliklerdir: Sıcaklıktır, evreni aydınlatan ışıktır ki güneş bunun en güçlü kaynağıdır. Hükümdar bu hayırlı etkiyi, bu canlandırıcı enerjiyi bütün çevresinde keşfetti; tanrısının yalnız dünyanın yaratılmasında, ya da çevresinde olup biten, açıklanması güç, tek ve olağanüstü olaylarda eli olduğunu kabul etmekle kalmadı; onu her yerde, bu toprağın üzerinde yürek gibi çarpmakta olan bütün yaşamda bütün güzellikte, bütün sevinçte, bütün mutlulukta gördü ki bunlar, tanrının dünyaya saçmakta olduğu iyilikler sayesinde bütün insanlarca duyuluyor; bunlar da onun yapıtını hayranlıkla seyredip değerlendirmeyi biliyorlardı.


Akhnaton'un kendisi de tanrısı onuruna çok güzel övgüler düzdü ki bunlarda daha o zamandan, Hristiyan azizi François d' Assise'in edası çınlamaktadır:


"Sen ki nesnelerin oluşları sırasında zaten yaşamaktaydın, ufukta parlak olarak yükseliyorsun, ey canlı Aton! Doğu ufkunda yükseldiğin zaman, güzelliğinle bütün ülkeleri aydınlatıyorsun! Bütün büyüklük ve parlaklığınla görkemli ve güçlü bir halde, ülkelerin hepsi üzerinde göründüğün zaman ışıklann, yarattığı ile son uçlarına dek bütün ulusları kucaklıyor ... Bizden uzaksın ama, ışıkların yine de yere iniyor ve yaptığın bütün çevrimlerinde kendini insanlara gösteriyorsun ...


Sabahları doğduğun, gün boyunca ışıklarını yerin üzerine saçtığın zaman, karanlığı kovuyorsun; bize ışığını sunuyorsun. O zaman iki ülke de sevince garkoluyor; insanlar kalkıp ayakları üzerinde doğruluyorlar, onları uyandıran sensin. Ellerini yüzlerini yıkıyorlar, giyiniyorlar ve göründüğün zaman, bütün kollar sana tapınıyor. Bütün dünya yeniden işe koyuluyor. Hayvanlar kendilerine verdiğin ot için seviniyorlar, ağaçlarla çayırlar yeşeriyorlar; kuşlar yuvalarından çıkıyorlar ve· kanatları bile senin "ka"na tapınıyor. Keçiler bacakları üzerinde zıplaşıyorlar; kuşlarla havalarda uçup gezen yaratıkların hepsi, sen gökte yükseldiğin zaman yeniden yaşamaya başlıyorlar. Gemiler nehirde aşağı-yukarı gidip geliyorlar; hatta nehirlerin balıkları bile sana doğru atılıyorlar; çünkü ışıkların suların derinliklerine değin sokuluyor.


Anasının kucağındaki çocuğu besleyen sensin; ağlamasın diye onu yatıştıran sensin. Yarattığın her çocuk gün ışığına kavuştuğu zaman, onu canlandıran soluğu sen veriyorsun. Bağırmaya başladığı zaman onun ağzını sen açıyorsun; onun yaşamına göz-kulak oluyorsun. Küçük kuş yumurtadayken ve kabuğunun içinde haykırırken kendisini yaşatan havayı ona veren sensin ve senin sayendedir ki, her yanını saran kabuğu kıracak gücü bulabiliyor.


Yarattığın nesneler ne kadar da çeşitli! Yeryüzünü yalnızken, kendi isteğine göre yarattın; bütün insanlar, sürüler, hayvanlar, yerde yürüyen ve yaşayan, gökte uçan her şeyle birlikte, yeryüzünü de sen yarattın. Yabancı ülkelerde, Suriye' de, Habeşistan' da, her yerde insanı yerli yerine sen koydun, Onun bakımına sen göz-kulak oluyorsun, bütün insanlara da istedikleri rızkı sen veriyorsun.


Ey nurlu Aton, yeryüzünün üzerinde ışıldamaya başladığın zaman bütün gözler seni seyrediyor.


Bu soylu dinsel devrimin yanısıra derin bir ahlak değişimi de oldu. Güneş bütün ulusları, bütün insanları, bütün varlıkları aydınlattı. Onların herbirinde tanrısal bir zerre vardı. Hepsinin içten gelme bir biçimde harekete geçmeye hazır olduklarına inanılabilirdi artık. Drioton ve Vandier'nin "Mısır" adlı yapıtlarında dedikleri gibi: "Özgürlük, Amarna'da doğan dinin yüce düşüncelerinden biri oldu. Yeni öğretinin öteki büyük düşüncesi de doğa sevgisiydi.


Böyle bir öğretinin de yaratıkları sevmeyi ve yaşama neşesini öğütlediğini insan, kolayca anlayabilir.

Değişiklik kendini dinde de gösterdi. Tanrı ile kulları arasına bir rahipler topluluğunun girmesi artık gerekli görülmedi: İyicil Tanrı'yı keşfetmek için gözlerini açmak yetiyordu. Amarna tapınağı, Üzerleri gökyüzüne bakan, açık avlular ve dehlizlerden oluşmaktadır; ana mihrap ise güneşin ışıklarına boğulmuş bir haldedir.


Bu arada bütün güzel sanatlar da baştanbaşa değişti. Yine Drioton ve Vandier'nin dedikleri gibi: "bundan böyle sanat artık gerçekçilikten ve tinselcilikten meydana geldi... Tel-el-Amarna'nın her yanında doğa sevgisine rastlanmaktadır: Dinde, güneşe söylenen övgüler de, günlük yaşayışın sahnelerinde ve hatta evlerin süslenişinde bile bu, böyledir. Kuşlar, çiçekler ve yemişler artık stilleşmiş süs motifleri değil de, doğanın çok değerli vergileri sayılmakta ve bunlar anlatılması güç bir doğruluk, duygululuk ve sevimlilikle betimlenmektedir."


Bununla birlikte gelenekçiler her alanda böylece meydana gelmiş olan devrimden hoşlanmamışlardı. Rahipler, çıkarlarına dokunan sosyal bir değişmeyi onaylamıyorlardı. Akhnaton yirmi dokuz yaşında ölür ölmez de gericiliğin tepkisi başladı. Hükümdarın büyük damadı ancak bir yıl saltanat sürdü; küçük damadı Amon dininin rahiplerine boyun eğdi, Amarna'dan ayrılıp Thebae'ye gitti ve Tutankhaton olan adını, Tutankhamon olarak değiştirdi.

(Tel-el-Amarna'nın birdenbire bırakılışı şöyle bir sonuç verdi: Çöl kumlarının örttüğü tapınaklarla saraylar oldukları gibi kaldılar ve burada yapılan kazılar sayesinde bakanlıkların arşivlerini, Akhnaton'la yabancı hükümdarlar arasındaki mektuplaşmaları bulup çıkarmak mümkün oldu. Bu ise bize, M.Ö. XIV. yüzyılı daha iyi tanıma olanağını verdi; Öte yandan Tutankhamon'un mezarı da Mısır' da soyulmamış olarak keşfedilen tek mezardır ve içindeki "ölüm eşyası" paha biçilmez bir zenginliktedir.)


Tutankhamon'un yerine geçen Horemheb, rahiplerin oyuncağı olan bir askerdi. Tapınakları yıktırdı, Aton adını kazıtıp her yere Amon adını yeniden yazdırdı.


Evrensel tarihin tanıdığı dinsel hareketlerin en güzeli de böylece sona ermiş oldu.


M.Ö. IV. yüzyıldan başlayarak, ölümden sonra yaşamak vaadini taşır sayılan Izis dini Yunan ve Roma dünyasında da yayıldı. Oziris ile Serapis de İzis gibi makbul tutuldular. Jüpiter'le eş tutulan Serapis, Tektanrıcılığa eğilim besleyenlerin gözde tanrısı haline geldi.

Hristiyanlık çağının başlangıcı sıralarında daha evrensel bir nitelik kazanan bu Mısır dinleri, çok canlı bir gizmecilik hareketinin doğmasına yol açtılar.


Latin yazarların bize anlattıklarına göre İzis rahipleri sakalsızdı, başlarının tepesi traşlıydı, keten gömlek giyerlerdi, Madonna'nın önünde bir çeşit ayini kutlamak üzere inananları küçük çanlar çalarak çağırırlardı.


Roma dini ile Latin İtalya dinini incelerken bu Mısır dinlerine yine rastlayacağız ve bunlardan ileride sözedeceğiz. Hatta "Tibullus'un Ağıtları"nın Mirabeau tarafından çevrilen ve 1798'de yayınlanan bir baskısında rastlanan bir not okuyucuya, Lutetia'nın (yani bugünkü Paris'in) dolaylarındaki Issy köyünde bir İzis tapınağının bulunduğunu ve XVI. yüzyılda bir kardinalin, o zamana dek merak dolayısıyla saklanmış olan bir tanrıça heykelini devirtip kırdığını haber vermektedir.


En eski çağlardan beri ruhani çevrelerde çok derin bir aydın yaşam gelişmiş ve hatta bundan, bizzat din düşüncesinin dışındaki başka faaliyet kolları da yararlanmıştır. Örneğin, ilk kez Firavunlar zamanındaki Mısır'da güneşin çevrimi (devri) ve mevsimlerin sıra ile geri gelişi üzerine kurulu, yirmi dört saatlik günlerden ve yedi günlük haftalardan oluşan bir takvim kullanılmıştır. Julius Caesar tarafından birtakım değişikliklerle Roma dünyasına kabul ettirilen ve XVI. yüzyılda Papa XIII. Gregorius tarafından daha da iyileştirilen bu takvim, sonradan evrensel takvim olmuştur. Görünüşe göre bu takvim, Hristiyanlık çağından önceki beşinci bin yıldan kalmadır ve büyük bir din merkezi olan Heliopolis'in astronomları tarafından hazırlanmışa benzemektedir.


Ehramlar yapılmasını zorunlu kılan dinsel ödev, geometrinin yaratılmasına ya da geliştirilmesine yol açmıştır.


Din duygusunun da canlı tuttuğu ölümden sonra yaşamak umudu ilkin yüzyıllar boyunca Mısır'da; sonradan İzis, Oziris ve Serapis'e tapınış Roma dünyasına da yayıldığı zaman Mısır dışında herhalde birçok kaygıları yatıştırmış olsa gerektir.


Ölülerden günahlarını açıklamalarını istemek düşüncesi de yakınlarını mutsuz etmemek, hiç kimseye kötülük yapmamak, çevresinde acı yaratmamak ve gözyaşı döktürmemek gibi çok güzel ahlak düşüncelerini yaymış olmalıdır.


Akhnaton'un tektanrıcılığının yüceliğini ise daha önce anlatmıştık. Tüm varlıkların, yaratıcıları olan Güneş karşısındaki eşitliklerini ileri süren, herkese özgürlük ve tüm yaratıklara karşı sevgi duyma hissi ile yaşama zevkini aşılayan düşünce de bundan doğmuştur.



Felicien Challaye dinler tarihi


Çeviren: Samih Tiryakioğlu 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak