Kuşatma Araç ve Gereçleri
Araplar eskiden kuşatmaya ait araçlara sahip değillerdi. Çünkü kuşatmayla uğraşmamışlardı. Sursuz, hendeksiz, açık caddelerde otururlardı. Arapların savaşta ilk kazdıkları hendek, başka bir yerde de belirttiğimiz üzere, Hicri 5. yılda Selman-ı Farisi'nin görüş ve önerisi üzerine Medine'de Hendek (Ahzab) Savaşı'ndan önce kazılmıştı. Ancak Araplar daha sonra Arap olmayanlarla karışınca diğer şeyler gibi kuşatma aletlerini de onlardan almışlardı. Bu kuşatma alet ve araçlarının en önemlisi mancınık ve sur yıkmada kullanılan ve Araplarca "debbabe" (çarpa) ve "kebş" (koç) adı verilen araçlar vs. ve Yunan ateşiydi.
Mancınık
Atıcı bir alettir. Çok eskiden Fenikeliler bu aleti kullanmışlardır. Daha sonra onlardan Yunanlılara ve İsraillilere geçmiştir. Tevrat'ta mancınığın adı birkaç yerde geçmektedir. Mancınık Yunanlılar aracılığıyla dünyanın diğer devletlerine geçmiştir. Önce İranlılara oradan da lslam'dan sonra Araplara geçmiştir. En ünlü söylentiye göre, Araplar bu aleti Rum ve lranlılarla karşılaştıktan sonra ancak 1. yüzyıl ortasında kullandılar. Oysa El-Siretü'l-Halebiyye adlı kitapta söz konusu aletin Hz. Peygamber zamanında Taif' kuşatmasında kullanıldığı belirtiliyor. Söz konusu kitapta verilen bilgilere göre Selman-ı Farisi, İranlılarda kullanılan ve savaş aletlerini Araplara gösterirken onlardan biri olarak Taif kuşatmasında mancınık kullanımını da öğretmişti. Üstelik rivayete göre, o dönemde mancınığı kendisi yapmıştı. Buna göre Müslümanlar Hayber'in fethi sırasında kalede birkaç mancınık ve debbabe de bulmuşlardı.
Mancınıklar büyük küçük ebatta, bazıları çark, bazıları yayla idare olunur birkaç çeşitti. Bir çeşidi de sapan gibi kullanılırdı. Bu çeşit savaş aletleri ok, taş, neft yağı kaplarını, akrep vs. gibi düşmana eziyet ve zarar veren şeyleri atmak için kullanılırdı. Mermiler hafif bir maddeden yapılmışsa kurşun ağırlaştırılırdı. Neft yağı vs. gibi sıvı maddeler ise büyük kase şeklinde, terazi gibi zincirli bir kaba konularak atılırdı.
Romalılarda da ok atmak için kullanılan bir çeşit mancınık vardı. Bunu dışında taş atmak için kullanılan bir başka tip mancınık da bulunuyordu. Bu mancınık bir direğe taş koymaya ait bir sapanın bağlı olmasından ibarettir. Direk iplerle arkaya doğru gerilerek kurulur. Aşağı tarafta direğe bitişik bir zemberek vardı. Direk iyice gerildikten sonra aniden bırakılınca eğime doğru hızlı bir hareket yaparak sapanda bulunan taşı uzak mesafeye atardı. Sözü edilen iki mancınık şekline benzer diğer mancınıklar da kullanılıyordu.
Geçmiş zamanlarda mancınıklar büyük taşlarla surları tahrip veya düşmana ok atmak, neft ile düşman ordugahlarını yakmak vs. için kullanılırdı. Nefti düşmana attıklarında kaplar içinde ve alevli bir halde demirden bir ağ içine koyup bir mancınıkla atarlardı.
Mancınıklar büyüklük açısından da çeşitliydi. Günümüzde zırhlı savaş gemileri ve büyük toplara, zırhların ve topların çeşit ve şekline göre nasıl isimler veriliyorsa o zamanlarda da çoğunlukla mancınıklara öyle isimler verilirdi. Haccac b. Yusuf'un "arus" (gelin) adında ünlü bir mancınığı vardı. Bunu 500 kişi idare ederdi. Muhammet b. Kasım söz konusu mancınığı H. 891708 yılında Hindistan padişahının savaşına götürmüş ve bununla oralarda bir put mabedini yıkmıştır.
Debbabe (Çarpa)
Kalın ve sağlam ağaçtan yapılmış hareketli bir aletti. Ağacın üzerine ateşe karşı korunmak için sirkeye batırılmış keçe veya deri geçirilirdi. Bu keçe veya deri, zırh görevini yapardı. Aletin altına tekerlekler takılarak kolay hareket etmesi sağlanmıştı. Kimi kez sanki tahtadan yapılmış bir kale şeklinde oluyordu. Söz konusu aleti tekerlekler üzerinde çeken savaşçılar onu surlara yanaştırarak üzerine çıkıp surlara atlarlardı. Debbabe mancınıktan daha eski bir savaş aletidir. Eski Mısırlılar ve Asurlular bu aleti kullandılar. Kendilerinden sonra Yunanlılar ve Romalılar, daha sonra da Araplar kullanmışlardı.
Kimi kez debbabeyi surların yıkımı içinde kullanırlardı. Bu amaçla kullandıklarında onu surlara dayayarak duvarlarını siper yaparlar, keskin ve ağır bir şekle çevirdikleri başıyla duvarları tahrip ederlerdi.
Kebş (Koç-Başı)
Bu alet çarpaya yani debbabeye benzerdi. Ancak ön tarafında koçbaşı gibi bir başı vardı. Asker aletin içine sığınırdı. Koç aleti surların yıkımında kullanılırdı. Önde bulunan baş, aletin içinde kalın bir direğe bağlı ve bu direk iplerle tavanda bulunan makaralara bağlı bulunurdu. Gerek aletin içinde gerekse aletin arkasında bulunan asker, zikr olunan başla surları döverek delerlerdi.
Müslümanlar surlara tırmanmak, suru yıkmak veya delmek için birçok savaşta debbabe ve koçbaşlarını kullanmışlardır. Hemen her orduda surlara çıkmak için çoğunlukla her biri birkaç kişi alabilecek küçük hacimde çeşitli debbabeler bulunurdu. Abbasilerden Mu'tasım billah Anadolu'daki Amuriye şehrini kuşattığı zaman 10 askeri içine alabilecek büyük hacimde debbabeler yaptırarak bunlarla söz konusu şehrin surlarını dövmüştür.
Surları tahrip etmede çarpalar veya debbabeler şöyle kullanılırdı. Asker çarpalara binerek surlara yaklaşırdı. Surun önünde hendek varsa hendek üzerine direkler atılarak köprü kurulur ve üstünden geçilirdi. Hendek köprü yapamayacak kadar genişse debbabelerle götürülen odun, toprak vs. hendeğe atılarak geçilecek kadar bir yer doldurulur üzerinden yürünürdü. Amele bu işleri yaparken asker onları siperlerle korurdu. Sonunda debbabe sura dayanınca suru delmek için acele edilirdi. Suru delerken açılan yerin çökmemesi için direkle destek kurulurdu. Eğer koç ve çarpanın boyu surun üstüne yetişmezse merdivenler kurarak suru aşmaya çalışırlardı. Buna imkan olmazsa karşı karşıya savaşırlardı.
Yunan Ateşi
Yunan ateşi, Arapların Rumlardan aldığı savaş silahlarından birisidir. Oysa bu ateş Rumların değil Doğuluların icadıdır. Doğulu milletler, savaşlarda aslı ve esası Avrupalılarca ancak 7. yüzyılda anlaşılabilen çabuk alev alan bir madde kullanıyorlardı. Bu ateşin Kalinikos adında bir Şamlı aracılığıyla Yunanlılara geçtiği sanılıyor. Rumlar, Arapların gerek lstanbul'a, gerek Avrupa ve Asya kıtalarında bulunan diğer Rum kentlerine yapılan hücumlara karşı o sırada öyle bir ateşe son derece ihtiyaçları vardı. Bu silahı ele geçirmekle amaçlarına ulaştılar. Çünkü Araplar birkaç kez lstanbul'u kuşattıkları halde bu ateşle korunduğu için fethine güç yetiremediler. Rumlar söz konusu ateşi oluşturan maddelerin formülünü son derece gizli tutarlardı. Ancak sonunda Araplar bunun formülünü çözdüler veya ele geçirdiler. Söz konusu ateş kükürt, zamk ve çeşitli yağların birleştirilmesiyle oluşturulan bir karışımdı. Bu sıvı geminin baş tarafında bulundurulan tunçtan yapılmış uzun içi boş bir direkten alevli sıvı halinde veya nefte batırılmış bez parçalarıyla atılıyordu. Bu şekilde atılan mermiler gemilerin veya evlerin üzerine düşer ve isabet ettiği yerleri yakardı. Durumdan anlaşılan Hüseyn b. Nümeyr, H. 64/684 yılında, Abdüllah b. Zübeyr'in savunduğu ve sığındığı Kabe'yi kuşattığında, Kabe'yi bu mermilerle yakmıştır.
Paris Milli Kütüphanesi'nde birtakım Arapların bazıları süvari bazıları piyade olarak ellerinde Yunan ateşi bulunan bez parçalarını düşmana attıklarını gösteren elle yapılmış eski bir elyazması bulunmaktadır. Araplar Yunan ateşine "neft-i kazif' (atıcı neft) derlerdi.
Barutun icadı
Çok önemli buluşlardan biri olan barutun icadı, Avrupalılara dayandırılıyorsa da bu doğru değildir. Barutu ilk bulanlar Araplardır. Barutun bulunuşuyla ilgili Avrupalılarca en ünlü söylenti bunun M.S. 1320 yılında (H. 719) Şuvartez tarafından keşfedildiğidir. Oysa M. 13. yüzyılda adamlarından Roger Bacen adında lngiliz bir rahip kendi çağında yaygın kullanıldığı bilinen baruta benzer bir maddenin varlığından söz etmişti. Gerçekte ise barutu ilk kullananlar Araplardı. Araplar bizzat barutun mucidi değilseler bile, hiç kuşkusuz orta çağlarda ulaştığı noktaya getirenler kendileriydi. 1320 yılında vefat eden lspanyol şarkiyatçılarından Kondi, Merakeş halkının miladi 1118 yılında Sicilya'daki Sirakuze şehrine yapılan hücumlarında ateşli silahlar kullandıklarını söylüyor.
Bunun dışında Arap tarih kitapları da bu çeşit silahların M. 12. yüzyılda garp bölgelerinde yapılan savaşlarda Müslümanlar tarafından kullanıldığını göstermektedir. lbn Haldun, Merakeş sultanı Ebü Yusuf'un M. 1272 yılında Merakeş'te bulunan Sicilmase'yi Abdülvad oğullarından almak üzere söz konusu şehre ulaştığıyla ilgili bilgi verirken bu noktayı açıkça kaydediyor. Sultan Ebü Yusuf, Ma'rib kentlerini feth ve itaat altına almış ve Abdülmümin oğullarının halifeliğini yıkarak Tanca ve Sebte'yi fethetmişti. Bunun üzerine güneyde bulunan bölgeleri fethederek ülkesini genişletmek arzusuna kapılarak Sicilmase'yi Abdülvad oğullarından almak üzere ordusuyla beraber H. 672 yılında söz konusu kent üzerine hareket etti. Oraya ulaşınca şehri kuşatma altına alıp her tarafına mancınıklar, debbabeler ve neft atan alet ve araçlardan oluşan birçok kuşatma aletleri kurdurdu. Bu aletlerle ateş topları ve demir parçalarını düşman üzerine yağdırdı. Şehri kısa aralıklarla bir yıl boyunca kuşatma altında tuttu. Sonunda bir gün kale surlarının bir tarafı mancınıklardan atılan taşlara dayanamayarak yıkılmış ve açılan gedikten içeri giren asker kısa sürede şehri ele geçirmiştir.
Bu rivayetlerden de açıkça anlaşıldığı üzere, barut Avrupa'dan yarım asır önce Araplarca biliniyor ve savaşlarda kullanılıyordu. Arapların barutun oluştuğu maddelere dair M. 13. yüzyılda verdikleri bilgiler söz konusu maddenin bugünkü formülüne çok benzemektedir.
Petersburg Kütüphanesi'nde ateşli silahlarla uğraşan iki Arap'ı gösteren eski bir resim mevcuttur. Bu iki kişiden sağ tarafta bulunanı elinde tüfeğe benzer bir şey tutuyor. Tüfek barut ve mermi ile doludur. Tutan adam söz konusu ateşli aleti, ateş alıp mermiyi atması için önünde bulunan bir aleve yaklaştırmış bir şekilde gözükmektedir.
Savaşlarda Kullanılan Taktik ve Planlar
Askerlik tarihinden söz ederken belirttiğimiz gibi, uygarlaşmış toplumlarda savaş taktik ve yöntemi "saf' oluşturmaktan ibaretti. Araplar, Cahiliye döneminde savaşlarda hiçbir düzen veya düzenlemeye bağlı değillerdi. Savaşlarda "hücum ve firar" denilen taktikle savaşırlardı. Bu metot, adından da anlaşılacağı üzere, bir kurala bağlı olmaksızın, savaşlarda düşmana hücum, zayıflık hissedilirse önünden kaçma veya firar, tekrar fırsat yakaladığında yine hücum ve firardan ibaretti. Daha sonra lslamiyet ortaya çıkınca, ayet ve hadislerle savaşın saff şeklinde yapılmasını emretmiştir. "Cenab-ı Hakk kendi uğrunda birbirine sıkı sıkı yapışmış bina gibi, yani sabır ve sebatta birbirine destek vererek saff biçiminde savaşanları sever" anlamında bir ayet-i kerimenin işaret ettiği gibi, "bir mümin bir mümine kısımları sıkı bir şekilde birbirine yapışmış bina gibidir" anlamında hadis-i şerif de vardır. Buna dayanarak, Hz. Peygamber zamanında savaşların saff şeklinde yapıldığını anlıyoruz. Müslümanlar namazda nasıl saff oluşturuyor ve ibadeti öyle yapıyorlarsa, savaşlarda da öyle safflar oluşturarak, tek bir bütün halinde düşman üzerine yürüyorlardı.
Müslümanlar bu şekilde, bedevilerin bilmediği bir savaş usulüyle savaşmışlar ve galip gelmişlerdir. Büyük lskender, Yavuz Sultan Selim, Bonapart gibi dünya fatihlerinin zaferlerinin altında yatan neden, düşmanlarının bilmediği savaş metotlarını ve gelişmiş silahları kullanmalarıdır.
"Saldırı ve geri çekilme" (Hücum ve ric'at) usulüyle savaşanlar, kendi adamlarını, savaş meydanının arkasında develer ve yükleri bulundurarak kaçışlarını engellemeye çalışırlardı. Malların bu şekilde tehlikeyle karşı karşıya kalması, savaşçıların sebat göstermeleri için önemli bir neden oluştururdu. Müslümanlarda savaşlarda gösterdikleri sebatla beraber, savaş meydanının arkasında develerini, çoluk çocuklarını, erzak ve mühimmatlarını bulundururlardı ki, bu durum savaşma cesaret, azim ve sebatlarını bir kat daha artırırdı.
Hz. Peygamber zamanında, az veya çokluğuna göre, bir veya iki saf şeklinde düzenlenirdi. Müslümanlar daha sonra Raşid Halifeler döneminde ordudaki askerlerin sayısı artınca, taşıdıkları silahların çeşidi ve savaştaki konumları açısından çeşitli saflar oluşturulmaya başlandı. Hz. Ali tarafından H. 37/657'de Sıffin Savaşı'nda askere hitaben yapılan vasiyet konuşması, Hulefa-i Raşidin zamanında geçerli olan yöntemi de göstermektedir:
"Safflarınızı sıkı bir bina gibi yapınız, zırhlı adamları öne, zırhsızları arkaya koyunuz. Dişlerinizi gıcırdatınız böylece kılıç darbeleri boşa gider. Kargılara eğiliniz. Böylece kargılar en iyi şekilde korunmuş olur. Her şeyi hoş görünüz ve rahat olunuz. Bu kalbe kuvvet ve gayret verir. Seslerinizi çok yükseltmeyiniz. Çünkü bu durum mağlubiyeti engelleyen bir nedendir, heybet ve vakara daha uygundur. Sancaklarınızı doğru ve dik tutunuz. Bunları kahramanlarınızdan başkasına teslim etmeyiniz. Doğruluk, sabır ve sebatla savaşınız. Ne derece sabır ve sebat gösterirseniz o oranda zafere ulaşırsınız."
Keridis (Taburlar)
Raşid Halifeler devrinden sonra Emeviler zamanında, Müslümanların sayısı oldukça artmış, başka halklarla karşılaştıkça askeri teşkilat ve savaş teknik ve taktiklerinde de epey değişiklikler olmuştur. Askeri birlikler taburlara dönüştürülmüştür. Bu metal Rumlardan alınmıştır. Rumlar savaşlara asker gönderdiklerinde ordularını "Keradis" adı verilen bir takim bölüklere ayırırlardı. Araplar bu kelimeyi Arapçalaştırarak tekiline "kördüs", çoğuluna "keradis" demişlerdir. Rumlar askeri böylece taburlara böldükten sonra hükümdardan veya ordunun başkumandanından, maiyeti adamlarından ve sancaklardan oluşan fırkayı ortaya koyarak buna "kalb" (ordunun merkezi) adını verirlerdi. Merkezin önünde çoğunlukla, süvariden oluşan bir fırka bulundurularak buna "mukaddime" (pişdar) derlerdi. Merkezin sağında bulundurulan fırkaya "meymene" (sağ cenah veya sağ kanat), solunda bulunan diğer fırkaya da "meysere" (sol cenah) derlerdi. Merkezin arkasında bulundurulan fırka ise "sakatü'l-ceyş" (ordu dümdarı-artçı birlik) adını alırdı. Bu şekilde yapılan askeri düzenlemede ordu beş bölüme ayrılıyordu. Arapların orduya "hamis" demeleri bundan dolayıdır. Ordu bu biçimde düzenlenince aynı şekilde düşman üzerine hareket ederdi. Kimi kez askerin arkasında lranlıların yaptıkları gibi kendilerine kuvvet verecek şeyler bulundurulurdu. lranlılar savaşlarda filleri kullanırdı. Fillerin üzerine tahtadan köşke benzer kaleler yaparak, bunları asker, silah ve sancaklarla doldururlardı. Bu filler ordunun arkasında kaleler gibi durarak askerin moral gücünü daha da artırırdı. Kimi kez saltanat tahtlarını sığınak yaparlardı. Hükümdara ordunun ortasında bir taht kurularak hükümdarın maiyet erkanı, seçme askerleri ve uğrunda her türlü tehlikeyi göze alan fedakar reisleri tahtın çevresinde toplanır ve tahtın kenarlarına sancaklar dikilirdi. Bunların çevresine nişancılar ve piyadeden oluşan saflar ilave olunurdu. Bu kitle büyük bir cesamet alırdı. Ve askere kuvvet kaynağı oluştururdu. İranlılar kimi kez saldırı ve kaçış usulüyle savaştıklarında askere yine böyle bir dayanma ve sığınma merkezi oluştururlardı. Bu sebepten Araplar lslam'ın ilk yıllarında Rumlar ve İranlılarla yapılan birçok savaşta Halid b. Velid tarafından H. 13. yılda Yermük Savaşı'nda yapıldığı gibi taburlar yöntemiyle savaşırlardı. Halid söz konusu savaşte askerini o vakte kadar Arapların bilmediği bir askeri düzenle yerleştiriyordu. Emrinde bulunan askeri 36'dan 40'a kadar taburlara bölerek taburlardan merkeze kaydırdığı kuvvete Ebu Ubeyde'yi, tabur şeklinde sağ kanata ayırdığı askeri kuvvete Amr b. el-As'ı, Şurahbil b. Hasene'yi ve sol kanata yine tabur şeklinde bulundurduğu bölüme de Yezit b. Ebu Süfyan'ı kumandan tayin etti. Sa'd b. Ebi Vakkas da H. 14 yılında yapılan Kadisiye Savaşı'nda askeri bu şekilde düzenlemişti.
Bununla birlikte anlaşılan Araplar, o tarihlerde bu askeri düzeni, Rumlarla ancak böyle bir yapılanmayla mücadele edebileceklerine inandıkları için kurmuşlardı. Araplar tabur sistemini ancak hicri 128 yılında Emevi halifelerinin sonuncusu olan Mervan b. Muhammed zamanında tam olarak uygulamışlardır. Mervan orduda saff yöntemini kaldırarak tabur yöntemini kabul etmiş ve bu şekilde yerleştirdiği asker ile Haricilerle savaşmıştır. Safnar usulü kaldırılınca "zahf usulü" de unutulmuştur. Daha sonra halkın sahip olduğu servet ve geçime bağlı olarak ordunun arkasında deve vs.'den oluşan saftan da vazgeçilmiş ve askerin çoluk çocuğuyla savaşa gitmesi geleneği de terk edilmiştir.
Bununla birlikte Peygamberin Ehl-i Beyt'inden olup halifelik talebinde bulunanların bazıları savaşlarda saf oluşturulması yöntemini terk edip tabur sisteminin kabulünü lslamiyet'te "bid'at" kabul ederek kendileri için tehlikeli olsa bile saf şeklinde savaşma yöntemine devam etmişlerdir. Nitekim Hz. Hasan b. Ali'nin torunu lbrahim b. Abdullah, Abbasi halifelerinden Mansur tarafından gönderilen lsa b. Musa'nın ordusuyla savaşırken saf yöntemini uygulamıştır. lki ordu Küfe'den 16 fersah uzaklıkta bulunan Ahmira'da birbirleriyle karşılaşınca lbrahim'in dostlarından bazıları kendisine ordunun tabur yöntemiyle yerleştirilmesi gereğini tavsiye etti: "Çünkü tabur sistemi savaşlarda düşman hücumlarına karşı daha iyi dayanır. Bir tabur mağlup olursa arkasındaki tabur savaşa devam eder. Oysa saf sisteminde savaş sürerken safın bir kısmı bozulursa diğer kısmı da dayanamaz ve perişan olur." lbrahim'le beraberinde bulunan arkadaşları "Şüphesiz ki Allah kendi yolunda sağlam binalar gibi saf halinde savaşanları sever" ayetinin anlamına uyarak "Müslümanlann safından başka saf yapamayız" dediler. Ancak sonunda savaşı kaybettiler.
Müslümanlar uygarlık yolunda daha da ilerleyince kendilerinden önce uygarlıktan nasip almış olan milletlerden tercüme ettikleri çok sayıda kitaplardan askerlik sanatına ait birçok bilgi de edinerek gerek askeri düzen ve taktikte gerekse tüm askerlik biliminde çok ileri gittiler. Öyle ki savaş meydanında ordu düzenleme ve yerleştirme metotları 7 çeşide yükselmişti. Gerçekte bu 7 yöntemi aynı anda kullanmazlardı. Ancak bunlann hepsini savaş bilgileri arasına katmışlardır. Sözü edilen yedi askeri düzen şunlardı:
1. ve 2. metotta asker hilal biçiminde düzenlenirdi. Söylentilere göre eski İranlılar bu yöntemi kullanıyorlardı.
Bu da kendi içinde ikiye ayrılıyordu:
Hilal-i mürsel veya hilali haddır. Gökyüzündeki hilal şekli gibiydi.
Hilal-i mürekkeb usulüdür ki hilalin iki tarafında sanki birer kanada benzer bir hilal bulunurdu. Bu aynı zamanda ikinci düzendir.
Murabba müstatıl (kare, dikdörtgen) şeklinde ordu düzenidir.
Gökyüzündeki hilalin iki ucu nasıl yukarıya doğruysa bu ordu düzeninde de hilal tersine olarak uçları aşağı biçimde oluyordu.
Bu düzende asker, kenarları birbirine eşit olmayan dörtgen (mürabba-1 münhari) şeklinde düzenlenirdi.
Bu usulde asker üçgen şeklinde savaş meydanına yerleştirilirdi.
Daire-i müzdevice şeklinde tanzim edilirdi. Daire-i müzdevice, birbiri içinde iki halka şeklidir. Askerin sayısı az düşmanın sayısı çok olursa bu son metot uygulanırdı. Bu metot günümüzde de uygar ulusların en çok güvendiği askeri sistemdir. Yani Napolyon Bonapart'ın zaferlerinde kullandığı murabba yöntemine benzer.
Kısacası Müslümanlar savaş için bir orduyu yerleştirdiklerinde duruma göre en uygun yöntemi kullanırlardı.
Ordugahlar veya Kışlalar
Ordugah kurmak lslam'ın ilk yıllarında özel bir bilgi ve sanata tabi değildi. Araplar Cahiliye dönemlerindeki alışkanlıklarına göre çadırlarını kurarlardı. Buna göre, emir veya reisin otağı anada yer alırdı. Onun çevresinde diğer emirlerin ve ordunun ileri gelenlerinin otağları kurulurdu. Orduyla beraber çoluk çocuk da gitmişse bunlar ordugahın arkasına yerleştirilirdi. Daha sonra Araplar savaşa çoluk çocukla gitmeyi bıraktığında ordugah kurma yönteminde Rum ve lranlıların yöntemlerini uygulamaya başlamışlardır. Zaman ve zeminin gereğine göre ordugahları değişik şekillerde kurmuşlardır. Daha sonra askeri bölük ve kıtalar çeşitlenip de içinde köleler, hizmetçiler vs. çoğalınca ordugahlar askerden başka katibler, fakihler (lslam hukukçuları), doktorlar, gözdoktorları (kehhal), davulcu vs.'yi de kapsayan büyük bir kent halini andırıyordu.
Askerlikte Kullanılan Komutlar
lslam'ın ilk yıllarında ordu hazırlandığı zaman komutanlar "el- nefir, el-nefir" komutunu verirdi. Bu emir bugün askerlerce kullanılan "hücuma hazır ol!", "hücum!" kumandası gibi hücum için kullanılıyordu. Komutanlar askerin geri çekilmesini belirtmek isteyince "el- nıc'a, el-ruc'a" derlerdi ki bu "geriye çekil" komutunun karşılığıdır. Askerin atlara binmesi için verilen komut olarak; "el-hay!, el-hay!" denilirdi. Bu günümüzdeki "binmeye hazır ol", " bin." komutları gibiydi.
Atından inmek için verilen komut "el-arz, el-arz" bu da "inmeye hazır ol!" veya "in!" komutunun karşılığıdır.
Uygarlaşma ve gelişmeye paralel olarak askerlik görevleri, komut cümleleri ve deyimleri de çoğalmıştır. Askere istedikleri konum ve hareketi yaptırmak için her durum ve harekete ait özel bir kelime (komut) koymuşlardı. Bunların en önemlileri şunlardır:
El-meyi: Bir tarafa meyletmek
El-inkılab: Geri dönmek
El-infital: Bükülmek, yüzü bir tarafa çevirmek
Tesviyetü'l infital: Doğrulmak
lstidare sugra: Küçük devir veya dönüş
lstidare kübra: Büyük devir veya dönüş
Nukatır: Yan yana gelmek
lktiran: Birleşmek
Rücu' ile'l-istikbal: Öne dönüş yapmak
lstidare mutlaka: Dönüş veya devir yapmak
Edaf: Kat kat olmak
ltba' el-meysera: Sol kanada katılma
ltba' el-meymene: Sağ kanada katılmak
Ceyş münharif: Düzensiz ordu
Ceyş müstakim: Doğru ordu
Ceyş murab: Meyilli ordu hareketi
Raz: Yerinde sebat et, hazır ol!
Tekaddüm: lleri hareket
Haşu: lçini doldurma ve sıklaşma
Radife: Birbiri arkasında bulunmak
Tertib ba'de tertib: Bölük bölük arkasında olmak.
Bir komutan emrinde bulunan askeri bir tarafa çevirmek veya yönlendirmek istediğinde yukarıdaki komutlardan birini verirdi. Asker daha önce kendisine verilen eğitimde bu komutları öğrenirdi. Günümüz düzenli ordularında olduğu gibi istenilen askeri hareketi yerine getirirdi. Daha sonra söz konusu kelimeler "hucca", "hubra" kelimeleriyle iyice kısaltılmış amacı anlatmak için işaretler kullanılmaya başlanmıştır. Bunun için asker gözlerini komutandan ayırmamak zorundaydı. Söz konusu kelimelerden "hücca"yu (yüzler karşı karşıya gelsin) anlamında kullanırlardı. "Hubra" ise tam ters anlamdaydı.
Askerlikte Kullanılan Özel İşaretler (Parola)
Araplar Cahiliye dönemlerinde savaşlarda birbirlerini tanımak için birtakım kelimeler kullanırlardı. "Şiar"adını verdikleri bu kelimeler belli ve alışılmış şeylerden değildi. Bunları bir terim olarak kabul eder ve duruma göre kullanırlardı. Uhud Savaşı'nda Kureyş'in özel alameti yani parolası "yalil uzza yali ubel!"idi. Hz. Peygamber muhacir ve ensara ayrı ayrı özel alamet ve işaretler koydu. Muhacirlerin parolası "ya beni Abdurrahman" evs kabilesininki "ya beni ubeydullah" idi. Hz. Peygamber onlara "haydullah" adını vermişti. Müslümanlar daha sonra da birbirlerini tanımak üzere özel işaretler ve alametler kullanmışlardır.
İslam Devletinin Sınırları - Sugur ve Avasım
Sugur ve avasım terimleriyle kastedilen lslam ülkesinin karada ve denizdeki sınırlarıdır. Araplar Şam bölgesinin fethine, çöl tarafında bulunan Havran yönünden başlamışlardır. Çünkü Rumların savaş güçlerinin büyük bölümü kıyılarda bulunuyordu. Bu yüzden Müslümanlar karadan denize ve yerli halktan Rumlara yardım gönderilmemesini engellemeye çalıştılar. Bu şekilde Şam'ı ele geçirdikten sonra Ebu Ubeyde'nin Şam valiliği zamanında başta Yezit b. Ebu Süfyan ve erkek kardeşi Muaviye olduğu halde kıyıya doğru yöneldiler. Beyrut, Sayda, Cübeyl'in bir kısmı fetholundu. Ancak Rumlar büyük bir deniz gücüne sahip olduğundan bu kentleri tekrar ele geçirdiler. Hz. Osman'ın halifeliğine kadar bu bölge Rumların elinde kaldı. Hz. Osman halife olduğunda Şam valiliğinde Muaviye bulunuyordu. O sıralarda Trablus Şam ele geçirilmişti. Muaviye deniz savaşları yapmak istediği halde Hz. Osman daha önceki halife Hz. Ömer gibi denizden kaçınıyordu. Sonunda Muaviye'nin ısrarları üzerine Hz. Osman deniz savaşına izin verdi. Bu tarihten sonra Şam kıyısında bulunan bütün kentler Müslümanlann eline geçti lslam egemenliği altına giren bu yerlere her taraftan göçler oldu. Zamanla büyük bir gelişmeye sahne oldu ve bölge bayındır hale geldi.
Şam bölgesinin Raşid Halifeler zamanındaki sınırları Abbasi halifelerinden Harunürreşid tarafından avasım adı verilen Antakya kıyı kentleriydi. Müslümanlar bu sınırlar dışında bulunan yerlere hücum ediyorlardı. Bu tarihte Rumların lskenderun ile Tarsus arasında bazı yerlerde birtakım askeri kuvvetleri vardı. Emeviler hilafete geçince bu bölgelere hakim oldular. Abbasiler devrinde söz konusu bölge daha da bayındır hale geldi. Bu dönemde Rumlar Araplar üzerine hücum etmeden de geri kalmıyorlardı. Abbasiler bu saldırıların geri püskürtülmesi için oralarda bulunan kentleri gerekli asker ve silahlarla donattıktan başka o bölgelerde yeniden kaleler kurdular. Ayrıca Rumlar tarafından daha önce inşa edilmiş kaleleri de restore ettiler. Bu kalelere yerleştirdikleri asker ve komutanlara büyük maaşlar bağlayarak çevre bölgelerde savaşla görevlendirdiler.
Bu şekilde istihkamlar yapıldığı gibi kara yönünden de müstahkem kentleri sınır edinerek kaleler ve surlarla güçlendirip içlerine asker yerleştirdiler.
Böylece lslam ülkesinin sınırlarının bir kısmı Rum ve lran topraklanna bitişik hale gelmişti. Bu sınırların bir kısmı denizden bir kısmı karadan, diğer bir kısmı, hem karadan hem denizden oluşuyordu.
Deniz sınırlarını Şam ve Mısır sahil kentleri oluşturuyordu. Bu sınırlar kuzeyde Tarsus'tan başlayarak Ezine (Adana), Masis (Misis), Ayn Zurbe (Adana vilayetinde Anazarut), Kenise, Haruniye (Maraş yakınında bir kasaba), Payas, Nekablus kentlerini kapsıyordu. Bu kentlerin yıllık geliri 100.000 dinardı. Söz konusu gelirler, tamamen bu kentlerin korunaklarına, askerin harcamalanna ve idaresine harcanıyordu. Buradan devlet hazinesine hiçbir şey gitmezdi. Tam aksine zaman zaman devlet hazinesi buraya yardım eder, askerin maaşını öderdi. Refah, Arbeş, Dimyat, lskenderiye, Mısır da sınır kentlerindendi.
Kuzeyden Şam sınır kentlerinden sonra sıra Ceziretü'l-Irak'a nispetle Sugur-ı Cezeriye adı verilen sınır şehirlerine gelirdi. Bunların birincisi Maraş'tı. Daha sonra Hades, sonra Şemşat, Malatya kentlerine kadar sırayla bulunan kaleler yani müstahkem kentler buradaydı. Malatya ile beraber bu kentlerin gelirleri yetmiş bin dinardı. Bundan bölge idaresine 40 bin dinar harcandıktan sonra 30 bin dinar kalıyordu. Bu da harcandıktan başka savaş zamanında düşmanlara karşı Müslümanlara katılan yardımcı kuvvetlere 170 bin dinarın harcanmasına gerek görülürdü. Bu paraya sözü edilen bakiye eklenirse harcamaların fazlası 200 bin dinara ulaşıyordu. Tüm bu masrafları devlet hazinesi öderdi. Savaş için düzenlenen askeri kuvvetlerin masrafı bu hesaba dahil değildir. Sözü edilen sınır kentleri Rum ülkesine akın yapan Müslüman askerlerin merkeziydi. Söz konusu şehirlerin merkezleri Delük, Ru'ban ve Münbiç idi. Doğuda Hindistan sınırları üzerinde bulunan sınır kentleri ise burda belirtilmemiştir.
İslam'da Allah Yolunda Savaş'ın (Cihad) Önemi ve Yıllık Seferler
lslam ülkesinin sınırlarını oluşturan söz konusu kentler, Abbasi halifelerinden Harunürreşid tarafından H. 170/786 yılında el-Cezire ve Haleb'in 25 km güneybatısındaki Kınnesrin'den ayrı tutularak bunlara "avasım" adı verilmiştir. Müslümanlar her yıl lslam uğrunda cihad amacıyla bu kentlerden kara savaşlarına çıkardı. Cihad, Müslümanların üzerine farzdı. Hz. Ebubekir'in halifelik makamına geçince "Cihadı sizden kimse terk etmesin. Çünkü herhangi bir millet cihadı terk ederse o millet Cenab-ı Hakk tarafından zillet'e (aşağılık, horluk ve alçaklık) mahkum olur" şeklinde cihadın önemini vurguladığı konuşmasında görüldüğü gibi, halifeler Müslümanları cihada teşvik ederlerdi. Deniz yoluyla yapılan seferlerde savaş gemileri Şam ve Mısır kıyılarında toplandıktan sonra Kıbrıs Adası'nda buluşurdu. Bu gemilerin sayısı 80 ile 100 arasındaydı. Bu birleşmiş gemilerin hepsine "üstul" (donanma) adı verilirdi. Donanmanın komutası Şam limanlarından gelen savaş gemilerinin komutanına teslim olunurdu. Gerek Mısır, gerek Şam kıyılarından savaşa gönderilen bu donanmanın harcamaları yıllık 100 bin dinara ulaşıyordu.
Savaş seferleri mevsimlere göre belirlenirdi. Yaz, kış, ilkbahar seferlerini oluşturan bu savaşlardan birincisi için mayısın onuncu günü hareket edilirdi. Bu sırada Müslümanlar atlarına çayır hazırlamış, atlar da kendini toplamış bir halde bulunurdu. Asker haziranın onuna kadar -yani otuz günlük bir süre Rum topraklarında savaşırdı. Bu sırada Rum toprakları çayırlarla kaplı oluyordu. Böylece lslam askerleri ikinci kez atlarını çayıra çıkarma fırsatı buluyordu. Otuz günlük süreyi böylece savaşlarla geçirdikten sonra tekrar lslam topraklarına dönerlerdi. Burada 25 gün kaldıktan ve atlarını iyice besleyip daha da kuvvetlendirdikten sonra temmuzun beşinci günü yaz seferi için toplanırlardı. Bazen bu yaz seferi yılda iki kez yapılırdı. Bunlara, saife-i yümna ve yüsra yani (sağ ve sol yaz savaşları) derlerdi.
Kışın savaşlar az olur ve yirmi günden fazla sürmezdi. Müslümanlar kış savaşlarına şubatın sonunda başlayarak martın sonlarına doğru dönerler ve hayvanlarını çayıra çıkarırlardı.
Yukarıdaki malumattan anlaşılıyor ki, halifeler yalnız lslam ülkesini korumakla yetinmiyorlardı. Yakın ve hemsınır bölgelerle savaşmak da bir görev kabul ediliyordu. Bu daha önce belirttiğimiz gibi Allah uğrunda yapılan savaştı. Abbasi halifeleri cihada rağbet eden halifelerin en önde gelenleriydiler. Onlar hilafetteki konumlarını güçlendirdikten sonra Bizans üzerine savaş yapmak için büyük çaba sarf etmişlerdir. Abbasilerin ilk yıllarında halifeler hacılarla beraber hac emirleri gönderdikleri gibi, her yıl Bizans topraklarına da savaşmak için bazı komutanlar gönderirlerdi. Daha sonra halifeler bizzat bu savaşlara katılmaya başladılar. Bunlardan H. 163/779'da kendisi Rumlarla savaşa çıktığı gibi H. 165/781'de de 95920 kişilik bir orduyla oğlu Harünürreşid'i gönderdi. Bu ordu yolda Rum sınır ve geçitlerini geçerek, buraların idarecilerinden 194.450 dinar ve 21 milyon 140 bin 800 dirhem miktarında bir tazminat karşılığında barış imzaladıktan sonra İstanbul Haliç'e kadar geldi.
Harünürreşid emrinde bulunan Müslüman gazilerle lstanbul çevresine ulaşıp şehri kuşatınca lstanbul halkı büyük telaşa düştü. O tarihte Bizans'ın başında imparatoriçe Heleni bulunuyordu. Üç yıl süreyle yıllık 70 bin dinar vergi ödemek ve Arap ordusuna rehberler ve nakil vasıtaları vermek koşuluyla Harunürreşid'le barış imzaladı. Müslümanların bu savaşta yukardaki paralardan başka ele geçirdikleri ganimet malları 5.643 esir, 20.000 at, 100.000 koyun ve sığıra ulaşmış ve yapılan savaşlarda Rumlardan 54.000 kişi de ölmüştür. Ele geçirilen savaş esirlerinin sayısı bu hesaba dahil değildi. Bu ganimetler Müslümanların savaşa olan ilgilerini bir kat daha artırıyordu.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder