24 Şubat 2023 Cuma

MÜNÂFIKLIK VE DÖNMELİK

 


Münâfık ile Dönme kavramları, lügat ve ıstılahî mânaları arasında yakın benzerlikler bulunan iki kelimedir. Bu iki kavram arasında her ne kadar yakın benzerlik ve hattâ eşanlamlılık bulunsa da; Müslüman - Türk Toplumu’nun, birini diğerinin yerine kullanmamağa, umûm ve husûs farkına riâyete âzâmî derecede önem verdiği dikkat çekmektedir.


Münafık kelimesi Arap toplumu arasına İslâmiyet ile girdiği gibi; “Dönme” kelimesi de Türk toplumu arasına Sabatay Tzevi (Sevi) ve cemaatinin Müslüman olmuş görünmesiyle girmiştir. Dönme ve Dönmelik tâbiri, ilk önce, Türkler tarafından belirli bir cemaate alem olmak üzere kullanılmış; Türkler dışında, İslâm âleminde ve Batı’da da bu tâbir aynen muhafaza edilmiştir.


Biz, bu iki kelimenin, etimolojisine girmeden, aralarındaki benzerlikleri ortaya koymak, ifade ettikleri husûsları sergilemek için kelime ve terim anlamları üzerinde duracağız.


Kelime Olarak Münâfık ve Dönme:


Münâfık: Nifak çıkaran; mürâî, riyakâr, ikiyüzlü; mütereddid, kararsız; dalavereci, aldatıcı; kalbi hasta; özü-sözü bir olmayan kimseler için kullanıldığı gibi; kendini dost suretinde gösteren; sözünde durmayan; şirk ve küfrünü gizleyip imân ettiğini, Müslüman olduğunu açıklayan; zahiren inanmış göründüğü halde bâtınen kâfir olan; imân etmediği halde kendini öyle tanıtan; bir kararda kalmayan dönek kimseleri tavsîf etmek için kullanılmaktadır. 

Dönme: İsim olarak dönmek eylemini içine alır. Dönmek; yönelmek, avdet etmek, geri gelmek, değişmek; bir yandan bir yana dönmek; söylediği bir fikir veya düşünceden vazgeçmek; bırakılan bir işe veya konuya yeniden başlamak anlamındadır. Dönmek’den «dönek» de gelir: sözünde durmayan, sık sık inanç ve düşünce değiştiren, kaypak.


«Dönme» kelimesi, din değiştirme, başka bir dinde iken Müslüman olma, «mühtedî» karşılığında da kullanılır. Ayrıca, grup, parti, demek ve siyasî kanaatlerdeki değişiklikler de bu kelime ile ifade edilir. Fransızca renegat ve «convertl»; İngilizce «convert»; Almanca renagat, bu kelime karşılığında kullanılır.


Terim Olarak Münâfık ve Dönme;


Münafık ve Münafıklık:  Asr-ı Saâdet’te zâhiren Müslüman olduklarını açıklayıp, bâtınen küfürlerini sürdüren; İslâm’ın başlangıcından beri Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanmadıkları halde, mecburen ve isteksiz olarak Hz. Muhammed’e uymuş olan kimseleri işaret etmek; onların hallerini Peygamber’e ve dolayısıyle Ümmeti'ne açıklamak için Kur’ân-ı Kerîm’de nifak, münâfıkûn ve münâfi'kat kelimeleri kullanılmıştır.


Kur’ân’da, inanmadıkları halde, “Allah’a Âhiret Günü’ne inandık” diyen ve böylece iman eden kimseleri aldatmağa çalışan bir kısım insanlar işaret edilmekte; bu kimselerin yalancı olduğu, riyakârlık ettiği ve kalplerinde hastalık bulunduğu; yeryüzünde fesat çıkarmak istedikleri; iki yüzlü oldukları ve iki cemaat arasında bocaladıkları; Allah’a inananlara oyun etmek istedikleri; dış görünüşleri ile içlerinin bir olmadığı, gösteriş içinde bulundukları ifade edilmektedir. Bu hal üzere olan kimselerin, Hz. Muhammed’e geldiklerinde de, “Şehâdet ederiz ki, sen muhakkak Allah’ın Peygamberisin” dedikleri; bunu Allahda bildiği halde onların yalan söyledikleri; yemini kalkan olarak kullandıkları; imandan sonra küfretmiş oldukları; düşmanlık içinde bulundukları Peygamber’e hatırlatılmakta ve bunlardan sakınmaları istenmektedir.


Bu kimselerin mü'min olmadıkları ile ilgili olarak Bakara Sûresi’nde şöyle denilmektedir : «insanlar arasında öyle kimseler vardır ki Allah'a ve Âhiret Günü’ne iman ettik derler de mü’min değillerdir. Allah’ı ve iman edenleri aldatmağa çalışırlar, halbuki sırf kendilerini aldatırlarda farkında değildirler... Onlara Mü’minler’in iman ettiği gibi iman edin denildiği zaman ‘Biz de o akılsızların iman ettiği gibi mi iman edeceğiz?’, bir de iman edenlerle karşılaştıklarında ‘biz de iman ettik’ derler. Şeytanları ile baş başa kaldıkları zamanda ‘Emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak alay edicileriz’ derler». Bu kimselerin hallerini beyan ve vasıflarını ortaya koyan âyetler, Kur’ân’ın çeşitli sûrelerine dağılmış; ekseriyeti Bakara Sûresi’nde yeralmış ve Münâfıkûn Sûresi’ne de ad olmuştur.


İslâm’ın başlangıcında insanlar üç kısma ayrılmaktadır: Mü’min, Münafık, Münkir. Münafıklar, kâfirler arasında sayılmakta ve onların en tehlikelisi olarak gösterilmektedir. Bakara Sûresi’nde mü’minler hakkında dört, sözleri ile hareketleri aynı olan kâfirler hakkında iki âyet nazil olduğu halde, sözleri ile hareketleri birbirine benzemeyen münafıklar hakkında onüç âyet nazil olmuş ve bu onüç âyetle kâfirler sınıfı hakkında nazil olan âyet sayısı onbeşe ulaşmıştır. Bu onüç âyetin (Bakara, 8 - 20) de Medine ve civarındaki bir kısım münâfıklar hakkında nazil olduğunda ittifak vardır. Bunlar da; Evs ve Hazrec kabilelerine mensûp bazı kimseler ile onların reisleri makamında bulunan Abdullah İbni Ubeyy b. Selûl ve gizli cemiyet rolü oynayarak, Hz. Muhammed’e ve Müslümanlar’a düşmanlık etmek için, iman etmeyenlerle gizli itifak yapan, zahiren iman etmiş görünen bir «Münafık Zümresi»ni teşkil etmeği başaran Yahudiler'dir. Müslümanlar’ın ibadetlerine, bütün dinî husûsiyetlerine zâhiren iştirak eden, elaltından da entrika çevirmeğe çalışan bu münâfıklar grubu; zahirî olanı da yaptıklarından dolayı İslâm Cemaati’nden de tardolunmamaktadırlar. Küfürlerini açık olarak beyan edenlerden daha ziyâde bu gibilere karşı tedbirli olmak lâzım geldiğinden ve İslâm disiplini açısından da bu hususa dikkat etmek önem, taşıdığından Cenâb-ı Hakk’ın bu onüç âyeti inzal buyurduğu ifade edilmektedir. Âyet’te geçen «Hud’a» kelimesi, «Başkasına karşı zâhiren selâmet ve sedâd îhâm eden bir emir izhâr edip bâtında onu ızrar edecek bir şeyi gizlemektir» şeklinde tarif edilmiştir. Esasında gizlilik mânası taşıyan «hud’a» kelimesinin aldatma, oyun, hile, dalavere, düzen mânalarına geldiği ilgili âyetlerden anlaşılmaktadır. Ayrıca, İslâm Dini’ni zâhiren kabul edip yaşar göründükleri halde, gizliden gizliye ona düşmanlık besleyip başka şekilde hareket edenler de kastedilmektedir.


Zaten bu zümrenin ehemmiyetini ve tehlikesini ortaya koymak bakımından, doğrudan doğruya onların ismini taşıyan «Münâfikûn Sûresi»nin inzâlı, üzerinde durmağa değer bir husustur. Bu Sûre’de münâfıkların halleri beyan edilmiştir. Onların korktukları başlarına gelmiş; Allah, onları Mü'minler’e tanıtmış ve onlardan çekinmelerini ihtâr etmiştir. Bu Sûre’nin şu olay üzerine inzal olduğu nakledilmektedir: Mureysî Gazvesi’nden sonra, Ensâr ve Muhacirinden iki kişinin kavga etmesi üzerine Münâfıklar’ın Reisi Abdullah b. Ubeyy taifesini, Medine’ye dönüşte, Muhacirler’i kovmak üzere teşvik eder. Bunu da Zad b. Erkam’ın duyup Peygamber’e haber vermesi üzerine Ubeyy çağırılıp bu durum ondan sorulur. O, bunu, yemin ederek inkâr eder. Bunun üzerine Münâfıkûn Sûresi inzal buyurulur Nakledilen olayda zikredilen bu taife, mü’min görünerek Müslümanlar’ın sırlarına muttali olmuş ve aldıkları sırları Müşrikler’e ve Yahudilere iletmişlerdir. Yahudiler ise, düşmanlıkta Müşriklerden daha ileridedir. Bunların müphem ve iki yüzlü tutumları, Kur'ân-ı Kerîm tarafından kınanmaktadır.


İslâm’ın yayılması karşısında açıktan bir şey yapamayanların hîle ve desise yoluna saptıkları bilinmektedir. Bunların başında Yahudiler’in geldiği ve hattâ “Münafıklar Zümresi” ni gizliden gizliye bunların oluşturduğunun ileri sürüldüğünü daha önce zikrettik. İman edenlere karşı düşmanlıkta en ileri gidenlere bunlar arasında rastlanmaktadır. Çünkü Tevrat’ta Allah’ın en seçkin kavmi oldukları işlenmekte, kendilerinden başkasına bir fazilet tanınmamakta, Hz, Musa’dan sonra kimseye Peygamberlik verilmemektedir. Onlar, yurtlarından çıkarıldıktan sonra, hileden başka çıkar yol bulamamakta; İslâm’ın yayılmasına mâni’ olmak ve onu yoketmek için en süflî vasıtalara başvurmaktadırlar. İçlerinden birçokları, bir gün Müslüman olmakta, ertesi gün müslümanlıktan dönmekte ve bu suretle herkesi şaşırtmak, İslâm’ı herkesin gözünden düşürmek istemektedirler. Kur’ân- Kerîm; «Kitap Ehlinden bir tâif'e (Yahudiler) şöyle dedi : «Kendilerine indirilene (Kur’ân’a) iman edenlerle gündüzün evvelinde iman edin, âhirinde inkâr edin. Olur ki (müzminler dinlerinden) dönerler» dediklerini, onların bu dönekliği alışkanlık haline getirdiklerini, pek azı müstesna iman etmeyeceklerini beyân buyurmaktadır.


O zaman Medine'de üç grup vardı. Bunların herbiri desise, entrika ve sûikastler tertip ediyor ve bu itibarla Müslümanlar üç cepheli bir husûmet karşısında kalıyorlardı. Bunlar: Müşrikler, Yahudiler ve Münâfıklar idi. Medine’de Münâfıklar’ın Reisi Abdullah b. Ubeyy b. Selûl idi. Bunlar İslâm’ın dost kalıbına girmiş düşmanlarıydı. Çünkü Ubeyy’in, Medineli Araplar tarafından hükümdarlığı ilân edilmek üzere idi. Hz. Muhammed’in gelmesi üzerine bu iş gerçekleşemedi. Müşrikler, Peygamber’i öldürmesi için kendisine mektuplar yazıyor ve o da bu vesile ile çeşitli karışıklıklar çıkarmağa çalışıyordu. Yahudiler ise, onun başında bulunduğu Münafıklar Grubu’nu kolaylıkla kendi taraflarına almayı ve Müslümanlar aleyhine kullanmayı başarıyorlardı. Eskidenberi Ubeyy, Yahudiler ile ittifak halinde idi. O, Yahudiler’in Medine’den çıkmamalarını istiyor ve Hz. Muhammed’e karşı onları destekliyordu.


Hattâ Ahmet Çelebi, İslâmiyet’in ilk devirlerinde görünüşte müslüman olan, fakat aslında münafık olan Yahudiler’in ismini vermekte; bunların İslâm kisvesi altında Yahudilik’e hizmet edip İslâm’ı yıkmayı amaçladıklarını kaydetmektedir. Böyle olunca, Yahudiler ile Münâfıklar arasındaki ittifakın kolay sağlanmasında bu kişilerin rolü olduğu hatıra gelmektedir,


Yahudi ve Müşrikler’in temasları neticesinde Münâfıklar’ın bir kısmının, Peygamber’in emanete halel getirdiğini ileri sürerek, Müslümanlar arasına şüphe sokmaya, Uhud Gazvesinde nifak çıkarmaya uğraştıkları; bunları Cenâb-ı Hakk’ın açığa çıkardığı Mureysî ve Hendek Gazvesi’nde yalan haber yayarak Müminleri fitneye sevketmeye çalıştıkları; Tebük Seferi’ne giderken alay ettikleri ve bu durumları sorulunca yalandan yemin ettikleri; kritik anlarda Peygamberi zor durumda bırakmaya gayret sarfettikleri görülmektedir.


Kablerindekinin aksine konuştukları için mürâîler olarak tavsif edilen bu kimseler, kararsız bir durumda bulunmalarından dolayı, bazen Mü’minler ile, bazen onların düşmanları ile birleşmekte; Yahudiler ile de gizli ittifak sağlamaktadırlar. Bu kimseler, inananlar, düşmanları karşısmda fena bir duruma düşünce, îslâm’ın kendilerini aldattığını ileri sürmektedirler, Mü’minler ile beraber olduklarında da “biz de sizinle beraber değil miyiz” demekte; kendi aralarında da Peygamber’e ve ilâhi vahye karşı tenkitlerde bulunmaktadırlar. Öte yandan, bu ikiyüzlü durumlarının Peygamberce bildirilmesinden de korkuyorlar. Korktukları başlarına geliyor. Allah, bu kimseler hakkında Münâfikûn Sûresi’ni inzâl buyuruyor. Orada, bu kimselerin dış görünüşleriyle Peygamber’e hoş göründükleri, fakat düşman oldukları, Hz. Muhammed'in kuvvetinin azalmasını arzu edip, onu oradan çıkarmayı düşündükleri açıklanıyor.


Hiç bir tarafça güvenilmeyen, itimat edilmeyen bu kimseler, reislerinin ölümü ve İnananlar’ın başarısı karşısında seslerini kesmek zorunda kalmışlardır; Ancak bu gruptaki insanlar her zaman mevcut olabilir. Onlar, Kur’ân-ı Kerîm’e göre İslâm'a en zararlı zümredir. Çeşitli din ve inançtaki insanlar, onları İslâm’a, dolayısıyle iman edenlere karşı en tesirli silâh olarak kullanabilirler. Hz. Muhammed’den sonra bunları açığa vuracak, yani kendisine vahiy gelecek kimse olmayacağına göre, bu gibi kimselerin bulunması ve oyunlarını oynaması da muhtemeldir. Ancak bu kimselerin iman derecesini ölçecek bir “dinamometre” bulunmadığına göre, münafıkları tesbit zorlaşmaktadır. Böyle olunca da, ancak, sözleri ile davranışları arasındaki uygunluğa göre hüküm vermek durumu ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu ise çok ölçülü ve dikkatli olmayı gerektirir. Çünkü, Münafıklık imanda ve amelde olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. İtikâdî münafıklığın karşılığının küfr, amelî münafıklığın karşılığının günahkârlık olduğunu; her münafığın mürâî, fakat her mürâînin münafık olmadığı, riyâ’nın imana muhalif olmayarak bazı amelde de olabildiği, asıl münafıklığın imanda olduğu ifade edilmektedir.


Münâfıklar’ın yalan söylemeleri ve ikiyüzlü hareket etmelerinden dolayı, onlar için, elem verici bir azap olduğu; münafıklar ile kâfirlerin hepsinin Cehennem’de toplanacağı ve münâfıkların Cehennemin en aşağı tabakasında yer alacakları Kur’ân’da açıkça zikredilmektedir.


Münafıkların en bariz vasıfları şöyle hulâsa edilebilir: Zahiren inanmış görünüp, bâtınen inkâr etmek veya eski inançlarında sebat etmek; İnananları aldatmak, aralarına fitne, fesat sokmak, çoğalmalarına engel olmak; gizliden gizliye Müslümanlarla düşmanlık yakmak için İkiyüzlü hareket etmek. Bu husûsiyetleri taşıyan taife, kâfirlerden daha tehlikeli görülmektedir. Kâfirlere bir azap, bunlara iki azap vardır. Hakikatte de inanmadığını açıkça söyleyen ve düşmanlığını açıkça ortaya koyan kimse, inandım dediği halde kalben inanmayan ve samimî olmayan kimseden daha az tehlikelidir. Yani İkincisi birincisinden daha tehlikelidir. Bunlar, ikili oynadıkları için hep endişe içindedirler. Hallerinin açığa çıkabileceği endişe ve korkusu ile yaşadıkları için kendi kendilerine azap etmektedirler. Kalben küfrettiklerinden dolayı da Cehennem azabına müstahak oldukları âyetlerde açıkça ortaya konulmaktadır.


Dönme ve Dönmelik:


Terim olarak «Dönme» yi iki şekilde incelememiz gerekmektedir: 1. Umûmî Mânası (XVII, Yüzyıldan önceki mânası), 2. Husûsî Mânası (XVII. Yüzyıldan sonraki mânası).



Umûmî Mânada Dönme ve Dönmelik:

 

  Eski Türkçe’de; değişme, başka hale girme; dinî veya siyasî bir inancın, bir kanaatin yerine bir başkasının benimsenmesi “debeddüh” kelimesi ile ifade edilmiştir. Başka bir dinden İslâm Dini’ne geçenlere “mühtedü” veya “avdeti” denilmiştir. Bağlı olduğu dini bırakarak başka bir dine girenler için genel olarak “dönme” veya avdetim tâbiri de kullanılmıştır.


Dinsizlikten veya bir başka dinden İslâm Dini’ne dönenlere “mühted”, bu olaya da “ihtida”; dinsiz yaşamayı tercih edenlere veya İslâmiyet’ten başka bir dine girenlere “mürted”, bu olaya “irtidad”; hiçbir dine sahip olmayan, dinsiz yaşamaktan vaz geçerek herhangi bir dini kabul edene “mütedeyyin”, bu olaya “mütedeyyün” denilmiştir. İslâmiyet’ten ba”ka bir dine girme “ihtida” değil, “tedeyyün” kelimesi ile ifade edilmiştir. İslâm Dini’ne mensup olmayan bir kimse, İslâm Dini’nden başka, herhangi bir dinden diğerine dönecek olursa bu İslâm hukukuna göre «irtidad» sayılmamaktadır.


Bu duruma göre, bu kısmı dört şekilde mütalaa edebiliriz:


Diğer bir dinde iken veya dinsizken İslâmiyet’i kabul eden (mühtedı),  İslâmiyet’ten ayrılarak başka bir dini kabul eden (mürted), Zahiren iman ettiği halde bâtınen inanmayan, İslâm kisvesi altında başka bir dini inancı taşıyan (münâfık), İslâm  dışında herhangi bir dine  bağlanan (mütedeyyin).


İhtida ve Mühtedî: 


İslâm’ın zuhurundan önce «dönmelik», kendi dinî inançlarını bırakarak başka bir dini benimseme, İslam’dan sonra da bağlı olduğu dini bırakarak İslâm’ı kabul etme şeklinde mütalaa edilmektedir. İslâm’dan sonra bağlı olduğu dini bırakarak îslâm’ı kabul etme «ihtida» olarak nitelendirilmiş; ihtida edene de «mühtedi» denilmiştir.


İhtida; doğru yola girme, hidayete erme, başka bir dini bırakarak İslâm’ı kabul etme, Müslüman olma, halini düzeltme anlamına şelen Arapça bir kelimedir, tâbirdir. îhtida edene, İslâm’ı kabul edip Müslüman olana da mühtedî denilmektedir. Bu iki kelime, İslâm’ı kabul ettikten sonra yüzçevirmeyen ve onda sebat edenlere şâmildir. Kur’ân’da bunlar, «mü’min» olarak vasıflandırılır ve onlar için va’dedilen nimetlere, müjdelere yerverilir; Kâfir olanların ve Allah Yolu’ndan dönenlerin bütün amellerini Allah boşa çıkarır. İnanıp yararlı iş işleyenlerin ve Muhammed’e Rableri tarafından bir hak olarak indirilene (Kur’ân) inananların kötülüklerini Allah örter ve hallerini düzeltir. Bu, inkâr edenlerin bâtıla ve inananların Rablerinden gelen gerçeğe (Kur’ân’a.) Hilaflarından ötürü böyledir. İşte Allah, insanlara kendilerinin misallerini böyle anlatır».


îrtidât ve Mürted: 


İslâm’ı kabul ettikten sonra dönmek, tastik ettikten sonra tekzib etmek «irtîdât» olarak adlandırılmaktadır. İslâm’a girmiş olmasına rağmen «irtidât» eden, îslâm'ı bırakarak başka bir dine dönen, imandan sonra inkâr ile kâfir olan kimseye «mürted» denilmektedir. Allah, kendilerine hidayet nasibolduktan sonra arkalarına, eski inançlarına dönenlerin (irtidât edenlerin) şeytan’ın teşvikine kapıldıklarını açıklamaktadır. İrtidât eden kimselerin münafıklardan olduğu ve inanmayanlarla anlaşarak mü’minleri şüpheye düşürüp «Yollarından» çevirmeye çalıştıkları görülmektedir.


İslâm’ı zahiren ve bir gayeye yönelik olarak kabul etmiş kimseler, Hz. Muhammedin irtihalinden sonra eski küfürlerine avdet ederek, Müslümanlar arasında fitne uyandırmaya çalışmışlardır. Hz. Muhammed’in hastalanması ve vefatı üzerine dinden dönme olayları görülmeye başlamıştır. Bu, «Ridde« olayı diye adlandırılmıştır. Peygamberdin hastalık haberini duyan Hıristiyan ve Yahudiler, fırsattan istifade, İslâm’ı henüz yeni kabul etmiş olan kabile mensuplarını dinden dönmeye teşvik etmişlerdir. Bu tür olaylar, Hz. Ebubekir zamanında daha da artmış; Zekat’ın kendilerine uygulanmamasını isteyip mesele çıkarmak isteyenler olmuş; fakat çeşitli tedbirlerle önlenmiştir. Bunların yanında İslâm’ın kısa zamanda genel tasvib görüp yayılması karşısında bazı maceraperestler «peygamberlik» iddiası ile ortaya çıkıp Devlet düzenini bozmaya teşebbüs etmişlerdir. Bu ve benzeri olaylar; İslâm’ı menfaat saikiyle ve sathî olarak kabul edenlerden gelmiş; Müslümanların güçlenmesi ve İslâm’ın kalblere nüfuz etmesiyle ortadan kalkar gibi olmuştur. Ancak «nifak hareketleri» hemen hemen İslâm Dünyası’nda hiç eksik olmamıştır.


VIII. yüzyılda Ispanya’ya hâkim olan Müslümanlar, Emir’e itaat edildiği müddetçe dinlerine, dillerine ve hattâ onları idare eden şeflerine bile dokunmayacaklarını va’detmiş ve bunun üzerine bazı şehirler teslim olmuştur. Bunun neticesinde İspanyol halkının büyük bir kısmı, Müslümanlar tarafından fethedilen topraklara, bilhassa Endülüs’e yerleşmişlerdir. Bu Hıristiyanlara Mozarabes (Araplaşmış) ismi verilmiştir. Diğer taraftan da Müslümanlara tanınan bazı haklardan istifâde etmek isteyen bazı Hıristiyan İspanyollar İslâm’ı kabul etmişlerdir. Bu suretle dinini değiştirenlere renegat (mühtedî, dönme) denilmiştir. Ispanya’daki Müslüman hâkimiyetinden sonra Müslüman olan bu Hıristiyanlar, dahili harplerde büyük rol oynamışlardır. Bunların ayaklanmaları Müslümanları tehlikeye düşürmüştür. IX. yüzyılın sonuna tesadüf eden bu ayaklanmayı, ihtilali daha önce Müslüman olmuş Ömer b. Hafsun adında birisi yönetmiştir. Bu Ömer, yeniden İslâm’ı terkederek Hıristiyanlık’a dönmüştür. Ispanya’ya Müslümanların hâkim olması ile İslâm’ı kabul etmiş görünen Hıristiyan İspanyollar; Müslüman hâkimiyetinin zayıflayıp yokolma noktasına geldiği sırada; Hıristiyanlığa avdet etmişlerdir. Bunlar da «mürted» olarak nitelendirilmiştir.


Münâfıklık ve Münâfık:


 İslâm kisvesi altında başka bir dini veya inancı taşıyanlara münafık; bu duruma da münafıklık denilmektedir. Münâfıklar. hiçbir zaman kendi eski dinlerinden, inançlarından vazgeçmemişlerdir. «îki yüzlü» olarak da adlandırılan bu kimselere, genel anlamı içinde «dönme» denilebilir. Bu “dönme” kelimesi emir anlamına alındığında, o zaman bir fikirden, bir inançtan, bir kanaatten veya bir dinden kesin olarak vazgeçmemeye tenbihtir. Bu, sonradan kabul ettiği dine, inanca veya fikre ait olabileceği gibi, geçmişteki dinî inanca ve fikre de ait olabilir. Böyle olunca «dönme» terimi; din değiştirme mânâsına geldiği gibi, değiştirmeme, ahdini bozma, ve «iki yüzlü» anlamına da gelir.


Münafıklık kısmında, Kur’ân’daki âyetler ışığında, onlara temas edilmiş, Yahudilerin «gizli cemiyet» rolü oynadıklarına ve Münafıkları Müslümanlar aleyhine kullandıklarına değinilmişti. Zaten Kur’ân; Yahudileri, müphem, ikiyüzlü tutumlarından dolayı kınamakta; itaat için sağlam söz verdikten sonra döneklik ettiklerini belirtmekte; Hz. Musa’ya söz verdikten sonra Allah'ı bırakıp «Buzağı»yı ilâh edindiklerini ve azı müstesna verdikleri sözleri tutmadıklarını açıklamaktadır.


Müslümanlar arasında ikiyüzlülüğün benimsenmesi, münafıklar grubunun oluşması İslâm’ın muzaffer olmasından sonra olmuştur. Bu durumu Ahmed Cevdet söyle belirtmektedir; Resûl-i Ekrem Bedir’den muzaffer olarak döndükten sonra, İslâm dini pek ziyade kuvvet buldu ve bütün düşmanların gözleri yıldı.


Medine’deki Yahudiler, ‘Tevrat’ta yazılı olan âhir zaman Peygamber’i budur demeye başladılar. Bazıları imân etti, bazıları da imân etmiş göründü. İşte bu suretle Müslümanlar arasında birçok münafıklar peydâ oldu.


Zahiren İslâm’ı kabul etmiş olanların ne kadar sathî bir surette Müslüman oldukları Peygamber’in irtihalinin hemen akabinde vukua gelen «dinden dönme» lerden anlaşılmaktadır. Bu gibilerin siyasî icaplarla İslâm’ı kabul etmiş oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunlar, daha sonra büyük bir «millî hareket» şeklini alan cereyana kendilerini kaptıran takımındandır. İlk ihtida edenlerin tuğyan dolu şevk ve hevesleri, sonradan İslâm’a gelen bu gibilerin hesaplı ve ihtiyatlı tutumlarında rastlanmamaktadır. Aynı şekilde, siyasî gayelerle Müslüman olanlara Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde de rastlanmaktadır. Abdullah İbn Sebe’nin Müslümanlığının sahte olduğu, arkadaşlarını kandırmak için Müslüman gibi göründüğü, Hz. Osman aleyhindeki isyanın tek sorumlusu bulunduğu ve Hz. Ali’ye “ilâhlık” iddiasını yaydığı ifade edilmektedir. Bu İbn Sebe de Yahudidir.


Yahudilerle ne zaman bir ahd yapılmışsa içlerinden büyük çoğunluğunun bu ahdi bozdukları Kur’ân’da şöyle belirtilmektedir: «Onlar, her ne zaman bir ahd üzere anlaşmışlarsa içlerinden bir kısmı o ahdi bozmamış mıdır? Zaten onların çoğu inanmazlar».



Tedeyyün ve Mütedeyyin: 

Hiçbir dine sahip olmayan, dinsiz yaşamaktan vazgeçerek herhangi bir dini kabul edene “Mütedeyyin”; bu olaya da «tedeyyün» denilmektedir. Dinsiz yaşayan bir kimsenin, dinsiz yaşamaktan vazgeçerek herhangi bir dini kabul etmesi, din sahibi olması da; sahip olduğu dine sıkıca bağlı olması da bu terimlerle karşılanmaktadır. Bu durumda, dinsiz yaşamaktan vazgeçerek herhangi bir dine girme «tedeyyün» ile ifade edildiği gibi, İslâm dışındaki dinlerden herhangi birine girme ve hattâ din değiştirmesine rağmen eski dinine sıkı sıkıya bağlı kalmak da «tedeyyün», «mütedeyyin» içinde mütalaa edilebilmektedir. Bu durumun, daha ziyade, Hıristiyanlıktan Yahudilik’e, Yahudilikten Hıristiyanlık'a veya diğer dinlerden bunların herhangi birine girme şeklinde vuku bulduğu görülmektedir.


İspanyalılar, Müslüman hâkimiyetinden sonra, dini ve millî bir birlik kurmaya teşebbüs etmiş ve bazı zecrî tedbirler almışlardır. Bu tedbirler, Müslüman ve Yahudilere Hıristiyanlığı kabul ettirme şeklinde olmuştur;


1492 yılında, İspanya Kralı Katolik Ferdinand ve eşi Isabelle, dinî bir birlik kurmak için, «Yahudiler, 4 ay içinde ya Hıristiyan dinini kabul edecekler, yahut da Ispanya’yı terkedecekler» emrini vermişlerdir. Bunların bir kısmı din değiştirmeyi kabul etmeyerek, hicret yolunu tutmuş, Türkiye dahil, birçok memleketlere dağılmışlardır. İşleri yolunda olan bir kısım Yahudi de göç etmeyerek Hıristiyan dinini kabul etmişlerdir. Ancak, ahali ve ruhban, Yahudilerin samimiyetinden şüphelenmişlerdir. Bunlar arasında ilk dinlerine dönenler görülmüştür, Abraham Galanti, işleri dolayısiyle Ispanya’dan ayrılmak istemeyenler, zahiren katolik dinini kabul etmişlerse de zımnen Yahudiliği muhafaza ediyorlardı. Zahiren Katolik geçinerek İspanya ve Portekiz’de kalmış, iş ve servet sahibi olmuş Yahudiler, eski dinlerine dönmek arzusu güderek bu iki memleketten yavaş yavaş ayrılmaya başlamışlar ve bunların bir kısmı da 1532 senesinden itibaren Türkiye’ye iltica etmeye başlamışlardı demektedir. Ziya Şakir; Yahudilerin Hıristiyanlıklarının sahte olduğunu, Bu Musevîler, İspanya ve Portekiz’de şiddetle hüküm süren Engizisyon Mahkemeleri’nin zulüm ve işkencelerine tahammül edemeyerek hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Fakat gizlice kendi dinlerine karşı sadakat göstermektelerdi.


Maran adı verilen bu dönmelerin nihayet sırları ifşa edilmişti. Birçokları öldürülmüş ise de, bir kısmımn hapse atılmasına ve mühim bir kısmının da Ispanya’dan tardedilmesine karar verilmişti şeklinde açıklamaktadır. İstanbul’a gelen Musevî aileleri, Maran denilen, kendilerini Hıristiyan dinine dönmüş gibi gösteren Yahudilerden meydana gelmektedir.

 


Umumî mânâdaki dönmelik, sadece Yahudilere has olmayıp diğer din ve ırktakiler için de kullanılmaktadır. Meselâ, Fâtih’in Sadrazamı Mahmut Paşa hakkında şöyle denilmektedir : «Rum baba ve Arnavut anneden dünyâya gelmiş olan Mahmut Paşa, hıristiyan olarak ‘Vaftiz ’ edilmişti. Çocukluğunda devşirme olarak almmış, sarayda yetiştirilmiş ve eğitimle Müslüman yapılmıştı. Sözde Hz. Muhammed’in dinine sâdıkmış gibi görünmesine rağmen, hayatının sonuna kadar ilk dinini ve ait olduğu ırkı unutmamış, görevi sırasında karşılaştığı kâfirlere karşı -onların kanından olduğundan-daima müsamahalı davranmıştır».


İsmail Hâmi Danişmend’in «İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi» adlı eseri incelendiğinde bu tip dönmelerden bahsedildiği görülür.


Ispanya’da 11 Şubat 1502’de çıkarılan bir Kilise kararı; Castille ve Leon Müslümanlarını'ya tebdil-i din veyahut Ispanya’yı terk etmeye mecbur tutmaktadır. Kral Ferdinand, Arap tabi’leri bulunan asilzadelerin teşvikiyle, Endülüs Müslümanlarının cebren dinlerini değiştirmekten, Engizisyon’u (Inquistition) menetmiştir. Hıristiyan yapılan Müslümanlara, bundan böyle (Toriscos (Araplar)» adı verilmiştir.


Bu tür olaylar her dinde az da olsa görülmektedir. Ancak bazısında bu zecrî tedbirlerle, bazısında isteyerek ve bazısında da bir plân icabı olmaktadır.


Yahudi, «Kendi millî varlığının özünü ne kadar inat ve sebatla koruyorsa, onu rastgele her hangi bir milliyete büründürerek örtmekte de aynı gayreti gösterir». Türkiye'ye İltica eden Yahudiler bu durumlarını muhafaza etmiş; Türkiye’ye gelmeden önce, Engizisyon işkencelerinden korkarak zahiren Hıristiyan olan Yahudiler, Türkiye’ye geldikten sonra Yahudilik’e avdet etmişlerdir. Diyarın bir nevi müşaviri durumunda olan Musevî banker Yasef Nassi bunlardan biridir. Bu Yahudiler İspanya ve Portekiz’de, İspanyol gözükerek, devletin kilit noktalarını, bilhassa kilisenin büyük mevkilerini ellerine geçirdikleri halde Yahudilikten kopmamışlardır. Zira bir Yahudinin, bir başka yerîn koyu vatanperveri kesilse dahi, Yahudilikle alâkasını kestiğini iddia edememektedir. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu içinde de devam etmiştir.


Yahudiler, İspanya ve diğer yerlerden Türkiye’ye gelince, Yahudi mistisizmini, Kabbala’yı da beraberinde gittikleri yerlere yaymışlardır. Kabbalacıların XIII. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen ana kitabı «Zohar« da kurtuluşun, Mesih’in gelmesinin yakın olduğu kehaneti işlendiğinden Yahudiler bununla avunuyor, kurtuluş günlerini; Mesih’i bekliyorlardı. Bu sırada Mesîh olarak Sabatay Sevi ortaya çıkıyor ve Yahudilerin bir kısmı onun mesîhliğine inanarak, kurtuluş günlerinin sevinci içinde yaşıyorlardı. Bu Mesih’in zuhûm ve tebdil-i din etmesinden sonra Dönmelik başlıyor.

Bu husûsların hepsi de din değiştirmeyi, dönmeyi ve bir din sahibi olmayı tazammun etmesine rağmen, konumuz olan -husûsi mânada- «Dönmelik» değildir.



Husûsî Mânada Dönme ve Dönmelik:

Dönme, XVII. Yüzyıldan itibaren Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde, bilhassa Selanik’te, Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan «Gizli Müslüman - Musevî Cemaati» fertlerine, Osmanlı Türkleri tarafından, Yahudilik’ten İslâm’a döndüklerini belirtmek maksadı ile verilen bir isimdir. Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan, fakat Yahudi inanış ve âdetlerini devam ettiren «Dönmelerde, eskiden nezaket kastı ile «avdeti» de denilmiştir. Bir başka kaynakta da şöyle denilmektedir: «Bu tâbir (Dönme); 1912 Balkan harbi'nden evvel Osmanlı imparatorluğu hudutları içinde bulunan Selânik şehrinde mukim bir kısım Osmanlı vatandaşlarını ifade etmektedir. Evvelce Musevî dininde bulunmakta iken bazı siyasi sebeplerle İslamjyet’i kabul etmiş olmaları yüzünden kendilerine dinden dönmüş mânasına Dönme denilmekte idi. Ancak İslâm olmuş bulunmalarına rağmen ne eski dindaş ve ırkdaşları olan Yahudiler ne de Selanik şehrinin aslen Türk - İslâm sekenesi ile sihri hiçbir rabıta kurmayarak kendi aralarında yaşama yolunu tutmuşlardı». Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde de şöyle belirtilmektedir: Osmanlı idaresindeki muhtelif şehirlerde ve hasseten Selanik’te Müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan bir cemaat tabakası hakkında kullanılan bir tâbirdir. Muhtelif din sahiplerinden Müslüman olanlara mühtedî denildiği; dönme tâbiri yalnız halk tarafından kullanıldığı halde bunlar hakkında mühtedî tâbirinin hiçbir yerde ve hiçbir zaman istimal oluşmaması ve yüksek tabaka tarafından bir dereceye kadar nezaket rnaksadıyle avdeti denilmesi, Mûsevîlik’ten İslâm’a döndüklerini belirtmek maksadından ileri gelmiştir.


Diğer bazı kaynaklarda da «zahiren îslâm Dini’ni kabul etmiş olmalarına rağmen bâtınen eski inanç ve yaşayışlarında karar kılmış olmalarından dolayı bu isim verilmiştir» denilmektedir. Kaynaklarda, diğer bir dinden İslâm’a dönmüş olanlara “mühtedi” denildiği halde, bunlar için bu tâbirin kullanıldığına rastlanmamaktadır. Nezaket kastı ile avdeti denildiği -bu da dönme ile aynı anlama gelmektedir- görülmektedir. Bu tâbir her türlü (zahirî ve batınî) din değiştirme için kullanılabilmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, İslâm’ı gerçekten kabul edip, hidâyete ermenin karşılığı “ihtida” dır. İhtida eden kimseye de “mühtedi” denilmektedir. Yahudiler için bu tâbirin kullanılmaması dikkat çekicidir. Bu, geçmişten ders alınmanın bir sonucu olsa gerektir. Çünkü; İslâm’ın zuhurundan bu tarafa vukubulan olayların Müslümanlar’ı i’tidâle şevketmiş olması muhtemeldir.


Kur’ân-ı Kerîm’de iman etmekle Müslüman gözükmek birbirinden ayrılmış ve mü’minin tarifi şöyle yapılmıştır; “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye düşmeyip mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmektedirler, işte sâdıklar onlardır.”


Husûsî mânada «Dönme ve Dönmelik», Mesih iştiyakı ve Kudüs’e dönüp Süleyman Mabedini yeniden ihya etme hayalleriyle yaşayan bir kısım Yahudinin geldikleri bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Yahudiler «Siyon» hayalleri içerisinde yaşayıp, kurtuluş müjdecisi Mesih’in geliş zamanını «Kabbala»ya göre 1648 olarak tesbit ederken; bahsedilen kurtarıcının kendisi olduğunu ileri sürerek, İzmir’den Sabatay Sevi isminde birisi çıkmaktadır. Sabatay’ın 1648’de ilân ettiği «Mesîhliği» uzun sürmemekte; ilerisi için, Yahudilerin meskûn oldukları yerleri gezip oralarda bulunanların ümitlerini canlandırmaya çalışmaktadır. Bu arada da o, Hıristiyanlar’ın bir «Mesîh» bekleyişi içinde bulunduklarını ve bunun için de 1666 tarihini tesbit etmiş olduklarını öğrenmektedir. Böylece 1666 tarihi için hazırlanmakta ve bu zamana kavuşunca da ikinci defa Mesîhliğini ilân etmektedir. Mesîh olarak «taç» giymekte ve Yahudileri «Arz-ı Mevûd»a götüreceği va’di île çeşitli karışıklıklara sebep olmaktadır. Dünyayı (bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nu) 38 krallığa bölmekte, kendisini krallar kralı olarak ilan etmekte ve Kudüs’ü başkent düşünüp emirler yağdırmaktadır.


Uzun zamandan beri Girit Seferi ile meşgul olan ve bunu Yahudiler’in bir iç meselesi olarak kabul eden Osmanlı İmparatorluğu, o zamana kadar ses çıkarmadığı bu mesele, İmparatorluğun değişik yerlerine ulaşıp çeşitli karışıklıklara sebep olunca, olaya el koymak zorunda kalmıştır. Sahte Mesîh Sabatay, Padişah IV. Mehmed’in Kafes arkasından takibettiği Divan huzuruna çıkarılmış ve «Mesîh» liginin isbatı istenmiştir. O da, basit bir hahamdan başka bir şey olmadığını ve sırf Yahudiler’i aldatmak için bu yola başvurduğunu açıklamıştır. Saray hekimi ve kendisi gibi «dönme» olan Hayatızâde'nin (Moche ben Raphael Abravanel) tavsiyesiyle «Müslüman» olmuştur. Kendisine Mehmet ismi ile Kapıcıbaşılık ünvanı verilmiştir. Dönme Hayatızâde’nin Sabatay’a Müslüman kisvesi altında dâvasına daha iyi hizmet edebileceğini empoze ettiği çeşitli kaynaklarca ileri sürülmektir. Her ne olursa olsun sahte «Mesih», Müslüman olduktan sonra da dâvasından vazgeçmemiş; Yahudi inanç ve âdetlerini devam, ettirmiştir. Bu durumu dâvâsı için daha faydalı görmüş ve taraftarlarına da şeklî ihtida yolunu tavsiye etmiştir. Taraftarları da bu yolu benimseyerek «Müslüman» olmuşlardır. Bunların ne derece Müslüman oldukları sonraki zamanlarda, hattâ günümüzde, görülecektir. Bütün yerli ve yabancı kaynaklar, bu «din değiştirme olayının» sahte olduğu; bunların asla Müslüman olmayıp Yahudiliğe bağlı inançlarını devam ettirdikleri husûsunda hemfikirdirler.


Zaten inanç, âdet, bayram ve felsefelerine bakıldığında; bunların Müslümanlıkları tartışılabilir. İşte 1666 yılından bu tarafa Müslüman Türk kisvesine büründükleri halde bunu içlerine sindiremeyen, eski inançlarından bir türlü kopamayan; zahiren Türk -Müslüman görünüp Türk - Müslüman ismi, bâtınen Yahudi isim ve inançlarını taşıyan; içleriyle dışları farklı olan bu kimselere «Dönme» denilmektedir.


Yukarıda zikredildiği üzere Yahudilikten İslâm’a girenlere verilen «Dönme» ismi, dönmek mastarından olumsuz emir mânasında ve onların asla kendi dinlerinden başka bir dini kabul etmeyeceklerini belirtme, eski inançlarından vaz geçmemeği tenbih mahiyetinde olan «dönme» anlamında olsa gerektir . Bu, Âyet'teki “onlar asla dönmezler” hükmünde olmalıdır.


Münâfîklar ile Dönmeler Arasındaki Ortak Husûsiyetler



Münafıklık, A bdullah b. übey'in başında bulunduğu ve aralarında Yahudiler'in de yeraldığı bir zümreyi ifade için Kur’ân ile, gelen bir tâbirdir. Dönmelik ise, Yahudi Sabatay Sevi’nin başında bulunduğu bir cemaatın Müslüman olması ile Türkler tarafından kullanılan bir tâbirdir.

Münafıklar, iman etmedikleri halde inandıklarını bazı dönmeler de, Müslüman olmadıkları halde Müslüman olduklarını açıklarlar.


Münafıklar zahiren Müslüman oldukları halde, küfürde, eski inançlarında sebat ederler. Dönmeler de, zahiren Müslüman göründükleri halde, bâtınen kendi inançlarında, bilhassa Yahudi inançlarında sebat ederler,


Münafıklar, Müslümanlar yanında inandıklarını, inkârcıların yanında da inkarcı olduklarını, Müslümanlıklarının sahte bulunduğunu açıklarlar. Dönmeler de Müslümanlar’ın yanında Müslüman olduklarını, geri kalan Yahudiler’i de Müslüman etmek için onlarla beraber olduklarını; Yahudiler arasında ise Yahudi olduklarını, Müslümanlıklarının sahte olduğunu açıklarlar.

Münafıklar da Dönmeler de iki yüzlü hareket ederler.

Münafıklar ne tam Müslümanlar arasında ve ne, de tam olarak Müşrikler arasında yeralabilmektedirler. Dönmeler de ne Müslümanlar arasına, ne de Yahudiler arasına tam olarak girebilmektedirler. Bu durumları dolayısiyle hiç bir grup bunlara itimad etmemekte ve iki menzil arasında kalmaktadırlar.

Her iki grup da İslâmî bazı davranışları zahirî olarak yapmakta ve Müslümanların gözlerini boyamağa çalışmaktadırlar.

Her ikisinde de eski inançlarına hizmet etmek konusu gibi görünmektedir.

Her iki grup da mürâidir ve gösteriş içindedirler.

İnanmadıkları halde kendilerini öyle gösterme gayreti her iki grupta da hâkimdir.

Endişeli olmak, her iki grubun ortak vasfıdır.

Münafıklık, umûm; Dönmelik, husûs ifade etmektedir.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak