Lokman Ruhu
Prusya kralı Friedrich Wilhelm’in özel doktoru olan Avusturyalı Friedrich Hoffmann (1660-1742) “Gövdede suyun azlığı kronik, çokluğu akut hastalıklara yol açar, birinci durumda kuvvetlendirici tonikler, ikinci durum da yatıştırıcılar verilmeli” teziyle tıpta organizm olarak bilinen okulun kurucusu olmuştu. Doktorun Hoffmann anodyne veya liquerd’Hoffmann adıyla hazırladığı ilaç İstanbul eczacılarının hazırlayıp Lokman ruhu adıyla sattıkları ilk ilaçlardandır. Lokman ruhunun eter olduğu belirtilmektedir.
Eterin iki anlamı vardır. Bir oksijen atomuna iki hidrokarbon kökünün bağlandığı organik bileşiklerin genel adıdır. Tıpta özellikle etil eter anestezik olarak, kimya alanında çeşitli bileşimleri çözücü olarak ve zehirli olanlar böcek öldürmekte kullanılır. İkinci anlamı ilk çağlardan beri bilim dünyasını meşgul eden ve Doğuda esir olarak adlandırılan, uzay boşluğunu doldurduğuna inanılan esnek maddedir. Einstein’ın 1905’de açıkladığı özel görelilik kuramı ile esirin anlamı kalmamıştır.
Çin’de İS 3. yüzyılda şarapla karıştırılarak kullanılan anestezik ot Mandragora officinarum (mandrake, adamotu) zaman içinde unutulmuş, İS 1300’lerde Çinli coğrafyacı Çou Mi, Moğol göçebeler arasında otun kullanıldığını şaşkınlıkla görmüş, 1313’de Nan-fang Üniversitesi’nde doktor Weii-lin anesteziyi Çin tıp dünyasına tekrar sokmuştur. 1805’de Japon doktor Hanaoka Seişu’nun mandrake kullanarak yaptığı göğüs kanseri ameliyatından bir kuşak sonra 1846’da Boston’da yapılan bir tümör ameliyatında Dr. William Thomas Morton’un kloroform eteri anestezik olarak kullanması, modern anestezinin başlangıcı sayılmaktadır, ilk mezununu 1843 yılında veren Tıbhane’de aynı yöntemle anestezi yapılması da, bu gelişmelerin yakından izlenmesiyle, 1847-48 öğrenim döneminde olmuştur.
Adı Kuran’da geçen, kendisine atfedilen Kitab’ül-hikmet, Hükmet'ül-Lokman gibi kitaplar halen halk hekimleri tarafından kullanılan, yedi kartal ömrü (560 yıl) yaşayıp, yedinci kartalı ölünce kendisinin de öldüğüne ve bu arada bitkilerle konuşup hangisinin hangi derde deva olduğunu öğrenip, ölümsüzlük ilacını da bulan ama ilacın nasıl yapıldığını yazdığı kâğıdı Misis Köprüsü’nde sulara kaptırdığına inanılan Lokman Hekim’in adının böyle bir ilaca verilmesi de ayrı bir buluştur.
Kinin
“Çeltikçi ağalar tenezzühe biner/Tarlayı seyredip şehire döner/Ummet-i Muhammed sararıp söner/Kalmıyor millet, kırılıyor Paşam”; Kozanlı Durmuş İsmet İnönü’ye sıtmadan böyle şikâyet ediyordu. Anadolu’nun çeşitli bölgeleri sıtma yatağıydı. Çukurova’ya zorla iskân edilen Türkmenler sıtmadan kırıldığı gibi, Kafkasya’dan göç etmek zorunda kalan Çerkesler de yerleştikleri sıtma bölgelerinde büyük kayıplar vermişlerdi. Halk arasında azılı suçluların hükümet tarafından sıtma yatağı Çarşamba’ya kasten sürüldüğü söyleniyordu. Birinci Dünya Savaşı’na kadar üç yüz yıl süreyle sıtmaya karşı tek ilaç kınakına alkaloidi olan kinindi (Fransızca quinine).
Kininin hammaddesi kınakına Peru ve Bolivya kökenli bir bitkidir. 1513 yılında Avrupa’ya getirilmiştir. Sıtmaya karşı kullanılışının İtalyan buluşu olduğu ve ilacın yapılışının uzun yıllar sır olarak saklandığı, XIV. Louis’nin (hükümdarlığı: 1643-1715) bu sırrı öğrenerek insanlık yararına açıkladığı anlatılır. 17. yüzyıldan itibaren kullanımı yaygınlaşan kınakına bulunması zor bir bitkiyken, 1884 yılından beri Hollandalıların gayreti ile sömürgeleri Doğu Hint Adaları’nda üretilmeye ve Avrupa’ya önemli bölümü buradan getirtilmeye başlanmıştır. Bursalı hekim Ali Münşi (öl. 1733) Avrupa kaynaklarından yararlanarak kınakınanın tıbbi özellikleri hakkında bir risale hazırlamıştır.
1940lı yıllarda dünyada 800 milyon sıtma hastası bulunduğu ve 40 milyonunun öldüğü bildirildiğine göre, sıtmanın yakın yıllara kadar büyük afetler arasında olduğu anlaşılır. 29 Mart 1913’de ‘Sıtmalı Mahallerde Fukara Ahaliye ve Zürraa Meccanen Kinin Tevzii Hakkında Nizamname’ çıkarılmışsa da, Birinci Dünya Savaşı yıllarında sıtma Osmanlı ülkesinde iyice yayılmış, Mütareke döneminde işgalci ordu subaylarının köylülere dağıttığı kinin tek çare olmuştur.
Sıtmayla savaş 1925’de başlatıldı; 1926’da beş bölge halinde 1.454 köy, 1945’de yirmi bölgede 4614 köy tarandı, illerde sıtma savaş başkanlıkları kuruldu ve 1957’ye kadar 16934 köyde DDT ile sıtma mücadelesi verildi. Böylece genç kuşaklar için zamanın edebiyatında sık kullanılan kinin gibi acı, sıtmalı gibi titremek, sıtma görmemiş ses benzetmeleri anlamını yitirdi.
Sentetik bir böcek ilacı olan DDT ilk kez 1874’de üretilmiş olmasına karşın 1939’a kadar böcek öldürücü özelliği keşfedilememiştir, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra tarım zararlıları kadar veba, tifüs, sıtma gibi hastalık taşıyıcı bit, pire, sivrisineğe karşı da etkili olduğu anlaşılmış ve kullanımı yaygınlaşmıştır. Böceklerin çoğu DDT ’ye karşı hızla bağışıklık kazandığı gibi, böcekleri yiyen hayvanlarda zehirlenmelere yol açması nedeniyle 1960’lardan sonra itibarını yitiren DDT ’nin kullanımı sınırlandırılmış veya yasaklanmıştır.
Öksürük Şurubu
Öksürükle mücadelenin iki yöntemi vardır; beyne etki eden narkotik kodeinler ve gırtlağa etki eden şekerlemeler.
Şekerlemeler IÖ 1000 yılından beri Eski Mısır’dan başlayarak öksürüğe karşı kullanılmıştır. Mısır’da o zaman şeker olmadığı için bal ve çeşitli otlar kullanılmıştır. Tarih boyunca iklime ve bitki örtüsüne göre nane, okaliptüs yağı, kavkas (bir adıyla köpekayası) gibi birçok bitkiden yararlanılmıştır.
Öksürüğe karşı kullanılan morfin Almanya’da 1805’de olgunlaşmamış haşhaş tomurcuklarından elde edilmiştir. 1898’de kimyagerler morfinin türevi olan eroini bulmuşlardır. İkisi de öksürüğe karşı yaygın biçimde kullanılmış ve rahatça satılmıştır. 1903’de tıbbın nefes açıcı son buluşu olarak gliko-eroinin reklamı yapılmaktadır.
Morfin ve eroinin bağımlılık yarattığı ve nefes almayı engellediği görülünce, kullanımlarına sınırlamalar getirildi ve ciddi sorunlarda daha zayıf bir morfin türevi olan kodein kullanılmaya başlandı.
Vazelin
Vazelin ham petrolden elde edilen ve 31 °C ’de eriyen bir çeşit mineral yağdır. Tıpta pansuman malzemesi olarak kullanılır, merhemlere ve kozmetik ürünlere, parlatıcı, yağlayıcı ve pas önleyicilere de katılır.
Brooklynli (New York) kimyager Robert Augustus Chesebrough, karosen ticareti yaparken, Pennsylvania’da bulunan petrol yüzünden iflasın eşiğine gelmiştir. 1859’da yeni arayışlar için bölgeye giden Chesebrough, kuyu açan işçilerden ayaklarına yapışan parafin benzeri maddeyi öğrenir, işçiler pompalarını tıkayan bu maddeden şikâyet ederken, kesik ve yanıklarının iyileşmesini hızlandırdığını da söylemişlerdir. Chesebrough Brooklyn’e kavanozlara bu maddeden doldurarak döner, aylarca bu maddeyi ayrıştırmaya çalışarak ‘petrol jeli' adını verir ve kendi gövdesinde yaptığı deneylerden sonra iyileştirici etkisine tanık olur. 1870’de ‘Vazelin Petrol Jeli’ni piyasaya verir.
Vazelin adının, laboratuvarında kullandığı karısının çiçek vazolarından (vase) ve zamanın moda ilaç eki line’den veya Almanca su anlamındaki Wasser ile Yunanca zeytinyağı oleon’dan geldiği iddia edilmiştir.
Vazelini köylere kadar götürerek bedava dağıtan Chesebrough bir buçuk yıl içinde büyük başarı elde eder ve on iki atlı arabalı dağıtıcı istihdam edecek duruma gelir. Ev kadınları vazelinin ahşap mobilyayı koruduğundan, çiftçiler açık havada bırakılan makinelerin paslanmasını önlediğinden, kurumuş derileri canlandırdığından, boyacılar döşemeye sıçrayan boyaları söktüğünden, eczacılar kendi merhem ve kozmetiklerine kattıklarından, vazelinden çok memnundurlar. Vazelin hastanelerin ve evlerdeki ecza dolaplarının standart ilacı olduğu gibi, araba akülerinin paslanmasına karşı sanayinin vazgeçilmez maddesi olmuştur; uzun mesafe yüzücüleri, kayakçılar gövde ve vücutlarına, rugbiciler eldivenlerine vazelin sürmektedirler.
Amazon yerlileri vazelini mutfak yağı olarak kullanıp ekmeklerine sürdükleri gibi, Chesebrough da günde bir kaşık vazelin yerdi ve uzun yaşamasını ona borçlu olduğunu söylerdi. 1933’de doksan altı yaşında öldü.
Viks
Gövdenin ısısıyla buharlaşan Viks, içindeki kimyasallarla kapanan bronşları açtığı gibi, temas yoluyla kan dolaşımını da hızlandırır. Viks’in 1905’de üretilmesine iki madde katkıda bulunmuştur; Vazelin üretilen petrol jeli de Ben-Gay adıyla ABD piyasasına giren yakı. Adını Fransız Jules Bengue’den alan Ben-Gay, mentolün ısı üretici etkisiyle gut, romatoid artrit ve nevraljiye karşı kullanılmakta, üşütmelerde sinüsleri açtığı da söylenmektedir.
Kayınbiraderi Joshua Vick’in eczanesinde iş hayatına başlayan ve Viks araştırmalarını onun laboratuvarında yapan Lunsford Richardson, mentol ve petrol jelini temel alarak hazırladığı buğuya ad olarak onun soyadını seçti. Göğüs ve baş şikâyetlerinde lapa ve yakıdan başka çare bilinmiyordu. Beş bin yıldır Ortadoğu’da kullanılan nane ve hardal yakıları çoğu hastada deri rahatsızlıklarına yol açıyordu. Difteri hastalarına tavsiye edilen sıcak su buğusu ise, 1900'lü yıllarda su ısıtma tekniklerinin de sınırlı oluşu nedeniyle, aşırı sıcağın yarattığı olumsuzluklara yol açmaktaydı. Bu olumsuzlukları ortadan kaldıran Viks kısa sürede tüm dünyaya yayıldı.
Aspirin
Söğüt kabuğundan elde edilen toz çağlar boyunca kullanılmıştı, fakat bu toz aspirinle akraba salisilik bileşeni içerirken, mide bozuklukları ve kanamalara da yol açabiliyordu.
Aspirin adı verilen salisilik asiti 1853 yılında Alsaslı Charles Frederick von Gerhardt buldu, fakat bu buluş kırk yıl süreyle unutuldu.
1893 yılında Bayer firmasında çalışan Felix Hoffman, babasının romatizma ağrılarına karşı her türlü çareye başvurmuş, sonunda salisilik asiti denemeye karar vermişti. Fakat insan yapımı salisilik asit beklenmedik biçimde babasına çok iyi gelince, Bayer şirketi harekete geçti. ‘Spiraea ulmaria’dan üretilmesine karar verilen ilaca asetil’in a’sı, spiraea’nın spir’i ve o zaman ilaç adlarında âdet olduğu üzere -in eki takılarak Aspirin adı konuldu. 1899’da piyasaya toz, 1915’de hap olarak çıktı.
1919 Versailles Anlaşması ile Müttefikler İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD Alman ilaç patentleriyle birlikte Aspirin’in patentini de savaş tazminatı olarak aldılar. 192l ’de ilaç firmaları Aspirin üretimi nedeniyle mahkemelik olduklarında, patente bağlı olmadığı kararı alındı. Eczacı Şakir İsmet Somer 1931 yılında kurduğu laboratuvarında ürettiği ilk müstahzar ilacına Asabrin adını vermişti. İlk soyadını Bayer olarak alan Şakir İsmet Bey Bayer firmasıyla mahkemelik oldu, hem ilacı hem soyadını kaybetti.
Antibiyotikler
Antibiyotikler bakteri ve mantarların kendilerini korumak için ürettikleri maddelerdir. Dr. Alexander Fleming (1881-1955) 1928 yılında stafilokok kültürü üstüne düşen küf mantarının bakterinin gelişimini engelleyen bir etki yaptığını gözlemledi; mantarın ‘Penicillum notatum’ olduğunu saptayarak bu maddeye penicilline adını verdi. Aynı ilkeden yararlanarak yara üstlerine lapa hazırlamak yüzlerce yıldan beri kullanılan bir yön temdir. 1877’de Louis Pasteur ile Jules-François Joubert şarbona yol açan bakterinin içinde mikroorganizmalar bulunan idrarda üreyemediğini saptamışlardı.
Penisilinin tedavi sahasına girmesi 1943 yılını buldu. Aynı yıllarda antibiyotiğin babası olarak bilinen Waksman streptomisin üstünde çalışıyordu. Dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen 100.000 toprak örneği üstünde yapılan araştırmayla Terramycin 1950’de keşfedildi.
Bir canlının başka canlıyı yok etmesi anlamındaki antibiyoz sözcüğünden adını alan antibiyotiklerin kültürü yapıldığı gibi, sentetik olarak da üretilmeye başlandı. Enfeksiyonlu hastalıklar nedeniyle ölümü büyük ölçüde azalttılar. Fakat temel ilkesi hastalık yapan bakteriye karşı etkili, ama yan etki yapmayacak cins ve dozu almakken, en çok satan ilaçlar arasına giren antibiyotikler bağışıklık sistemi düşünülmeden kullanılır oldu. II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde hekimbaşılık yapan ve reisülulema unvanı verilen Abdülhak Molla’nın, bugün de deyimleşip kullanılan “Ne aransa bulunur/Derde devadan gayri” beytiyle kendi ecza dolabını anlattığı söylenir; antibiyotiğin bu tarz kullanımı evleri ilaç deposuna çevirmiştir.
1967 yılında DEVA ile ortaklık kuran 7 ilaç şirketi ANSA Antibiyotik ve İlaç Hammaddeleri Sanayi A.Ş.’ni oluşturarak Türkiye’de antibiyotik üretimine başladılar.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder