17 Şubat 2023 Cuma

İslâm'da Mesih ve Mehdî

 


İslâm'da Mesîh:


İlâhi dinler birbirini takip etmekte; bir sonrakinin gelmesi ile bir öncekinin hükmü kısmen veya tamamen kalkmakta; bu dinî gelenek «İslâmî bir çizgi»de, kendi içinde tekâmül etmekte ve îslâm ile noktalanmaktadır.


Geçmişten bahseden, hal üzerinde duran ve gelecek için yol gösteren İslâm, hızla yayılıyordu. İslâm’ın yayılışını önlemeye muvaffak olamayan diğer din mensupları, kendi inançlarını muhafaza ve müdafaa durumunda kalıyorlardı. Onların din bilginleri, bu arzuyla, çeşitli vesileler bulup İslâm’a hücum ediyor ve onun kendi dinlerinden daha doğru olmadığım isbata çalışıyorlardı. Yahudilikte «Tektanrı» inancının bulunması, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İsa hakkında âyetlerin yeralması gibi husûslar çeşitli şekillerde te’vil ediliyordu. Bu te’villerde Allah’ın “Kelâm” sıfatı ile ilgili âyetler rol oynuyordu. Onlara göre Allah’ın bütün sıfatları gibi Kelâm sıfatı da kadîmdir. Bundan dolayı Allah’ın Kelâm’ı olan Kur’ân-ı Kerîm de kadîmdir. Allah’ın Kelimesi de Kelâm’ı gibi kadim olduğuna ve Kur’ân’da Hz. İsa için «Kelimetullah» denildiğine göre, o halde o da (İsa) kadîmdir, dolayısiyle İsa da Allah’tır. Çünkü ezelî ve ebedî olmak yalnız Allah’a mahsustur.


Ehl-i Kitab’ın kadîmdir dediği «Kelimetullah» lafzı ise Kur’ân’da şu şekilde geçmektedir: «Ey Ehl-i Kitap, dininizde haddi aşmayın. Allah’a karşı sadece hak olanı söyleyin. Meryemoğiu Mesih İsa, Allah’ın Resûlü ve Meryem’e bıraktığı kelimesidir. O, Allah’tan bir ruhtur. Artık Allah’a ve O’nun Resûllerine iman edin de Allah üç’tür demeyin. Bundan vazgeçmeniz sizin için daha hayırlı olur. Allah, ancak bir tek ilahtır, çocuğu olmaktan da münezzehtir...».


Bu Âyette geçen “kelime”nin, Hıristiyanların iddia ettiği gibi, kadîm olduğuna delalet eden bir işaret görülmemektedir. Ayrıca Hıristiyanlardan, Allah’a «Üçtür» demeyi bırakıp, tek ilah olduğunu ve Hz. İsa'nın Allah’ın resûlü bulunduğunu kabul etmeleri istenmektedir.


Âl-i İmrân Sûresi 45 - 46. Âyetlerinde bu husûs daha da açıklığa kavuşmaktadır: «Melekler: ‘Ey Meryem, Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Onun ismi Meryemoğlu Mesih İsa’dır. Dünyada da, âhirette de şanı yücedir, hem de Allah’a yakın olanlardandır. Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlara konuşacak ve o, sâlihlerden olacaktır’ demişlerdir!». Meleklerin bu müjdesi, Hz. Meryem’i şaşırtmıştır. O, «Ey Rabbim, bana hiçbir kimse dokunmamışken nereden benim bir çocuğum olabilir?» demiş ve Allah da «Doğrudur, sana hiçkimse dokunmamıştır; fakat Allah dilediğini yaratır ve bir şeyi murad edince ona sadece ‘ol’ der, o da hemen oluverir» buyurmuştur.


Âyetlerde geçen «Meryemoğlu Mesîh İsa» terimindeki İsa isim, Mesih lâkabı O ve İbn Meryem (Meryemoğlu) de sıfat olarak açıklanmaktadır. Hamdi Yazır, Hıristiyanların tanrılaştırdığı ve üç şahıs dedikleri İsa’nın biri lâkab, biri isim ve biri de sıfat olmak üzere vasfı bulunduğunu; bundan dolayı onun oğul fakat «Allah’ın oğlu» değil, Meryem’in oğlu olduğunu; mübarek ve “Ruhü’l Kuds” ile müeyyed kılındığını belirtmekte ve şöyle demektedir: «İsa, Allah’tan bir kelimedir, lâkin cemi’i kelimât değildir, hem de vahid’dir, cem’i değildir. Allah’tan bir kelimeye Allah’ın bir kelimesi denebilirse de Allah denemez. İsa, bir kelime olmak üzere Allah’a mütealliktir. Bir oğul, bir veled olmak üzere ise ancak Meryem'e muzaftır»,


Hz. İsa için bir lâkab olduğu belirtilen Mesîh kelimesi Kur’ân’da hem Mesih İbn Meryem, hem Mesîh İsa İbn Meryem  ve hem de yalnız başına Mesîh şeklinde geçmektedir. Ancak, bu âyetlerin hiçbirinde, bu kelime, Yahudi ve Hıristiyanlıktaki anlamda, yani «beklenen kurtarıcı» anlamında, kullanılmamaktadır. Bu âyetlerde «Mesîh» ile Hz. İsa’nın kasdedildiği anlaşılmaktadır. Bununla beraber, Yahudilerin bekledikleri «Mesîh» ile Hıristiyanların dönüşünü bekledikleri «Mesîh» konusunda, İslâm’ın ve Müslümanların tavrı, anlayışı nasıldır? Kur’ân, Yahudi ve Hıristiyanların «Mesîh» konusundaki görüşlerine açık olarak yer vermemiştir. Buna rağmen «Mehdi» inancı ile birlikte «Mesîh» anlayışı İslâm kültüründe ve Müslümanlar arasında önemli sayılabilecek bir yer tutmaktadır.


Kur’ân’da, İsa İbn Meryem (Meryemoğlu İsa), mucizevî olarak doğmuş ve îsrailoğullarına gönderilmiş Allah’ın bir peygamberidir. O, kendinden önce gelen Tevrat’ı tasdik eden, İsrailoğullarına Kitab’ı, hikmeti, Tevrat ve încili öğretecek, onları Allah’a kul olmaya yöneltecek bir nebidir. Buna rağmen İsrailoğulları onu inkâr ederek, Hıristiyanlar da onu «Allah’ın oğlu» ve hattâ “Allah” olduğunu söyleyerek aşırılığa kaçmışlardır. Halbuki o, sadece Allah’ın bir kulu ve peygamberinden başkası değildir. Yahudiler onu yalanlamış ve “öldürdük” demişlerdir. Aslında ne öldürmüş ve ne de asmışlardır; onlara öyle görünmüştür, onlar sadece kuru bir zanna kapılmışlardır. Allah onu kendi katına ref’etmiş, yükseltmiş ve yüceltmiştir. Onun ref’inin bedenle mi, ruhla mı; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü, ruh diri olarak mı ref’olunduğu ve Kıyamet’ten önce dönüşü hususları oldukça kapalıdır. Bu konu, müfessirleri, ilk devirlerden beri hayli meşgul etmiş; değişik açıklama ve yorumlara götürmüştür.


İslâm bilginlerinin ve müfessirlerinin değişik yorumlara ve anlayışlara gitmesine, Kur’ân’da bu konudaki âyetlerin kapalılığı ve buna karşılık hadîslerde çeşitli şekillerde bilgilerin bulunması sebep olmuştur.

Allah, Âl-i İmrân Sûresi 55. Âyet’te şöyle buyurmaktadır: “Ey İsa! Ben, seni, eceline yetireceğim, kendime yükselteceğim (innî mütevefuke ve râü’uki ileyye), inkâr edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları, Kıyamet Gününe kadar, inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz Bana’dır. Ayrılığa düştüğünüz husûslarda aranızda hükmedeceğim”. Nisa Sûresi 155 - 159. âyetlerinin de bu Âyetle beraber mütalâa edilmesi, konunun bütünlüğü ve anlaşılması bakımından, gereklidir : «Sözleşmelerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri, ‘kalplerimiz perdelidir’ demelerinden ötürü Allah, inkârlarına karşılık, onların kalblerini mühürledi. Onun için, pek azı hariç, onlar iman etmezler. Bu, bir de inkârlarından, Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarından ve 'Allah’ın Resûlü Meryemoğlu İsa Mesih’i öldürdük’ demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde, doğrusu şüphededirler, bu husûstaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir, kesin olarak onu öldürmediler; bilâkis Allah onu Kendi katına yükseltti (bel rafa’ahullahu ileyhi). Kitap ehlinden, ölmeden önce, İsa’ya inanmayacak yoktur. O, -gerektiği gibi inanmadıklarından- Kıyamet Günü onların aleyhine şâhid olur.»


Allah, Hz. İsa’ya, kendini ve annesini «tanrı» edinmelerini insanlara söylemediğini ortaya koymak ve onların aşırılıklarını gösterebilmek bakımından sorular sormakta, cevaplar almakta ve doğru olanı şöylece ortaya koymaktadır: «Allah, ey Meryemoğlu İsa! Sen mi insanlara ‘Beni ve anamı Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin’ dedin? İsa da ‘Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin. Sen benim içimde olan herşeyi bilirsin, fakat ben seninkini bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak sensin’ demişti. «Ben onlara sadece ‘Rabbim ve Rabbınız olan Allah’a kulluk edin’ diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şâhiddim; beni öldürdüğünde (fe-lemmâ teveffeytenî) onları Sen gözlüyordun. Herşeye şâhid Şensin» (Maide, 116-117).


Yukarıdaki âyetlerde, düşmanlarının Hz. İsa’yı öldürmedikleri, Allah’ın onu kendine yükselttiği ve onların bu konuda şüpheye düştükleri; «Çarmıh» hadisesi ve dolayısiyle Hz. İsa’nın Çarmıh’ta onların elinde ölmediği ortaya konulmaktadır. Kur’ân’daki bu ifadeler, İslâm Dünyası’nda, bazı âlimlerce, Hz. İsa’nın ölmediği ve Kıyâmet’ten önce geleceği şeklinde yorumlanırken, bir kısım âlim de onun öldüğünü ve yükseltilmenin manevî olduğunu savunmuşlardır. Bu yorumlarda, Kur’ân’daki ifadelerin kapalılığı yanında, hadîslerde, onun Kıyâmet’ten önce döneceğine dair hükümlerin bulunması rol oynamış ve bundan dolayı da bazı müfessirler âyetleri o doğrultuda te’vil etme yolunu benimsemişlerdir.


Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadîste Hz. Muhammed’in (S.A.S.) şöyle dediği belirtilmektedir : «Hayatım yedinde (elinde) olan Allah’a yemin ederimki Meryemoğlu İsa, muhakkak yakında, Muhammed ümmeti arasında bir hâkîm-i âdil olarak inecektir. O, Salih’i (Haç) kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal çoğalacak, hattâ, hiç kimse mal kabul etmez olacaktır». Ebu Hureyre’den gelen diğer bir hadîs ise şöyledir: Meryemoğlu (İsa), gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imamınız olduğu halde bakalım nasıl olursunuz?».


Hz. İsa’nın nuzûlü, açık olarak, Deccal’ın çıkışı ile İlgili ahâd haberlerde yeralmaktadır. Bu haberlerde; Kıyamet'in kopmasına dair on alâmet arasında Hz. Isa’nın «inişi», iniş yeri, inişinden sonraki faaliyetleri ve Deccal ile çarpışması, Hz. Muhammed’in halifesi ve bir ümmeti, olarak, Müslümanların imamı durumunda olan Mehdî’nin arkasında namaz kılışı, dünyada kalış süresi ve ölüp Hz. Muhammed’in yanına gömülmesi işlenmektedir.


Mesîh ve Deccal konusunda rivayet edilen hadîsleri destekleyen açık bir âyete Kur’ân’da rastlanmamaktadır. Bununla beraber bazı müfessirler, Nisa Sûresi’nin Âyetini delil olarak almakta, te’vil ve tefsir etmektedir. Bu Âyetin tefsiri ise şöyle iki şekilde yapılmaktadır: 1— Ehl-i Kitap’tan (Yahudi ve Hıristiyan) herkes, kendi ölümünden önce, Hz, İsa’ya iman edecektir. 2 — Hz. İsa’nın vefatından önce yeryüzüne indiği zaman iman edecektir. O zaman bütün insanlar İslâm’a nail olacak ve bir İslâm milleti halinde bulunacaklardır. Bu ölümünden önceden kasıt; Yahudilerin onu inkârdan, Hıristiyanların da ona “ulûhıyet” (tanrılık) İsnadından vazgeçmeleri, tevbe etmeleridir.


Mevdûdî, Âhir zamanda Mesih'in gökten yere inmesi meselesinin, tâ başlangıçtan bugüne kadar, Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri bir konu olduğunu; Kitap, Sünnet ve İcma-i Ümmet’e dayandığını; her ne kadar Kur’ân onu, açık olarak, belirtmemişse de, Nisâ Âyetle ez-Zuhruf 61. Âyetinin bu meseleye işaret ettiğini ve Müfessirlerin de bu iki âyeti Mesih’in son zamanda gökten yere ineceği şeklinde yorumladıklarını ifade etmektedir. 

Mevdûdî’nin bahsettiği ikinci âyette (birinci âyet olan Nisâ 159’dan daha önce bahsedildi) şöyle denilmektedir: «O, size kıyametin kopacağını bildirir; o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun. Doğru yolda budur» (ez-Zuhruf 61).


Bu Âyet de iki şekilde tefsir edilmektedir: 1 — Hz. İsa’nın inişi Âhiretin varolduğuna, 2 — Kıyamet Günü’nün yaklaştığına delil teşkil ettiğidir, Müfessirlerin büyük çoğunluğu ikinci görüşü benimsemişlerdir. Buna rağmen Mevdudî; Kur’ân’da Hz. İsa’nın inişinin açık kelimelerle belirtilmemesiyle birlikte, Kıyâmet’ten önce ineceğini işaret ettiğini; Hz. Muhammed’in 24 ashabından 75’den fazla, bu konuda, hadis rivayet edildiğini ve onların güvenilir kimseler olduğunu belirtmekte ye Peygamberin, Meryemoğlu İsa'nın Kıyâmet’ten önce yeryüzüne ineceğini haber vermesinin şüpheye yer vermeyecek kesin hususlardan bulunduğunu; ilk asırdan günümüze kadar âlimlerin, fakîhlerin, müfessirlerin ve muhaddislerin, İsa’nın Kıyâmet’ten önce yeryüzüne bir defa daha ineceği konusunda icmâ ettiklerini ve bu meselenin peygamberliğin son bulması inancı ile çelişmeyeceğini ileri sürmektedir.


Kur’ân-ı Kerîm’de, Âl-i İmrân Sûresi 55 ve Nisâ Sûresi 158. Âyetlerinde Hz. îsa’nın «ref’i konusunda da kesin bir açıklık yoktur. Bu âyetlerde, Hz. îsa’mn Çarmıhla gerilmediği veya Çarmıh’ta ölmediği, «ref» olunduğu açıktır. Ancak ref olunma hadisesinden diri olarak Allah katında bulunuyor, oradan gelecek anlamı da çıkmamaktadır. Çünkü Arapça'da “ref” kelimesi, «bir şeyi yukarıya koymak, manen yüceltmek, yükseltmek, kaldırmak» manalarına gelmektedir. Kur’ân’da, birçok âyette, «ref» ve bu kökten gelen kelimelerin de bu anlamlarda kullanıldığı dikkati çekmektedir.


Kur’ân’daki muhtelif âyetlerde «ref» kelimesi manevî yükseklik, üstünlük ifade etmektedir. «Buna rağmen bir kısım müfessirler, Hz. İsa’nın geri gelişine “ric’at” daki haberlerin gerçekleşmesini veya başka bir ifadeyle doğrulanmasını sağlamak için Nisa Sûresi’nin âyetini maddî anlamda ele almakla kalmamış, ref’e bir de ‘sema’ kelimesini ekleyerek ,İsa b. Meryem’in canlı olarak bedeniyle semaya kaldırıldığını (ref’) ve hâlen orada canlı olduğunu, ayrıca bu konuda lîl 'innî müteveffîke ve rafı’uke ileyye’ (Âli îmrân, 55) âyetindeki kelimelerde ‘takdim-te’hîr’ bulunduğunu ve böylece âyetin ‘seni Kendime kaldırıp, sonra eceline yetireceğim’ şeklinde anlaşılması gerektiğini ve ayrıca Nisa Sûresi’nin 159. âyetinde geçen ‘kable mevtihi’ (ölümünden , önce)' sözündeki ‘huva’ (o) zamirinin îsa’ya râci olduğunu, dolayısiyle de âyetin İsa’nın ölümünden önce Kitâp ehli ona inanacaktır’ anlamında açıklanmasını söylemişler ve yine ‘İnsanlarla beşikte iken de, yetişkin iken de iyilerden olarak konuşacaktır’ (Âli İmrân, 46; Maide, 110) ve ‘O, Kıyamet’in kopacağını bildirir..!’ (Zuhruf, 61) âyetlerinin de onun nuzûlu, başka bir deyişle ölmediğine birer işaret olduğunu belirtmişlerdir».


Bunun yanında, onun, yalnızca ruhunun ref’olunduğunu, manen yükseltilerek «melekût âlemi» ne kaldırıldığını ve Kıyamet’ten önce başka,  bir bedenle diriltilip gönderileceğini de söyleyenler bulunmaktadır.  Bunlar,  âyetlerde bir taskdim ve tehire lüzûm görmemekte ve gündelik dildeki anlamıyle ele alıp  manen  ref’in  söz  konusu  olduğunu  savunmaktadırlar. Bunlar, ayrıca, «kable mevtihi»deki  (ölümünden önce)  «hu»  (o)  zamirini de İsa’ya değil, Ehl-i Kitâb’a hamlederler, «Ölüm meselesinde de yalnız İsa’nın değil, bütün peygamberlerin ruhları 'hayy’dır, diridir,  canlıdır. Onların ruhlarının eceli,  ümmetlerinin ecellerine bağlıdır. Bu bakımdan Hz. İsa, Yahudilerin inkârlarından, Allah’ın Yüce Kudreti ile aşağılanmaktan kurtarılmış  ve manen yüceltilerek, Yahudilerin  çirkin isnadlarından temize çıkarılmıştır. Nitekim Hz. İsa’nın tabiî bir ölümle öldüğüne, âyetlerin açıkça buna işaret ettiğine, dilde de, Kur’ân’da da ölüm kelimesinin böyle anlaşıldığına ve Hz. İsa’nın nuzûlünün de îmanla ilgili bir husûs olmadığına, dolayısiyle İsa’nın cesedi ile semâya yükseltildiğine ve orada şu ana kadar canlı olduğuna ve âhir zamanda oradan dünyaya ineceğine dair ne Kur’ân’da ne de Resûlullahın hadîslerinde tatminkâr birşey bulunmadığı için, bu konuları inkâr eden kişinin, kesin delillerle sabit olmuş bir şeyi inkâr etmiş olmayacağına ve bu yüzden de ne dînden ne de îmândan çıkacağına dair bir fetvâ verilmiştir».


Yahudiler, gizli hileye sapıp Hz. İsa’yı öldürtmek istedikleri zaman Allah onların hilelerini boşa çıkarmış; onu Kendi katına yüceltmiş, yükseltmiştir. Öldürülen İsa’ya benzetilmiş ve onlar da o konuda şüpheye düşmüşlerdir. Öldürdüklerinin Hz. îsa olduğu husûsunda hiçbir bilgileri bulunmamakta ve sadece zanna uymaktadırlar.


Allah’ın Hz. İsa’yı Kendine yükseltmesi olayı, Yahudi ve Hıristiyanlar arasında çeşitli yorumlara ve tartışmalara yolaçmıştır. Yahudiler onun «Haç» ta öldüğüne inanırken, Hıristiyanlar da öldükten sonra dirilip taraftarlarına göründüğüne, ondan sonra Tanrı’nın yanına çıkıp sağında oturduğuna ve oradan tekrar gelip «Tanrı Kırallığı»nı kuracağına, Kıyamet’in de bundan sonra kopacağına inanmaktadır. Bu arada Müslümanlardan bir kısmı arasında da Hz. İsa’nın geleceği ve Kıyamet alâmetlerinden olan Deccâl’ı öldüreceği şeklinde bir inanç bulunmaktadır. Buna, yukarıda temas edilmiş Olan âyet ve hadîslerle Kıyamet alâmetlerinden bahseden hadîsler yolaçmıştır. Bu tür hadîslerde, dünyanın son zamanlarında Deccalın çıkacağı yeralmakta ve onunla beraber vuku bulacak şeyler zikredilmektedir.


Hadîslerde «deccal»; yalancı, hilekâr anlamında da; karıştırmak, iyiyi - kötüyü, hakkı-batılı birbirine karıştıran anlamında da kullanılmıştır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in (S.A.S.) kızı Fâtıma’nın izdivaçına talip olduğunda Peygamberimiz, ona, «Emin ol, kızımı Ali’ye vadettim; yoksa deccâl değilim» cevabını vermiştir. Müslim’in Sahîhi’nde yaralan bir hadîste, «Hemen otuz kadar yalancı deccâllar türeyip hepsi nübüvvet iddia etmedikçe Kıyamet kopmayacaktır» denilmektedir. Çünkü bu tür iddialara Hz. Muhammed'in kendi döneminde de rastlanmaktadır. O devirde, Ensâr'ın Bçnî Megâle soyundan İbni Sayyâd, nübüvvet iddiasında bulunmuş; yalancı ve karıştırıcı olmasından dolayı «Deccâl» olarak vasıflandırılmıştır. Görüldüğü gibi bu hadîslerde deccâl; yalancı, aldatıcı, riyakâr vb. anlamlarda kullanılmıştır.


Buharî ve Müslim’de Ebû Musa’dan (el-Eş’arî) rivayet edilen bir hadîste Resûl-i Ekrem şöyle buyurmaktadır: “însanlar için öyle bir zaman gelecektir ki; bir adam altın sadakayla dolaşacak da elinden o sadakayı alacak fakir bulamayacaktır. Yine o sırada kadınlar çok, erkekler az olacak; bir erkeğin himayesine kırk kadının sığındığı görülecektir”. Şârih Aynî, yeryüzünde birtakım fitneler zuhûr edip insanlar birbirini katletmeğe başladıkları sırada bu sosyal hal ve vaziyet zuhûr edecek; 'herkes yakını akrabası olan kadınlarla iffetli Müslüman kadınlarını himaye mecburiyetinde kalacak ve her erkeğin hissesine çok sayıda kadın gurubu düşecek ve bu da Kıyamet alâmetlerinden olacak, sonra İsâ, Deccâl ve küffârı katledecek, İslâm diyarında kâfir kalmayacak, şeklinde bir izahta bulunmaktadır. Bu hadîsin metninde İsâ ve Deccal lafzı geçmemektedir; ayrıca Kıyamet ile ilgili açık bir işaret de görülmemektedir. Ancak Şârih, hadîsi şerh ederken, yorum yapmaktadır.


Yine Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadîste, Hz. Muhammed’in «Mesîhî Deccâl fitnesinden Allah'a sığınırım» şeklinde, namazın sonunda, dua ettiği yeralmaktadır. Bu hadîsin izahında, Mesih’in, hem Hz. İsa'ya, hem de Deccâl’a ıtlak olunduğu; İkincisinin daima «Deccâl» kaydiyle birinciden ayrıldığı belirtilmektedir. Bunun yanında Deccâl’a Mesîh denilmesinin; ondan (deccâl’dan) hayrın silinmesi veyahut gözlerinden birinin silik olup tek gözlü, bulunmasından dolayı olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Deccâlla Mesîh’i ayıran başka bir rivayet de Müslim’de bulunmaktadır. Orada, Hz. Muhammed’in kendini Kabe yanında gördüğünü ve birisine rastladığını; ona kim olduğunu sorduğunda «Meryemoğlu Mesih», sonra sağ gözü şaşı birisiyle karşılaşıp kim olduğunu sorduğunda da «Mesih Deccâl» cevabını aldığı yeralmaktadır.


Âyet ve hadîslerde görüldüğü gibi Mesîh, iki şekilde kullanılmıştır. Biri, sıddık, takdis edilmiş vb. anlamlara gelen Mesîh; hakkı tastik edici ve doğrulayıcı olmasından dolayı Hz. İsa’ya alem olmuştur. Diğeri yalancı, karıştırıcı, hakkı batıl gibi göstermeye çalışan, sahte mesîhleri de kapsayan Mesîh olup «Deccâl» için kullanılmıştır. Birincisi, Hz. İsa’nın lâkabı ve bir vasfı olarak nitelendirilirken İkincisi, «Deccâl«ı vasıflandırır olmuştur. Bunun için biz, «Mesihlik» iddiasiyle ortaya çıkan sahte mesîhleri de «Deccâl»la aynı anlamda görüyor ve sıddik mânasında olup Hz. îsâ’ya lâkap, sıfat olmuş Mesih’ten ayırıyoruz. Özel anlamda Mesîh, Hz. îsâ’ya has bir vasıftır; îsâ’dan başka mesîhler sahte ve yalancıdır.


Âyet, hadîs ve tefsirlerde görüldüğü gibi Hz. İsa’ya Mesîh lâkabının verilmesi; onun şan ve şöhret sahibi olmasından, Allah’a yakın bulunmasından ve «ref» inden dolayıdır. Buradaki Mesîh, Yahudi ve Hıristiyanların anladığı anlamda bir «Mesîh» değildir, Hz. İsâ’ya Mesîh ünvanının verilmesi; Yahudilerin bekledikleri kurtarıcı olarak ona sarılıp hidayete ermeleri için olsa gerektir. Hz. İsa’nın şan - şöhret sahibi olması, Allah’a yakın bulunması vasfı, belki, Yahudileri, bekledikleri «kurtarıcı»ya uyması bakımından, kendisine bağlayabilirdi. Fakat bu özellikleri bile Hz. îsâ’ya Yahudileri bağlamaya yetmemiş ve onlardaki «Mesîh» beklentisini sona erdirmemiştir. Yahudiler batıl inanç ve hissî tutumlarını devam ettirmiş ve son peygamber olan Hz. Muhammed’i de kabullenmemişlerdir. Halbuki muharref olmayan Yahudilik ve Hıristiyanlıkta «son Peygamber»in geleceği bildirilmiştir. Nitekim bunun bir tezâhürü olarak, Hz. Muhammed amcası Ebû Talib ile Şam seyahatine çıktığında, Busra’da Rahip Bahira, daha önceden bildiği vasıfları sayesinde Resulullah’ı tanımış ve amcasına, Yahudilerle Hıristiyanların onu tanıyıp fenalık edebilecekleri ve bunun için Muhammed’i hemen götürmesi tavsiyesinde bulunmuştur. Ayrıca, Medine’de, ilim, fazilet ve servet sahibi Muhayrik adında bir Yahudi, İlahî Kitaplarda Âhir Zaman Nebisi’nin zikredildiğini ve Yahudilerin ona inanıp yardım etmelerinin gerektiğini söylemiştir. Yine Medine’deki Yahudiler, “Tevrat’ta yazılı olan âhir zaman Peygamberi budur” demeye başlamış; bazıları iman etmiş, bazıları da iman etmiş gözükmüş ve böylece İslâm’da bir hayli münâfik ortaya çıkmıştır. Aslında, daha önce de, Medine Yahudileri «Âhir Zaman Peygamberi»nin geleceğinden haberdârdılar. Çünkü onlar bunu bir üstünlük vasfı sayıyor ve oradaki müşrik Araplara yakında bir Peygamberin geleceğini, ona tâbi olacaklarını söylüyorlardı. Ancak böyle bir Peygamber, yani Hz. Muhammed gelip onları iman etmeye çağırdığında Yahudilerin azı hariç ona inanmamışlardır. Eğer onlar o Peygambere uymuş olsalardı, bu sonu gelmez tedirginlikten kurtulup dünyevî ve uhrevî kurtuluşa erebilirlerdi. Onlar, Hz. îsâ’yı Hz. Davud soyundan gelmedi bahanesiyle reddettikleri gibi, Hz. Muhammed’i de inatları ve ırkçılıkları uğruna kabul etmemiş; hattâ İslâm tarihi boyunca açık ve gizli düşmanlıklarını -azı hariç- devam ettirmişlerdir.


Önceki sahifelerde temas ettiğimiz, Buharî ve Müslim’de yeralan hadîste geçen salib’in (haç) kırılması, Hıristiyanlığın yürürlükten kalkacağı, domuzun öldürülüp cizyenin kaldırılması, İslâm'ın dışında kalan bütün din mensuplarına tanınan müsamahanın son bulacağı; Hz. İsa’nın âdil bir hâkim olarak inmesinin de, ona yapılan iftiraların, o yolda meydana getirilen hurafelerin kökünün kazınıp İslâm’ın her yere hâkim olması ve bütün hakikatlerin anlaşılması şeklinde te’vil edilebilmektedir.


Mevdûdî; İsa’nın bizzat kendisinin ineceği husûsunda İcmai Ümmet olduğunu; onun nüzûlünden maksadın Âhir Zaman’da bir «Deccâl»ın ortaya çıkarak kendisinin Mesîh olduğunu ilân edeceğini ve bütün Yahudilerin de ona tâbi’olup yeryüzünde fitne çıkaracaklarını ve bu fitnenin kökünü kurutup insanları «Deccâl»ın şerrinden kurtarmak üzere Allah’ın Mesih’i dünyaya göndereceğini ileri sürmektedir. O, İsâ’nın «Haç’ı kırması ve «Domuz»u öldürmesinden bahseden sözlerini bütün âlimler, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki savaşı sona erdireceği ve ikisinin tek bir millet haline geleceği şeklinde tefsir ettiklerini; «deccâl»ın ölümüyle de bütün Yahudilerin tarumar olacağı; savaş, cizye ve haracın kalkmasını ise muhaddislerin bütün milletlerin ortadan kalkıp sadece İslâm ümmetinin bakî kaldığı zaman harbin son bulacağı anlamında icma ettiklerini kaydetmektedir,


Mevdûdî; hadîslerde zikredildiğî ve İslâm âlimlerinin anladığı veçhile, Mesih’in nuzûlü inancının nübüvvetin son bulması inancıyle çelişmeyeceğini kesin olarak kabul etmek gerektiğini; hadîslerin ona yeniden iman etmeye çağırmadığını, zaten Müslümanların ona iman ettiklerini ve Deccâl’ın katledilmesinde onun Müslümanlara katılacağını; o zaman inecek olan İsâ’nın, Allah’ın bir peygamberi olarak değil, Hz. Muhammed’e ve şeriatına tâbi olarak geleceğini, yeni hükümler getirmeyeceğini, Hz. Muhammed’in getirdiği hükümlere uyarak görevini ifâ edeceğini; çünkü onun peygamberliğinin Hz. Muhammed’in gönderilmesiyle son bulduğunu savunmaktadır. Bazı İslâm bilginleri de, İsa’nın nüzulünün vuku'bulacağını, ancak bunda İslâm’a muhalif bir durum olmayacağını; onun da Hz. Muhammed’in şeriatiyle amel edeceğini ve onun ümmetinden olacağını; çünkü İsâ’nın şeriatının Hz. Muhammed’inkiyle neshedildiğini ve ancak Hz. Muhammed’in şeriatının bakî kalacağını ileri sürmektedir. Bazı bilginler ise İsâ’nın Hz. Muhammed’in halifesi olacağı kanaatindedir.


Buharî ve Müslim’de yeralan ve önceki sahifelerde zikrettiğimiz hadîslerin birincisinde Hz. Isa’nın âdil bir hâkim olarak vasıflandırılması Allah’ın adaletini hâkim kılacak, doğru yoldan sapmış olanları hakka çağıracak bir müceddid olması yönünden bir teşbih; «Domuz»u öldüreceğinden kasıt, Deccâl olsa gerektir.


İkinci hadîste de bir soru sorulmaktadır. Bu da, Müslümanların Ehl-i Kitab’ın bu hal karşısındaki tavırlarının nasıl olacağını ve Hz. İsa bile olsa doğru yolda bulunan Müslümanlara uyacağını beyan etmekle o güne kadar İsâ’yı bekleyen Hıristiyanlarla «Mesîh» beklemekte olan Yahudiler için bir tenbih, ihtar olmalıdır.


Hz. İsâ çıkacaksa, bir peygamber olması mümkün değildir; çünkü peygamberlik müessesesi Hz. Muhammed ile son bulmuştur. O halde İsa, Hz. Muhammed’in ümmetinden olacak veya, Taftazânî ve Haysemî’nin ileri sürdükleri gibi, Hz. Muhammed’in bir halifesi olacaktır. Böyle bir gelişte de fevkalede bir hal olmayacaktır. Çünkü, yerde ve gökte olanlar Allah’ın “Kûn” emriyle olduğu ve buna da inandığımıza göre, eğer Allah Hz. İsa’yı yeniden göndermek isterse bu da O’na zor değildir. Ancak onun bir “şeriat” getirmesi sözkonusu olamaz, o, İslâm ile ikmâl edilmiş, tamamlanmıştır.


İslâm Dünyasında ve Müslümanlar arasında Mesih ile beraber Mehdî inancı da yaşamaktadır. Kutluay, Yahudilikteki «Mesih’i intizâr inancı»nın Hıristiyanlıkta “İsa’nın rücu’u” inancına dönüştürüldüğünü ve bazı sapık mezhepler yoluyla İslâm Dünyası’na da «Mehdi’yi intizâr» şeklinde geçtiğini belirtmektedir, Böyle olunca İslâm’da Mehdî ve Mehdîlik üzerinde de kısaca durmamız gerekmektedir.


İslâm’da Mehdi ve Mehdîlik:


Müslümanlar arasında, «Mesîh» inancı ile beraber, «zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak» bir «Mehdî inancı» da bulunmaktadır. Ancak, Mesîh gibi, Mehdî konusunda da Kur’ân’da açık bir hüküm yoktur. Kur’ân’dan sonra, Müslümanlar yanında, ikinci derecede önemli kaynaklardan sayılan, Sahîhân denilen Buharî (256/870) ve Müslim’in (261/874) hadîs kitaplarında da Mehdiden söz edilmemektedir. Bunun yanında İmam Azam Ebu Hanife, el Eş’arî, el Maturidî ve benzeri Sünnî kelâm bilginleri de bu konuya temas etmemiş ve eserlerinde yer vermemiştir. Çünkü Mehdîlik, daha sonra, “imamet” ile ilgili ve onun bir parçası olarak ortaya çıkmıştır, Ehl-i Sünnet’e göre “imamet” inanç esaslarındân değildir. Bunun için ilkdevir eserlerinde “imamet” konusu ele alınmamıştır. Sonraları, insanlar arasında sapık inançlar ortaya çıkınca, kelâmcılar bu konulara eğilmiş; «imamet», «mehdîlik» gibi husûslara da yer vermişlerdir.


Sahîhân’da yeralmadığı halde Tirmizî, İbn Mace, Ebu Davud, İbn Hanbel gibi muhaddîslerin eserlerinde «Mehdi» konusunun işlenmesi, Müslüman halkın kültüründe «Mehdî İnanışı»nın canlı olarak yaşamasına yol açmıştır. Ancak bu tür hadîsler, çeşitli yönlerden tenkidden kurtulamamış, lehte ve aleyhte görüş beyan edenler olmuştur. İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde bunları toplamış ve değerlendirmiştir.


İbn Haldun, «bütün asırlar boyunca Müslümanlar arasında yayılan fikir ve haberlere göre Kıyamet yaklaştığında peygamberler ailesi azasından bir zât zuhur ederek dini kuvvetlendirecek, adaleti hâkim kılacak ve Müslümanlar da ona tâbiiyet edeceklerdir. Bu zât bütün İslâm yurtlarını idare ve hükmü altına alacak, bu İslahatçı ‘Mehdi’ adı ile anılacaktır. Nihayet sahîh hadiste anlatıldığı gibi... Kıyâmet’in yaklaşmasının bir alâmeti olan Deccâl zuhur edecek ve Kıyametin diğer alâmetleri de gözükecektir:' Bundan sonra İsa gökten inerek Deccâli öldürecek veyahut Mehdî’nin Deccâl’ı öldürmesine yardım edecek; İsa, Mehdî’nin arkasında namaz kılacaktır» demekte ve Mehdî’nin zuhurunu kabul eden bilginlerin bunu, hadîs üstatları tarafından rivayet edilen hadîslerden istidlâl ettiklerini; inkâr edenler ise, bazı eser ve haberlere dayanarak bu hadîsleri red ve ta’n ettiklerini belirtmektedir.


Mehdî hakkında nakledilen hadîsler lehinde ve aleyhinde olan âlimler çıkmıştır. Muhaddislerden Tirmizî, Ebu Davud, Bezzaz, İbn Mâce, Hâkim, Taberanî ve Ebu Ya’lâ Musulî; Mehdî hakkında rivayet edilen hadîsleri, bir kısım senetlerle, sahabelerden Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Hureyre, Enes, Ebu Sâid Hudrî, Ümmi Habibe, Ümmi Seleme, Sevbân, Kurre b. lyas, Ali Hilâli ve Abdullah’ta Hâris b. Cüz’e isnad etmişlerdir. .Mehdî’nin zuhurunu kabul etmeyenler ise, bu hadîsleri inkâr etmiş; doğruluğuna tan ve itirazda bulunmuşlardır, İbn Haldun, Ebu Bekir b. Ebu Heyserne’nin, Ebu Bekir İskâfın «Feva’ldu’l-Ahbar» adlı eserinde Muhammed b, Münkedir’in Câbir’den, onun da Mâlik b. Enes’ten rivayet ettiği hadîse göre Peygamberin «Mehdî’nin zuhurunu inkâr eden kimse kâfir olur ve Deccâl’in zuhuru haberini yalanlayan kimse yalan söz söyler» dediğini; bu sözlerin ne kadar esassız ve mübalağalı olduğunu; Enes’în rivayetinin doğru olup olmadığını Allah’ın bileceğini; ayrıca hadîs imamlarının Ebu Bekir İskaf’ı hadîsler uyduran bir adam olarak tanıdıklarını kaydetmektedir.


Tirmizî ile Ebu Davud, Asım b. Ebi Necud’dan, o da Zırr b. Hubeyş’ten, o da Abdullah b. Mes’ut vasıtasiyle Peygamber'den şu hadisi naklederler: “Dünyanın ömrü bir gün kalmış olsa dahi benim evlâdımdan veyahut benim ailemden birini göndermek üzere Allah o günü uzatır. Allah’ın göndereceği bu adamın adı adıma, babasının adı benim babamın adına uygundur.” Diğer rivayetlerinde ise, «Benim aileme mensup olanlardan biri zuhur edip Arap ülkelerine sahip olmadıkça Kıyâmet kopmaz. Onun adı benim adıma uygundur». Bu iki hadîs güzel (hasen) ve sahih hadîslerden sayılmıştır. Bir kısmı, Asım’ın rivayetlerini doğru; bir kısmı onun rivayetlerinde yanılabileceğini; bir kısmı da, onun hadîslerinin zabıtsız ve hıfzının da kötü olduğunu ile sürmüşlerdir. Ebu Davud da bu hadîsi, Ali’ye dayanan bir râvî silsilesinden şöyle naklediyor: “Dünyanın sona ermesine bir gün kalmış olsa dahi Allah benim ailemden birini gönderir, o zât zulüm ile dolu olan dünyayı adaletle doldurur”. Bu râvîler arasında Kattan b. Halife de vardır.


Iclî, «Kattan’ın rivayet etiği hadîsler makbul ise de onun hadîslerinde Peygamber ailesine az çok taraftarlık gözüküyor» demektedir. îbn Mu’in de onun Şiî olduğunu; Ahmet b. Abdullah b. Yunus da ondan hiçbir şey alınmayacağını; Darekutnî ise onun rivayetlerinin delil olarak alınamayacağını; Ebu Bekir b. Ayyâs, Kattan’ın mezhebinin kötü olduğunu; Cürcânî ise, imanı bozuk olduğu için onun rivayetinin kabul edilmiyeceğini belirtmektedir.


Bu hadîslerin çeşitli şekillerde rivayet edildiği görülüyor. Ancak öz hepsinde hemen hemen aynıdır. Zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak birisidir. Bazı rivayetlerde Mehdî; peygamber soyundan gelecek; beş, yedi yahut dokuz yıl yaşayacakdır. Bir başka rivayette, Tirmizî, Mehdi’nin avuç avuç para dağıtacağını belirtiyor ve bu hadîsin hasen olduğunu, amel edilebileceğini kaydediyor. Tirmizî bu hadîsin, Müslim’in Câbir’den naklettiği “Ümmetimin hayatının son günlerinde biri halifelik eder, o halife mal ve paraları avuç avuç verir, servet çok olduğu için para ve malını saymaz.” hadîsinin tefsiri mahiyetinde olabileceğini belirtiyor, İbni Said’in rivayetinde ise bu hadîs, «Sizin halifeleriniz arasında mal ve paraları avuç avuç (saymadan) veren bir halife gelir» şeklindedir. Müslim’in rivayetlerinde Mehdî lâfzı geçmiyor, Mal bolluğu ve kimsenin mal, para kabul etmez olacağı ile ilgili hadîsler Buhari’nin Sahih’leri arasında, Kıyamet alâmetleri ile ilgili olarak zikredilmektedir. Burada da Mehdî lâfzı geçmemektedir. Buhari şârihleri, Hz. Ömer’in tedbirleri neticesinde Hz. Osman devrinde bu halin görüldüğünü kaydetmektedir.


Mehdî ve onun dünyanın sonu geldiğinde zuhuruna dair rivayet edilen hadîslerin azı müstesna hepsi tenkid edilmektedir. Mehdî’nin zuhurunu inkâr edenler, Hasan Basrî'nin şu hadîsini de delil olarak alırlar: «İsa b. Meryem müstesna olmak üzere Mehdî yoktur». Bu hadîsi Hasan Basri'den rivayet eden Muhammed b. Halid Cendi’nin güvenilir olduğunu söyleyenler, yanında, onun kimliğinin bilinmediğini de ileri sürenler vardır. Bundan başka «îsa b. Meryem’den başka Mehdi yoktur» hadîsi, «İsa’dan başka beşikte iken konuşan yoktur» şeklinde açıklanarak Mehdi beşik anlamına hamledilmiştir. îbn Haldun, bu tür açıklama ile Mehdî’nin geleceği yolunun kesilmek istendiğini; ancak Cüraye (Cüreyc) hadisesinde çocuğun konuşması gibi harikalarla bu görüşün reddedildiğini belirtmektedir.


Sufilerden Mehdî hakkında en çok söz söyleyen zât, Muhiddin İbn Arabî ile îbn Kissı olmuştur. Bunlar, azgınlık ve kötülük çağından sonra hakikat ve hidayet yolunun peygamberler tarafından aydınlatıldığını; Peygamberliğin arkasından halifelik, halifeliğin arkasından hükümdarlığın geldiğini, velayetle Fatıma evlâdından zuhur edecek kimseye, onun arkasından Deccâl’ın hurucuna ve bunu küfür çağının takip edeceğine işaret ederler. M. İbn Arabî, «Anka-î Mağrib» adlı eserinde, dünyanın sonu geldiğinde zuhur edecek olan Mehdi’yi “Hatemü’l-Evliya = Velîlerin sonuncusu” adı ile anmış; Mehdî’nin Fatıma evlâdından olduğunu, Cümel hesabına göre 683 hicri yılında zuhur edeceğini söylemiş; fakat bu çağ gelip geçtiği halde Mehdî zuhur etmeyince, onu doğum yılına hamlederek, 710 hicri de zuhur edeceğini ve 26 yaşında olacağını ileri sürmüştür. Kindî de, «Ebced hesabı» ile Deccâl’in 743’de çıkacağını, İsa’nın da hicrî 698’de gökten yere ineceğini iddia etmiştir.


Şiî fırkaları bu hususta rivayet edilen hadîsleri delil olarak kabul ederek «İmamet» ve «Halifeliğin», Peygamber ailesine döneceğini beklerler. îmamiyye ve Rafızıler, bu delillerden hareketle, Ali’nin Ebu Bekir ve Ömer’den daha faziletli olduğunu; Peygamber’in «İmamet»i Ali’ye vasiyet etmiş bulunduğunu; Ebu Bekir ve Ömer’den bezmelerinin bu delillere dayandığını; îsmailiyye de «hulûl» tarikiyle «İmam» ın ulûhiyetini iddia ederler. Bunlardan bazıları ruhun tenasühü (ölen İmam’ın ruhunun imam olacak zâta intikali) yoluyla ölen İmam’ın dirileceği; bazıları da ölmüş olan imamın «ric’at»ını beklerler.


İsnaaşeriyye (12 İmama inananlar); Onikinci İmam Muhammed bin Asker’i Mehdî lâkabiyle anar ve onun annesiyle Hille’de bir bodrumda gizlendiğine, zamanın sonu geldiğinde, dünyayı adaletle doldurmak için geleceğine inanır. Bunlar, bugüne kadar, bodrumun kapısına gelip onu çıkmaya çağırır, o çıkmayınca çağırmayı ikinci güne bırakıp dağılırlar.


Ehl-i Sünnet’e göre Yahudiliğini devam ettiren Abdullah b. Sebe (Sevda), Tevrat’taki velâyet doktrinini ve daha ilerisini söyleyerek, Müslümanların dinini ifsada çalışmış; Yahudilerin ve Hıristiyanların İsa’nın katli konusundaki görüşlerini Hz. Ali için kullanmış grubu Mehdî’nin, Ali b. Ebi Talib’den başkası olmadığını savunmuştur.


Şiî fırkalarından «Gulat» adını alanlar, daha ileri giderek, imamların ilâhlığına kail olmuştur. Bundan dolayı «Mehdî» iddiasıyle çok sayıda kimse ortaya çıkmıştır. Hattâ bazıları, Mehdî olduklarını ilân ederek ortaya çıkıp, etraflarına inanan bir zümre toplamış; fakat öldükten sonra bu gürûh dağılmış ve böylece de hedeflerine ulaşamadıkları görülmüştür. Her yüzyılda haber verilen Mehdî’nin kendisi olduğu iddiası ile ortaya çıkan insanların sayısı da az olmamıştır.


Bir kısım araştırıcı, Şia gruplarınca inanılan «Mehdî-i Muntazar» fikrinin Yahudilikteki «Mesîh-i Muntazar» fikrinden alındığı kanaatindedir. Yine Şiî-Bâtınî bir mezhep olduğu kabul edilen Babaîliğin kurucusu kendinin beklenen «Mehdî»; Kadiyanîliğin kurucusu Mirza Gulam Ahmed de kendisinin «Mehdî-Mesîh» olduğunu iddia ve ilân etmiştir.


Yaşar Kutluay, Mehdî konusunda şöyle diyor:


‘Kurtaran', ‘Hidayete erdiren’ gibi anlamları olan Mehdî müessesesi bilhassa Şiî mezheplerinde çok yer tutmaktadır. Bir liderin önderliğinde isyana girişen bir mezhep, başarı kazanamayıp liderini kaybedince hemen onun ölmediğini, bunun görünüşte bir ölüm olduğunu ileri sürüp, tekrar rücuûnu beklemektedir. Başlangıçtan sona kadar bu akide bütün Şiî mezheplerinde bulunmaktadır. Aynı tarihî maceraları geçiren haricîlerin bazı kollarında, îsmailîlerde ve hattâ Sûnnîlerde Mehdi görüş ve rivayetlerine rastlanır.


Hıristiyanlık ve Yahudilikteki Mesîh ve mesîhlerin ric’atlerini intizar görüş ve akideleri ile Mehdî akideleri arasında bir bağ bulunup bulunmadığı üzerinde durmaya lüzum görmüyoruz. Her iki cephede de İçtimaî şartların tesiriyle aynı yola gidildiği şeklindeki görüş kabul edilmiş görülmektedir. Tatmin olunmayan, başarı kazanamayan kitleler, ümmetlerini böyle bir ideale bağlamakta olabilirler. Gerçek ne olursa olsun, müstakbel bir kurtarıcı fikri cemaatler arasında daima yaşayagelmiştir. Bu fikirden hareket ile son yüzyıl içerisinde iki büyük hareket meydana gelmiştir. Bunlar önce Bahaîlik (1817-1892), az sonra da Ahmedilik (Kadiyânilik, 1835 1908) hareketleridir.


Şehristanî, Şia’nın Galiye grubuna dahil olanların “İmam”ları konusunda çok aşırı gittiklerini; bazan Yaratan’ı yaratığa, bazan da yaratığı (imam’ları) Yaratan’a benzettiklerini kaydediyor ve şöyle diyor : «Onların bu görüşlerinin kaynağı; Hulûliye, Tenasûhîye, Yahudi ve Hıristiyan inançlarıdır. Çühkü Yahudiler, Yaratan'ı yaratığa; Hıristiyanlar da yaratığı Yaratan’a benzetmişlerdir. İşte bu benzetmeler, Şia’nın aşırılarının zihinlerine yer etmiş ve bununla da ‘îmam’larına tanrılık isnadına varmışlardır».


İbn Haldun'un Mukaddime’sini tercüme eden Z. Kadrî Ugan, eklediği notta (Halifelik’le ilgili 77. not) şöyle diyor : «... Şiilik, İslâmlığın düşmanı ve İslâm’a kin besleyen yahut ancak hayatın icabı olarak îslâmlığı kabul eden Zerdüşt, Yahudi, Hıristiyan ve Brahman gibilerin ata ve babalarının dini öğretilerini İslâmlığa sokmak ve karıştırmak isteyenlerin bir sığınağı olmuştur». Devammda o, Kur’ân tefsirleri ve hadîsler aracına Tevrat, İncil ve Talmut gibi İsrailiyât unsurlarının karıştırıldığını; Şiîlikteki Ali’ye «İlâhlık» isnadı, İmamların öldükten sonra dirilmeleri veya kimseye görünmeden yaşamaları; Yahudilerin pek cüz’i azap göreceklerine inandıkları gibi, Şiîlerin de Şiî olanların cüz’î bir azap göreceğine inanmaları; Peygamberliğin arkasının kesilmemesi gibi inançların Yahudilikten Şiîliğe geçtiğini kaydediyor. Ruhların tenasühü, Tanrı’ya cismanî vasılların isnadı, Tanrı’nın insanlara hulûlü gibi Brahman ve Mecusî akidelerinin hep Şiîlikte görüldüğü; İmam’ın Tanrı’ya nisbetinin, Hıristiyanlıktaki İsa’nın Tanrı’ya lüsbeti şeklinde Şiîlik inancı arasına sokulduğu ve pek çok müsteşrik, Şiî akidesinin temelinin Yahudilik (Vellihausen’e göre); Fars akideleri (Dozi’ye göre) olarak gösterdiğini ileri sürdüklerine de yer verilmektedir.


Keskioğlu da, «Mehdîlik nazariyesi, Yahudilikten gelmedir. Nüzûl-î İsa akidesine de benzer» demektedir.

O, bu hususta, hiç bir âyet bulunmadığı gibi, sahîh hiçbir hadîsin de olmadığını; halbuki şimdiye kadar yüzlerce Mehdî türediğini ve İslâm’ın başına belâ kesildiğini; bu hususu da Ömer Seyfettin’in (Mehdi) adlı hikâyesinde güzel işlediğini kaydetmektedir.


Muhsin Abdülhamid; bu fikrin esas ve kökleri itibariyle şark inançlarından, Hıristiyanlıktan ve bilhassa Yahudilikten İslâm toplumuna intikal etmiş olan ric’at (geri dönüş) fikrine dayandığını; bu fikri Abdullah b. Sebe’nin terennüm ettiğini ve Hz. Muhammed’e tatbik ettiğini belirtmektedir. Şiîlerin maruz kaldığı haksızlıkların, kendilerinde intikam hisleri doğurduğunu ve bu esnada zihinlerine Mehdîlik fikrinin yerleştiğini; Kur’an’da Mehdî’nin geleceğiyle ilgili âyet bulamayınca hadîse sığınmak zorunda kaldıklarını; bu yüzden birçok hadîs uydurup cemiyete yaydıklarını ileri sürmektedir.


H. 910'da ölen, kendisini Mehdî olarak ilân eden birisi ile ilgili Mezhep imamları ve bazı âlimler görüş beyân ederek onun sahte, asılsız ve bâtıl olduğuna dair fetvalar vermişlerdir. Ancak, bu âlimler, Âhır-Zaman’da bir Mehdî’nin çıkacağını kabul eder görünüyorlar.


Muhamrned Tanci; Şiîlerin, Mehdî meselesini siyasî bir hareket olarak aldıklarını; Mehdî’nin Ehl-i Beyt’ten olacağını söyledikten sonra, Ehli Sünnet tarafından zorla zaptedilmiş Hilâfet’i, onlardan kurtararak Ehl-i Beyt’e iade edeceğini iddia ettiklerini; Ehl-i Sünnet ise Mehdî’nin, hidâyet etmek, doğru yolu göstermek fiiliyle ilgili olduğundan, bu vasıfları taşıyan her Müslüman âliminin Mehdî olabileceğini; müceddidlerin de insanları din üzere doğru yola götürdükleri, iyiyi ve güzeli tavsiye ettikleri için birer «Mehdî» olabilecekleri görüşüne sahip olduklarını ifade etmektedir.


Bu husûsu, insanın bir zaafı olarak gören Gövsa şöyle diyor : «Gaibden haberler beklemek ve harikuladeliklere ihtimal vermek, insanların umumî bir zaafıdır. İslâm avamı arasında da Mehdî ve Deccâl inanışları buna benzer. Mehdî, kurtarıcı ve doğru yolu gösterici bir timsal, Deccâl ise, dünyayı karıştıracak, alt -üst edecek bir tiptir ve İkincisi güya Kıyâmet’e yakın zamanlarda zuhur edecek ve îsa, gökyüzünden inip onu öldürerek, insanları, onun şerrinden kurtaracaktır. Bu tarzdaki müphem rivayetler ve inanışlar bazı devirlerde hâdiselerin ilkasile (zorlamasiyle) yahut maddî ihtiyaçların tazyiki ile ve bilhassa cehaletin ve esrarengiz meselelerle uğraşmanın fazlalığı nisbetinde, kuvvet kazanmıştır».


İbn Haldun; bu hususta bir gerçek kabul edip kat’î bir hüküm verecek bir şey varsa, o da; gerek dine davetin ve gerek devletin ancak kudretli ve şevketli bir asabiyyet sayesinde yayılacağı ve kurulabileceği; bu asabiyyetin o din ve devleti üstün kılmak için çalışması, karşı koymak isteyenleri defetmesi ve Tanrı'nın iradesi yerini buluncaya kadar bu şekilde hareket etmesinin lâzım geldiğini belirtiyor ve ahmak tabiatlı, tecrübesiz, kendilerini doğru yola sevkedecek akıl ve bilgileri olmayan kimselerin ancak Fatıma neslindenim deyip ortaya çıkanların davetlerine uyduklarını, bu hâlin, Arapların göçebelik devrinde yollarının kesilmesi, yağma edilmeleri ve dinî bilgilerinin eksikliğinden ileri geldiğini ifade ediyor.


Mehdi ile ilgili hadîsler iki grupta mütalâa edilmektedir:


1 — Metninde, Mehdî kelimesi geçen hadîsler.

2 — Metninde, Mehdî ismi geçmeksizin, sadece âdil bir halifenin zuhur edeceğini haber veren hadîsler.


Muhaddisler, âdil halifeden maksadın «Mehdî» olduğu görüşündedirler.


Bazı hadislerde Mehdî’nin Ehli Beyt’ten, Fatıma evladından olacağı işlendiğinden dolayı bu hadisler çeşitli şüphelere ve tenkidlere yolaçmıştır. Bununla beraber Mehdîlik, daha ziyade, Şia’nın inanç akideleri arasında yer almakta ve inanç esaslarının kilit taşlarından birini oluşturmaktadır. Bunlarda Ali neslinden bir Mehdî, Yahudilerin Davud soyundan bir Mesih beklemeleri akidelerine çok benzemektedir. Bu da, yukarıda görüş beyan eden âlimlerin Şiîlik'in, Yahudiliğin tesirinde kaldığı görüşlerini kuvvetlendirmektedir. Çünkü İslâm’a giren Yahudiler, eski inançlarından getirdikleri an’anelerini, çeşitli kisveler altında, özellikle bu akidelerine imkân veren olaylardan istifade ederek yerleştirmiştir. Ancak bu inançlar, diğer Ehl-i Sünnet’ten olan halk arasına da girmiştir. Mehdi; hidayete erdiren, doğru yolu gösteren anlamındadır. Böyle olunca her müceddid, bir Mehdî'dir. Ayrı bir vasıfta Mehdî beklemek ve her mehdiyim diyene inanmak çeşitli huzursuzluklara yol açar ve açmıştır. Çünkü, hayli kimse “Mehdiyim” deyip ortaya çıkmıştır. Eğer bu Kıyamet alâmeti olarak kabul edilse idi, şimdiye kadar çok kıyametler kopardı. Kıyâmet’in ne zaman kopacağını ancak Allah’ın bileceği ve Hz, Muhammed’in Son Peygamber olduğu ve O’ndan sonra Peygamber gelmiyeceği beyan duyurulmaktadır. Böyle olunca; «Peygamberim» iddiasıyla ortaya çıkanların yalancı olduğu da bilinmektedir.


İslâm Ansiklopedisi’nde, Şiîlerle Sünnîler arasındaki mühim bir nokta şöyle ifade ediliyor; Mehdîlik mes'elesi, Şiî itikadının esası bir kısmını teşkil ettiği halde, Sünnî itikadında öyle değildir. Her Sünnî Müslüman, Kıyâmet hakkında düşüncelerinin bir noktası olarak, dini yeniden kuracak bir kimse olacağını kabul eder, fakat buna Mehdî denileceğini kabul etmez. İki Sahîh’in hiç birisinde (Müslim ve Buhari’de) ‘Mehdî’ bahis mevzuu edilmez. Aynı şekilde, Sünnî kelâm âlimleri bundan bahsetmezler.

M. Abdülhamid, bu hususta şöyle görüş beyan etmektedir; «Bu itikadî mes’ele, İslâm toplumunun ve bütün insanlığın varlığı ile ilgilidir. Hakikatte hiç bir kıymet ifade etmeyen ve inanç gerektirmeyen zannî haberlere dayandırılması da mümkün değildir. Bu haberlerin bir an için sahîh olduğunu düşünsek bile Kur’-ân-ı Kerîm her ana mes’elede gerekli açıklığı getirmiş ve kat’î sözü söylemiştir. Çok önemli bir itikadî mevzu olmasına rağmen Kur’ânı Kerîm’de buna dair bir haberin bulunmayışı, meselenin bâtıl olduğuna ve yokluğuna kuvvetli ve yeter bir delildir».


Bazı kaynaklar, Yahudilikteki Mesîh inancı ile İslâm’daki Mehdî inancını aynı görmüş olmalı ki, Mesih’ten ve Kabbala’dan bahsederken Mehdîlikten bahsediyorlar.


Hıristiyan an’ânesine göre, İsa’nın doğuşunda, mensup olduğu ailede, doğduğu memlekette ve ölümünde; Mukaddes Kitapların haber verdikleri bütün şartlar tahakkuk etmiştir. Fakat Yahudiler, İsa’yı Mesîh olarak kabul etmedikleri için, asırlarca «Mesîh»! beklemişlerdir. Onlar, vatanlarını kaybettikten sonra, gelecek Mesih’in kendilerine vatanlarını iade edeceğini ve onun başkanlığında devletlerini kuracaklarını ümit etmiş; Mesih’i yalnız bir Peygamber olarak değil, aynı zamanda (Hz.) Davut soyundan bir kral olarak, büyük bir devlet kuracak ve bütün dünyaya Yahudiliğin hükümran olmasını sağlayacak yüce bir kişi olarak görmüşlerdir. Dinler Tarihi, eski milletlerin hepsinde buna benzer inançların yaşadığını kaydetmektedir. Bu inançla, hemen hemen her yüzyılda mesîhlik iddiasında bulunan kişiler zuhur etmiştir. Hz. îsa, Allah katından bir Mesih olarak gelip, memleketler fethedecek bir ordu getirmeyince, Yahudiler onun mesîhliğine inanmadı ve onu öldürmek için tuzaklar kurdular. O günden bu tarafa Yahudiler, kendilerine va'dedilen Mesih'in gelişini beklemektedirler. Kitapları da, onun getireceği altın çağın renkli hülyaları ile doludur. Yahudilerce Tanrı'nın devleti MESÎH’le kurulacaktır. Bu gelecek Mesih, Hz. Davud’un tahtı üzerinde oturacak, adaleti sağlayacak, kurt kuzu ile, kaplan oğlakla, buzağı arslanla bir arada olacak ve İsrail’in sürgünlerini de Mesih toplayacaktır.


Yahudiler arasında, her memlekette, her devirde, Mesihlik iddia eden kimseler çıkmış ve taraftar bulmuştur. Hâlâ da bu görüş yaşamakta ve taraftar bulmaya devam etmektedir. İşte bunlardan biri SABATAY SEVİ’dir.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak