Sultan Alparslanın Anadolu ve Suriye seferi
XI. yüzyıl Orta- Doğusu'nun büyük devletlerinden birisini oluşturan şii Mısır – Fatımi halifeliği Mustansır devrinde (1036-1094), mülki yönetimin bozulması ve devlet hazinesinin boşalması, askeri unsurların yetki çatışmalarına girişmelerine sahne olmuştur. Halifelik veziri Nasıruddevle Hasan, şii halifeliğin yerine sünni bir devlet kurulması amacıyla, bu sıralarda Horasan'da bulunan sultan Alparslan'a Buharalı fakih Ebu Cafer Muhammed'i elçi olarak gönderdi ve "ordusuyla Mısır'a gelmesini, ülkeyi kendisine teslim edeceğini ve şii hutbesini kaldırıp yerine sünni hutbesi okutacağını" bildirdi. Bu çağrı üzerine sultan, esasen fethedilmesi, Selçuklu fetih planları içinde bulunan Mısır ülkesini, Büyük Selçuklu devletine katmak amacıyla, kuvvetli bir orduyla Azerbaycan üzerinden Doğu- Anadolu'ya girdi (1070 yılı ortaları). Bu bölgede üslenen Selçuklu akıncı kuvvetleriyle de ordusunu güçlendiren Alparslan, Van Gölü'niin kuzeyinden Malazgirt önlerine geldi. Daha önce görüldüğü üzere, amcası sultan Tuğrul'un iki kez kuşattığı halde alamadığı sağlam surlara sahip Malazgirt'i, daha sonra da Erciş'i güçlük çekmeden fethetti. Henüz Selçuklu kuvvetleri tarafından alınmamıs olan Murat, yukarı Dicle ve kolları arasındaki birtakım kaleleri birer birer fetheden sultan, Diyarbakır topraklarına gelerek Dicle ırmağı kıyısındaki Şorşefiyye yörelerinde konakladı. Diyarbakır'ın muhteşem surlarını hayranlıkla seyreden sultan, hala yürürlükte olan Türk adeti uyarınca, ellerini sur taşlarına, daha sonra da göğsüne sürdü. Sultan Diyarbakır ve yörelerinin yönetimini ellerinde tutan ve anlaşmazlık halinde bulunan Selçuklu vasalı Mervanoğulları ailesinden iki kardeş Nasr ve Said arasında, uzlaştırıcı bir barış yaptıktan sonra Tulhum ve Siverek kent ve kalelerini fethetti; o zamana kadar Selçuklu kuvvetleri tarafından birkaç kez kuşatılmasına rağmen fethedilememiş olan, fevkalede sağlam surlara sahip bulunan dük Vasil'in savunduğu Urfa'yı kuşatıp sıkıştırmaya başladı (Mart 1071). Sultan, 50 gün süren bir kuşatmadan sonra, gereksiz yere zaman kaybetmemek ve Mısır'ın fethini biran önce gerçekleştirmek amacıyla kuşatmayı kaldırdı. O, hareketinden önce, yanında bulunan elçi Ebu Cafer Muhammed'i, Selçuklu vasalı Halep Mirdasoğulları emiri Mahmud'a gönderip "kendisine itaat arzeden bütün vasal hükümdar ve emirler gibi, onun da katına gelip itaatını arzederek yenilemesini" bildirdi. Buna rağmen Mahmud, Hanoğlu Harun'un telkini ve sultandan çekinmesi sebebiyle, onun bu çağrısına uymayıp Haleb'den süratle topladığı para ve armağanları ona göndermekle yetindi. Bunun üzerine sultan, Mahmud'a gönderdiği cevapta "Adıma hutbe okutup benimle böyle mektuplaşmayı sürdürdüğün halde, niçin katıma gelip itaat arzetmekten çekindiğini anlayamıyorum. Halbuki sen, katıma gelen bütün tabilerimize gösterdiğimiz lütuf ve yaptığımız ihsanları çok iyi bilirsin" dedi. Emir Mahmud'un, huzuruna gelmemekte direnmesi üzerine Alparslan, Urfa'dan ayrılıp Ocak 1071 sonlarında, Birecik yakınlarındaki Nehrülcevz yöresinden Fırat'ı geçerek burada bulunan çok hoşlandığı bir çayırda dinlenmek üzere konakladı. Bu sırada fakih Ebu Cafer, sultan'a "Ey Efendimiz, ulu T anrı'nın sana ihsan ettiği bu nimete şükret" deyince, sultan "Bu nimet nedir?" diye sordu. Bunun üzerine fakih "Bu ırmağı şimdiye kadar Türk olarak yalnız köle asıllı hükümdarlar geçmişlerdir; halbuki, bugün, Hazret-i alileri, ilk kez bir Türk sultanı olarak geçiyorlar" dedi. Sultan, çok geçmeden yoluna devam ederek eriştiği Haleb'e bağlı yörelerde karargah kurdu. İtaat arzı için katına gelmesi hususunda, emir Mahmud'a yeniden ulak gönderdi ise de o, bir türlü gelip sultanın huzuruna çıkmadı. Buna sonderecede kızan sultan Alp arslan, Nisan 1071 başlarında, Haleb'i kuşatmaya başladı. İki ay kadar süren bir kuşatma sonucunda Halep burclarının en sağlamı olan Ganem burcu delindi; kent, buradan yapılacak bir saldırıyla alınabilecek bir duruma geldiği halde, sultan "Savunmasız kalıp Bizans'ın eline düşmemesi için, bu uç kentini kılıç kuvvetiyle almaktan endişe ederim" diyerek kuşatma harekatını durdurdu ve böylece ciddi bir savaş yapılmadı. Bununla birlikte çok sıkışık ve ciddi bir duruma düşen emir Mahmud, Oğuzlara mahsus giysiler giyerek annesiyle birlikte sultanın katına çıkıp, yer öperek arzı ubudiyette bulundu; sultan da onu affedip, bir ferman ve hil'atlerle Halep emirliğini yeniden kendisine verdi. Sultan Alparslan, Mısır'a gitmek üzere, Dımaşk yönünde bir günlük yol aldığı sıralarda, Bizans imparatoru Romanos Diogenes'ten kendisine gelen bir elçi "Menbic, Ahlat ve Malazgirt'in Bizans'a geri verilmesini" istedi; ayrıca bu isteğin yerine getirilmemesi halinde imparatorun kuvvetli bir orduyla harekete geçeceğini de bildirdi. Bununla birlikte imparatorun, Doğu- Anadolu (Erzurum) yönünde ilerlemekte olduğunu haber alan sultan, elçiyi sert bir cevapla geri yolladıktan sonra ordusunun bir kısmını, burada bırakarak emir Aytekin ve Mahmud'u Mısır'ın fethiyle görevlendirdi; kendisi de ordusunun büyük bir kısmıyla Bizans imparatorunu karşılamak üzere, derhal vakit kaybetmeden Doğu- Anadolu yönüne hareket etti. Fırat ırmağını süratle geçişleri sırasında, ordusunda bulunan at, deve, mal ve yiyecek maddelerinin çoğunun telef olmasına hiç aldırmayan sultan, ileri yürüyüşüne devam etti. Fakat bir süre sonra yiyecek sıkıntısı sebebiyle ordudaki Irak askerlerini terhis etmek zorunda kaldı, böylece orduda, Horasan, Erran ve Azerbaycan kuvvetleri kalmıştı. İleri yürüyüşüne devam eden Alparslan, Urfa üzerinden Diyarbakır yörelerine ulaştı. Silvan'da, Malazgirt'e kadar ilerleyip kaleyi ele geçiren Bizans ordusunun kıyımından kurtularak kaçan Malazgirt kadısıyla birçok Müslümanlar, durumun ciddiyeti sebebiyle kendisinden acele yardım istediler. Böylece Bizans ordusunun nerede bulunduğunu öğrenen sultan, süratle Erzen ve Bitlis boğazından, geçerek Selçuklu hareket üssü Ahlat'a geldi.
Romanos Diogenes'in Hareketi
Yukarıda görüldüğü üzere, Anadolu'da başarısız iki sefer girişiminden sonra yıllardır sürdürülen Selçuklu istila hareketlerine bir son vermek ve onları kesin olarak bu ülkeden çıkarmak amacıyla, uzun süreden beri Anadolu ve Azerbaycan'a büyük bir sefer hazırlığına başlamış olan Romanos Diogenes, Balkanlar'daki Peçenek, Uz (Hıristiyan Oğuz), Kıpçak ve Hazar Türkleriyle Islav (Rus), Alman (Gotlar), Bulgar, Frank, Ermeni ve Gürcülerden oluşan büyük bir ordu hazırladı. Çeşitli Müslim ve gayri Müslim kaynaklardaki kayıtlarda, bu ordunun sayısının 600 bine kadar çıktığı abartmalı olarak ifade edilmekte ise de bunun, büyük ve küçük rütbeli 30 bin kumandanın yönettiği atlı ve yaya olmak üzere, 200 bin kişi civarında olması düşünülebilir. Bu orduda, kale delicileri, lağımcılar, çarlıçılar, arabacılar ve mancınıkcılarla birlikte çok sayıda ustalar, 800 mandanın çektiği nal ve çivileri taşıyan 400 araba ile içlerinde silah, mancınık ve diğer savaş aletlerinin bulunduğu 1000 araba mevcuttu. Bunlar arasında, 1200 kişi tarafından çekilen ve on kantar ağırlığında taşlar fırlatabilen çok büyük hir mancınıkın da yer aldığı, çeşitli kaynaklarda kaydedilmiştir. Bütün bunlardan başka, imparatorun beraberinde getirdiği hazinesinde, bir milyon altın, 100 bin ipekli giysi, altın eğerler, kemerler, pek çok altın ve gümüş eşya da bulunuyordu. İmparator, sayı ve donatım bakımından gerçekten muazzam sayılabilen bu orduya güvenerek güya Anadolu'yu Türklerden kurtaracağına inandıktan başka, bütün lslam ülkelerini de ele geçireceğini ümit ediyor, hatta bu düşüncesinin etkisiyle beraberindeki kumandanları lslam kentlerine vali olarak atamayı planlıyor, "bütün camileri kiliseye çevireceğini" bildiriyordu. Romanos Diogenes, lstanbul'dan hareket etmeden önce, Ayasofya kilisesinde düzenlediği büyük bir dini törene katıldı ve buradaki büyük haç'ı ziyaret etti . Tarihi bir değer taşımamakla birlikte, bu ziyaretle ilgili olarak, o devirde yaşamış olan bir Müslüman tarihçi (Garsunni'me Muhammed Sabii), yenilgiden sonra tutsak alınan imparatorun ağzından şu hikayeyi nakletmiştir:
''Herhangi bir sefer dolayısıyla lstanbul'dan çıkan imparatorların törelerinden birisi de Ayasofya'ya gidip yakutlarla bezenmiş olan altın haç'tan yardım ve şefaat dilemesidir. Ben bu geleneğe uyarak Ayasofya'ya gidip buradaki altın haç'tan başarı için şefaat diledim. Bu sırada haç, bulunduğu durumdan Müslümanların kıblesine doğru çevrildi. Buna son derecede hayret edip şaşakaldım ve onu, yeniden doğuya çevirip eski haline getirdim. Ertesi günkü ziyaretimde, haç'ın yine kıbleye dönmüş olduğunu gördüm. Bunun üzerine onun, zincirlerle bağlanmasını emrettim. Fakat bununla birlikte üçüncü günkü ziyaretimde haç, yine kıbleye yönelmişti; hayretler içincle kalıp bunu, çıkacağım seferde yenilgiye uğrayacağıma yormuştum. Bununla birlikte arzu ve ihtiraslarımın etkisiyle, lslam ülkelerine yürüdüm ve işte biitün bunlar başıma geldi". Ayrıca Bizanslı bir tarihçi (Kedrenos), eskiden heri Roma ve Bizans hükümdarlarının başlarına gelecek iyi ve kötü olayların, daha önce Vukuu bulan bazı olaylarla belli olduğu inancına dayanarak, Romanos Diogenes'in başı üstünden kara bir güvercinin uçmasını, sefer sırasında, çadırının zarar görmesini ve nihayet atlarının ahırının yanmasını, onun yenileceğine yormuştur.
Yukarıda sözkonusu edildiği üzere, yapacağı büyük seferini gizlemek amacıyla, Halep önlerinde bulunan sultan Alparslan'a bir elçi gönderip, "Ahlat, Erciş, Malazgirt v.s. kent ve kalelerin geri verilmesi" şartlarıyla barış önerisinde bulunan imparator, büyük ordusuyla İstanbul'dan hareketle bir kısım eyaletlerden gelen kuvvetlerin kendisine katılma yeri olan Sakarya ırmağı yörelerine gelip konakladı. Daha sonra Kayseri- Sivas bölgesine ulaşan imparator, burada, uygulayacağı planlar konusunda, ordudaki bütün kumandanların katıldığı bir Savaş Meclisi topladı. Yapılan müzakereler sonunda, imparatorun "Azerbaycan'a girilerek oradan Selçuklu başkentine (Rey) yürüme" önerisinin, genç ve tecrübesiz generaller tarafından desteklenmesine rağmen Nikephoros Bryennios ve Türk asıllı Joseph Trakhaniotes (Tarhan) gibi tecrübeli generaller "Anadolu'dan uzaklaşılmasının ciddi tehlikeler doğurabileceğini, en uygun planın, Sivas veya Erzurum'da karargah kurulup, bu bölgelerde gerekli önlemlerin alınması, bu sıralarda, Türk ordusunu yiyecek sıkıntısına düşürmek amacıyla, yağma ve tahrip hareketlerinde bulunulmasını ve nihayet Selçuklu kuvvetlerini Anadolu'ya çekerek onlarla Erzurum veya Pasin ovasında savaşa tutuşulması" fikrini ileri sürüp savundular. Fakat bu görüşü benimsemeyen imparator, kendi planını uygulamak, yani Azerbaycan'a yürümek üzere, Sivas üzerinden Erzurum'a gelerek genel karargahını burada kurdu. Çok geçmeden imparator, Iran içlerine yürüyüşü sırasında, arkasını güven altına almak amacıyla, general Trakhaniotes ve Bizans hizmetine giren ünlü Norman soylularından Ursel (Urselius, Roussel) kumandasında 30 bin kişilik Uz ve Franklardan oluşan bir kuvveti Ahlat üzerine sevketti. Ayrıca Selçuklular tarafından fethedilerek Selçuklu vasallığına giren Gürcistan'ı yeniden elegeçirmek ve özellikle ordusunun yiyecek ihtiyaç]arını sağlamak için 20 bin kişilik bir kuvveti Gürcistan'a gönderdi; beraberindeki birliklerle de bizzat, daha önce sultan Alparslan tarafından fethedilen Malazgirt üzerine yürüdü. Bu sıralarda Bizans ordusunun Türk asıllı askerlerden oluşan bazı birliklerinden sultana "Endişe etme, Bizans ordusunun çoğu seninle birliktir" şeklinde mektuplar gönderildikten başka, Uzlar da ırktaşları Selçuklulara, eskiden beri kullanılan, fakat ne olduğu bilinemeyen Türk alametlerinden bir işaret (Belki ok) yolladılar. Bunu tespit eden İmparator, kendisine yardımcı olabileceği düşüncesiyle, beraberinde getirmekte olduğu ve bu hareketlerin önderi olabileceğine ihtimal verdiği Erbasgan'ı derhal İstanbul'a geri gönderdi. İmparator, Malazgirt'e yürümekte iken Ermeni ve Elcezire birlikleri kumandanı Basilakes (Vasilakes) Magistros da kendisine katıldı. Bu sıralarda bu birliklerin kumandanları Leon Debatenes ve Basilakes, imparatora, Alparslan'ın Bizans ordusundan korkup lrak'a gittiğini bildirdiler. Gerçekte ise sultan, lslam ve Bizans kaynaklarının belirttikleri üzere, Haleb'den ayrılıp Fırat ırmağını geçtikten sonra, bir ara Musul yönüne gitmişse de daha sonra Silvan ve Erzen üzerinden Bitlis boğazı yoluyla Ahlat'a ulaşmış idi. Çok geçmeden Malazgirt üzerine yürüyen imparator, az sayıda Selçuklu kuvvetlerinin savunduğu kaleyi aman ile teslim almasına rağmen pek çok Müslüman halkı kılıçtan geçirdi. Öte yandan sultan Alparslan, Ahlat'a geldiği zaman, Ursel ve Trakhaniotes, Ahlat yönünde hareket halinde idiler. Bu Bizans kuvvetleri, Selçuklu atlı birlikleri tarafından bozguna uğratılıp geri çekilmek zorunda bırakıldılar. Sultanın Ahlat'a geldiği ve Selçuklu kuvvetlerinin hareket halinde bulundukları haberi, etrafa yayılınca imparator, bunun doğruluğunu tespit etmek için Nikephoros Bryennios kumandasında yeniden bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvetler, Selçuklu ordusunun öncü kuvvetleri ve esasen Ahlat Selçuklu garnizonu komutanı olan emir Sunduk tarafından bozguna uğratıldı, Bryennios, yaralı bir halde güçlükle kaçmayı başardı. Bu bozgun üzerine imparatorun, Basilakes kumandasında gönderdiği kuvvetler de yine Sunduk tarafından bozguna uğratıldı, Basilakes tutsak alındıktan başka, beraberinde taşımakta olduğu büyük haç da Selçuklu kuvvetlerinin eline geçti. Sultan, "bu haç'ın, zafer alameti sayılarak Bağdad'a halifeye gönderilmesi için, bu sıralarda Hemedan'da bulunan vezir Nizanıülmülk'e ulaştırılmasını" emretti. Böylece Malazgirt Meydan Savaşından önce yapılan Selçuklu- Bizans öncü savaşları, Selçuklu kuvvetleri tarafından kazanılmış oldu.
ANADOLU'NUN FETHİ
SELÇUKLULAR DÖNEMİ
(BAŞLANGIÇTAN 1086'YA KADAR)
Prof. Dr. ALİ SEVİM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder